0.4

58 14 2
                                    




saçlarımın arasında gezinip duran ellerin geri çekildiğini hissetmiştim. titremiştim olduğum yerde. başımı hafifçe kaldırdığımda sınıfın boşalmaya başladığını görmüştüm. jisung benim montumu almaya gitmişti. ona kötü davranmış olmama rağmen nasıl bana iyilik yapabiliyordu anlamıyordum.

uykulu gözlerle etrafı incelerken jisung uyandığımı fark ettiği an duraksadı. gözleri yaşlarla dolunca bakışlarımı kaçırmıştım. kendisini ağlarken görmek istemiyordum. montumu omuzlarıma bırakarak yanımdan uzaklaştığında öylece kalakalmıştım. tek bir söz bile dökülmemişti dudaklarımın arasından. belki tek bir söz söyleyebilseydim, benimle kalmasını sağlayabilirdim. onu gözyaşları içerisinde benden uzaklaşıyor oluşunu izledim. hıçkırmamak için eliyle ağzına bastırışını, adımlarını hızlandırmaya çalışsa da yürüyecek mecali olmayışını...

görüş açımdan tamamen kaybolduğunda montumu giyerek çantamı omzuma takmıştım. ona yetişip kolundan tutmak, durdurmak istemiştim. yapamayacağımın farkındaydım. onun kalbini kırdıktan sonra yüzsüz gibi karşısında duramazdım. o öylesine iyi biriydi ki kırılmış olmasına rağmen yanımdan tek bir an ayrılmamıştı. uyanmasaydım ne olacaktı bilmiyordum ama onun saçlarım arasındaki ellerini hissetmeyi tercih ederdim her şeye rağmen.

kuzenim minho sınıfa girmişti bu sırada. mayışık, yorgun hâlimi görünce yanıma gelerek yüzümü ellerinin arasına aldı. "iyi misin?" diye sordu. burnumu çektim, gözlerim doldu. tek kelime bile edemedim sorusunun karşısında. bu şekilde anlaşılmaya delicesine ihtiyaç duyuyordum. "bugün benimle kalmak ister misin? amcama haber veririm." teklifi karşısında birkaç saniyeliğine gözlerimin parladığını hissetmiştim.

"olmaz," dedim zihnimin aksine. babamın kız kardeşime zarar verme olasılığını riske bile atamazdım. her seferinde kardeşimi onun yapacağı korkunç şeylerden kurtarmıştım. bugün eve gitmezsem bütün sinirini kız kardeşimden çıkarırdı. ellerim titremeye başladı bu düşüncenin karşısında. yalnızca ellerim değil, hâlâ vicdan duygusuyla dolup taşan gönlüm de titremeye başladı. "olivia'nın bana ihtiyacı var. ödevlerine yardım edeceğime söz vermiştim üstelik."

tek kaşını kaldırdı. ne zaman yalan söylediğimi anlasa aynı hareketi yapmaktan vazgeçmezdi. "madem öyle seni evine bırakayım o zaman. okuldan çıktığım gibi senin yanına geldim, bir vasfım olmalı değil mi?" başımı olumsuz anlamda sallayacaktım ki çocukmuşum gibi çantamı benim omuzlarımdan alarak kendi omzuna taktı. kolumdan tutarak beni çekiştirmeye başladı. "küçükken de seni bu şekilde okuldan alıyordum! o zamanlar bacak kadardın, şimdi beni geçeceksin bücür." burukça gülümsemiştim dediklerine karşılık. kuzenim olmasına rağmen çoğu zaman abi gibiydi bana karşı. ondan gördüklerimle kız kardeşimi yetiştirmeye çalışıyordum.

"bücürün seni geçecek." diye mırıldandım. adımlarımız okulun dışına yönlendiğinde içten içe düşüncelerimle boğuşuyor, buna rağmen gülümsüyordum. geçmişim, geleceğim, hepsi birbirine gidiyordu. düşündükçe delirecekmiş gibi hissediyordum. aklımdan geçen her düşünce ruhumdan bir parçayı koparıp götürüyordu uzaklara. ruhum eksiliyordu, parçalanıyordum. nasıl durduracaktım bunları? bilmiyordum. lanet olsun ki ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. kimse bana öğüt vermemişti, tavsiyede bulunmamıştı, yaşanmışlıklardan örnek vermemişti. şu an çaresiz bir şekilde düşünüyorsam ebeveynlerim yüzündendi belki, onların beni robotlaştırdığı bu iğrenç dünyada nefes almam bile abartı bir hareketti. özellikle babam için.

bu sırada sokaktan bir ses duydum. olivia'yla dinlediğim müziğe sahip aynı tını kulaklarımı dolduruyordu. duraksamıştım, minho da benimle duraksamıştı. müziğin sesini duyduğumda her şeyi kenara bırakarak gülümsedim. o ise şaşkındı. benim bu tepkiyi veriyor oluşuma mı yoksa müziği sokağın ortasında duyuluyor oluşuna mı şaşkındı bilemiyordum. bir ihtimal, her ikisi açısından şaşkındı. birkaç dakika yüzüme baktıktan sonra kıkırdayarak saçlarımı karıştırdı. "demek müzik dinlemeyi sevdirdiler sana." dedi alay edercesine.

tekrar hareketlendiğimizde müziğin ritmine göre başımı sallıyordum belli belirsiz. "evet, sevdirdiler. yine de dinlemiyorum her yerde. insanlardan korkuyorum. daha doğrusu insanlardan değil; tepkilerinden. bütün korkaklığım bu yüzden." derin bir iç çekerek bakışlarımı ağaçlara, etrafta o an ne görüyorsan ona odaklamaya çalıştım. eve yaklaştığımızı hissettikçe midem kasılıyor, iki büklüm olmaya başlıyordum.

minho ise her an onun evine geçme fikrini kabul edecekmişim gibi bekliyordu. arada gergin, dehşete düşen yüzüme bakıyor ve iç geçiriyordu bu hâlime. burnumun dikine gittiğimi düşünüyordu belki de. bildikleri, bilmediklerinin yanında kıyaslanamayacak kadar çok olsa da bilmedikleri de vardı. mesela yorganıma sarılmadan uyuyamadığımı, çillerimi sevmediğimi, kalın sesimden hoşlanmadığımı... hepsini biliyordu. sadece gözlerimin içine baksa beni anlayacak derecede tanıyordu beni. yalnızca alttan alıyor, bilmiyormuş gibi davranıyordu.

tam kapının önüne geldiğimizde minnet dolu bakışlarımı ona çevirdim. "teşekkür ederim minho, her şey için. çantamı alayım." gülümseyerek omzundaki çantamı bana uzattı. eve girmek için zile basacakken beni durdurarak alnıma öpücük kondurdu. gitmeden önce gözleri parladı, sanki benimle gurur duyduğunu söylemek istiyor gibiydi. omzumu pat patladıktan sonra adımları yavaşça uzaklaştı bedenimden. gözlerim yaşlarla dolarken burnumu çekerek dolan gözlerimdeki yaşları silmiştim hızlıca. ağlamamalıydım, burada olmazdı.

az önce yapamadığım şeyi yaparak zile basmıştım. çok geçmeden kapı açıldığında gözlerim annemle buluşmuştu. kollarını açtı bana. şaşırdım, ilk kez yapıyordu bunu. üst üste iki kez hayatımda hiç yaşayamadıklarımı yaşıyordum. dudaklarım aralandı. konuşamadım, sustum. kollarının havada kalmasını istemedim. sarılışına bir anda karşılık verdiğimde o da şaşırmış gibiydi. sessiz hıçkırıklar dökülüyordu dudaklarının arasından. hayat bir şans tanıyordu belki de ve ben, bu şansı en iyi şekilde kullanmak istemiştim annemin kolları arasına hapsolmuşken.






the loneliestWo Geschichten leben. Entdecke jetzt