"Polyannacılık oynuyorsun beceriksizce."

Pekâlâ kabul ediyorum, belki biraz fazla hayalperest olabilirim. Ama "iyi düşünelim iyi olsun" felsefesini uyguluyorum tam şu anda. İnsanları, hayatta tutan şey de başlı başına umudun ta kendisi değil mi zaten. Yarının daha güzel olacağını, her şeyin bir gün daha kolay olacağını, mutluluğun bir gün seni bulacağını... ve daha bunun gibi bir çok şeyi umut eder, bunun sayesinde hayata tutunur insan. Ben de bunu yapıyorum işte. Umut taktiğini kullanıyorum hayata karşı; şu an için bulunduğum bu sessiz yerde, elimdeki tek silah da kurtulma umudu...

"Allahım, lütfen bir an önce şuradan kurtulayım. Yardım et! Lütfen lütfen lütfen..."

Duamı da ederek içimdeki umut yap-bozununun son parçasını tamamladıktan sonra, en sonunda cesaretimi toplamış ve gözlerimi açmıştım. Etrafıma baktığımda, koyu gri bir duvar karşılamıştı görüş açımı. Boyaları dökülmekle dökülmemek arasında kalmış; oksijen, formülasyonunu bozarak tozlarla arasında farklı bir bağ oluşturmuştu. Nasıl bir yere getirmişlerdi beni böyle, ne iğrençti burası!

Bulunduğum yeri göz süzgecimden geçirme işlemimin gereksiz olduğunu anladıktan sonra geç de olsa aklıma düşmüş, merak etmiştim Eftalya, Poyraz ve Aybars'ı. Bu da demek oluyordu ki yeni yeni buluyordu aklım, beynindeki yerini. Büyük ihtimalle onlar, yakalanmadan yer değiştirmeyi başarmış ve kimseye görünmeden kaçmışlardı. Aksi halde, gelen adamlar mutlaka ondan da bahsederdi. Ya da şuan onlarla aynı yerde olurduk. Elimde olmadan, içimde küçük de olsa bir kırgınlığın baş gösterdiğini hissetmiştim. Beni böylece bırakıp gitmişler miydi yani... yapabilirler miydi böyle bir şeyi? Histerik bir kahkaha döküldüğünü duydum dudaklarımın arasından, sol gözümden düşen bir damla da yaş eşlik ediyordu ona. Hayal kırıklığına uğramıştım galiba... Beni bırakıp gideceklerini tahmin edemezdim.

"Vay, vay, vay... kimler düşmüş böyle ağımıza."

Hızlı bir şekilde kapının açılmasıyla, pahalı olduğu açıkca belli olan siyah bir takım elbise giyinmiş, kırklı yaşlarında bir adam girmişti içeri. Saçları gri, siyah ve beyaz karışımı farklı bir görüntü içerisindeydi. Pala diye adlandıramıyacağım kadar normal bir "baba modeli" bıyık ve yapmacıkla samimiyet arasında kalmış sahte bir gülümsemeye sahipti.

Korkudan ve ne yapacağımı bilememezlikten, kaşık çatlarımın altında kocaman açtığım gözlerimle boş boş adama bakıyordum. İçimden "Kim düşmüş acaba ağınıza çok merak ediyorum." Diye mırıldanmıştım. Bu ne saçma bir girişti böyle. Hiç istifini bozmadan konuşmaya devam etti.

"Adı soyadı neymiş acaba, bu genç yemimizin ve burada ne arıyormuş? Merakla cevabı bulunması gereken önemli sorular bunlar."

Kaşlarını kaldırarak, alaycı bir ses tonuyla söylemişti bunları. Komik olduğunu mu sanıyordu acaba. Fazlasıyla sinir bozucuydu. Boğazım üç gündür su yüzü görmemiş gibi kurumuştu, sanki bir bardak kızgın lav içmişcesine yanarak acı veriyordu. Dolayısıyla sesimin hala var olduğundan şüpheliydim. Gözlerimi kaçırarak yanıtsız bırakmıştım sorularını bu nedenle. Tam, susuzluğumu unutmak için dikattimi başka yerlerde toplamaya çalışıyordum ki adam pes etmediğini belli ederek yeniden konuşmaya başladı.

"Cevap vermiyorsun demek talihsiz yem, pekâla. O zaman söyle bakalım, mesela... baban kim senin? Başına buyruk bir şekilde buralarda dolaşabildiğine göre bir alakası olmalı herhalde değil mi ona güveniyor olmalısın?"

Kulağıma yaklaştı ve son cümleyi bastıra bastıra heceleyerek fısıltıyla tekrar etti. "Söyle hadi küçük kız, babanın adı ne?" küçük bir kahkahadan sonra devam etti. "Emin ol, 'babam burada benim onu görmeye geldim' diyerek yakalanan o kadar çok aptal misafirimiz oluyor ki."

MASKELİ BALO Where stories live. Discover now