Gözlerimin önünde düşen robotu yakalayarak parçalara ayırdım. Büyük bir kükreme ile arkamı dönüp, tüm askerlere diş gösterdim. Zamanım olsa hepsini parçalamıştım. Askerler donup kaldılar. Hırıltılarım artarken onları beklemeden hızlanmaya başladım.

Herşey etrafımdan akıp gidiyordu. Sadece eşimin güzel gözleri kalıyordu, zihnimde. İçime düşen sızıyla dişlerimi sıktım. Onu kaçırmaya cürret edebilecek şeyi biliyordum. Bu gezegen onun düşündüğünden daha karanlıktı.

Biliyordum, ben yokken başına bir şey geleceğini biliyordum. Bunu hissetmiştim. O, her zaman gözümün önünde olmalıydı. Benim güzel gökyüzüm, kim bilir ne kadar korkuyordu. O dik bakışları, inatçı tavrı, hırçın hateketleri ile çetin ceviz gibi görünebilirdi. Ama aslında korkusunu bu şekilde gizleyen, korunmaya ve sevilmeye ihtiyacı olan bir ruhtu.

Canını yaktığım zamanlar, benim içinde azap gibiydi. Onu hiçbir zaman incitmek istemezdin. Fakat bazı zamanlar sınırımı o kadar zorluyordu ki, kendime hakim olamıyordum. Bu beden, Ajayu, içimde bastırmaya çalıştığım karanlık bir taraftı. Rana'nın bana her karşı çıkışı, Ajayu'nun yüzeye çıkmasına sebep oluyordu. Onu tek kelime ile anlatsam şunu söylerdim.

Vahşi.

İşte Ajayu buydu. Ben buydum.

Ve şimdi eşimi kaçırmaya cüret edenler bunu çok net görecektiler. Kalplerini göğsünden sökecek, her bir uzuvlarını bedenlerinden ayıracaktım. Kafamda türlü türlü kan içeren senaryolarla nihayet küçük gölete gelmiştim.

İlk bakışta her şey kusursuz duruyordu. Hiç iz yoktu. Takip etmek imkansızdı. Fakat benim için geçerli değildi. Az da olsa silinmiş kokusu hücrelerimi ayağa kaldırdı. Onu mühürlemiş olduğuma şükrettim. Eğer geç kalmış olsaydım belki de asla kokusunu alamazdım.

Çok uzaktaydı. Sınırlarımızdan çıkmıştı. Arkamdakileri umursamadan toprağı yara yara koşmaya başladım. İlerledikçe ondan kalan izleri daha net algılamaya başlamıştım. Artık kokusu daha netti. Güzel çiçek kokusunu özlemiştim. Saatlerce boynuna gömülüp orada kalmak istiyordum. Tabi o bu görüntümle buna izin verir miydi? Emin değildim. Muhtemelen etrafı ayağa kaldırırdı. Beni, kendine yaklaştırmazdı.

Derin bir nefesi içime çektiğimde, çiçek kokusu dışında yabancı bedenlerin kokusunu da aldım. Görüşüm iyice karardığında, duyduğum acı dolu çığlık sesiyle boğazımdan gelen hırıltılara engel olamadım. İnce çığlık, tüm sinir uçlarımı devreye soktu. Bilincim saniyeler için de yok olduğunda elimde kanla kaplı bir kalp duruyordu. Ne zaman oraya gittim, ne zaman pençelerimle derisini yırtıp kalbini elime aldım hatırlamıyordum.

Eşime el uzattığında ölmüştü, geriye sadece kalbini sökmek kalmıştı. Gökyüzü, gözlerimdi. Kapkaranlıktı. Sadece eşimin mavi parlayan gözlerine baktığımda, aydınlıktan nasiplenebiliyordum. Onun dışında her şey karanlığımı çıldırtmaktan başka işe yaramıyordu. Elimde kanı akan, damarları sarkan kalp varken bile, onunla göz göze geldiğim o küçücük anda her şey silinmişti sanki. Meğer nefes almıyormuşum, bir bedenim yokmuş, ruhum kaybolmuş, flu bir camdan izliyormuşum etrafı.

Korkunun izleri yerleşmiş yüzü, ıslanmış kirpikleri, kızarmış gözleri, hırpalanmış bedenini gördüğümde kalplerini sökmek bana yeterli gelmeyecekti. Geride kalanları büyük bir zevkle parçaladım. Kan, çığlık, acı hepsi ruhuma iyi geliyordu. Kısa süre içinde etrafım kan ve et gölüne dönmüştü. Kesik bir nefes alıp hızla arkamı döndüm.

Sıra eşimdeydi! Tüm bu kanı, vahşeti ona sarılarak temizleyecektim. Yanımda olacaktı ve bir daha asla uzaklaşmayacaktı. Fakat arkamı döndüğünde onu bulamamak öfkemi tekrat harekete geçirmişti. Boğazımın derinliklerinden gelen hırıltılar artarken küçük oyuğa doğru ilerledim. Amacım onu korkutmak değildi. Ama hareketlerimi çok da kontrol edebildiğim söylenemezdi.

KaçışWhere stories live. Discover now