6. Bölüm: VENİ VİDİ VİCİ

2.6K 60 28
                                    

Çoook uzun bir aradan sonra merhaba, nasılsınız bebeklerim? 😻

Burayı çok fazla uzun tutmak istemiyorum. Kısaca bir açıklama yapacağım:

1)Öncelikle Düğüm'ün FİNALİ DEĞİŞECEK. Yani burada olan o final olmayacak.

2) Kitaptaki sahnelerimiz yeni. Olay akışını değiştirmesem de içime sinmeyen sahneleri daha iyisiyle değiştirdim.

3) Burada yayımlananlar kitaptaki sahneler ve bu benim şu an paylaşacağım son bölüm olacak. Devamı kitapta yer alıyor.

4) Bu ve bunun gibi tüm haberleri ig hesabımda paylaşıyorum. (İg: biliyoruzki.i)

Umarım bu karar hepimize iyi gelir. Bu kararı vermekte zorlandım çünkü hep başından beri aklımda olan son buydu ama düşününce size de hak verdim. Sizler de benimle aylarca beraber oldunuz ve onlara iyi veda etmek istediniz, öyle de olacak. Farklı bir sonla veda edeceğiz. 🫂Bir hatam olduysa da affola👋🏻 kendinize iyi bakın🤍

İYİ OKUMALAR...

En iyisi olduğunu düşündüğün anda Tanrı, bir ayna yarattı.

Çığlıklar.

Çığlıklar ve alarm sesleri.

İsrafil elindeki sura üflemiş gibi içeride bir mahşer alanı oluşturacak kadar gürültü vardı. Kulaklarımı çınlatan alarm sesiyle birlikte ellerim hızla karanlıkta tezgâhın üzerine gitti ve açtığım üç kartı hızla elime toplamaya başladım. Elimdeki üç kart, içerideki zifiri karanlık, insanların çığlıkları ve bağırışları, acil durumlar için çalan alarm... Büyük bir olayın içerisinde, hiçbir şey beklemeden avuç içime aldığım felaketle ne yapacağımı bilmiyordum. Olduğum yerde deli gibi titrediğimden emindim ama bunu hissedemeyecek kadar üşümüş, parmak uçlarım buz tutmuştu. Dişlerimi dudaklarıma geçirdiğim anda bir adım gerilemek istedim ama o an bir el karnımın üzerinde yer aldı ve sertçe beni geriye doğru çekti.

Dudaklarımdan büyük bir çığlık patlarken o el sırtıma yerleşti ve beni kendisine çekti. "Benim," dedi Rüzgâr ve bir eliyle beni kendisine sertçe bastırırken diğer elini de saçlarımın arasına soktu ve yüzümün boynuyla omzu arasına girmesini sağladı. Dudaklarımdan çıkan derin soluklar hızla onun boynuna çarpıp dövmesi üzerinden boynunu keserken, "Sakin ol, benim, Sidal," diye konuşmaya devam etti.

Elimdeki kartları göğsüme bastırdığımda elim onun ve benim göğüslerimin arasında sıkışıp kalmıştı. Yine parmak uçlarıma kalp atışları çarpıyordu ama bunun hangimize ait olduğunu çözemeyecek kadar korkmuştum. "Rüzgâr," dedim dehşet içinde ve gözlerimi kapatarak daha fazla ona sokuldum. Korku, ne düşüneceğime karar veremeyecek kadar vücudumu ele almıştı. "Neler oluyor?"

Elimdeki bu kartlar neydi?

"Bilmiyorum," dedi ve ellerinin baskısını arttırdı. Ya onun teni çok sıcaktı ya da ben onun sıcaklığını bir ateşe benzetecek kadar üşümüştüm. Saçlarımın arasında parmaklarını hareket ettirirken, "Üşümüşsün," diye mırıldandı konuyu dağıtmak adına.

Olduğum yerde titrerken, "Yanmışsın," diye fısıldadım ama bunu duymadığına emindim çünkü ben bile ne dediğimi duyamamıştım. Arkamda olan bağırışların arasından Çağatay'ın bağırışlarını da duyuyordum ama aklım fikrim avucumun arasında olan kartlardaydı.

Neydi bu kartlar?

Tüm bu olanlar ne demek oluyordu?

"Herkes yerinde oturmaya devam etsin!" diye bağırdı bir adam ama kim olduğunu bilmiyordum. "Birkaç saniye sonra her yer aydınlanacak, telaş etmenize gerek yok!"

Kalabalığın arasındaki homurdanmalar az da olsa azaldığında, "İyi misin sen?" diyen Rüzgâr'ın kısık sesini duydum. Kulağıma doğru konuşmuş, sıcak nefesi boynumu ve saç diplerimi okşamıştı.

Cevap vermedim, sadece ışıkların yanmasını ve beni daha çok geren alarm seslerinin susmasını bekliyordum. Rüzgâr'ın parmakları sırtım ve belim arasında gidip gelirken düşünmek daha zor oluyordu ama onu durduracak hiçbir şey yapmadım. Işıklar bir anda açıldığında gözlerim de bir kabustan uyanıyormuşum gibi aniden açıldı ve ben zaman kaybetmeden Rüzgâr'dan ayrıldım. Alarm sesi kesildiğinde bir an kendimi boşlukta hissettim ve birkaç saniye olduğum yerde bekledim. Bu süre zarfında Rüzgâr dikkatli bir şekilde yüzümü incelemekle meşguldü.

"Bana ne olduğunu söyleyecek misin?" dedi artık tahammül edemezken. "Ne bu tavrın? Ne oluyor ulan bu akşam?"

"Çağatay'a koridora çıkmasını söyle," dedim ve başımı çevirerek içerideki kalabalıkta göz gezdirdim. Neredeydi bu adam? Onu bulmam ve kartların ne olduğunu sormam gerekiyordu. Anlamlarını biliyordum ama bu kartların buradaki işinin parayla değil, bizimle ilgili olduğunu da düşünüyordum.

İçimdeki şüpheyi haklı çıkarabilecek büyüklükte bir günaha sahiptik.

Bakışlarım hâlâ büyük olan mekânın içerisini tararken, Rüzgâr telefonla konuşmaya devam etti. "Hemen koridora çıkman gerekiyormuş, biz de birazdan çıkacağız," dedi ters bir sesle. O da ne olduğunu bilmediği için kime ne tepki vereceğini şaşırmış olmalıydı. Kısa bir sessizlik oluştuğunda karşı taraftaki Çağatay'ı dinledi. "Sidal istiyor çıkmamızı, acele et," dedi ve yüksek ihtimalle konuşmaya son verdi.

Arkamı dönüp Rüzgâr'a bakarken, "Kimse dışarıya çıkmayacak, değil mi?" diye sordum.

"Çıkmayacak, Sidal, kart sayımı yapılır o kadar," dedi benim tavrımı yadırgarmış gibi bakarken. "Küçük bir elektrik kesintisi, neden bu kadar büyüttün?"

"Çıkalım, göstereceğim," dedim ve çantamı tezgâhın üzerinde bırakarak diğer uçtaki kapıya ilerlemeye başladım. Rüzgâr'ın homurdanmaları yanından geçtiğim masalardaki seslerin arasına karışırken odak noktam kapıydı. Birisinin oradan çıkmasını istemiyorum, eğer aklımdaki şey gerçekse o adamı kaçırmak istemezdik. Çağatay'ın çıktığını gördüm ve adımlarımı hızlandırdım. Kapının önünde duran genç kız, bir süre benle Rüzgâr'ın oraya yaklaşmasını izledi, ardından beyaz kapıyı bizim için açtı. Kıza istemsizce gergin bir bakış attıktan sonra kapıdan dışarıya çıktım ve içerideki homurdanmalar kesildiği için kendi içimde bana bir şeytan gibi vesvese veren o sesi daha iyi duymaya başladım.

Kartlar hakkında konuşuyordu.

"Kesim nedenine bir bakın." Gelen sesle birlikte başımı sağ tarafa çevirdim ve koridordaki duvara sırtını yaslamış, telefonla gergin bir şekilde konuşan Çağatay'ı gördüm. Üzerindeki takımın ceketinden kurtulmuş, gömleğinin kollarını açarak dirseklerine kadar kıvırmıştı. Kimle konuşuyordu? İnşallah normal bir elektrik kesintisidir diye dua ediyordum ama burada bulunan jeneratörlerden de haberim vardı.

Bazen bilmemek, gerçeği öğrenene kadar insanı ölümden koruyordu.

O yüzden cahiller hiç ölüm yokmuş gibi yaşarlardı.

"Orada işte," dedi Rüzgâr düz bir sesle ve ardından kapı kapandı. Şimdi dar koridorda Çağatay, ben ve Rüzgâr vardık. Başımı salladım kısaca ve Çağatay'a bakmaya devam ettim.

"Bana acil haber ver, kimseyi dışarıya çıkaramıyoruz," dedi ve birkaç saniye karşı tarafı dinledikten sonra telefonu kapattı. Telefonu cebine atarken başını çevirdi ve durduğu pozisyonu değiştirmezken bize bakmaya başladı. "Ne oldu?"

"Bilmiyorum," dedi sıkıntıyla arkamda kalan Rüzgâr. "Çağatay'ı da çağır, dışarı çıkalım deyip durdu. Konu ne, bilmiyorum."

Çağatay sıkıntıyla bana dönerken, "Bir sorun olabilir içeride, Sidal," diye konuştu ılımlı tutmaya çalıştığı bir sesle ama sinirli olduğunu boynundan çıkan damarlar yüzünden anlayabiliyordum. "Karanlıkta kartlarını çaldırmış olabilir insanlar."

İşaret ve orta parmağımın arasına sıkıştırdığım üç kartı havaya kaldırırken, "Bunlar ne, Çağatay?" diye sordum.

Çağatay'ın siyah gözleri kısılırken parmaklarımın arasındaki kartlara baktı, ardından, "Oyun kartları işte," diye homurdandı.

"Peki, üzerlerinde ne yazıyor?"

"Ne oluyor, Sidal?" diye mırıldandı Rüzgâr ama ona dönmek yerine Çağatay'a doğru ilerlemeye başladım.

Çağatay bir sorun olduğunu anlamış gibi sırtını yasladığı duvardan ayırdı ve bana doğru dönerken, "Gerçekten sorun ne?" diye sordu ciddi bir ses tonuyla.

"Veni, vidi, vici..." dedim her kelimeden sonra Çağatay'a doğru ilerlerken. "Bir adam geldi ve oyun kartlarına benzeyen ama oyun kartı olmayan bu kartları bana verdi."

"Geldim, gördüm..."

"Yendim," dedim Rüzgâr'ın konuşmasını tamamlarken. "Ben tam kartları açtığım anda ışıklar kapandı, şimdi ise buradayız," dedim ve elimi yavaşça aşağı indirdim.

"Kim?"

"Ben her şeyi hallettim, hiç kimse bir şey bilemez, bana güven. Arkadaşım için bu boka girdim, her şeyi ortadan kaldırdım." O an elimdeki kartları kaldırdım ve hiç düşünmeden Çağatay'ın yüzüne fırlattım. "Bu mu senin her şeyi halletmen?" diye bağırdım artık sona geldiğim için korkuyla. "Bu mu boka batmamış hâlimiz?" Elimi kaldırdım ve çenemi gösterirken, "Buraya kadar boka battık!" diye bağırdım.

Çağatay o an afallayarak bir yüzüne attığım ve şimdi yere düşen kartlara, bir de bana bakarken, "Nasıl lan?" diye kısık sesle konuştu Rüzgâr ve yanımdan geçerek yerdeki kartlardan bir tanesini alarak doğruldu. Şaşkın bakışları kartların üzerinde gezinmeye devam ederken, "Bunlar da ne demek?" diye sordu şaşkınlıkla Rüzgâr.

"Birisi görmüş," dedi içimde kulağıma fısıldayan sesi, dışarıya yansıtan Çağatay. İçimde küçültmeye çalıştığım o ihtimal diğerleri tarafından da anlaşılıyordu ve bu, o ihtimalin gerçekliğini ortaya koyuyordu. "Birisi o geceyi görmüş."

Ellerimi birbirine çarparken, "Aferin sana, geri zekalı!" diye abartıyla konuştum, ardından hırlayarak ellerimi saçlarımın arasına soktum ve hırsla çekiştirdim. "Sen kendine çok güvendin ama bak..." dedim ve çenemle Rüzgâr'ın elindeki kartları gösterdim. "Bir halta yaramadı." O kadar öfkeli, o kadar çaresiz hissediyor ve o kadar çok korkuyordum ki bu duygu karmaşası içinde içimdekileri dışarıya tam aktaramıyordum. Kendimi ifade etmekte zorlandığım için gözlerim doluyordu. Biraz daha bu konuşmaya devam edersek ağlayacaktım.

Ellerimi yüzüme kapattım ve onlara arkamı dönerken, "Çağatay, hani bir şey yoktu, hani her şeyi halletmiştin?" diyen Rüzgâr'ın sıkıntılı sesini duydum.

"Hiçbir şey ortada yoktu!" dedi Çağatay kendisini savunmaya geçerken. "Ne bir insan evladına dair iz, ne de bir güvenlik kamerası... Hiçbir şey! Bir tek kadın vardı, onu da hallettik."

Gözlerimi avuç içlerimle silerken, "Demek ki tek iz kaybedebilen sen değilmişsin, Çağatay," dedim titrememesi için uğraştığım bir sesle, döndüğümde bana odaklanan Çağatay'ın siyah gözlerine baktım. Burnumu çektim ve nemli gözlerle ona, "Demek ki en iyisini sen yapamazmışsın," dedim ve omuzlarımı indirip kaldırdım. "En iyisi olduğunu düşündün ama olmadı."

Çağatay bana doğru bir adım atarken, "Her şeyi düşündüm ben, her şeyi!" diye bağırdı. "Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planladım... Arkada bir iz kalması imkânsız."

Rüzgâr bir adım atarak ikimizin arasına girerken, "Demek ki birisi görmüş," dedi.

"Demek ki sadece görmekle kalmış," dedi Çağatay ve bakışlarını aramızda kalan Rüzgâr'a çevirdi. "Elinde bir delil olsa buraya mı gelir, polise giderdi. Derdi ne?" dedi bağırarak.

"Para olamaz mı derdi?" dedim titrek bir sesle. Ardı ardına sertçe yutkunduğumdan boğazım acıyordu artık. Aklıma gelen tek fikir buydu.

Işık kısa süreli kapandı, ardından tekrardan açıldığında, "Bu kartları yaptırarak içeriye girebiliyorsa..." dedi Rüzgâr ve elindeki kartı incelemeye devam etti. "Hiç sanmıyorum derdinin para olduğunu ama olabilir de."

Yüzümü buruştururken, "Ne yapacağız?" dedim çaresizlikle. "Alelade birisi gördüğünü belli ediyor."

"Hem de burnumuzun dibine girerek," dedi Rüzgâr ve başını çevirerek Çağatay'a baktı. "Kim lan bu?" dedi bağırarak. "Kim buraya girecek, mekân sistemine sızacak kadar taşaklı olan!"

"Ne bileyim amına koyayım!" diye sertçe konuştu Çağatay ve yerdeki kartlara üstten kısa bir bakış attı. "Birisi görmüş, elinde hiçbir delil olmayınca da salak saçma çabaların içerisine girmiş ama ben ona gösteririm," dedi ve hızlıca arkasını dönerek ilerlemeye başladı.

Kaşlarımı çatarken, "Nereye?" diye arkasından bağırdım.

"Kameralara bakmaya," diye bana dönmeden konuştu. Ellerini arada bir yumruk yaparak hırsla koridorda ilerliyordu. "Sen de içeriye gir ve bu kartları sana hangi pezevenk verdiyse bul."

Bir süre dişlerimi sıkarak onun arkasından bakarken koridorda kaybolmasını izledim, ardından sinirden bir çığlık atarken arkamı döndüm ve çıktığım kapıya doğru ilerlemeye başladım. Gözlerim ve burnumun ucu sinirden ve korkudan ağlamamı ister gibi sızlarken, bir diğer yanım hırstan ve öfkeden kör olmak üzereydi. Her şey üst üste geliyordu. Hiçbir şekilde sonunu göremeyeceğim bir tünelde ilerlemeye çalışmama, çabalamama kızıyordum. Sonunu bilmediğim bir yolda sonunu düşünerek ilerlersem bir salak gibi elimde sadece kat ettiğim yolun kalacağını, hiçbir sonuca varamayacağımı bilmeliydim. Sesli bir şekilde nefes alırken daha bunu vermeden hızlıca kapıyı açtım ve biz çıkarken orada duran kadın kapının önünde dikildi.

İri, esmer kadın kapının önünde tamamen durduğunda ellerini açtı ve geçmeme engel olurken, "Sayım yapılıyor," dedi hızla. "Kimse içeriye giremez şu an."

Elimi kadının koluna koydum ve yan bir şekilde yanından geçerken, "Ben de sayım yapacağım," dedim ve içeriye girdim. Neden ilk girdiğimde bu kadar fazla olmadığını düşündüğüm insanların sayısı artmış gibi hissediyordum?

Kaşlarımı çatarak kapının önünden içerideki insanlara göz gezdirirken, "Nasıl biriydi?" diye sordu arkamdan gelen Rüzgâr.

Gözlerim içeride dolaşırken, "Uzun saçları vardı, arkaya doğru taranmıştı ama aralarında beyazlar da vardı," dedim hızla açıklama yaparken. Belki o benden önce bulabilirdi. "Kulağında altın bir küpe vardı." Kaşlarımı çattım ve bir an hangi kulağında olduğunu düşündüm, hızlıca Rüzgâr'a doğru dönerken, "Sol kulağında," dedim hemen.

Rüzgâr başını çevirip bana bakarken, "Böyle bulamayız, bu gece çok kalabalık," dedi ve derin bir nefes aldı, aniden bağırarak, "Sayımı yapılan masadakiler teker teker kapıdan çıkacaklar!" Yüksek çıkan sesi içeride dağılmaya başladığında ilk saniyeden içerideki uğultu kesilmiş, sadece Rüzgâr'ın sesi kalmıştı. Boynunda olan ve her bağırmasıyla beyaz tenini yırtarak dışarıya çıkacak o damarı dövmesi zor tutuyormuş gibi dururken, "Lütfen sıkıntı çıkarmayın, bu gecelik oyun bu kadar!" dedi ve konuşmasına son verdi. Ben Rüzgâr'a bakmaya devam ederken bir anda başını çevirdi ve gözlerimin içine karman çorman olmuş hislerle baktı. Büyük ihtimalle ne yapacağını bilmiyordu.

Büyük ihtimalle durumun ehemmiyetini daha anlayamamıştım.

Gözlerinin içine bakarken, "Rüzgâr," dedim titreyen bir sesle. Sesim üzüntüden değil, öfke ve hırstan dolayı titrek çıkıyordu. Şimdi ne olacaktı? O anlara tanık olan birisi...

Kimdi?

Rüzgâr bana doğru büyük bir adım attı, daha sonra bu adım onu tatmin etmemiş gibi büyük bir adım daha... Spor ayakkabısının ucu benim topuklu ayakkabımın ucuna değdiğinde nefesime karışan kokusu, tenime esen sıcaklığı beni bir çocuk gibi dizlerimin üzerine düşürebilirdi. Ağlamak istemiyordum ama o benim yanıma gelip konuşmaya başladığında düşünmediğim, varlığından dahi haberdar olmadığım yaşların akmak için beni bu kadar zorlamasına da şaşırmıyor değildim.

Dışarıya çıkmasın diye öfkeyle uslandırdığım duygularımın, kapı önünden geçen bir adamın varlığıyla arsızlaşmalarını istemiyordum.

Hem de bu adam bir el adamıyken.

Rüzgâr ellerini kaldırdı ve parmak uçlarını çeneme sürterek nazikçe çenemi yukarıya kaldırdı, nefesinin yüzümü yalamasına izin verdim. Gözlerim, gözleriymiş ve o bir aynaya bakıyormuş gibi benim gözlerime bakarken, "Korkma, lütfen," diye fısıldadı ve dudaklarından çıkan sıcak nefes direkt dudaklarıma çarptı. Boynumdaki damarın atışını, derimi yırtarak dışarıya çıkmak için gösterdiği azmini iliklerime kadar hissedebiliyordum. Sertçe yutkundum, gözlerinin içine bakarken, "Ateş almış gözlerin," diye mırıldandı.

"Korkuyorum." Net. Hiçbir şeyi saklamaya gerek duymadan söyleyebildiğim nadir anlardan birisiydi ve ben ona bir şeyleri söylerken kendimi rahatsız hissetmiyordum.

Başını sallarken parmak uçları çenemin altına sürtünmüş, sanki parmak uçlarında közler varmış gibi yakmıştı. Sert olmayan tutuşuna rağmen geriye doğru çekildiğimde onun parmak izlerinin çenemde kalacağını düşüneceğim kadar sıcaktı. Yanıyordu parmakları. Üstten gözlerimin içine dikkatlice bakarken, "Görüyorum," dedi yavaşça. "Korkuyorsun, bir küçük kız çocuğu gibi korkuyorsun."

Dişlerimi birbirine bastırırken, "Kim?" dedim sert bir fısıltıyla. Aramızdaki mesafe yetmemiş gibi ayağımı iki ayağının arasına soktum ve ona biraz daha yaklaşırken, "Kim bu kartları getiren adam, Rüzgâr?" diye fısıldadım. "Kim o geceyi gördü? Hiç mi fark etmediniz?"

"Çağatay'ın dediği gibi de olabilir, Sidal," diye fısıldadı. Şimdi birbirimizin yüzlerini göremeyecek kadar yakındık, yanaklarımız yan yanaydı. "O geceye dair hiçbir iz kalmadı, görse de elinde hiçbir delil yoktur."

"Hiç güzel yalan söyleyemiyorsun, Rüzgâr Çetin," diye homurdandım ve iki adım atarak ondan uzaklaştım. Sesinden, hareketlerinden... Her şeyiyle söylediklerini tasdikleyebilirdi ama hissediyordum. Onun da hiçbir şeyden emin olmadığını, sadece beni rahatlatmak için konuştuğunu biliyordum.

Hissetmek, görmekten ve duymaktan daha keskindi ama insanlar yaralanmayı sevmezlerdi.

Kabullenmezlerdi.

Başını iki yana sallarken, "Gerçekten," dedi Rüzgâr hızla. "Bir delil olsa sence saçma sapan kartlarla mı gelirlerdi yoksa delilden bir parça mı sunarlardı?"

"Sen şüphe denilen şeyin ne kadar sömürgen bir şey olduğunu bilmiyor musun?" Kaşlarımı çattım ve kimsenin duymaması için sesimi kısık kullanmaya devam ettim. "Hiçbir delilin varlığından haberdar değiliz, sadece elimizde bunu düşündürecek kartlar var ama bu bile yetiyor bana. Bu üç kart bile beni şüpheye düşürüyor, düşüncelerimde boğuyor."

"Bu kadar hızlı karar verme, Sidal," dedi düz bir sesle Rüzgâr. Bakışları hâlâ gözlerimdeydi ama gözlerindeki o yumuşak ifade, onun ne yapmaya çalıştığını anladığım anda yok olmuştu. Aptal değildi, aptal değildim. "Bu kadar çabuk pes edemezsin."

İşaret parmağımı kaldırdım ve göğsümün üzerine koyarken, "Ben size dedim," dedim hırsla. "Ben bu kadar olayı kaldıramam, her şey bana fazla gelir, dedim."

"Bir şey olmayacak."

"Bizi hep kendimize güvenmemiz bitirdi. Çağatay da kendisine çok güvenmişti, ne oldu? Şimdi bu büyük, güvenliğini sağladığı mekânda elime bile bile kart verebilecek cürette bulunan adamı aramaya çalışıyoruz."

"Sidal..."

Elimi kaldırıp Rüzgâr'ı sustururken, "Hiçbir şey için emin konuşma, Rüzgâr," diye konuştum. "Çünkü bu saatten sonra hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını biliyorum."

Yanından geçtiğimde kimin haklı, kimin haksız olduğunu kestiremiyordum. Bazen keşke o gece bayılmasaydım ve her şeye şahit olsaydım derken, bazen de o ana şahit olsam da ne değişecekti diye merak ediyordum. O an ne yapacağımı hayal dahi edemeyeceğim bir acıydı ve sonucunda hâlâ ne yapacağımı bilmediğim bir acının içerisinde ilerlemeye çalışacak kadar zavallıydım. Birisi. Tanımadığımız, ne olduğunu ne gördüğünü bilmediğimiz birisinin varlığı... Ne kadarını biliyordu? Buraya kimse kolay kolay giremezdi, böyle bir şeyin olmadığını buraya ne kadar gelmesem de biliyordum. Enes'in, Çağatay'ı ve babasını arkasına alarak kurduğu bir yerdi ve kimse öyle elini kolunu sallayıp buraya girerek açık bir çek veremezdi elimize.

Üç kart.

Dört insan.

Her attığım adımın arkasında her şeye anlamsız duyduğum öfke varken kapının yanında durdum ve başımı çevirerek masaların başında sayım yapan takım elbiseli görevlileri izlemeye başladım. Rüzgâr yoktu. Nereye gittiğini de görememiştim ama peşimden gelmediğine göre durumun ehemmiyetini fark etmiş olmalıydı. Kapı yavaşça aralandığında sayımı biten masada oturan insanlar yavaş yavaş önümden geçmeye başladılar.

Bir, iki, üç...

Masalar boşaldıkça sayım yapan insanlar da ellerindeki kartlarıyla birlikte dışarıya çıkıyor, içerideki insan sayısı her geçen saniye azalmaya devam ediyordu ama ben ne o adamı ne de o adama benzer birisini görebiliyordum. Koca odada sadece iki masa kaldığında gözlerim içerideki herkesi seçebiliyordu ama içimdeki o lanet beklentiyle orada dikilmeye, buraya gelmesini beklemeye başladım. Ayağımdaki ayakkabılar canımı acıtmaya başladığında yanımdaki duvara elimi yasladım ve kapıdan geçen orta yaşlı bir grubun yavaşça dışarıya çıkmasını izledim. Sayım yapan son kişi, kapıda benimle birlikte bekleyen kadın da çıktığında şimdi odada ben ve Rüzgâr dışında kimse kalmamıştı.

Yoktu.

Tırnaklarımı duvara sürterken dehşet içerisinde içerideki boşluğa bakıyordum. Onun bir yere gizlenmesine karşılık gözlerim etrafı tekrardan taradı ama adamın girebileceği hiçbir yer yoktu ki! Yaşadığım şaşkınlıkla gözlerim dolarken boştaki elimi kaldırdım ve göz pınarlarıma bastırarak yaşların akmasına engel oldum. Damarlarımın içerisinde dolanan kana salınan korku ve şaşkınlık vücuduma ağır geliyordu. Şu an burada yaşadıklarım bana ağır geliyordu.

Başımı çevirip odanın diğer ucunda bulunan Rüzgâr'a bakarken, "Yok," dedim dehşetle. Sertçe yutkundum ve odanın ortasına ilerledim, ardından çevremde kısaca dönerek odaya baktım ama lanet olsun ki içimdeki umuda karşılık hiçbir şey yoktu. Ellerimi iki yana açıp Rüzgâr'a dönerken, "Yok!" diye haykırdım.

Rüzgâr sustu.

Rüzgâr hiçbir şey söylemeden bana bakmaya devam etti.

Öfkem daha fazla artarken, "Rüzgâr bir şey söylesene!" dedim sertçe. "Bana burada ne olduğunu açıklasana!"

Rüzgâr o an sertçe ellerini saçlarının arasına sokarken, "Bilmiyorum, Sidal," diye konuştu kısık çıkan bir sesle. "Bilmiyorum."

Dudaklarımı açıp tam cevap vereceğim anda tüm mekânı inletecek şekilde arkamda kalan kapı kapandı. Gözlerimi sıkı sıkıya kapatırken ellerimi iki yana indirdim ve olduğum yerde titredim. "Allah belalarını versin!" diye haykırdı Çağatay ve o an bir şeylerin devrildiğini duydum. Sertçe yutkundum, kalbim korkuyla çarptı göğsüme. Artık sertçe değil, son defasıymış gibi çarpıyordu. Sandalyenin duvara çarpma sesini duyduktan sonra Çağatay tekrardan bağırdı: "Hiçbir şey yok!"

"Ne demek bu?" diyen Rüzgâr'ın sert çıkan sesini duyduğumda gözlerimi araladım ve puslu bir şekilde kısaca önüme baktım. Rüzgâr olduğu yerden bu tarafa doğru yürüyordu ama ela gözleri bende değil, yüksek ihtimalle arkamda kalan Çağatay'daydı. Yanımdan geçerken, "Ne demek bir şey yok?" diye sordu.

"Yok işte Rüzgâr, yok!"

Arkamı döndüm ve o an Rüzgâr'ın ileriye atıldığını, bir anda Çağatay'ın yakalarını tutarak kendisine çektiğini gördüm. Yüzümde hiçbir mimik oynamazken onları izlemekle yetindim. Galiba... Galiba bir şeylerin sonlarına gelmiştik. "Ne yok?" diye sordu dişlerinin arasından Rüzgâr. Arkası bana dönüktü, yüzündeki hiçbir mimiği göremiyordum ama kasılan sırtı, ilk defa bu kadar sert çıkan sesinden artık onun da içinde bir şeylerin taştığını anlayabiliyordum.

"Kamera kayıtları yok," dedi Çağatay, Rüzgâr'a ümitsizce bakarken. Yakalarında olan elleri önemsemeyecek hâldeydi. "Elektriklerde de sorun yok ama kamera kayıtları yok."

Üst üste duyduğum şeyler dengemi kaybetmemi sağlarken yanımdaki sandalyeye tutundum ve korkuyla bir Rüzgâr'a bir de Çağatay'a bakmaya başladım. İçerideki birkaç saniyelik sessizliğin ardından bir anda Rüzgâr yumruk yaptığı elini kaldırdı ve Çağatay'ın yüzüne vurdu. Çağatay birkaç adım gerilerken ileriye doğru adım attım ama Rüzgâr'ın bağırışını duyduğumda olduğum yerde durmak zorunda kaldım. "Ben sana güvendim!" diye haykırdı Rüzgâr ve Çağatay'a doğru ilerlemeye başladı. "Ben hayatımda senden bir şey istedim ve sen bana bunu yapabileceğini söyledin. Bu ne, Çağatay?" Çağatay elini ensesine atıp sertçe sıkarken, "Tek bir şey istedim senden!" diye bağırdı Rüzgâr ve tekrardan yumruk yaptığı elini Çağatay'ın yüzüne geçirdi.

Çağatay tekrardan yediği yumrukla gerilerken, "Rüzgâr yeter," dedim ama Rüzgâr benim lafımı yarıda bölecek şekilde bağırarak, "Sen dur!" dedi.

Çağatay başını kaldırıp Rüzgâr'a kaşlarını çatarak bakarken, "Delil yok," dedi üzerine basa basa. "Arkada hiçbir iz bırakmadığımıza eminim."

"Adam götümüze kadar girmiş!" Elini kaldırdı ve arkasında kalan beni gösterdi Rüzgâr. "Yanına gelip açık açık kendisini göstermekten çekinmeyecek, sözde güvenliğini sağladığın mekânın tüm kamera kayıtlarını silebilecek birisi demek ki bu!"

"Adamı bulacağım," dedi hırsla Çağatay.

"Bok bulursun adamı." Rüzgâr, Çağatay'ın kolunu tuttu ve hafifçe kapıya doğru ittirirken, "Git! Ara bul sen, Çağatay," dedi sinirle. "Karanlıkta adam elini kolunu sallayarak çıkmış mekândan."

Çağatay, Rüzgâr'a doğru ilerlerken, "Kardeşim," dedi hızla açıklama yapmaya çalışarak. "Orada sen de vardın, birisi yoktu... Yoktu işte amına koyayım, yok! Delil de bırakmadık, Rüzgâr."

"Demek ki varmış," dedi kısık sesle Rüzgâr ve karşısında dikilen Çağatay'a baktı. "Tek bir şey yapacaktın, sadece bir şey. Defalarca söyledim sana!"

"Biliyorum."

Rüzgâr elini uzatıp Çağatay'ı ittirirken, "Sadece bir şey..." diye hırladı. "Senin istediklerine karşılık sadece bir şey istedim."

Çağatay ne kadar ittirilse de yüzüne yumruk yese de öfkeli Rüzgâr'a karşı gelmekten ve konuşmaktan asla vazgeçmiyordu. İçerideki gergin hava, yaşadıklarım, yaşayacaklarım... Kafam parçalanacaktı, bundan emindim. "Eğer biri gördüyse de elinde delil yok, bir şey yok! Bunu sen de çok iyi biliyorsun. Ne yapayım? Gören kişiyi bulup öldüreyim mi?"

"Öldür," dedi Rüzgâr ve ilk defa onun ağzından böyle lafları duyduğum için olduğum yerde titredim. Bu ses tonu, bu kelimeler, bu tavırlar... Hiçbiri başından beri sakinliğini ve anlayışlılığını kaybetmeyen Rüzgâr Çetin'e ait olan şeyler değildi. "İster öldür ister sustur, istediğin şeyi yapmakta özgürsün ama," dedi ve elini kaldırıp kendisini gösterirken, "Benim istediğimi yapmak zorundasın Çağatay," dedi hırsın hâkim olduğu bir sesle. Çağatay başını eğdi sadece. "Bana bunu borçlusun."

Bu ikili arasında ne yaşanıyordu?

Rüzgâr'ın derdini az çok anlamıştım ama Çağatay'ın bunca arbedeye rağmen karşılık vermemesini korkmasına bağlamıyordum, arkasında daha başka bir şey olmalıydı. Aralarında ne geçiyordu bilmiyordum ama tek bir istediğim vardı: O da bu işten kurtulmak. Belki kaçmak. Ama bunu yaşadığımı unutana kadar birçok şey yaşamak isteyecek kadar korkmuştum bu olaydan.

Çağatay başını aşağı yukarı birkaç kere sallarken, "Gidin, Rüzgâr," dedi yavaşça ve başını kaldırdı; ilk önce ona bakan Rüzgâr'a, ardından onun arkasında kalan ve ne yapacağını bilmeden bekleyen bana baktı. Siyah gözleri benim mavi gözlerimin içerisinde dururken, "Kızı al ve git," dedi ve ben kaşlarımı çatarak ona bakarken Çağatay bakışlarını Rüzgâr'a çevirdi. "Ben o adamı bulana kadar Sidal'le gidin." Derin bir nefes alıp verdikten sonra, "Elinin kolunun ne kadar uzun olduğunu öğrenmem gerekiyor, bu yüzden ayrılıyoruz burada," dedi yavaşça. "Enes zaten uzakta, sen de Sidal'i al ve git, ben de burada kalıp o adamı öğreneyim."

Rüzgâr bir cevap vermedi. Aynı konuşmanın sabah geçtiğini hatırlamış olmalıydı. Onun tavrı belliydi; zaten bu fikri sabah o bana sunmuştu. Yüksek ihtimalle benim tavrımı da bildiği için bir cevap veremiyordu.

Gözleri ikimiz arasında gidip gelirken, "Ben hâlâ diyorum," dedi yavaş yavaş, anlamamızı bekler gibi. Kendinden emindi, sadece buna inanmadığımız için bu kadar öfkeleniyordu. "Ben o gece hiçbir delil bırakmadım." Elini kaldırdı ve ne zaman yere düştüğünü bilmediğim üç kartı gösterirken, "Bunları buraya sokabilecek haddi bulan piçi de bulurum, kardeşime verdiğim sözü de tutarım!" dedi sertçe.

Rüzgâr hiçbir şey demedi, bir süre sadece ikisi arasında anlaşılabilecek bir bakışma geçti. Rüzgâr bir anda arkasını döndüğünde bakışları sadece benim üzerimdeydi. Ela gözlerini benden ayırmazken bir süre orada dikilerek bana baktı, ardından arkamda kalan tezgâha ilerlemeye başladı.

Şimdi bakış açımda sadece Çağatay vardı. Çağatay'ın bakışları benim üzerimdeyken başını iki yana eğerek boynunu esnetti, ardından bir anda bana doğru gelmeye başladı. Adımlarım bulunduğum yere mıhlanmışken ne kadar geriye doğru gitmek istesem de onun bana gelmesini bekledim. Attığı her adımda adım sesleri büyük odanın içerisinde dağılırken bir adım önümde durdu ve gözlerime bakmaya devam etti.

Çağatay.

Çağatay'ı suçlamak ya da suçlamamak...

Aslında hepimiz olayların iyiye gitmediğinin farkındaydık ve hepimiz içimizdekini rahatlatarak mantıklı düşünmek istediği için birbirimize okları yöneltiyorduk. Hepimiz farkındaydık. Ne bu işe bulaşmak istemeyen Çağatay'ın ne bana yardım etmek için bu işe bulaşan Enes'in ne Rüzgâr'ın ne de bir anda kendisini tanımadığı insanlarla böyle bir işte bulan benim bir suçum vardı.

Biz bir kitap olsaydık; öyle bir olayın içindeydik ki bizi kelimelere döken yazarın çaresizliğini dahi hissedebilirdim. Biz bir kitap olsaydık; kim tarafından olaya baksak onu haklı bulabilecek, kendine odaklandığında bencil görülebilecek karakterler olabilirdik ancak. Burada kim suçlu olurdu?

Olayları yaşayan biz mi?

Ya da olayları zihninde bir yapboz gibi birleştirip sona bakan yazar mı?

Bizler, kendisini haklı çıkarabilecek kadar kendini harcayan insanlar olurduk.

Çağatay'ın siyah gözleri bana döndüğünde göz bebekleriyle bir ayrımın olmadığını fark ettim. Zift gibi, gece gibi, günah gibiydi gözleri. "Ne kadar sinirli olduğunu görebiliyorum," dedi ve konuşmak ona zor geliyormuş gibi sustu. Çağatay ters bir karakterdi; böyle şeylerle uğraşmak istemeyen, birilerine açıklama yapmayı sevmeyen biriydi. Bu kısa zamanda ve şu an onun için konuşmak, hele ki anlaşamadığı bana bir şeyler açıklamak onun için zor olmalıydı.

Ona da hak verdim.

Ben zaten kimi dinlesem hak verecek hâldeydim.

Çenemi kaldırırken, "Ben de," diye mırıldandım düz bir sesle.

"Senden bir şey rica edeceğim, Sidal..." dedi ve dudakları gerildi.

"Nedir?"

"Bu gece ne kadar sinirli olsan da konuşmasan olur mu?" dedi hızla konuya girerken. Sesini sadece benim duyabilmem için kısık tutuyordu. "Ne kadar öfkeli, düşünceli, sonunu bilmiyormuş gibi durduğunun farkındayım ama..." Bakışları arkama döndü. "Eğer konuşursan kıvılcımı ateşe döner, yakar."

"Bu yakmamış hâli mi?" dedim Rüzgâr'dan bahsederken.

Çağatay'ın o an dudaklarında çok küçük bir gülümseme oluştu ama bu gülümsemenin içerisinde zerre zevk yoktu. Sadece çaresizdi ve benim dediğimi garip bulduğu için gülümsemişti. "Ateş yüzüne vurdu diye yandığını düşünme," dedi kısık bir mırıltıyla. Dudaklarındaki gülümseme yavaşça silinirken, "Zamanla ateşe alışırsın, Sidal," dedi sakinlikle ve gözlerimin en içine baktı. "Senden ricam onunla konuşmaman, hele ki bu konu hakkında."

Ne düşünmem gerekiyordu bilmiyordum ama artık herkesin haklı olduğunu idrak edebilmiştim. Enes, Çağatay, Rüzgâr, Hakan, ben... Hepimizin tarafından olaya baktığımda hepimiz haklıydık, hepimiz çaresizdik, hepimiz karanlık ve ucu olduğuna bile şüphe ettiğimiz bir yolda ilerliyorduk.

Başımı yavaşça salladım ama bir anda boynuma giren ağrıyla birlikte yüzümü ekşittim. Gerçekten de başım, gövdeme ağır geliyordu. "Tamam," dedim aldığım nefesi dışarıya sesli bir şekilde verirken. "Ben bu gece konuşmayacağım ama sen de bunları kimlerin verdiğini öğreneceksin!"

"Öğreneceğim."

Bir an için ona teşekkür etmek istedim. Buna, bu süre zarfında onları izlerken düşünerek karar vermiştim. Kimse bir şeyler yapmak zorunda değildi, kimse yardımcı olarak böylesine büyük bir şeyin içine girmek zorunda değildi ama o girmişti, diğerleri gibi. Belki de ilk kötü girdiği, mesleğini kötüye kullandığı iş değildi ama benim için ya da onun deyişiyle arkadaşı için girmiş olsa da beni kurtarmış mıydı? Kurtarmıştı.

Belki de dedikleri gibi o gece bana inanmadıkları için içeriye alabilirler ve bir daha adamakıllı dışarı yüzü göstermeyebilirlerdi.

Kendime itiraf edemediğim, yedirmek istemediğim şeylerin günahıyla onları suçlamıştım ama onlar olmasa diye başlayan cümlenin devamı yoktu.

Onlar; yarım cümlemi hiç etmiş, yazılı olan cümleme nokta koymuşlardı.

Çağatay başını çevirip içeriye girerken dağıttığı masaya, duvara fırlattığı için iki ayağı da kırılan sandalyeye bakarken bakışlarım ondaydı ama gördüğümden emin değildim. Daha aradan birkaç saniye geçmişti ki bir ceketin omuzlarımın üzerinde yer aldığını, ardından son zamanlarda çok fazla aldığım o tanıdık kokunun aldığım nefese karışmasını bekledim. Ben ne zamandan beri bu kokuyu alacağımı düşünecek kadar kokuya alışmıştım? Bilmediğim ama her defasında dejavu hissi yaşatan kokuyu içime çektiğimde Rüzgâr'ın, "Haberleşiriz," diyen buz gibi kısık sesini duydum.

Omuzuma bıraktığı cekete bakmak için başımı çevirdiğimde yanımda yer almıştı ve elinde çantam bulunuyordu. Bir an çantamı almak, üzerimdeki ceketi kaldırmak istedim ama Rüzgâr'ın Çağatay'a öyle bir bakışı vardı ki yerimden hareket etsem tüm dikkatleri üzerime çekecekmişim gibi duruyordu. Çağatay'ın siyah, Rüzgâr'ın ela gözleri bir savaş hâlindeydi.

Çağatay en sonunda kısaca başını salladığında Rüzgâr, elinde kabaca tuttuğu çantamla birlikte kapıya ilerlemeye başladı, ben de onun peşine takıldım. Hepimizin kenara çekilerek düşünmesi gerekiyordu ama ben düşünme işini şimdiye değil, yarına bırakmak istiyordum çünkü eğer düşünürsem konuşurdum. Konuşursam Çağatay'ın küçük ricasını reddetmiş olurdum.

Rüzgâr önde ben arkada önce odadan, ardından mekân kapısından çıktığımızda burada bulunan insanların gittiğini, sadece işlerini yapan ve etrafta bir şeyler arayan görevlilerin kaldığını gördüm. Enes bu duruma ne diyecekti acaba? Ben onun bu durumundan kaynaklı arama ve haber verme taraftarı değildim, Çağatay ve Rüzgâr'ın da Enes dönene kadar çenelerini açacağını sanmıyordum.

Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Dağın başında olduğumuz için dışarıdaki soğuklukla bir an neye uğradığımı şaşırırken ceketin iki ucunu göğsümün ortasında birleştirdim ve bir elimle sıkı sıkıya tuttum. Rüzgâr'ın sinirli anındayken bunu düşünüyor olmasına bir an şaşırsam da onun yürürken bile sinirini belli eden adımlarıyla daha çok şaşırıyordum. Bu birkaç gündür tanıyordum ama onu bu kadar sinirli hiç görmemiştim.

Cebinden çıkardığı araba anahtarıyla karşıda bulunan arabasının kilidini açıp kendi tarafına doğru ilerlemeye başladı. Onun büyük adımları yüzünden aramızdaki mesafe artarken adımlarımı hızlandırdım ve zaman kaybetmeden kapıyı açarak yolcu koltuğunda yerimi aldım, arabanın içerisindeki sıcaklığın dışarıdan pek bir farkı yoktu. Üzerimdeki elbisenin bende bıraktığı açıklıkta yavaş yavaş kızarıklıklar olduğunu fark ederken zaman kaybetmeden Rüzgâr arabayı çalıştırdı, ardından bana doğru uzanarak önce çantamı dizlerimin üzerine bıraktı, daha sonra benim tarafımda olan klimayı açtı. Dizlerime ve göğüslerime vuran sıcaklıkla birlikte rahatladım ve tamamen ısınana kadar arkama yaslanarak beklemeye başladım.

Arabanın içerisinde hiçbir ses yoktu. Sadece arada bir tekerleklerin altında kayan taşların seslerini duyabiliyordum. Yeterince ısındığımı düşündüğüm anda ceketin altından elimi çıkartabilme cesaretini gösterdim ve çantamın içinden telefonumu çıkararak gelen bildirimlere baktım, Bir saat önce Arda'nın attığı mesajı görünce hemen açıp okudum.

Arda: Bu gece arkadaşımda kalacağım, haberin olsun, abla.

Kısa sürede mesajı tekrardan okudum ve ekranı kapatarak çantamın içerisine attım. Ne kadar onun bir yerlerde kalmayı sevmediğini bilsem de sorgulamadım, istemsizce bu benim işime gelmişti. Nasıl göründüğüme dair bir fikrim yoktu ama hislerimin dışa yansıdığından da emindim. Kollarımı ceketin altına soktum ve arkama yaslanırken başımı da koltuğa yasladım, dışarıdaki karanlığı izlemeye başladım. Arada bir cama düşen yansımasından bana baktığını görüyordum ama bu bakışlarına bir karşılık dahi vermedim.

Hayatımın her kısmından memnun olan bir insan olmamıştım ama en azından bir adım ilerisinde ne yapacağımı ya da ne yapmayacağımı biliyordum. Ağlamış mıydım? Yaşlarımı silerek devam edecektim. Kırılmış mıydım? Kıranı kıracak ve hayatımdan çıkaracaktım. Birileri mi beni bırakmıştı? Zor olsa da hiç olmamışlar gibi hayatıma devam edecektim. Ya düşünerek kendime bir yol çizmiş ya da dünyada böyle örnekler olduğu için en mantıklı olana göre ilerlemiştim ama şu anki durumumu açıklayan ne bir fikrim ne de bir başkasının ortaya koyduğu yolu vardı ki yürüyeyim.

Hem yol çizip hem yolda yürümek zordu.

Araba evimin bulunduğu sokağa girdiğinde ne kadar süredir yoldaydık bilmiyordum ama en azından konuşmamıştık. Siniri azalmış mıydı? Ne kadar kendimle ilgili şeyleri önemsemem gerektiğini kendime hatırlatsam da bir yanım onun ve Çağatay'ın arasındaki anlaşmayı merak ediyordu. Çağatay'ın çok şey isteyip Rüzgâr'ın istediği o tek şey neydi? Araba sitenin önündeki sokak lambasının altında durduğunda gözlerimin neredeyse kapanmak üzere olduğunu, açmak zorunda kaldığımda anlamıştım.

Dizlerimin üzerindeki çantamı aldığımda konuşup konuşmamak arasında kararsız kalmıştım ki Rüzgâr benden önce davrandı. "Niye konuşmadın?" diye sordu kısık, hissiz bir sesle. Galiba yol boyunca ikimizin de maruz kaldığı sessizlik, onun sinirini azaltmışa benziyordu.

Başımı çevirdim ve ona baktım. Araba hâlâ çalışıyorken arkasına yaslanmış, bana bakıyordu. İçerideki loş olan ortama rağmen onun ela gözlerini seçmem hiç de zor olmuyordu. Elleri dizlerinin üzerinde, sadece başını çevirmiş bana bakıyordu. Bir süre ne diyeceğimi bilmeyerek ona baktım, ardından ne hissediyorsam onu söylemeye karar verdim. Sol kolumu koltuğa yaslarken ona döndüm ve yavaşça, "Cevap vermezsin diye konuşmadım," dedim. Beni konuşmaktan, içimdekileri dışarıya dökmekten alıkoyan Çağatay'ın uyarması değil, konuştuğumda Rüzgâr'ın cevap vermeyecek olmasıydı.

O cevap vermediğinde durumun ne kadar kötü olduğunu anlayabiliyordum.

Rüzgâr yavaşça gözlerini açıp kapattı, sertçe yutkunduğunda âdem elmasının nasıl hareket ettiğini görebilmiştim. Gömleğinin birkaç düğmesi açılmış, beyaz teni zıtlığın içerisinde kendini daha çok göstermişti. Gözlerimi gözlerine tekrardan çıkardığımda saçlarımı dikkatle incelediğini fark ettim. Öylesine büyük bir hisle bakıyordu ki ellerimi saçlarımın arasına sokmamak için zor tutuyordum. "Kız çocuğu," diye fısıldadı ve tekrardan yutkundu. Altında bulunduğumuz sokak lambasının ışığı ön camdan içeriye giriyor, içeride bizi çevrelediğini hissettiğim yoğunluğun arasına karışıyordu.

O ve ben.

Rüzgâr ve Sidal olarak burada değildik çünkü birbirimizi tanımıyorduk.

Başımı hafifçe sol tarafa doğru eğdiğimde saçlarım omuzlarımdan aşağıya düşmüştü. "Hı?" diye dudaklarımın arasından kısa bir mırıltı çıktı. Ne diyecekti?

Dudakları bir an bu tepkime karşı hafifçe iki yana kaydı; bu çok küçük bir kaymaydı, dudaklarına odaklanarak bakmamış olsaydım göremezdim. "Özür dilerim," dedi kısık bir sesle. "O gece beni bırakmanı istediğim için." Derin bir nefes aldı ve ellerini yüzüne kapatarak sertçe ovaladı. "Her şey için özür dilerim," dedi gözlerimin içine bakarken. Onu uzun süredir tanıdığım birisi olarak görseydim gözlerindeki ifadeye sadece 'yalvarmak' diyebilirdim. Aşağılamaktan çok uzakta görebileceğim bir yalvarmaydı gözlerindeki ifade.

Yüzümdeki hiçbir ifade silinmezken, "Teşekkür ederim," diye fısıldadım zor çıkan bir sesle.

Aynı olay.

Teşekkür ve özür...

Bu; olayın hangi kısmında olduğumuzu değil, olay içerisinde kaybolduğumuzu gösteriyordu. Aynı yerde, aynı gökyüzünün altındaydık ama ikimizin de bakış açıları zaman içerisinde değişmiş ya da kesinleşmişti. Bu konu ve yardım karşısında sinirli ve öfke duyduğum yanım geriye çekilmiş, diğerlerini dinleyerek içime yerleşen kişiye göre de onların yaptığına teşekkür ediyordum. Belki kabullenilmesi, hazmedilmesi benim bir şeyleri geride bırakmama neden olmuştu ama olmuştu.

Sidal Boran, o gece ne yapacağını bilemezdi ve birileri onun için bir şeyler yapıyorsa bunu eninde sonunda anlayabilirdi.

Anlamıştım.

Bunu unutmaz, elbet bir gün karşılığını verirdim.

Rüzgâr derin bir nefes aldı, sonra bana bir şey söylemek için döndü ama daha sonra bundan vazgeçmiş gibi sustu. Bu hareketi karşısında başımı çevirdim ve ön camdan dışarıya bakmaya başladım. Yol boyunca sıralanan arabalar ve onları gösteren sokak lambaları dışında hiç kimse yoktu. Arabanın içinde tekrar bir sessizlik oluşmuşken, "Sidal?" diye mırıldandı Rüzgâr.

Ön camdan dışarıya bakmaya devam ederken, "Buyur?" dedim sakinlikle. Bu sakinlik çok farklı bir sakinlikti; işin bittiğini anlayabilecek ya da işlerin yeni başladığını gösteren bir sakinlikti.

"Sana ballı süt hazırlamamı ister misin?"

Yanımda yirmili yaşlarında bir adamın değil de yedi, sekiz yaşlarında bir çocuğun olduğunu düşündürecek sorusu karşısında ona doğru yavaşça döndüm ve bana bakan ela gözlerine baktım. Bir an bu sorusuna cevap vermek için heves duydum ama sonunda ne zaman kaldırdığımı bilmediğim omuzlarımı indirirken, "Bu akşamki sütümü kendim yapsam daha iyi olur, Rüzgâr," diye mırıldandım. Evde yalnız kalarak her şeyi kafamda toparlamam, bazı duygularıma da son vermem gerekiyordu.

Rüzgâr başını sallarken, "Hay hay," dedi kısaca. Üzerimdeki ceketi çıkaracağım anda elini kaldırarak bu hareketimi durdurdu, "Gerek yok," dedi hızla. "Sende kalsın, sonra alırım."

Başımı sallarken, "Sağ ol," dedim ve çantamı kavrayarak arabanın kapısını açtım ve dışarıya çıktım. İçerideki sıcaklığa alışan bedenim dışarının soğuğunu gördüğü anda titredi, titrek bir nefesi dışarıya bıraktığımda oluşan buhara baktım. İzmir hiç olmadığı kadar soğuk bir gece geçiriyordu. Arabanın kapısını kapatacağım anda arabanın içerisine doğru eğildim ve bana bakan Rüzgâr'ın gözlerinin içine baktım. Neden konuşmak istediğimi bilmiyordum ama içimden bir anda onunla konuşmak, böyle ayrılmamak gelmişti. "Rüzgâr?" dedim fark etmeden ismini uzatırken.

"Buyur?"

Elimin altındaki arabanın kapısını sıkı sıkıya kavrarken, "Başka bir zaman yapar mısın sütü?" dedim yavaşça. "Bu gece değil ama... Bir gece?"

Rüzgâr'ın o an dudaklarında hafif bir gülümseme oluşurken, "Sen süt sevmezsin ki," dedi sakinlikle. Geçen gece bu detayı söylediğimi hatırladım ve ben de hafifçe güldüm ama dudaklarım bunu yansıtamadı.

"Olsun," dedim ve omuzumu silktim. "İçerim ben. Sen yapar mısın?"

Başını sallarken, "Yaparım," dedi. "Bir gece değil, çok gece... Sorun olmaz."

Dudaklarımda soluk bir gülümseme oluşurken, "Vallaha mı?" dedim kısık çıkan bir sesle.

"Vallaha." Rüzgâr derin bir nefes aldı, ön camdan dışarıya bakarken, "Hadi, Sidal," dedi hızlıca. "Üşütmeden git."

"İyi geceler."

"İyi geceler."

Kapıyı yavaşça kapattıktan sonra hızlıca sitenin bahçe kapısından içeriye girdim ve kendi apartmanıma doğru ilerlemeye başladım. Benim her adımımda arabanın çalışan motor sesinden uzaklaşıyordum ama o ses oradan ayrılmıyordu. Orada beklemeye devam ediyordu. Kapının yanındaki şifre kısmına şifremi girdim ve kapı açıldığında içeriye bir adım atıp arkamı döndüm ve orada durmaya devam eden Rüzgâr'ı gördüm. Son defa siyah arabaya baktıktan sonra kapıyı kapattım ve birkaç saniye orada bekledim, gecenin sessizliğinde arabanın ilerlediğini duyduğumda asansöre ilerlemeye başladım.

Eve girdiğimde çantamın içerisinden telefonumu çıkardım, ardından ayakkabılarımı çıkartarak kenara koydum. Artık bir şeyler yapmam, kenarda sızlanmak yerine en azından bir şeyler hakkında bilgi sahibi olmam gerekiyordu.

Ama en başta gerçekten kimlerle aynı yolda olduğumu öğrenmem gerekiyordu.

Alelacele üzerimdeki elbiseyi çıkarıp geceliklerimi giydim, saçlarımı yukarıdan sıkı sıkıya toplarken mutfağa girdim ve ışığı yakarak dolaba ilerlemeye başladım. Evin içerisindeki sessizliğe alışkındım hatta ses olduğunda yadırgayacak hâle geliyordum. Dolaptan süt ve bal çıkardıktan sonra mutfak tezgâhının üzerine koyup çekmeceden de küçük bir cezve çıkararak içine boşalttığım sütle ocağın üzerine koydum. Dolaptan çıkardığım bardağa bir miktar bal koyduktan sonra sıcak sütü bardağın içerisine boşalttım ve mutfağı toplamayı es geçerken telefonumu da alarak evin içerisindeki -başta boş olan odayı, çalışma odası olarak değerlendirdiğim odaya ilerlemeye başladım. 

Kalbimi sıkıştıran ve artık yakın olduğum o sızıya dişlerimi sıkarak gülümsedim. Bazen soyut olarak değil, gerçekten kalbimi sıkıştırıyor ve canımı acıtıyordu. Sıcak bardağı çalışma masasının üzerine bırakıp diğer elimde bulunan telefonumun şifresini girerek son arananlardan numarasını buldum ve hızla aradım.

Telefonu hoparlöre aldığım anda karşı taraftan gelen sesi duydum. "Efendim?"

Telefonu ahşap masanın üzerine bırakırken, "Müsait misin?" diye sordum ve ayaklı lambanın ışığını açarak karşıdaki büyük kitaplığa ilerlemeye başladım. Çok büyük olmayan odanın üç duvarında boydan boya kitaplıklar varken, boş olan duvarın önüne masa yerleşmişti. Ortada küçük bir halı, masanın üzerinde de birkaç günlük eşyam dışında çerçeveler vardı. "Bir şeyler söylemem gerekiyor."

"Bir dakika," dedi ve kısa süreli bir sessizlik oluştu, ardından kapının kapanma sesini duydum. "Erkekler tuvaletine birisi girdi, kendi odama geçtim," dedi hızla açıklama yaparken. "Konu neydi?"

"Emniyette misin, Pinhan?" dedim ve hafifçe eğilerek sıralı bir şekilde duran dosyaların üzerlerindeki açıklamaları okumaya başladım.

"Evet."

"Süper," dedim ve kırmızı bir dosyayı çıkardıktan sonra kucağıma aldım, bu defa diğer kitaplığa ilerlemeye başladım. "Plaket işi doğruymuş, söylediğimde hiç inkâr etmedi, nereden öğrendiğimi sorguladı."

"Biliyordum," dedi sevinçli gelen bir sesle. "Allah'tan her şeyi iyi sakladıklarını düşünüyorlar baba oğul..."

"Bana Çağatay'ın tüm hayatını araştırabilir misin, Pinhan?" dedim ve bir elimi belime koyarken kitaplıkta göz gezdirmeye devam ettim ama aradığım dosyayı bulamıyordum. Neredeydi? "Bir de Hakan Aydın'ı."

"Hakan Aydın mı? O nedenmiş?" Bir süre bekledi, ardından yeni hatırlamış gibi, "O adamın nişanlısı kayıp, Sidal," dedi hızla. "Bir gece emniyete gelip sorun çıkarttı."

Kaşlarımı çatarken, "Emniyete gelip sorun mu çıkarttı?" diye sordum ve arkamı dönerken sanki Pinhan oradaymış gibi telefon ekranına baktım. Benim bundan neden haberim yoktu? Herhalde Çağatay çalıştığı yere, hele ki Hakan gibi bizi ilgilendiren birisinin gelmesini atlamış olamazdı. "Ne zaman geldi? Ne oldu tam olarak?"

"Bir baskın dönüşü gördük adamı, yıkıp geçiyordu her yeri... Pek kafası yerinde görünmüyordu ya, neyse."

"Eee, ne oldu?"

"Daha sonra Çağatay adamı içeriye, odasına soktu ve bir süre çıkmadılar. Adam çıktığında da girdiği hâlinden eser yoktu, bombok bir suratla ayrıldı karakoldan."

"Pinhan," dedim ve sıkıntıyla derin bir nefes aldım. "Adamın nişanlısını da araştır."

"Ne oluyor, Sid?" diye sordu ciddi bir sesle. "Ne bu herkesi araştırma derdin?"

"Araştıracak mısın yoksa araştırmayacak mısın? Araştırmayacaksan kapat, ben emniyetten başka birisini bulayım."

"Tamam, tamam..." dedi hızla. "İstediklerini yapacağım." Bir süre yine sessizlik oldu, o ara aradığım dosyayı bulmuş, kırmızı dosyanın üzerine koymuştum ama daha sonra hepsini kucağımda taşıyınca rahatça diğerlerini arayamayacağımı fark ettim ve iki dosyayı küçük halının üzerine koydum. "Geçen gece sana söylediklerim bir işine yaradı mı? Bak o gece soramamıştım, sen Joker'e gitmezsin ki, neden o mekânın işletmesini de araştırttın?"

"Of, Pinhan," dedim sıkıntıyla. "Seninle yüz yüze konuşmam gerekiyor, hem de acilen." Böyle olmayacaktı, telefonda her şeyi konuşamayacağım kadar derindi konular.

"Peki, ne zaman buluşacağımızı bana yazarsın. Ben de sevgili emniyet müdüründen izin alabilirsem gelirim!" dedi bu durumdan hoşnutsuz olduğunu belli eden bir sesle. Cevap vermedim, o adamdan haz almadığını biliyordum. "Başka bir diyeceğin?"

İki dosyayı daha halının üzerine bırakırken, "O sevgili ikizin Sinan'a söyle," dedim ve doğrularak telefona baktım. "Bir daha annemin dosyalarından bir şeyler dışarıya sızarsa o büroyu başına geçiririm." Kaşlarımı çattım ve öfkeyle bir nefes aldım. "Deniz Boran'ın her dosyasını tek tek üzerlerinden geçerek ben hallediyorum, bir daha annemin dosyalarındaki açıklığı bir başkasının ağzından, hele ki Çağatay'dan duymayacağım."

"Çağatay mı?" dedi şaşkınlıkla. "Siktir oradan! Nasıl öğrenmiş? O kadar gizli tutuyoruz her şeyi."

Dosyaların üzerinden atlayarak telefona doğru yaklaşırken, "Son zamanlarda herkes ama herkes, Pinhan," dedim ve telefonu elime aldım. "Yaptığı işin en iyisini kendisinin yaptığını, kimsenin o işten haberdar olamayacağını, olsa da hiçbir şey yapamayacağını düşünecek kadar kendisine güveniyor ama hepsi tek tek elinde patlıyor," dedim bu gece olanlar da aklıma gelirken. "O yüzden kendinizden emin olmak yerine kimsenin bir şeyler öğrenmemesini sağlayın."

Telefonun diğer ucundaki Pinhan'ın şaşkınlığını elbette anlayabiliyordum; üçümüzün nasıl bir emekle her şeyi sistemleştirdiğini biliyordu ve bunun yok olması, onu da patlatırdı. "Tamam, tamam," dedi hızla. "Ben Sinan'la konuşacağım, sen sıkma canını."

Başımı hızla bir kere sallarken, "Kapatmam gerekiyor, işim var," dedim.

"Deniz Boran'ın dosyaları mı?"

"Evet," dedim usulca ve başımı çevirerek odanın içerisine baktım. Buradaki tüm kitaplıkları, tüm rafları dolduran her bir dosya, Deniz Boran'a ait dosyalardı ve bir insanın iyi bir hukukçu olması için onun dosyalarına mutlaka çalışması gerektiğini düşünüyordum.

Savcı Deniz Boran'ın biricik kızı, Avukat Sidal Boran...

Hayatım boyunca böyle anılacaktım ama bundan rahatsızlık duyacağımı düşünmüyordum.

"Kolay gelsin," dedi ama hâlâ şaşkınlığını üzerinden atamamış gibi duruyordu. "Ben halledeceğim, sen merak etme, Sid."

"Teşekkür ederim ve iyi geceler, Pinhan."

"İyi geceler, Sidal," dedi ve telefonu kapattı.

Bir takıntı, bir amaç, bir hedef... Her şeydi bu oda. Her şeydi içimde yanıp tutuşarak ona benzeme çabası. Telefonu masanın üzerine bırakırken elimi masaya koydum ve hafifçe yaslanarak odaya bakmaya devam ettim.

Enes o mekânın güvenliğini Çağatay'la birlikte hazırlamış, kimsenin öğrenemeyeceğini veya çözemeyeceğini düşünmüştü ama elinde patlamıştı.

Çağatay bu işi kimsenin bulamayacağını düşünerek işi bitirdiğini söylemişti defalarca ama elimize verilen üç kart her şeyin bir hiç olduğunu göstermişti. Bu gece Çağatay da patlamıştı.

Annemin tüm işlerini saklı tutan ben de bu gece patlamıştım. Çok emindim, yanılmış oldum.

Demek ki en iyi olmak Tanrı'ya ait olan bir şeydi. İnsan kendisinin en iyisi olduğunu düşündüğü anda Tanrı bir ayna yaratmış ve arkasında bulunan, ondan daha büyük olanı göstermişti.

Ayna, insanın kendi kendine rakip olduğunu değil, daha iyisinin her zaman arkasında bulunduğunu gösteriyordu.
**

Evin içerisinde durmadan çalan zilin yankısı sürmeye devam ederken gerçekten delirmemek için kendimi zor tutuyordum. Kalın çerçeveli kahverengi gözlüğün üzerinden odanın kapısına sanki orada evin kapısını çalan birisi varmış gibi dik dik bakarken, "Siktir git işte," diye fısıldadım. "Açmıyorum, ne diye çalıp duruyorsun?"

Elimde duran dosyaya tekrardan geri döndüğümde kaşlarımı çattım ve sayfaları incelemek için konsantre olmaya çalıştım ama asla böyle bir şey gerçekleşmiyordu. Kapıdaki her kimse durmadan zile basarak uyuduğunu düşündüğü beni uyandırmaya çalışıyordu ama eğer ben bu halının üzerinden kalkarsam onu derin bir uykuya gönderecektim. Evin içerisinde derin bir sessizlik olduğunda dudaklarımda, başardım, der gibi bir gülümseme oluştu ve dosyaya geri döndüm ama o an hem kapıya vuruldu hem zile basıldı.

"Geliyorum, geliyorum," dedim hırsla ve açık bıraktığım dosyayı halının üzerine bıraktıktan sonra aniden yerden kalkmak istedim ama saatlerdir burada, aynı pozisyonda duran bedenim kitlenmişti. Hem tüm gece uykusuz kaldığı için sızlayan gözlerim hem tutulan bedenim hem de sabahın bu kör vaktinde kapımı taciz edenin bıraktığı gürültüyle mükemmel bir sabaha giriş yapmıştım. Birkaç saniye kendime zaman tanıdıktan sonra dişlerimi birbirine bastırdım ve oturduğum yerden kalktım. Gerçekten tüm bedenim sızlıyordu.

Bu süre içerisinde kapının susmasına bile razıydım ama hayır, kapıdaki deli her kimse gitmiyordu. Oraya tünemiş, asla ayrılmıyordu. Öfkeyle odanın kapısını açarak dışarıya çıktım ve gözlerim ani hareket etmekten dolayı kayarken durmadım, evin dış kapısına son sürat ilerlemeye devam ettim. Sabah sabah umarım geçerli bir nedenle kapımı çalıyordur diye düşünürken sertçe kapıyı açtım ve o an ağzındaki lokmasından düşen parçalarla kapımda duran kuzenime baktım.

Gözlerim kocaman açılırken ağzına sığdıramadığı lokmasından kapı eşiğine dökülen parçalara, ardından bakışlarımı yukarıya çıkararak Cenk'in kahverengi gözlerine baktım.

Bu adamın burada ne işi vardı?

Dehşetle ona bakarken o da benim gibi büyük bir dehşetle bana bakıyordu. Ayrılan dudaklarımı kapattığımda kaşlarımı daha fazla çatarak, "Bu ne hâl?" dedim sertçe.

Cenk o an ağzındaki lokmasını sağ yanağına bastırdı ve yanağı bu arada bir sincap gibi şişti, bana dehşetle bakarken, "Kız sana ne oldu?" dedi boğuk çıkan bir sesle.

Üzerinde siyah bir tişört ve deri ceketi varken, altında siyah kot pantolonu ve siyah postalları vardı. Çok açık kahverengi olan, uzaktan bakınca sarı diyebileceğimiz uzun saçlarını ensesinde toplamış, o da bir topuz gibi durmuştu. Son gördüğümden daha kaslı olan vücudunu ilk defa görüyormuş gibi incelerken, "Senin ne işin var burada?" dedim hızla. Neden sabahın bu saatinde gelmiş, üstüne üstlük açmadığım hâlde kapıda durarak bir şeyler yemeye devam etmişti?

Derdi neydi?

Ağzındaki lokmayı yutarken, "Sana geldim," dedi ve eve gireceği anda elimi göğsüne koyup ittirdim ve diğer elimle kapı eşiğindeki kırıntıları gösterirken, "Döktüğünü kaldır," diye homurdandım. "Günah, bir de üstünden atlayacaksın."

Cenk başını sallarken sağ elinde tuttuğu büyük pastane poşetini bana doğru uzattı, ben poşeti aldıktan sonra eğilerek eşikteki kırıntıların hepsini toplamaya başladı. O yerdekileri toplarken poşetin içerisine baktım; yüksek ihtimalle pastanede hamur işi ne varsa almıştı. Olduğu yerden kalkarken, "Oldu mu?" diye sordu.

Dik dik ona bakarken, "Oldu," dedim ve içeriye doğru yürümeye başladım.

Cenk kapıyı kapatırken, "Niye boka bakar gibi bakıyorsun, Sidal?" dedi hızla. "Ben senin kuzeninim."

Elimdeki poşetle çalışma odasına ilerlerken, "Ne oldu, Cenk?" dedim hoşnutsuz bir sesle. Bu saatte kim gelse hoşuma gitmezdi ama gelen kişinin Cenk olmasıyla bu hoşnutsuzluğum ikiye katlanıyordu.

"Görüşürüz sonra demiştin," dedi hızlıca. "Sonra oldu, ben de geldim."

Elimdeki poşeti çalışma masasının üzerine bırakırken, "Ben öyle bir şey demedim," dedim ve ellerimi belime koyarak esnedim.

Cenk'in adım sesleri de kesildiğinde yakınımda olduğunu anlamış oldum. Saçlarımı sıkıca bağladığım için saç köklerim ağrıyor ve kaşınıyordu, tekrardan dosyalara bakmakla odama çıkıp duş almak arasında gidip geliyordum. Çok erken olduğunun farkındaydım ama saat kaçtı? Uzandım ve masanın üzerindeki telefonumun ekranına baktım.

08.42

"Sen gerçekten takıntılısın!" O an yakınımdan gelen sesle başımı çevirdim ve tahmin ettiğim gibi burada olan ve içeriyi inceleyen Cenk'e baktım. Kapıdan içeriye bir adım atmış, şaşkınlıkla etrafı inceliyordu. Yerdeki dosyalara baktıktan sonra başını çevirdi ve sıra ona düz bir şekilde bakan benim mavi gözlerime geldiğinde, "Sen kafayı yemişsin," diye mırıldandı. Sesinden de mimiklerinde de ne kadar şaşırdığını görebiliyordum.

Başımı yavaşça sallarken, "Neden geldin?" diye sorumu yineledim.

Elini kaldırıp içerideki kitaplıkları gösterirken, "Bunlar teyzemin dosyaları, değil mi?" diye sordu, kendi cevabını kendi verirken hafifçe güldü. "Yıllar içinde sınırı fazla aşmışsın, bu konuda da," diye homurdandı. "Hiç değişmemişsin."

Kaşlarımı çatarken, "Değişmemişsem değişmemişim, sana ne?" dedim sinirle ve masanın üzerindeki telefonumla poşeti aldım ve ona doğru ilerlemeye başladım. Ben ilerledikçe gerileyerek odadan çıkmış, ben de çıktığım gibi kapıyı kapatmıştım. Sırtım kapıya yaslı dururken sadece benden santimler öte de duran Cenk'in gözlerine baktım. "Ben sana kalkıp dövüş işini abartmışsın, hiç değişmemişsin diyor muyum? Demiyorum çünkü bu senin hayatın, sen de bana deme."

Başını olumsuz anlamda sallarken, "Peki," dedi kabullenirmiş gibi. "Kahvaltı edelim diye geldim, hazırlayayım mı?"

Bir süre yüzüne bakarak ne yapmak istediğimi düşündüm, ardından teyzemi de merak ettiğim için sonunda başımı sallarken, "Sen hazırla, ben bir duş alayım," diye mırıldandım. Cenk başını salladı ve elimdeki poşeti aldıktan sonra bildiği kapıya doğru ilerledi ve mutfağa girdi.

Cenk, her zamanki Cenk'ti.

Kapının üzerindeki kilidi çevirerek kapıyı kilitledim, ardından kilidi avucumun içerisine alarak odama ilerlemeye başladım. Dosyalardan bir şeyler anlamayacağını o da ben de biliyorduk ama benim bildiğim bir şey daha varsa Cenk'in benim işime karışmayı çok sevdiğiydi. Mutfak kapısına son bir bakış atarken odama girdim ve kapıyı kapattım. Üzerimdeki kıyafetleri yerde bırakırken hızlıca duşa girdim ve bu süreyi olabildiğince kısa tuttum. Gözlerim uykusuzluktan acıyordu ama nedense uyumak içimden gelmiyordu. Bu uykunun zerresi için kıvranırdım ama her şeyin fazlası işin tadını kaçırıyordu.

Duştan çıktığımda saçlarıma büyük bir havlu sardım ve dolabı açarak giyeceğim kıyafetleri ayarlamaya başladım. Siyah bir iç çamaşırını üzerime geçirdikten sonra gri bir eşofman ve üzerine beyaz bir tişört giydim. Parmak uçlarım anında buz tuttuğu için beyaz bir çorap giyerken, saçlarıma sarılı havluyu da çıkartarak hızlıca taradım. Kurumuş hâlini taramayacağımı öğrenmek büyük bir deneyim sonucunda kazanılmıştı.

Islak saçlarımı sırtıma doğru bırakırken kapıyı açtım ve zaman kaybetmeden mutfağa doğru ilerlemeye başladım. Evin içerisine yayılan omlet kokusunu aldığım anda ne kadar acıkmış olduğumu fark ettim. Normalde yemeğinden ödün vermeyen birisiydim ama son zamanlarda yaşananlar beni günlük ihtiyacımdan ayırabilecek kadar büyük şeylerdi.

İçeriye girdiğimde elindeki tabağı masaya bırakmak üzere olan Cenk beni fark eder etmez hemen elini kaldırıp hazırladığı kahvaltı masasını gösterdi ve "Gelsene," dedi hızla.

Dudaklarımı yalarken, "Tabletimi alıp geleceğim," dedim kuru çıkan bir sesle ve tekrardan mutfaktan çıkarak salona ilerlemeye başladım. Pinhan'ın araştırmaları e-posta adresime gelirdi ve tabletten okumak daha kolay oluyordu. Çekmeceden kılıfı krem rengi olan tabletimi aldıktan sonra mutfağa tekrardan döndüm. Cenk bardaklara boşalttığı çayları da yerine koyduktan sonra masada yerini almış ve beni beklemeden kahvaltısına başlamıştı.

"Saçların ıslak."

Sandalyede yerimi alırken tableti tabağımın yanındaki boş kısma koydum. "Bir şey olmaz," diye mırıldandım. Başını sallamakla yetindi, tabağına eklediği kahvaltılıkları yemeye devam etti. Cenk'i en son ne zaman görmüştüm bilmiyordum ama vücudu daha çok büyümüştü. Üzerinden çıkardığı deri ceketiyle birlikte kısa kollu tişörtünden kollarındaki kaslar kendisini gösteriyordu. Cenk eline bardağını alırken başını kaldırdı ve onu inceleyen benimle göz göze geldiğinde, ne var, der gibi göz kırptı. "Neden geldin?"

Gözlerini bayarken, "Sen uyumadığın için denilenleri idrak edemiyorsun galiba," diye mırıldandı alayla. "Seni görmek için geldim."

Başımı iki yana sallarken, "Onu demiyorum, Cenk," diye homurdandım ve elime aldığım çatalımı küçük peynir parçasına batırarak ağzıma götürdüm. Lokmamı yuttuktan sonra, "İzmir'e neden döndün, orada kalacağını düşünmüştüm," Dedim. Onunla konuşmak istemiyordum ama soru sormaktan da vazgeçemiyordum.

Başını sallarken, "Maçım vardı," dedi esas konuya giriş yaparken. "O yüzden döndüm."

Dudaklarımda alaycı bir gülümseme oluşurken, "Belli oldu gelme nedenin, yoksa sen İzmir'e gelmezsin başka türlü," Dedim ve tabağıma kahvaltılık eklemeye başladım.

"Gelirim," Dedi hızla. "Neden gelmeyeyim canım?"

Omuz silktim. Bir süre sessizce kahvaltımıza devam ettikten sonra, "Teyzem ne yapıyor?" dedim yavaşça.

"Hiçbir şey," dedi ve omuz silkti. "Kendi işleriyle ilgileniyor, o kadar."

Daha fazla Cenk'le konuşacak konum kalmamıştı. O, yıllar önce üniversite için yurt dışına çıkmış, aramızda olan soğukluğa soğukluk katmıştı, daha sonra burada maçları olduğu günler dışında gelmemişti. Karnımı doyurduktan sonra arkama yaslandım ve dizimi masanın kenarına yaslarken tableti bacağımın üzerine koydum ve gelen e-posta var mı diye kontrol ettim. Tahmin ettiğim gibi Pinhan buraya e-posta atmıştı. Gözlerimi kısarken Cenk'in doldurduğu çay bardağımı elime aldım ve gelenleri okumaya başladım. Çağatay'ın hayatında dikkatimi çeken absürt bir konu yoktu. Normal bir düzeyde eğitim görmüş, daha sonra İstanbul Polis Akademisi'nden dereceyle mezun olmuş ve İzmir'e dönmüştü. Kısa sürede babası emniyet müdürlüğüne yükselirken o da babasından boşalan emniyet müdür yardımcılığı kısmına geçmişti. Şaibeli bir geçişti bu genç yaşı için ama irdelemedim.

Diğer e-postayı açtım, bu Elif'e aitti.

ELİF KURŞUN.

13 Temmuz 1995 doğumlu. Ankara'da doğup büyümüş, lise zamanı ailesinin işi dolayısıyla İzmir'e taşınmışlar. Üniversite için Amerika'ya gitmiş, okulu bittiğinde de İzmir'e geri dönmüş. Nişanlısı Hakan Aydın'la iki yıldır nişanlılarmış. Kavgalı bir ilişkileri olduğu söyleniliyor. Burada birkaç küçük pasta fuarları dışında işini yapmıyor, ailesi ve nişanlısında kalıyormuş. Başka bir bilgi yok, kendi kendine yaşayan bir insan.

"Ne okuyorsun sen öyle?" dedi Cenk ve bir anda tablete doğru eğildi.

Elimi Cenk'in göğsüne koyarak ittirdim ama Cenk'in koca bedeni hareket etmedi. "Çekil şuradan, Cenk. Seni ilgilendirmiyor," dedim ters bir sesle.

Cenk onu ittirdiğim için değil, kendi istediği için yerine otururken, "Kız bu kim?" dedi ve merakla gözlerini tablete indirdi.

Tableti kapatıp göğsüme bastırırken, "Seni ilgilendirmiyor, yirmi beş yaşına gelmişsin ama birinin özeline burnunu sokmaman gerektiğini hâlâ öğrenememişsin," dedim.

"Üff!" dedi Cenk ve bir anda ayağa kalktı. "Ben gidiyorum, akşam yanına uğrarım."

"İşe gideceğim," dedim hızla. "Gelme eve."

Cenk üstten bir bakış attı, ardından omuz silkerken, "Olur," dedi. "Bara gelirim."

Gözlerimi devirdim ama konuşmaktan vazgeçtim. Cenk'e ne dersem diyeyim aklına koyduğu şeyi yapacağından emindim. Cenk olaylı bir şekilde evden çıkarken çarparak kırdığı vazom yüzünden tartışma çıkmış, cam kırıkları ve mutfak da bana kalmıştı.

Cenk'e nefret duyabileceğim kadar bir hoşnutsuzluğum yoktu ama yıllar önce ona duyduğum duyguları bitiremiyordum. Eğer İzmir'de kalmaya devam ederse aramızdaki ilişki nasıl ilerlerdi bilmiyordum ama içimden bir ses, maçı bittikten sonra tekrardan gideceğini söylüyordu. Bu iyi olurdu, en azından benim için.

Mutfağı ve kırık vazo parçalarını da topladıktan sonra Pinhan'la kısa bir konuşma yapmış, ardından Pelin'le mesajlaşmıştım. Bir süre daha balaylarını uzatma kararı aldıklarını, Enes'in barı bana emanet ettiğini söylemişti. Arkadaşıma bir şeyler çaktırmamak için her şeyin aynen devam ettiğini, hiçbir sorunun olmadığını söylemiş ve mesajlaşmaya son vermiştim. Enes'in şu an deli gibi mutlu olduğunu biliyordum ama İzmir'e döndüğünde onu sorunlar karşılayacaktı. Bunlar; her şeyini adadığı mekânının güvenlik sorunu ve birisinin o ana şahit olduğunu öğrenecek olmasıydı.

Bir gün her şeyin ona fazla gelip benden uzaklaşmasını ya da bana yardım ettiği için pişman hissetmesinden korkuyordum.

Hayattaki hiçbir sevgi, pişmanlık içermeyen bir fedakarlığa sahip değildi.

Öyle olmasını isterdim ama durum buydu.

Dolaptan aldığım ilaçlardan hiç istemeyerek de olsa bir tane daha içtim, toplam iki ayda içmediğim ilacı son günlerde kullanmıştım. Memnun değildim, uyuyunca geçmiyordu sorun ama ayık kalınca da değişen bir durum yoktu. Akşam bara gideceğim için telefonuma ardı ardına bir sürü alarm kurduktan sonra yatakta kıvrıldım ve daha birkaç saniye geçmeden uykuya daldım.
**

"Yeter!"

"İşte sonra bana geldi ve dedi ki, İzmir'deki maça çıkmak ister misiniz, Cenk Bey?," dedi sesini hafif değiştirirken. Tezgâhın üzerinden bana doğru eğildi. "Salak mıyım ben, Sidal?" dedi fısıldayarak.

Yüzüne doğru eğilirken, "Tam üstüne bastın, çekme ayağını," diye alayla homurdandım.

Yüzlerimizin arasında sadece birkaç santim varken Cenk gözlerimin içine hoşnutsuzca baktı. "Tabii ki kabul ettim, buradaki maçtan kazanacağım parayla çok güzel şeyler yapacağım."

"Ya kazanamazsan?"

Omuz silkti. "Öyle bir dünya yok. Yarın maç, geliyorsun."

"Ben, böyle benim hakkımda bir şeylere karar veren insanlara ayar oluyorum," dedim ve tezgâhın üzerindeki buz kasesini önüme çektim. "Böyle onu boğasım, öldüresim geliyor."

"Öldürmek mi?" diye mırıldandı Cenk, ardından sırıttı. "Geç şimdi onu, geleceksin değil mi?"

"Hayır," dedim hızla.

Cenk birazcık geriye çekildi ama hâlâ bu müziğe rağmen duyabilecek konumdaydık. "Kuzeninim senin, abin bile sayılırım."

Elimi tezgâhın üzerine koyarken, "Sen benim abim falan değilsin," dedim. Yüzümü buruşturdum. "Seninle olmak istediğimi nereden çıkarıyorsun bilmiyorum ama beş yaşındaki düşüncelerime ve sana gösterdiğim sınıra hâlâ hâkimim, zaman geçse de senin konumun bende hiç değişmedi."

O an güleç olan Cenk'in yüzünde de ciddiyet oluşurken, "Beş yaşındaydın," dedi düz bir sesle ama sesinin altındaki bana duyduğu öfkeyi de biliyordum. "Birisine sınır çizemezsin."

"Sen, o küçük yaşımda birisinden uzak durmamı sağlayabilecek kadar kalp kırıcı bir insansın," dedim ve elimi kaldırıp parmağımla onu gösterirken, "Kötüsün sen," diye devam ettim. Cenk derin bir nefes aldı, konuşmak için hamle yaptı ama sonra bundan vazgeçti. Başımı çevirdim ve mekânın içerisindeki kalabalığa göz gezdirdim. Sakin olan tarafta değil, kafam dağılsın diye müziğin son ses olduğu diğer kısma geçmiştim ama burada da Cenk rahat bırakmıyordu.

"Pişmanım." Gözlerimi kısa süreliğine yumdum, ardından dayanamayarak başımı çevirdim ve ona baktım. Kahverengi gözlerindeki kırgınlığı görebiliyordum ama içimde kırdığı kızın kalbini de onaramıyordum. Başını bir kere salladı. "Çocuktum ve şu an o geceki çocuk değilim, öyle bir insan değilim. Sidal, ben kötü biri değilim."

İçimde insanlara kıyamayan tarafıma kıymak istiyordum.

Dişlerimi birbirine bastırırken sinirle Cenk'in gözlerine baktım. Şu anki sinirim ona değil, ona üzülen tarafımaydı. Ayağımı yere vurarak ritim tutarken hâlâ içimdeki o sesle savaşıyordum. Bir tarafım kindar tarafını ortaya koyarak birisinin yedisinde neyse yetmişinde de o olacağını söylüyor, diğer tarafımda üzerinden yılların geçtiğini ve insanların değişebileceğini vurguluyordu.

Kaşlarımı çatarken, "Kaçta bu maç?" diye sordum. Galiba birileri ikinci şansı hak ediyordu.

Umarım bundan pişman olmazdım.

Cenk kocaman sırıtırken, "12.00'de!" dedi bağırarak ve tezgâhın üzerinden eğilerek yanağımdan öptü. Bu hareketine karşılık onu ittirirken yüzümü buruşturmuştum.

"Defol!"

Cenk hızla oturduğu bar taburesinden kalkarken, "Ben bir idmana gideyim!" dedi hızlıca. Elini kaldırıp tezgâhın üzerindeki içtiklerini gösterirken, "Bunları sen halledersin," dedi ve neredeyse koşarak mekânın çıkışına doğru ilerledi.

Galiba ilk saniyeden pişman olmuştum...

Bitmiş ve yarım kalmış kadehleri toplarken arka kısımdan, "Bakar mısınız?" diye seslenen birisini duydum. Tanıdık ses karşısında kaşlarımı çatarken Cenk'in bardaklarını lavabonun içerisine koydum ve başımı çevirip sol tarafa baktığımda orada duran Hakan Aydın'ı fark ettim. Başını kaldırıp göz göze gelince, "Bir soda alabilir miyim?" diye sordu nazikçe.

Bedenim hiçbir şey olmamış gibi işlemeye devam ederken, düşünce sistemim ve duygularım bunun tam tersi olarak kendisini gösteriyordu. Dolabı açıp soda çıkardıktan sonra tezgâhın üzerine dizdiğim temiz bardaklardan birisine boşalttım. "Buz ister misiniz?" dedim düz çıkan bir sesle. Bedenimi yöneten şeyle aklımı yönetenin aynı olmadığına emin olmuştum.

"İki tane." Buz kovasından iki parça buzu bardağın içerisine bıraktıktan sonra arkamı döndüm ve Hakan'ın yüzüne bakmadan bardağı önüne bıraktım. Neden buradaydı? Niye gelmişti? Neden ben her dışarıya çıktığımda, her şeyi kabullenmeye başladığımda bir şeyler ortaya çıkıyordu ki? Ya da sadece dışarıya çıktığımda mı bunu öğrenebiliyordum? "Teşekkür ederim," dedi sesini duyurabilmek için hafif yüksek bir sesle.

Başımı sallarken, "Afiyet olsun," dedim ve siyah kot şortumun arka cebinde titreyen telefonumu çıkardım ve kimin mesaj gönderdiğine baktım.

Rüzgâr göndermişti.

Rüzgâr: Neredesin?

Sidal: Bardayım.

Mesajı gönderir göndermez bir adım geriledim ve ekrana hemen mesajı düştü.

Rüzgâr: Kaçta çıkacaksın?

Sidal: İki gibi çıkarım, neden?

Rüzgâr: Çıkışta seni almamı ister misin? Bir yere götürebilirim seni.

"Bakar mısınız?"

Dişlerimi sıkarken Rüzgâr'a hızlıca cevap yazdım ve telefonun ekranını kapatarak tekrardan şortumun arkasına sıkıştırdım ve bana seslenen Hakan Aydın'a döndüm.

Sidal: Teşekkür ederim ama eve gitmem gerekiyor, daha sonra götürsen olur mu?

"Bir şey mi istemiştiniz?" dedim adama bakarken.

Başını sallarken, "Buranın sahibi, Enes Şah nerede acaba?" dedi hızla. "Nerede bulabilirim?"

Beni tanımamış olmasına bir an şaşırdım ama en sonunda adamın ne yaptığını dahi bilmediğini düşünerek bu ayrıntıya takılmadım. Yardımcı barmen yanıma geldiğinde Hakan Aydın'ın yanına gittim ve elimi belime yerleştirirken, "O bir süredir yok," dedim.

"Neden?" dedi kaşlarını çatarken. "Ne zaman gelecek?"

"Balayında kendisi, yeni evlendi," dedim hızlıca. "Bir süre daha burada olmaz."

Hakan sıkıntıyla başını aşağı eğdi ve birkaç saniye sonunda, "Ben buranın güvenlik kameralarına nasıl bakabilirim?" diye sordu çaresiz çıkan bir sesle. Yine o ses tonu, yine bir adamın çaresizliğine yenilen kalbim.

Burnumun ucu sızlarken, "Bilmiyorum," dedim kısa keserek.

Tam arkamı dönüp gideceğim anda, "Nişanlım o gece buraya gelmiş," dedi ve elini, bilmiyorum, der gibi salladı. "Buradan çıkmış çıkmasına ama..." Başını iki yana salladı. "Burada ne yaptığını görmek istiyorum ama savcılık izni olmadığı için bakamıyorum. Nişanlım günlerdir kayıp," dedi ve o an benim gözlerimin içine bakarken, "Ha sen..." dedi uzatarak. Hatırlamıştı! "Sen şu kafedeki kızsın, sana zaten anlatmıştım."

Başımı yavaşça sallarken, "Evet," dedim. Konuşmak istemiyordum ama o konuştukça burada kalarak acı çektirmeye de karşı çıkamıyordum.

Oturduğu yerden öne çıktı, bana doğru eğilirken, "Bana yardımcı olabilir misin?" diye sordu hevesle. "Nişanlımın görüntülerini izlemek istiyorum."

Sertçe yutkunurken, "Nasıl yardımcı olabilirim ki?" diye sordum. Bu adama baktıkça ağlayasım geliyordu, biraz daha burada kalıp onunla konuşursam ne hâle gelirdim, Allah bilirdi. Elimi kaldırdım ve dans eden insanları gösterdim. "Ben sadece burada çalışıyorum, bir yetkim yok ki," diye yalan söyledim ve yanağımın içini dişlerimin arasına alarak ısırdım.

Gözlerindeki umut bir anda sönerken, "Peki," dedi ve sodasından bir yudum aldı. Gözlerinin içindeki kızarıklık ve bazı kelimelerinde kaymalar olması, soda dışında bir şeyler de içtiğini gösteriyordu. Bardağın yarısını içtikten sonra, "Buraya mekân sahibiyle konuşmak için geldim," dedi. Kalçamı rafa yaslayarak onu dinlemeye devam ettim. "Belki bana..." Sertçe yutkundu. "Belki bana acır da gösterirdi kayıtları ama... Neyse artık."

Demek ki çaresizlik, sizin yıllardır biriktirdiğiniz egonuz ve özgüveninizi yakabilecek kadar güçlü bir kıvılcımdı.

Hakkında duyduklarım, birkaç konuşmasını izlediğim kadarıyla acımak ve Hakan kelimeleri yan yana gelemezdi ama o, bu kelimeleri kendisi kullanmıştı. Gözlerim doluyordu ama o bunu fark edemeyecek kadar Elif'le doluydu. O, omuzlarına çöken duyguların ağırlığıyla nefes alamıyordu ki beni fark etsin.

Hakan bir anda kollarını tezgâhın üzerine koydu, ardından başını oraya gömdü. Kaşlarım yukarıya kalkarken onun yüzüne bakıyordum ama o bana bakmak yerine duvarı izliyordu. Böyle mi kalacaktı? Kollarımı göğsümün üzerinde bağlayarak bir süre Hakan'ı izledim ama o hâlâ duvara bakıyordu.

"Hamileydi!"

Bu kelimeyi bekleyen bir damla yaş aşağı doğru akarken hıçkırmamak için dudaklarımı ısırdım. Ne büyük acıydı şu vicdan yarası... Öldürsen ölmüyor, seni kendi çabanla öldürüyordu. "Konuşarak halledebilirdik ama o gitti." Başını kollarına sürttü ve gözlerini kapattı. "Halledemedik."

Başımı çevirip dans eden insanlara bakarken, "Halletmek ister miydin?" diye sordum pürüzlü bir sesle, ardından boğazımı temizledim. "Hı?"

"Kabulümdü," dedi ve dudaklarında çok küçük bir gülümseme oluştu. Sarhoştu, gerçekleri söylüyordu. "Elif ne isterse yapardım, halledilmeyecek bir şey olsa bile hallederdim."

Derin nefes alırken, "Peki," diye fısıldadım ama Hakan beni duymadı.

Elimi kaldırıp yanağımdan akan yaşı silerken, "Elif gidene kadar dünyayı küçük bilirdim," dedi ve ikimiz de yutkunduk. "Ararken kaybolunca anladım ki dünya, sevdiğini arayıp bulamayacağın kadar büyükmüş."

Artık omuzlarım titreyerek ağlarken belimdeki önlüğü çıkarıp tezgâha bıraktım ve Hakan'dan uzaklaşmaya başladım. Gözleri hâlâ kapalı bir şekilde orada, aynı pozisyonda duruyordu, yüksek ihtimalle birkaç dakika sonra sızacaktı. Annesini kalabalıkta kaybetmiş, bir daha bulacağına dair umudu olmayan bir çocuk gibi kalabalıkta ilerlerken, içimdeki hiçbir duyguya engel olamayacak kadar canım acıyordu. Öldürmeye çalıştıkça o vicdan acısı geçmiyordu. Eğer imkânım olsa göğsümü yarar, vicdanı dışarıya kendi ellerimle son saniyelerim olduğunu bilsem dahi çıkararak parçalardım ama imkânsızlıklar kolumu kanadımı kırıyordu.

Bu öyle bir acıydı ki, sonun olacağını bilsen dahi mezarda rahat etmek için öldürmek isterdin ve başarısız olduğunu gördükçe daha çok hırslanırdın.

Bu öyle bir acıydı ki, kış ortasında cehennem sıcağıyla yakar, sana doğru gelen iblise kollarını açarak daha çok yanmak isterdin.

O yol nasıl gidildi, bacağımdaki sızı ne ara dişlerimi sıkmama neden olacak kadar canımı acıttı bilmiyordum ama ben, burada olmayan bir adamın kapısında bekliyordum. Açık olan kapıdan girmiş, dişlerimi sıka sıka merdivenleri çıkmıştım. Canım acıyordu ama bunun neden olduğunu bilmiyordum. Karanlık merdiven boşluğunda kapısının önüne oturdum ve sırtımı kapıya yaslayıp saniyelerin geçmesini bekledim. Önce yol boyunca ağladığım gibi hırsla ve vicdan acısıyla ağlamış, daha sonra bu ağlamam bir bıçak gibi kesilmiş ve içimdeki huzursuzlukla boş boş karanlığa bakmıştım.

Rüzgâr ne zaman evine gelirdi?

Şimdi bedenimi basan sıcak geriye çekilmiş ve üşümeye başlamıştım. Sertçe yutkunurken birkaç adım ilerdeki asansörün sesini duydum, daha sonra kalbim göğsüme sertçe vurdu. Gelmiş miydi? Vücudumdaki tek hareket, başımı daha fazla kapıya yaslamak ve hafifçe yukarıya bakmak oldu. Asansörün kapıları açıldı, içerideki ışık karanlık merdiven boşluğuna düştüğünde içindeki kişinin gölgesi de önüme düşmüştü.

Gölge büyüdü, büyüdü, büyüdü... En sonunda karanlığın içerisinde karanlıkla bir olunca Rüzgâr'ı gördüm.

Yüzünde hiçbir mimik yoktu. Acımak, üzülmek, şaşırmak, mutlu olmak... Hiçbir şey. Sensörlü lamba yandığında gözlerimiz birbirine tutundu, hemen karşımda dikildi. Altında gri bir eşofman, üzerinde de beyaz bir kapüşonlu kazak vardı.

Gözlerimin içine bakarken, "Geldin mi?" diye sordu kısık bir sesle.

Başımı sallarken, "Geldim," dedim ve sertçe yutkundum. Boğazım canımı acıtacak kadar sızladı. Tepkisini merak ediyordum ama hiçbir şekilde kendini belli etmiyordu. "Geç oldu biraz," dedim pürüzlü bir sesle. Beklentiyle yüzüne baktım.

Rüzgâr'ın dudaklarında çok hafif bir gülümseme oluşurken, "Olsun," dedi ve o an cebinden yaslandığım kapının anahtarını çıkardı. "Geldin."

Birkaç adım attıktan sonra eğildi ve ayakkabılarının bağcıklarını çözmeye başladı. Elimi kapının kenarına koydum ve uyuşan bedenimle ayağa kalktım, eğilerek ayakkabılarımın bağcıklarını çözeceğim anda onun elleri benden önce davrandı. Sessizlik içerisinde ayakkabılarımın bağcıklarını çözerken üstten siyah saçlarına bakmakla kaldım. İçimde hissettiğim boşluk damla damla dolmaya başladığında o boşlukta boğulma korkum kendisini gösterdi. Sertçe yutkunurken Rüzgâr ayağa kalktı ve elindeki anahtarı kapının kilidine soktu ve kısa sürede kapıyı açtı. Benden önce eve girdiğinde birkaç saniye sonra holün ışığı yanmıştı. Bir elini kapıya koyarak kenara çekildi ve bana bakarken başıyla içeriyi gösterdi. "Hadi, gir bakalım."

Başımı hafifçe salladıktan sonra ayakkabılarımı tamamen çıkardım ve eve girdim. Evdeki sıcaklık anında yüzüme vururken içerideki kokuyla derin bir nefes aldım. Bu neyin kokusu bilmiyordum ama tanıdık bir hâli vardı. Rüzgâr, ben eve girdiğimde kapıyı kapattı ve büyük elini tişörtümün üzerinden sırtıma koyarken, "Geçsene içeriye," diye mırıldandı.

Beni ilerletirken, "Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Saat kaçtı bilmiyordum ama beni geri çevirmemiş olmasına minnettardım.

Rüzgâr salonun ışığını yakarken, "Geç bakalım şöyle," dedi ve koltuğa ilerledi. Dediğim şeyi duymazdan gelmişti. "Ben bir yara bandı alıp geleyim." Ben daha bir şey demeden odadan çıkıp gitti. Tekli koltuğun önünde ayakta kaldım ve başımı çevirerek salonda göz gezdirdim, daha sonra yapacak bir şey bulamayarak koltuğa oturdum. Salon koltukları griydi ve gayet rahat duruyorlardı. Karşıda büyük bir televizyon, ortada beyaz bir halı ve üzerinde büyük bir orta sehpa yer alıyordu. Çok temizdi evi.

Ben kafamı çevirmiş odayı incelerken Rüzgâr içeriye girdi. Üzerindeki beyaz tişörtü çıkarmış, onun yerine siyah bol bir tişört giymişti. Elindeki birkaç kutuyla beraber yanıma geldi, bir anda orta sehpayı bana doğru yaklaştırdı ve sehpanın üzerine oturdu. Bacaklarım onun bacaklarının arasında kalmıştı. Kaşlarımı kaldırarak ona bakarken o da dizimdeki kurumuş kan lekesine bakıyordu. "Nasıl becerdin bunu?"

"Bilmiyorum."

Dudaklarında kısa bir mırıldanma oluştu ama anlayamadım. Üzerine tentürdiyot damlattığı pamuğu dizime sürerken dikkatli bir ameliyat yapıyormuş gibiydi. "Neden geldiğinde aramadın beni?" diye sordu ve başını kaldırarak bana baktı. Kaşlarını hafifçe çatmış, pamuğu yaraya bastırırken bana bakıyordu. Yutkundum ve onun gözlerine bakarken sessiz kalmayı tercih ettim. Neden buraya geldiğimi bile bilmiyordum. Aramak hiç aklıma gelmemiş, kafamdakileri düşünerek onu beklemiştim. Rüzgâr cevap vermediğimde kaşlarını hafifçe kaldırıp indirdi, ardından başını anlıyorum, der gibi salladı. Odanın içerisinde gezinen gözlerini izlerken Rüzgâr tekrardan bana döndü ve gözlerimin içine bakarken, "Ne oldu sana, kız çocuğu?" diye sordu fısıldayarak. "Kim ağlattı seni?"

"Rüzgâr," dedim kısık ve pürüzlü bir sesle, ardından boğazımı temizledim. Rüzgâr göz kırptı. Başımı hafifçe sol tarafa eğerken göz temasımız kesilmiyor, onun gözlerine baktıkça konuşmak ağır geliyordu. En sonunda cesaretimi toplayıp, "Ben çarpmadım, değil mi?" diye sordum. Dudaklarımın dışarıya kıvrılmaması için büyük çaba harcadım fakat bir damla yaşın akmasına engel olamadım.

Duymak istiyordum. Konuşsun ve bu içimdeki ses artık sussun istiyordum. Aldığım nefes yine haram olmasın, yutkunduğumda boğazım acımasın istiyordum.

Sol eliyle pamuğu dizime bastırırken sağ elini kaldırdı ve ben daha ne olduğunu anlamadan parmaklarının tersiyle yaşı sildi. Gözlerimin içine bakarken, "Buna mı ağladın yine?" diye sordu ve başını iki yana salladı. Asıl buna değil, Hakan'a ağlamıştım ama ne olursa olsun her ağlamanın sonu bu sorunun düşünceleriyle bitiyordu. Başımı yavaşça salladım. Rüzgâr tekrardan yanağımı sildi ve yaş adına iz bile kalmadığından emin olduğunda elini geri çekti.

Rüzgâr cevap vermeyince, "Hı?" dedim beklenti dolu bir sesle.

Rüzgâr gözlerimin içine ciddi bir şekilde bakarken, "Hayır, Sidal," dedi yavaşça. "O kadına sen çarpmadın, o atladı." Küçük bir çocuğa anlamasını ister gibi tane tane anlatıyor, itinayla konuşuyordu. Saatlerdir boynumu sıkan ellerin varlığı yavaş yavaş kendisini geriye çekerken boynumdaki parmak izleriyle kalıyordum. "Böyle bir şeyin yaşanmasını sen de bizler de istemezdik ama bazı şeyler yaşanmak zorunda olduğu için yaşanır. Buna biz karar veremeyiz, kader boşuna yazılmadı."

"Keşke böyle olmasaydı," dedim derin nefes alırken.

"Keşke," dedi hızla. "Keşke o gece beni bırakmanı istemeseydim." İçerideki sessizlik devam ederken son dediğine cevap verebileceğim bir sürü şey vardı ama bunların hiçbirini söyleyebilecek hâlim yoktu. Rüzgâr pamuğu çektikten sonra iki tane yara bandını dizime yapıştırmıştı ama oradan kalkmıyor, öylece duruyordu. Dirsekleri dizlerine yaslı, bedeni bedenime yakındı.

Aradan dakikalar geçerken biz hâlâ o şekilde oturuyorduk. Ellerimi bacaklarımın üzerinde birbirine bastırırken, "Rüzgâr?" diye mırıldandım. Şimdi içimdeki sıkıntı geriye doğru çekiliyor, az da olsa kendime geliyordum.

Odanın içerisinde dolanan ela gözleri benim gözlerime geldiğinde, "Buyur?" dedi sakince.

Rüzgâr'ın gözlerinin içine bakarken, "Teklifin geçerli mi?" diye sordum kararsız bir sesle. Ne diyeceğini merak ediyordum. Şu an bana veya bu duruma karşı ne hissettiğini merak ediyordum ama sormak da istemiyordum. İsteseydi, benim gibi duygularını ifade edebilirdi.

Kaşları hafifçe havaya kalkarken, "Trabzon'a gitmekten mi bahsediyorsun?" diye sordu. Bir an kararsız kalsam da sonunda başımı salladım. Benim gibi başını hafifçe sallarken, "Tabii ki hâlâ geçerli," dedi. "Gelmeye mi karar verdin?"

"Çağatay, bir şey öğrenebildi mi?"

"Hâlâ araştırıyor ama o gece dedikleri..." Rüzgâr derin nefes alırken biraz daha öne kaydı ve o an bacakları bacaklarıma değdi. "Sidal, sana açık olacağım," dedi gözlerimin içine bakarken. Rahatlayan kalbimin kabına sığmadığı gibi göğüs kafesime de sığmadığını hissederken sessiz kaldım. "O gece sen bayıldıktan sonra Çağatay'ın dediği gibi her şeyi ortadan kaldırdık, yani herhangi bir şeyin kalması imkânsız. Ki hiçbir güvenlik kamerası da yoktu," dedi hızla açıklama yaparken. Ellerini kaldırıp aramızda hafifçe sallarken, "Direkt yola çıktık zaten, hiçbir yere de uğramadık," dedi. "Mekânın kameraları da silindi, her şey kaldırıldı."

"Rüzgâr, o zaman kartları veren kim?" Anlayamıyormuş gibi baktım gözlerinin içine. "Geldim, gördüm, yendim... Başka bir şeyi mi ima ediyorlar? İma ediyorlarsa da neden bana veriyorlar ki o kartları? Benim kimseyle bir problemim yok ki!"

Rüzgâr başını iki yana sallarken, "Eğer bu durumla ilgili bir şeyse beklemekten ve emin olmaktan başka çaremiz yok ama dağılmamız da gerekiyor," dedi yavaşça. "En hızlı yöntem bu. Bize mi, Enes'e mi yoksa Çağatay'a mı gideceğini görmemiz gerekiyor. Ya da ne kadar ileriye eli kolu uzanabilir?"

"Gideceğiz yani."

"Öyle istiyorsun," dedi ve elinden bir şey gelmiyormuş gibi gözlerimin içine baktı. "Buradan uzaklaşmak sadece sana değil, herkese iyi gelecek."

"Ya devamı gelirse?" dedim ve mideme giren krampla yüzümü buruşturdum. Koltukta istemsizce öne kaydım ve birleştirdiğim bacaklarım onun bacaklarının arasına tam olarak girerken, "Ya gerçekten de bir gören olduysa?" diye sordum kısık ama hızlıca. "Rüzgâr..."

"Sidal, Sidal, Sidal..." diye mırıldandı ardı ardına Rüzgâr, lafımı kesti. "Zamanın getirip götürdüğünü hesaplarsan giden sen olursun, düşünme artık her ihtimali."

Nasıl düşünmezdim? Nasıl olur da böyle bir şeyin unutulma ihtimali var olabilirdi? Bu konuşmayı devam ettirirsem şu an kendimle birlikte onun da tadını kaçıracağımı düşündüm ve bu konunun üzerini kapatmadan sadece kenara koydum. Dizlerim onun bacaklarına sürtünürken ne benim geriye gidebilecek dermanım ne de Rüzgâr'ın geri çekilme gibi bir eğilimi vardı. "Ne zaman yola çıkarız?" dedim.

Rüzgâr umursamazca omuz silkerken, "Ne zaman istersen," dedi düz bir sesle. "İstersen şimdi."

"Yok," dedim başımı iki yana sallarken. "Yarın Cenk'in maçına katılacağım... Hem Arda da bende."

"Sende kalmaya devam etsin," dedi Rüzgâr. "Yarın Cenk'in maçına katılırsın, sonra yola çıkarı-" Rüzgâr o an durdu ve gözlerini kısarak bana bakarken, "Cenk kim?" diye sordu fısıldayarak.

"Bana meraklı teyzeler gibi bakma, Rüzgâr," dedim ve o an kendimi tutamayarak sırıttım. Şu an kıstığı gözleri, üzerime odaklanan bakışları ve sesindeki tınıyla tam olarak bahsettiğim sıfata uyuyordu.

Rüzgâr'ın tek kaşı havaya kalkarken, "Saçmalama," diye homurdandı. "Ne alakası var?"

"Hım," diye mırıldandım ve gözlerine baktım. "Aynen, ondan." Rüzgâr beklenti dolu gözleriyle gözlerimin içine bakarken, "Cenk, benim kuzenim," dedim açıklama yaparak.

"Peki," dedi başını sallarken ve gözlerini tekrar bana odakladığında, "Sana giyecek bir şeyler getireyim de uyu," dedi.

Mahcup bir şekilde ela gözlerine bakarken, "Teşekkür ederim," dedim ve Rüzgâr konuşmam bittiğinde derin bir nefes aldı, sehpanın üzerinden kalktı ve üstten bana kısa bir bakış attı. Başımı kaldırıp ona baktığımda, "Hemen geliyorum," dedi ve arkasını dönerek odadan çıktı.

Ben ayaklarımı birbirine sürterken daha aradan birkaç dakika geçmişti ki Rüzgâr içeriye girdi. "Devrim tüm pijamalarını götürmüş," diye homurdandı elindeki kıyafetlerle bana doğru gelirken. Devrim kimdi? Başımı kaldırıp Rüzgâr'a bakarken Rüzgâr hızlıca, "Ablam," dedi ve anladığımı belli edercesine sadece başımı salladım. Elindeki katlanmış kıyafetleri bana doğru uzatırken, "Benimkilerle idare edebilir misin?" diye sordu, ardından kendi elindeki kıyafetleri kendisi de inceledi. "Beli düşebilir, onu da ipleriyle halledersin."

Başımı sallarken ayağa kalktım ve dizimdeki uyuşmayla bir an adım atamayacağımı düşünsem de düşmeden adım atabilmiştim. Elindeki siyah eşofman ve beyaz tişörtü alırken, "Teşekkür ederim," dedim.

Başını sallayarak önümden çekilirken, "Sen istersen banyoda giyin, daha rahat edersin," dedi. Rüzgâr'ın bu tavırları sadece ona bakmama neden olurken, "Ben de yatağını hazırlayayım," dedi sakince. Başımı salladım ve yavaşça yanından geçerek önce salondan çıktım, sonra da sol tarafa dönerek koridorda ilerledim ve geçen seferden bildiğim banyodan içeriye girdim.

Rüzgâr Çetin çok tehlikeliydi.

Elinde taşıdığı közden daha yakıcı merhametle bana doğru koşuyor, avucundakileri benim elime bırakarak yenilerini getirmek için başa dönüyordu. Yangına tutulduğu yere koşarak döneni ilk defa görüyordum. Her defasından bana yardımcı olmaktan daha fazlasını yapmış, üstüne üstlük her üzüldüğümde kendimi yanında bulduğum gibi evine gelmiştim ama dudaklarından değil kötü bir söz, gözlerinde ne ufak bir hoşnutsuzluk yoktu. Hiçbir şey demeyerek beni içeriye almış, bir de yaralarımı sararak yardımcı olmuştu.

Üzerimdeki şortu ve nemlenmiş tişörtümü çıkartırken arkamda kalan kapı tıklatıldı ve bir an ne olduğu anlayamadan yerimden sıçradım. Gözlerim hafifçe büyürken arkamı döndüm ve beyaz kapıya bakarken, "Efendim?" dedim ama o an sesimin titrek çıkmasını önleyememiştim. Evin içerisindeki sessizliğe o kadar alışmıştım ki bir anda kapıyı çalması korkutmuştu.

"Kusura bakma, korkutmak istemedim," dedi hemen kapının arkasından. "Bir şey soracaktım."

O görecekmiş gibi başımı iki yana sallarken, "Sorun değil," dedim ve eğilerek eşofmanı aldım ve bacaklarıma geçirmeye başladım. "Ne diyecektin?"

"Bir şey ister misin? Ya da başın ağrıyorsa ilaç verebilirim."

"Hayır," dedim hızlıca ve belimden düşen eşofmanın iplerini sıkı sıkıya bağlamaya başladım. "Bir şey istemiyorum, teşekkür ederim." Bu gece fazla mı teşekkür etmiştim?

Rüzgâr da bu durumdan rahatsız olmuş gibi, "Her cümlenin sonuna teşekkür ederimi sıkıştırma," diye homurdandı kapının arkasından. "Ballı süt yaptım, soğumadan gel."

Bir an kapıya alık alık bakarken, "Süt yaptıysan ne diye soruyorsun?" diye mırıldandım kendi kendime ve eğilerek beyaz tişörtü de aldım ve üzerime geçirdim. Rüzgâr'ın gittiğini adım seslerinden anlarken kıyafetlerimi katladım, telefonumu da kıyafetlerimin üzerine koydum ve banyodan çıktım. Banyodan çıktığım gibi yüzüme çarpan hafif süt kokusuyla yüzümü buruşturdum ama salondan içeriye girene kadar bu ifademi silebilmeyi başarmıştım. Çok fazla kokmuyordu belki ama süt sevmeyen benim için bu koku bile tahammül edilemezdi.

İçeriye girdiğimde Rüzgâr büyük koltuğun üzerine kırmızı renkli bir takımla yatak hazırlamış, kendisi de benim önceden oturduğum tekli koltukta oturmuş elindeki telefonuyla ilgileniyordu. Yüzüne vuran ışıkla birlikte gözleri kısılmış, ekrana bakıyordu; benim geldiğimi fark etmemiş olmalıydı. Kıyafetlerimi elimde tutarken birkaç adım attım ve parkeden çıkan gıcırtıyla birlikte Rüzgâr başını telefondan kaldırdı ve gözleri direkt beni bulurken kaşları da hafifçe havaya kalkmıştı. Gözleri önce yüzümde, ardından ona ait olan kıyafetler boyunca süzülmüştü. Tişörtü bana çok da büyük gelmemişti ama ne kadar belini iplerle sıksam da eşofmanın paçaları ayağımın altına kaymıştı ve onları katlamak asla o bakana kadar aklıma gelmemişti.

Dudaklarında hafif bir kıvrılma olurken, "Seneye de giyersin," dedi ve daha çok güldü, o an beyaz dişleri kendisini göstermişti. Yapmacık bir şekilde gülümsedim ve yüzüne dik dik bakmaya devam ettim. Rüzgâr başını koltuğa yaslayarak bana bakarken, "Tamam, giymezsin," dedi dalga geçmeye devam ederken. Şu an bulunduğum konum ve onun yaptıklarından dolayı hatta onunla çok fazla birbirimizi tanımadığımız için karşılık vermemek zor geldi ama bir tepki vermemeyi becerebilmiştim. Sağ tarafta kalan bir diğer koltuğun köşesine elimdeki kıyafetlerimi koydum ve Rüzgâr ayağa kalkarken, "Sütün sehpanın üzerinde," dedi ve sehpayı işaret etti. Kapının yanında bulunan lambanın düğmesine bastı, bir ışığı kapatırken bir diğerine bastı ve içerideki beyaz ışık anında kapanırken bana hazırladığı yatağın baş ucundaki ayaklı lambanın sarı ışığı odayı aydınlattı. Işığın seviyesini azalttı ve içeride insanı yormayacak ama aynı şekilde etrafı da seçebileceğimiz bir aydınlık oluştu.

Omuzlarıma çöken uykunun bunca zamandır kendisini göstermeyip burada göstermiş olmasına şaşarken, saatler öncesinden akan yaşların acıları mavi gözlerimden çıkıyordu. Her gözümü açıp kapattığımda canım acıyor, tüm kirpiklerim içeriye kıvrılıyormuş gibi gözlerim kanıyordu. Hazırladığı yatağın üzerine oturduğum anda beyaz bir bardağın içindeki sütümü elime aldım. İlk başta fark edilmese de bir süre geçtikten sonra avuç içimi yakmaya başlamıştı ama elimin yanması umurumda değildi, sıcaklığını düşündüğüm anda canımın acımadığını yıllar önce fark etmiştim ve şimdi bardağı elimden bırakma gafletinde bulunamıyordum.

Acıyı değil, sebebini düşündüğün anda canın o kadar da çok acımıyordu.

Sütten bir yudum aldığımda başımı çevirdim ve sıcak sütü yutarken beni izleyen Rüzgâr'a baktım. Ayaklarını orta sehpaya uzatmıştı, tekli koltukta arkasına yaslanırken başını da koltuğun arkasına yaslamış bana bakıyordu. Alışmıştım artık soğuktan yakan gözlerine, alışmıştım üzerimde süregelmesine... Sol elini koltuktan aşağıya sarkıtmış, hafifçe parmaklarını koltuğun kenarlarına vurarak içerideki tek sesi oluşturuyordu. Bakışlarım koltuğa hafifçe vurarak ritim tutan parmaklarındayken dudaklarımı bardağa yasladım ve yüzümde bir mimik oluşmadan yarısını mideye indirdim sıcak sütün. Dilimin, dişlerimin, damaklarımın ve sütün geçtiği her bir milimin yandığını hissedebiliyordum ama ilginç bir şekilde bundan zevk de alıyordum.

Şeytan da bir kere yanıp geriye çekilse uslanırdı ama devamlı ateşe atılması onu arsız yapmıştı.

Bardağın dibine gelmeye yakın bakışlarımı ellerinden yukarıya, gözlerine çıkardım. "Rüzgâr," dedim yine istemsizce ismini hafifçe uzatırken. Bilerek yaptığım bir şey değildi ama ne zaman bir sessizlik anında ona seslensem ismi dudaklarımdan gerçekten de bir kız çocuğu gibi çıkıyordu.

"Buyur?" dedi boğuk çıkan bir sesle.

Başım hafifçe sol tarafa eğildiğinde saçlarım da çıplak koluma sürtünerek kaşındırmıştı. "Ben sarhoşken olan şeyleri unuttun mu?"

"Evet."

"Sarhoş olduğum için mi?"

Rüzgâr dudaklarını hafifçe dışarıya bükerken, "Hayır," dedi. "Sarhoş olmanın bir etkisi pek de yok, istemediğin bir şeyse, hiç olmamış gibi devam etmesini istersen silerim aklımdan." Başımı sallarken son kalan sütü de mideye indirdim ve uzanarak bardağı sehpanın üzerine koydum. Koltukta hafifçe arkama yaslandığım anda Rüzgâr da bana baktı ve en sonunda, "Ne isteyeceksin?" diye sordu ve burnundan hafif bir gülme sesi çıktı.

Bir anda böyle bir şey söylemesiyle, "Hiç," dedim kısaca. "Bir şey istemeyeceğim."

"Gözlerin o yüzden mi kedi gibi bakıyor, Sidal?" diye mırıldandı ve yutkundu.

"Hiçte bile."

"Söyle hadi," dedi sabırsızca. "Bakma öyle gözlerime, ne istiyorsun?"

Derin bir nefes alırken, "O geceki gibi," dedim ve bakışlarımı yere indirdim. Neden konuşurken omurgam ufalanıyormuş, yatağa yığılacakmış gibi hissediyordum? "Uyuyana kadar kalsan olur mu?" dedim sonunda diyeceğim şeyden vazgeçerek. Böyle bir ricayı kendim absürt karşılarken ona sunmaktan utanacağımı düşünmüştüm.

"Peki," dedi kısaca.

Yatağa girdiğimde arkamı ona döndüm, ayak ucuna bıraktığı örtüyü belimden aşağıya örttüm. Koltukta cenin pozisyonu alırken hafifçe yastığın ucuna sarıldım ve gözlerimi kapatarak uyumayı bekledim. Tepemde yanan ayaklı lambanın ışığı vurdukça uyku daha çok kendisini belli ediyordu ama ilaçlarım yanımda olmadığı için asla uyuyamıyordum.

Sokaktan arada bir geçen arabaların ve motorların seslerini dinlerken gözlerimi kapattım ve beklemeye başladım, o an sırtımda hissettiğim parmaklarla birlikte karnımı içeriye çektim ve kalp atışımın içimde yayılmasını dinledim. "Şşşhh!" diye fısıldadı ve o an onun koltuğun kenarındaki boşluğa oturduğunu, göz kapaklarıma vuran ışığın bir bedenle kesildiğini fark ettim. Koltukta en uca doğru kaydım ve onun oturması için yer açtığımda bana yaklaşan bedeninin sıcaklığını, sigarayla karışık o hatıra dolu kokusunu net bir şekilde alabilmiştim.

Parmaklarını tüm sırtım boyunca gezdirirken bir anda eli sırtımın ortasında durdu ve hafifçe vurmaya başladığında, "Pışh! Pışh! Pışh!" diye fısıldadı ve o an yastığa gömülü olan taraftaki dudaklarımda bir gülümseme oluştu. Şimdi uyku elimde olan bir damla sudan daha fazlası, beni içine alabilecek kadar derin bir kuyuydu.

Gözlerimi açacak gücü kendimde bulamazken, "Unutacak mısın?" diye fısıldadım.

Rüzgâr, sırtımda olan parmaklarının hareketini devam ettirirken, "Unutayım mı?" diye sordu fısıldayarak.

"Unut."

"Peki, unuttum."

Naabot mo na ang dulo ng mga na-publish na parte.

⏰ Huling update: Mar 20, 2023 ⏰

Idagdag ang kuwentong ito sa iyong Library para ma-notify tungkol sa mga bagong parte!

DÜĞÜM(KİTAP OLDU)Tahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon