5. Bölüm: AÇILAN KARTLAR

2.1K 56 5
                                    

İnstagramda DÜĞÜM çekilişi var ve 2 gün sonra açıklanacak. Katılmak isteyenleri instagrama beklerim bebeklerim

İnstagram: biliyoruzki
TikTok: biliyoruzkii
Twitter: biliyoruzki1

İYİ OKUMALAR...

Bu dünya, babaların, cellatlarını büyüttüğü bir dünya.

Yaşım, bir elin parmakları kadar etmezken o parmakların orta kısmına Tanrı, içinde kaybolacağım bir kader yazmaya başlamıştı. Yüzümde her şeyden habersiz olduğum bir gülümsemeyle ağlıyor ve Tanrı, fırçasını gözlerimin altına batırarak avucumun içini dolduruyordu.

Gözyaşıyla çizilen kaderde boğulurdum.

Bilmiyordum.

Anlamış oldum.

Boğan hatta bana nefes aldırmayan kaderi avuç içimde sıkarken midemi ve kalbimi dudaklarımın arasında hissediyor, dudaklarım ayrıldığında onları dışarıya çıkaracak ve insanlar kalbimdeki ve midemdeki pisliği görerek beni anlayacaklarmış gibi geliyordu, bu yüzden korkuyla dudaklarımı birbirine sıkı sıkıya bastırıyordum. Şakağımdan akan sıcak ter damlası yanağım boyunca gözümden akan yaşa benzer bir şekilde aktı, ardından boynumda izini sürdürmeye devam etti. Uzun tırnaklarımın izlerinin avuç içlerimde çıktığından emindim çünkü canım yanıyordu. Korku, beni kör edeceği yerde daha da hassaslaştırmıştı. Aralık camdan esen rüzgârın vücudumdaki sızısını bile hissedebilecek kadar korkuyordum. Onu yeni görmüştüm, o beni yeni görmüştü, tanımıyordu ama içimdeki bu korku...

Beni sokak ortasında kaybolan çocuk gibi değil de koltuğun arkasına kimse onu bulamayacakmış gibi gizlenerek ağlayan bir çocuk rolüne sokabilirdi.

Oyuncak bebeğine değil, karnında bebeği varken ölmüş bir kadına sarılarak ağlıyordum o koltuğun arkasında. Kimsenin beni bulmasını istemeyerek, en güvenli olduğunu düşündüğüm yerde akıyordu yaşlar gözümden usul usul. O çocuk kadar aciz ve aptaldım. Rüzgâr karnıma bir ağrı olarak giriyordu ama ben orada kıvranarak ağlamaya devam ediyordum.

Toz değil, kan kokuyordum.

Oturduğum yerden Hakan Aydın'ı izlerken ne konuştuğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Dudakları sürekli hareket ediyor, öğrencilerle sohbet ediyordu. Sesi yorgun ve katı çıkıyor, onun bu hâli benim canımı daha çok acıtıyordu. Kim bilir ne kadar üzülmüştü nişanlısının kaybolduğuna... Bebeğini istemedi. Allah kahretsin ki aklımda bunu sürekli tekrarlayan sesi bastıramıyordum. Hem o kadını deli gibi arayacak kadar sevecek hem de o kadından olacak çocuğunu kabul etmemesini anlayamıyordum. Kadını sevip çocukları sevmeme düşüncesi de aklımdan geçiyordu ama bunu anlayamadığım için bu konuyu düşünmeyi kesiyordum. Çünkü ortada kalıp herkesin gözünden olaya bakınca herkes haklıymış gibi geliyordu.

Birkaç adım gerileyip kürsüden geniş bir açıyla bizlere bakarken, "Başka sorusu olan?" diye sordu yüksek çıkan bir sesle. Nedense normalde düzenli olduğunu düşündüğüm düz saçları alnına dağılmıştı, üzerindeki gömleğin yaka kısmında çok küçükte olsa kırmızı lekeler vardı; yüksek ihtimalle şarap lekesiydi. Normalde fark edilemeyecek kadar küçük detaylardı ama onu, benim kadar detaylı inceleyenin olduğunu düşünmüyordum.

"Hayatınız hakkında bir şeyler anlatabilir misiniz?" Başımı çevirdim ve ayakta olan sarışın kızı gördüm. Gözlerindeki kahverengi kemik gözlükleriyle karşısında bulunan Hakan Aydın'a bakıyordu. "Tabii bir mahsuru yoksa. Siz, tanışalım bu ders deyince sordum." Hakan Aydın'ın yüzünde hiçbir mimik oynamazken kızın üzerindeki özgüven yavaş yavaş çökmeye başladı, omuzları düştü. Sessizlik her zaman insanın içinde kıracak bir şey bulurdu ve Hakan Aydın'ın sessizliği, kızın hevesini kırmışa benziyordu. "Kusura bakmayın," dedi ve kız yavaşça yerine oturdu, sınıftaki sessizliğe gerginlik de katılmış oldu. Ben zaten başından beri gergindim ama diğerleri de Hakan Aydın'ın sessizliğiyle gerilmişlerdi. Galiba bekledikleri tepkiyi alamamış oldukları için şaşırmış ve ne yapacaklarını kestirememişlerdi. Bir an önce dersin bitmesini ve okulu terk etmeyi istiyordum.

Sınıfın içerisindeki sessizlik o kadar fazlaydı ki alnımda atan damarın sesini duyabiliyordum, korkutucuydu. Hakan Aydın dikkatlice konuşan sarışın kıza bakarken, "Neden sustun?" diye sordu görüntüsüne nazaran daha yumuşak bir sesle.

Kız o an daha fazla göz önünde bulunduğu için ellerini masanın üzerinde birleştirdi, sertçe ovuşturmaya başladı; parmaklarını o kadar sert birbirine sürtüyordu ki kan çekilip yerini beyazlığa bırakıyordu. "Cevap vermediniz," dedi en azından titrek çıkmayan bir sesle. Sınıf sessiz olmasa asla sesi duyulmazdı.

"Cevap vermemi beklemeden özür diledin ve oturdun?" dedi Hakan Aydın bu durumu absürt karşıladığını belli eden bir ses ve mimikle. Kollarını göğsünde bağlarken sırıttı. "Neden?"

Kız derin bir nefes alırken, "Yüzünüzden ve sessizliğinizden cevap vermeyeceğinizi düşündüm," dedi ve az da olsa belini doğrulttu, Hakan Aydın'a baktı.

"Bu, özür dilemen gerektiğini mi düşündürttü?" Neden böyle devam ediyordu? Hızlıca karşılık vermesiyle ben bile burada stres olmuştum. Neden bu konu üzerinde bu kadar durmuştu?

"Evet," dedi kız kısaca.

Hakan Aydın o an kıza doğru eğildi. "Yanlış," dedi sertçe fısıldarken. Kaşlarımı çatarak dikkatlice onu izlemeye başladım. "Neden özür diledin?"

Kız en sonunda, "Özel hayatınıza burnumu soktuğumu, sessizliğinizle birlikte mimiklerinizle de belli ettiğinizi düşündüm ve özür diledim," dedi hızlıca ve seslice nefesini dışarıya bıraktı.

"Özel hayatıma burnunu sokmadın, sokmak istediğini belirttin ve ben cevap vermeyince sustun. Ben susmaya devam edince yaptığının yanlış olduğunu düşünerek özür diledin." Sıkıntılı, derin bir nefes aldı ve geriye doğru birkaç adım geriledi. Koyu kahverengi gözleriyle herkese bakarken, "Arkadaşlar, burası hangi bölüm?" diye sordu.

Sinirlenmişe benziyordu.

"Hukuk!" dedi sesini yükseltirken. "Sizler daha ne yaptığınızın ne istediğinizin farkında olmadan sessizlikte güveniniz kırılıp özür dileyecekseniz birkaç yıl sonra nasıl mezun olacaksınız? Buradan yüzlerce avukat, hâkim, savcı çıkacak. Siz mi olacaksınız? Hoca olduğum için sesini çıkartmayan, ne dediğini anlayamayarak ilk akla geleni yapıp özür dileyerek yerinize mi oturacaksınız? Hayatınız boyunca sizi dinlemeyen, dinlese de susmaya devam eden insanlara istediğinizi oldurana kadar amacınızdan vazgeçmeyerek konuşmaya, kendinizle birlikte yanınızdakini de açıklamanız gerekecek. Siz kimi, kime savunacaksınız bu şekilde?"

Sınıfın içerisindeki sessizlik devam ederken, "Ne okursanız okuyun ne işin yaparsanız yapın," dedi tane tane. "Sorduğunuz soruda bir hata yoksa, birisinin özel hayatını ihlal etmeyip karışmıyorsanız her zaman dediklerinizin arkasında durun. Karşı taraf sussa da özür dilemeyin çünkü özür dileyecek bir şey yapmadınız," dedi bakışları önünde oturan sarışın kıza dönerken. "Sizler hukuk öğrencilerisiniz, çıkmayan sesin haykırışı olacaksınız! Kendi sesinden korkan değil. Derin bir nefes aldı, kürsünün üzerinde bulunan dosyalarını eline alırken, "Ders bitmiştir, çıkabilirsiniz. Diğer ders kaldığımız yerden devam edeceğiz," diye mırıldandı kısaca.

Göze çarpmamak için hızlıca çantamı aldım ve kapıya akın eden öğrencilerin arasına karışarak sınıftan dışarıya attım kendimi. Koridordaki kalabalıkta ilerlemek bu mide bulantısıyla beni daha kötü yaparken koridorun diğer ucundaki lavaboya ulaşmam dakikalarımı almıştı. Siyah kapıyı kapattıktan sonra lavaboda tek olduğumu anladım ve en azından az da olsa rahatladım. İlk kabine girdiğim gibi daha kapıyı tam kapatamadan eğildim ve dudaklarımın arasından sadece mide öz suyumu çıkarabildim, ardından lavabonun içerisinde boş öğürtülerim dolanmaya başladı. Kusmak istiyor, sanki kustuğumda rahatlayacakmış gibi kendimi zorluyordum ama dudaklarımın arasından sadece birkaç damla acı su dışında hiçbir şey çıkmıyordu. Her kendimi kastığımda dolan gözlerim, yerdeki desenli fayansların desenlerinin birbirine girmesine neden olurken başım da dönüyordu.

Elim ayağım değil, kalbimle midem birbirine girmişti.

Nemli avuçlarımı dizlerime yaslayarak eğildim ama daha sonra dermansız kalan dizlerim desenli fayansların üzerinde yerini aldı. Şimdi yine dizlerimin üzerinde, içinde hiçbir şeyin bulunmadığı midemin bulantılarını çekerek ağlıyordum. Kusmak istiyordum ama olmuyordu. Kalbimin dudaklarımın arasından çıkmasına bile razıydım. En sonunda çabalamaktan vazgeçtim ve elimin tersiyle dudaklarımı sildim ve fayansın üzerine oturdum. İçinde bulunduğum bu küçük kabin, gömülmesini bekleyen günahkâr insanın tabutunu andırıyor, ben de sıramı sessizce bekliyordum.

Kabinin aralık kapısına nemli gözlerle bakarken ellerim hâlâ titriyor, ne yapacağımı kestiremiyordum. Unutmak için hayatıma devam etmek istedikçe sanki peşinden her şeyi çeken bir mıknatıs gibi bıraktığım şeylere ait birkaç bir şeyi de peşimden sürüklüyordum. Sertçe saçlarımı geriye doğru attım ve sesli bir nefes alırken ayağımın dibinde bulunan çantamı hızla kucağıma aldım ve içerisinden telefonumu çıkardım.

Ne yapacaktım?

Hızla ekrandaki şifreyi girdim ve rehberde Enes'in ismini aradım ama o an aklıma balayında olduğu geldi ve aldığım nefesi daha sesli bir şekilde dışarıya bıraktım. Kimi arayacaktım? Aradığımda ne diyecektim? Lanet olsun! Bu adamın benim dersime girmesi şart mıydı? Nasıl bir bahtsızlıktı bu? Bir an Çağatay'ı aramak istesem de numarası olmadığını fark ettim ve kafamı sertçe kabinin duvarına yasladım. Ne yapacaktım şimdi? Bunu en azından birisine söylemem gerekiyordu. Bu adam tam olarak kimdi, aramalar konusunda ne kadar ileriye gidebilirdi, hiçbir şey bilmiyordum.

Hakan Aydın kimdi?

O an aklıma günler öncesinde Enes'in bana attığı numara geldi. Kime aitti bu numara? Çağatay'a mı yoksa Rüzgâr'a mı? Hızla eski mesajlara girdim ve o an Enes'in bir değil iki numara gönderdiğini fark ettim. İlk numaraya basıp aradığım anda birkaç çalıştan sonra telefon meşgule atıldı. Beynimin her bir kıvrımında bulunan sızı geçtiği her yerde bir kalp gibi atarak ilerliyor, delirecek gibi hissetmeme neden oluyordu. İkinci telefon numarasını aradım ve hoparlöre alarak telefonun birisi tarafından açılmasını bekledim.

Yavaşça ayakkabının ucunu yere vururken gözlerim, elimde bulunan ve hâlâ çalmaya devam eden telefonun ekranındaydı. Telefon birkaç saniye sonra açıldı ve ben daha konuşamadan, "Buyurun?" diyen hafif kalın bir kadın sesini duydum.

Dudaklarım hızla açılırken ne diyeceğimi bilemedim ve en sonunda, "Bu telefon kime ait?" diye sormanın mantıklı olacağını düşündüm. Bu kadın kimdi? Telefon kime aitti?

"Rüzgâr Çetin'in telefonu ama s-"

O an hevesle ekrana bakarken, "Rüzgâr orada mı?" diye sordum hızlıca. Çağatay yerine Rüzgâr'ın çıkması beni daha çok mutlu etmişti çünkü Çağatay, Rüzgâr kadar ılımlı bir insan değildi. Bu durumda ben bir şey yapmamış olsam bile beni dert manyağı yapardı.

"Banyoda," dedi kadın düşünceli bir sesle. "Bir şey mi diyecektiniz? Çıkınca iletebilirim?"

Telefona ne yapacağımı bilemeyerek bakarken, "Eğer sizin için de bir sakıncası yoksa çıktığında ona, benim aradığımı söyler misiniz?" dedim yalvarır gibi çıkan bir sesle. O an durdum ve önce kadın sesini, daha sonra Rüzgâr'ın duşta olduğunu düşündüğümde gözlerimi utançla kapattım. "Kusura bakmayın," diye mırıldandım. "Rahatsız etmek istemezdim. Ben daha sonra ararım."

Kadın benim dediklerimi takmamış gibi, "Rüzgâr!" diye sertçe bağırdı. "Rüzgâr diyorum!"

Kapının tıklatılma sesini duyduğumda, "Gerçekten gerek yok," dedim hızlıca. Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalkarken telefon ekranına bakıyordum. "Çıkınca arardı beni, acelesi yok."

Kapının açılma sesini net bir şekilde duyduktan sonra Rüzgâr'ın söylenmelerini dinlemeye başladım. "Duş alıyorum, duş!" dedi sitemle. "Kafamda hâlâ köpük var, ne diye kapıyı alacaklı gibi çalıyorsun, abla?" Sonda duyduğum kelimeyle şaşkınlığım artarken telefon ekranına bakakaldım. Bu kadın ablası mıydı? Bir ablası olduğunu bilmiyordum, gerçekten onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum.

"Telefondaki kişi seninle acilen konuşmak istiyormuş," dedi kadın hoşnutsuz çıkan bir sesle. O an aradığım için hafifçe pişman oldum, korktuğum bir andı ama aciliyeti yoktu.

"Kim ki?" dedi Rüzgâr az gelen bir sesle. Bir şeyler daha konuşulduğunu duydum ama kelimeleri tam olarak anlayamadım. Aradan geçen birkaç saniyenin sonunda telefonun diğer ucundan Rüzgâr'ın meraklı sesi geldi. "Efendim, Sidal?"

Tavana bakarken, "Kusura bakma, Rüzgâr," diye mırıldandım utangaç çıkan bir sesle. Şimdi yine kanımın içerisini bir korku kaplamış ve ben ayağımla ritim tutmaya başlamıştım. "Seni rahatsız etmek istemezdim."

"Konu neydi?" diye sordu hızlıca. "Bir şey mi oldu? Sesin niye böyle geliyor?"

Ardı ardına sıralanan soruları dinlerken, "Ne olacak bilmiyorum ama..." dedim ve doğrularak sırtımı kabine yasladım, elimdeki telefon ekranına baktım. Sanki ela gözleri orada izini koruyordu. "Elif'in nişanlısı, Hakan Aydın okulda," dedim hızlıca

Lavabonun içerisinde derin bir sessizlik oluşurken telefonun kapanma ihtimaline karşılık kararmış ekrana bastım ama hayır, kapatmamıştı, diğer uçtaydı. Konuşacağım anda Rüzgâr benden önce davrandı. "Nasıl yani?" dedi şaşkınlıkla ve o an kapının kapandığını duydum. Galiba ablası duymasın diye kapıyı kapatmıştı.

"Geçici süreliğine öğretmenlik yapacağını söyledi ve bu sabah dersime girdi," dedim sıkıntılı bir sesle. "Dersten kendimi nasıl attığımı bilemedim, elim ayağıma dolandı."

"Arabanla mı gittin okula?" diye sordu konudan bağımsız.

"Hayır?" dedim sorgular bir ifadeyle. Neden bunu soruyordu?

"Bekle," dedi hızlıca Rüzgâr. "Sen okulda bekle, ben de şimdi evden çıkıyorum, seni almaya geleceğim," dedi ve telefonu yüzüme kapattı.

Afallayarak bir elimdeki telefona bir de içinde bulunduğum tuvalet kabinine baktım. Sıkıntıyla başımı iki yana salladım ve en sonunda bu tuvalet köşesinden rahatsız olarak oturduğum yerden kalktım ve yerdeki çantamı da alarak kabinden çıktım. Bu süre içerisinde içeriye birisinin girmemiş olması işime gelirken elimi yüzümü yıkadım, ardından ağzımdaki acı tattan kurtulmak için birkaç kere de ağzımı çalkalayarak soğuk suyla rahatlamaya çalıştım. Rüzgâr'ı bu şekilde çağırdığım için kısa bir an rahatsız olsam da yapacak başka bir şeyim yoktu.

Lavabodan çıktığımda koridorda kalan birkaç öğrenci dışında kimsenin olmadığını fark ettim. Rüzgâr ne zaman gelirdi? Bir an önce okuldan çıkıp gitmek istiyordum ama Rüzgâr beklemem gerektiğini söylediği için buradan ayrılamıyordum. Çantamı omuzuma asarken kimseyle göz teması kurmadan çıkış kapısına ilerlemeye başladım. En azından kampüsün içerisindeki bir kafede bekleyebilirdim, hem bir şeyler içerek ağzımdaki bu iğrenç tattan da kurtulurdum.

Kafeye doğru ilerlerken telefon çalmaya başladı, bir elimle kafenin kapısını aralarken diğer elimle pantolonumun cebindeki telefonumu aldım. Ekranda Rüzgâr'ın adını görmeyi bekliyordum fakat o değildi.

Cenk arıyordu.

Bir an aramayı reddedecektim ama şu anki korkumu en azından sinire çevirir diye telefonu açtım ve zaman kaybetmeden kulağıma götürdüm ama pişman olmam uzun sürmemişti. "Sen nerelerdesin, Sidal?" diye gelen bağırışla yüzümü buruşturdum ve kafenin içerisindeki küçük masaya doğru ilerlemeye başladım. "Deli mi edeceksin sen beni?"

Cenk, her zamanki Cenk'ti.

Yüzümü buruştururken, "Ne oluyor, Cenk?" dedim hoşnutsuz bir sesle ve çantamı masanın üzerine koydum, ardından sandalyemi çekerek yerleştim. "Neden aradın? Bir şey mi oldu?"

"İki hafta önce döndüm, Türkiye'ye."

"Bana ne?" dedim hızla.

"Terbiyesiz!" dedi çirkefleşerek.

"Sus!"

Aramızda kısa bir sessizlik olduğunda başımı kaldırdım ve kafede sadece benim bulunduğumu fark ettim. Acaba kafe kısa süreliğine kapalı mıydı? Uzun süredir okula gelmediğim için hiçbir şeyden haberim yoktu. Başımı ileriye doğru uzattığım anda bana doğru elindeki menüyle gelen garsonu gördüm ve yavaşça arkama yaslandım. "Neredesin?" diye sordu en sonunda Cenk.

Dudaklarımı yalarken, "Okul," dedim kısaca. Garson menüyü masanın üzerine bırakırken gülümseyerek karşılık verdim. Garson yanımdan ayrıldığı anda, "Bir şey mi oldu, Cenk? Günlerdir benimle iletişime geçmeye çalışıyorsun," diye sordum.

"Seninle barışmak istiyorum."

"Hayır," dedim hızlıca. "Neden anlamıyorsun seninle barışmak istemediğimi?"

"Çocuktum, Sidal," dedi baygın bir şekilde. Onun yüz ifadesini hayal edebiliyordum: Hoparlörde olan telefona ilginç bir şeymiş gibi bakarken kucağındaki bilgisayarıyla ilgileniyor olmalıydı. "O zamanki hatamı anladım, şimdi büyüdüm," dedi artık daha resmi gelen bir sesle. "Üzerinden yıllar geçti, yıllar."

Masaya baygın bakışlar atarken, "Sadece bunun için mi iletişime geçmek istiyordun?" dedim yavaşça.

"Ben uzun zamandır seninle iletişime geçmek istiyorum ama sen her seferinde beni engelliyorsun."

Dudaklarımı birbirine sürterken, "Şu an müsait değilim, Cenk," diye yavaşça mırıldandım. Göğsümün ortasında bir dünya vardı ve Cenk, dediği gibi uzun zamandır o dünyanın içerisine girmek için her yolu deniyordu. Yıllar önce ona küsmüş olan kız çocuğunun başı hep eğikti. O boynu Cenk eğmişti. Titrek ama derin bir nefes alırken, "Sana mesaj atacağım," dedim en azından ılımlı bir sesle. "Olur mu?"

Kısa bir sessizliğin ardından, "Olur," dedi kısaca ama sesinden bu yanıtı almayı beklemediği anlaşılıyordu, daha olumlu bir tepki alacağını zannetmiş olabilirdi ama içimde asla ona karşı bir yumuşama olmuyordu. Yıllar önce ondan yediğim yumruk yüzünden ellerim hep yüzümü koruyordu. Sevmek için kalkan eline bile yargılayarak bakacak kadar beni o küçücük hâlimle kalbim kırık bırakmıştı. Cenk'in bende iz olarak bıraktığı şey yüzümdeki morluklar değildi, içimde bıraktığı ezikliklerdi. "Bir ara annemin yanına uğrayabilir misin? Seninle konuşmak istediği şeyler varmış. Aramış ama ulaşamamış."

"Teyzem mi aramış?" dedim hafif şaşkınlıkla. "Birkaç gündür çok meşgulüm, Cenk," dediğimde mideme giren krampla dişlerimi birbirine bastırdım. "Aradığını görmemişim, yakın zamanda yanına uğrarım."

Cenk'le kısa bir vedalaşmanın sonunda telefonu kapattım ve benim sipariş vermemi bekleyen garsona sütlü bir kahve getirmesini rica ettim. Kahvem önüme geldiğinde hâlâ kafede benim dışımda kimse yoktu ve bu, zaman geçtikte daha fazla dikkatimi çekiyordu. Kahvemi içerken telefondan Hakan Aydın'ı araştırmaya başladım. Otuzlarının ortalarında olan adamın eğitim durumu her daim başarılı olan okullardan geçmişti ve şimdi benim okuduğum okulda öğretim görevlisi olmuştu. Adını yazdığım anda ilk çıkan Elif'le olan fotoğraflarıydı. İçimdeki kuyunun içinden bir ses duyduğumda bakışlarım Elif ve Hakan'ın dudaklarında olan gülümsemelerindeydi.

Birbirlerini seviyormuş gibi görünüyorlardı.

Hakan Aydın'ın sosyal medyasında Elif'le olan fotoğraflarına bakarken epey vakit geçmişti. Nişan fotoğraflarına dikkatli bir şekilde bakarken sessiz olan kafenin kapısı aralandı. Dikkatim dağılırken gelen kişiyi görmek için kafamı kaldırıp baktığımda içeriye giren adamla birlikte telefonumun ekranını sanki o görebilecekmiş gibi hızlıca kapattım.

Hakan Aydın buraya gelmişti.

Sertçe yutkunurken olduğum yerde çakılarak yaptığım tek şey, adamın en ufak hareketine kadar izlemek olmuştu. Derste olduğundan daha resmi ve yorgun görünüyordu. Omuzları tamamen çökmüştü. Elindeki kâğıt parçalarını sıkı sıkıya tutarken ona doğru gelen garsona, "Merhaba," dedi kısaca.

Ben onları dikkatlice izlerken garson, Hakan Aydın'a yaklaştı. "Buyurun, efendim?" dedi nazikçe. "Hangi masaya geçmek istersiniz?"

Hakan yavaşça başını sallarken, "Oturmayacağım," dedi. O an elindeki kâğıtlardan bir tanesini karşısında bulunan garsona doğru uzattı. "Bunu buraya asmamızda bir sakınca var mı?" diye sordu yorgun çıkan bir sesle.

Garson, kâğıdı eline alırken, "Bu ne, efendim?" diye sordu.

"Nişanlım."

Dudaklarım ayrılırken bulunduğum yere kırk kat çukur açılsın ve ben içine gireyim istedim. Yer yarılsın, beni öyle bir içine alsın ki karşımdaki bu adamın hâlini görmeyeyim istedim. Garsonla konuşan o adamın elleri titriyor, dudaklarını sıklıkla dişliyordu. Onun karşımda somut bir hâl alan sevgisinden utanırken onu izlemek dışında elimden bir şey gelmedi.

Garson yavaşça başını sallarken, "Tabii ki, efendim," dedi üzgün çıkan bir sesle. "Herkesin görebileceği bir yere asarım."

"Hepsini verebilirim," dedi hızla Hakan. "Herkes görsün, belki bilen veya gören vardır." Gözlerimi yavaşça kapattım ve kirpiklerimin gözlerime battığını hissettim. Bir ok gibi göz bebeklerime saplanıyorlardı. Belki de gözlerimi açıp bu ânı görmem için yapıyorlardı. "Elif Kurşun; kısa siyah saçları ve mavi gözleri var, orta kilolarda bir kadın."

"Elimizden geleni yaparız."

"Hamile." O an kapalı gözlerim tekrardan açıldı ve onun daha da çökmüş hâlini gördüm. Ben belki de Elif öldüğünde bu kadar üzülmemiştim. Ne olduğunu bilmeyen bu adama üzülmüş, yanmıştım. "Karnı çıkmamıştı, lütfen dikkat edin. Kaç aylık, tam olarak bilmiyorum."

Bir şeyin sonunu bilerek yaşamak ve bunu diğerlerine anlatamamak çok zordu.

Tanrı nasıl dayanıyordu?

Elif'in durumunu bilmek ve bunu, onu deli gibi arayan nişanlısına söyleyemeden beklemek çok zordu. Ben, Hakan gidene kadar onu göreceksem iradem, ilk baştaki gibi kalabilir miydi? Bir insan ne kadar iradeli ne kadar yolundan dönmeyeceğini söylese de bu bir yere kadardı, her şeyin sınırı olduğu gibi bunun da bir sınırı vardı. Bir gün Hakan'ı bu şekilde görmekten yorulabilir ve her şeyi anlatabilirdim.

Korkuyordum.

Elimdeki telefon titrediğinde yavaşça bakışlarımı aşağı indirdim ve Rüzgâr'dan gelen mesajı yavaşça açarak okudum.

Rüzgâr: Kampüsün önündeyim. Sen neredesin?

Derin bir nefes alırken oturduğum yerden yavaşça kalktım ve bu tarafa gelen garsonu gördüğümde cüzdanımdan para çıkardım, fincanın altına sıkıştırarak masadan ayrıldım. Birazdan Hakan Aydın'ın yanından geçerek çıkacak ve bir daha ona bu kadar yakın olmayacaktım. Sadece birkaç saniye beklemem gerekiyordu. Gözlerim neredeyse kapalı bir şekilde Hakan Aydın'ın yanından geçiyordum ki o an Hakan başını çevirdi ve beni gördüğü gibi, "Affedersiniz?" dedi hızlıca ve vücudunu bana doğru çevirdi.

Adımlarım onun sesini duymamla hızlıca koşmak ve olduğum yere çakılmak arasında gidip gelirken vicdanım izin vermedi ve olduğum yerde hızlıca durarak sağa döndüm ve bana bakan Hakan Aydın'la göz göze geldim. "Buyurun?" dedim düz tutmaya çalıştığım bir sesle. Tamam, sadece birkaç saniye onu dinleyecek ve çıkacaktım, bu kadar, daha fazlası değil.

"Rahatsız ediyorum ama..." Bakışlarını elindeki kâğıtlara düşürdü, ben de yavaşça elindeki kâğıtlara baktım. Tam ortada Elif'e ait büyük, renkli bir fotoğraf ve altında birkaç bilgilendirme ve numaralar sıralıydı. Hakan üstteki kâğıtlardan bir tanesini bana doğru uzatırken, "Nişanlım, Elif kayıp, onu arıyoruz," dedi hızlıca ve gözlerime o an yalvarır gibi baktı. Ona bir şeyler dememi bekler gibi duruyordu ama ben bir şeyler dersem yıkılacağından haberi yoktu. Yavaşça yutkunurken, "Gördünüz mü hiç?" dedi ve gözlerime dikkatlice bakarken, "Gözleriniz neredeyse aynı renk," dedi hevesle. İliğimle, kemiğimle bu adamın Elif'i sevdiğini ve bulmak istediğini görebiliyor, hissedebiliyordum ve bir anda yakasına yapışarak, keşke çocuğunu da isteseydin, diye haykırmak istiyordum. Çocuğunu istemiş olsaydın o gece o barda olmayacaktı, benimle hiç konuşmayacaktı...

Gözlerinin içine bakarken gözlerimin dolduğunu hissedebiliyordum ama bana odaklanan bakışlarından kurtulamıyordum. İçine çeken kara bir delikti. Yavaşça başımı iki yana sallarken, "Görmedim," dedim fısıltıyı andıran bir sesle. Burada daha fazla kalırsam karşısında ağlamaktan korkuyordum.

Hakan'ın gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığıyla titrerken, "Hamile," dedi yavaşça. Bakışları ümitsiz bir şekilde elindeki kâğıtlara, Elif'in fotoğrafına düştü. "Arkadaşlarına söylersen sevinirim, belki aralarında kalabalık mekânlarda görenler olmuştur."

Gözlerim dolu dolu başımı salladım ve elimdeki kâğıdı sıkı sıkı tutarken önüme döndüm ve kafenin kapısına doğru ilerlemeye başladım. Sağ gözümden akan yaş hızla yanağım boyunca akarken başım eğik bir şekilde çıkışa doğru ilerlemeye başladım. Eğilen başımın gördüğü yerde Elif'in gülümseyen fotoğrafı vardı. Siyah saçlarını yukarıdan toplamış, beyaz dişlerini göstere göstere kocaman gülümsediği bir fotoğraftı. "Ben yapmadım," dedim nemli gözlerle elimdeki fotoğrafa bakarken. "Böyle olmasını da istemezdim."

Sol elimi kaldırdım ve sertçe yanaklarımı silerken çıkışa yaklaştığımı fark ettim ve başımı kaldırarak ilk defa etrafıma baktım. Kimisi ayak üstü arkadaşlarıyla sohbet ederken, kimisi çimlerin üzerine oturarak tek başına takılıyordu. Dudaklarım ağlamamak için dışarıya bükülürken başımı çevirdim ve o an karşıdaki arabanın önünde duran ve telefonuna bakan Rüzgâr'ı gördüm. Altında siyah bir kot pantolon varken üzerine siyah bir hoodie giymişti. Çantamda titreyen telefonu fark ettiğimde beni aradığını anlamış oldum.

Derin bir nefes alırken ağlamamak için kendimi tutmaya çalışsam da gözlerim doluyordu. Adımlarım buradan çıkmak istediğim için her geçen saniye hızlanırken Rüzgâr başını kaldırdı ve ona doğru gelen beni fark etti. Bakışları her zamanki gibi direkt olarak yüzümü odağına alırken kaşları önce şaşkınca havaya kalktı, ardından yavaşça çatılırken bana doğru gelmeye başladı.

Adımlarımız birbirimiz için açılırken benden önce Rüzgâr, "Ne oldu sana?" dedi. Ela gözleri yüzümden başlayarak tepeden tırnağa beni inceledi, ardından yaşlı gözlerime tekrardan bakarken, "Bir şey mi dedi?" dedi düşünceli bir sesle.

Başımı iki yana sallarken, "Bunu verdi," dedim ve elimdeki Hakan'ın verdiği kâğıdı ona doğru uzatırken bir damla yaş yavaşça gözümden aşağı aktı. Rüzgâr sorgular bir şekilde elimdeki kâğıda bakarken Elif'in fotoğrafının göründüğü kısmı gösterdim ona. "Deli gibi arıyor onu," dedim ağlamaya başlarken. Elbette ki nişanlısı için üzüleceğini düşünmüştüm ama düşünmek, görmek kadar can acıtmıyordu.

Hakan'ın o çaresiz hâlini görmüştüm.

Kafam patlayana kadar onu düşünsem bu kadar canım acımazdı.

"Ağlama, lütfen," diye mırıldandı gözümden akan yaşa bakarken. "Derin nefes al ve tam olarak ne olduğunu anlat bana."

Kâğıdı biraz daha kaldırıp ona gösterirken, "Az önce kafede verdi," dedim titrek bir sesle. Şu an ağlamadan nasıl konuşulur, onu anlamaya çalışıyordum. Dudaklarım ne zaman ayrılsa sesli bir şekilde ağlayacakmışım gibi hissediyordum, içimde tuttuğum nefeslerle kalbim ağrımaya başlamıştı. "Görmen lazım hâlini, Rüzgâr," dedim fısıldayarak ağlarken. "Herkese onu anlatıyor belki bir yerlerde görmüşlerdir diye, bu kâğıtları dağıtıyor."

"Konuşma, sadece derin nefes al, Sidal," dedi sertçe ve gözlerini gözlerime odakladı.

Elimde tuttuğum kâğıdı hafifçe sallarken, "Bana gelip, nişanlımı arıyorum, hamile, dediğinde..." dedim ve o an nefesim yetmedi, omuzlarım titrerken hıçkırdım. "Ben... Ben ne yapacağımı bilemedim." Göğsüm hızla inip kalkıyor, hâlâ ona olanları anlatma çabasına giriyordum. Vücudumu yöneten aklım olsaydı sadece susarak toparlanmayı ve sonra anlatmayı düşünürdü ama aklım değil, kalbim konuşuyordu. Onu durduramıyordum, hıçkırarak ağlarken dudaklarımın arasından çıkacakmış gibi sertçe hareket ettiriyordu. "Rüz..."

Rüzgâr kolumu tuttu ve kendisine çekti, ardından hızlıca bir kolunu belime doladı. Kâğıdı tutan elim, göğüslerimiz arasında kaldığında parmak uçlarıma çarpan kalp atışlarının kime ait olduğunu çözemeyecek kadar afallamış hâldeydim. Rüzgâr, elini başımın arkasına koyup yüzümü omuzuyla boynu arasına yerleştirirken, "Nefes al..." diye mırıldandı kısık bir sesle. Bedenim ne olduğunu bilmediği bir derinlikte kendisini bulmuştu ve ne yapacağını bilmiyordu. Sadece tek kolunu bana sarmıştı ama ben, tüm vücudum sarmaşıklarla sarılmış gibi sıkışık ve güven içerisinde hissediyordum. "Titriyorsun, nefes al, Sidal," dedi sertçe ve o an dudaklarım ayrılır ayrılmaz hızlı ve sert bir nefesi içime çektim. Gözlerimi kapattığımda yüzümü kaplayan yaşların yavaşça bu soğuk havada kurumaya başladığını derimin gerilmesinden anlamış oldum. Ardı ardına nefesler alırken Rüzgâr, saçlarımın arasında olan elinin baskısını arttırdı. "Aferin, böyle," diye mırıldandı yavaşça. "Nefes al, ben seni dinleyeceğim, hemen anlatmana gerek yok."

Orada ne kadar öyle kaldığımıza dair bir fikrim yoktu. Artık daha sakin hissettiğimde yavaşça Rüzgâr'dan ayrıldım ve baygın bakışlarla başımı kaldırarak ela gözlerine baktım. Gözleriyle beni kısaca inceledi, bir şeyler diyecek gibi oldu ama demedi, sadece hafifçe koluma girdi ve yolcu koltuğuna oturtana kadarda bırakmadı. Kapıyı kapatıp arabanın önünden kendi yerine geçmek için dolandığında o kâğıt hâlâ elimdeydi ama artık avuçlarımın içinde, oraya gömmek istermiş gibi sıkı sıkıya tutuyordum.

Arkama yavaşça yaslanırken camdan dışarıya, üniversitenin bahçesine bakıyordum. Rüzgâr arabaya bindikten sonra zaman kaybetmeden arabayı çalıştırdı ve üniversiteden uzaklaşmaya başladık. Artık ağlamıyordum ama konuşacak kadar da dermanım yoktu. Gözlerim uykusuzluk yüzünden her geçen saniye biraz daha kısılırken telefonuma mesaj geldiğini fark edebiliyordum ama bakacak gücü kendimde bulamıyordum.

"Çağatay'ı mı aradın?" Başımı yavaşça çevirdiğimde Rüzgâr bir eliyle arabayı sürerken diğer elindeki telefona da bakmayı ihmal etmiyordu. Trafikte durduğumuzda başını çevirdi ve sessizce onu izleyen beni gördü. Dudaklarını birbirine sertçe bastırarak sürttü, ardından elindeki telefonu hafifçe kaldırırken, "Bana söylüyor," dedi açıklık getirerek.

"Senden önce onu aramıştım," dedim kısık çıkan bir sesle. "Ama açmadı."

Rüzgâr dikkatlice yüzüme bakarken kaşlarını kaldırdı, ardından başını sallayarak önüne dönerken, "Peki," diye mırıldandı sadece. Uzun ve teni gibi bembeyaz olan parmaklarını direksiyonun üzerinde gezdirirken onu izliyordum. Onun arabası olmasa dizlerimi kendime çeker ve şu an için en iyi pozisyonu almak isterdim ama yapamıyordum. Başımı koltuğa hafifçe sürterek Rüzgâr'a bakmaya devam ederken, "Uyumadın mı sen?" diye sordu bir anda.

"Nereden çıkardın bunu?" dedim profiline bakarken.

"Kedi gibi koltuğa başını sürtüp duruyorsun..." Gaza bastı ve trafikte ilerlemeye başladı. "Gözlerin de kızarık."

"Ağladım," dedim yavaşça ama ne dersem diyeyim uykusuzdum. Düğünde epey yorulmuştum ve üstüne gece boyu uyumadığım için kendimi daha yorgun hissediyordum. Derin bir nefes alırken ayılmak için boştaki elimle yüzümü sertçe okşadım ve ön camdan dışarıya bakarken, "Nereye gidiyoruz?" diye sordum.

"Çağatay şu an karakolda. İşi varmış, yani, o gelemez," Dedi omuzunun üzerinden bana bakarken. "İyi görünmüyorsun, seni eve bırakayım mı?"

Başımı yavaşça sallarken, "Olur," dedim. Bir süre daha hayata olduğu gibi devam edemeyeceğimi anlamış oldum. "Bende konuşuruz, rahat ederiz..." O an aklıma gelen detayla Rüzgâr'a dönerken, "Arda bende kalıyor, bana gidemeyiz," dedim ve yüzümü ekşittim. Nasıl görünüyordum bilmiyordum ama Rüzgâr bile anladığına göre Arda hayli hayli şüphesinin üzerine şüphe koyardı.

Rüzgâr başını bir kere sallarken, "Bana?" dedi sorar gibi. Başımı çevirdim ve o an ilk defa Rüzgâr'ın saçları dikkatimi çekti, uçları ne kadar kurusa da diplerinin yaş olduğu belli oluyordu. Evden hızlıca çıkmış olmalıydı. "Olur mu?" Birisinin evine gitmek istemiyordum.

Bir süre ona baktıktan sonra, "Olurdu da..." dedim ve kaşlarımı hafifçe kaldırırken, "Orada da ablan var," dedim.

"Uçağı vardı, ben evden çıkmadan önce çıktı o," dedi hızla. "Bana gidelim, daha iyi olur."

Hiçbir şey demedim, sadece arkama yaslanarak camdan dışarıyı izlemeye başladım. Arabanın içindeki sessizlik her geçen saniye artarken avucumun içinde buruşturduğum kâğıt parçası bir avuç cam hâlini alıyor, Tanrı'nın çizmiş olduğu kaderi parçalıyordu. Galiba Elif'in bir anda hayatımda yer edinmesi bu cam parçalarıyken, onun hayatımda çok önemli bir rol oynaması da kaderimi değiştirebilecek yaralardı. İstememiştim, kimse böyle bir şeyi yaşamak istemezdi. İyinin görmek istemeyeceği, kötünün tercih etmeyeceği bir olaydı ve ben ortada kalarak bunu yaşamıştım.

Peki ya Hakan Aydın?

Nasıl bir insandı, normalde nasıl dururdu bilmiyordum ama internette gördüğüm fotoğraflarına göre epey yıpranmış görünüyordu. Sevdiği bir insanın ortadan kaybolması herkesi üzerdi, ya öldüğünü öğrense? Olduğum yerde damarlarım çekilirken fotoğrafın bulunduğu elim uyuşmuştu ve hiç düşünmeden camı araladım ve kâğıdı dışarıya attım. Gitmişti elimden ama ne değişmişti?

Cam parçalarını yok etsem de ne yara kapanıyordu ne de yaranın açıldığını unutuyordu insan. Bu yüzden vardı yara izleri; Tanrı'nın geçmişi unutmayasın diye aklından, kalbinden silme ihtimaline karşılık vücuduna kazıdığı eskimiş zamandı. Çünkü gün gelir çok şey yaşarsın ve aklından silinebilir, gün gelir kalbin o kadar çok kırılır ki bunu hatırlayamayacak hâle düşebilirsin.

Camdan içeriye giren sert rüzgârla saçlarım geriye doğru düştüğünde boynuma çarpan rüzgârla üşümüş, yüzümdeki tüm yaşlar artık tamamen kurumuştu. Tekrardan bir trafik ışığında durduğumuzda artık eve yaklaştığımızı görebiliyordum. Eve gitsem, ona olanları anlatsam ne işe yarayacaktı ki? Elif yaşamayacak, Hakan'ın acısı azalmayacaktı. İşte bir ihtimal; konuştuğumda her şeyin düşündüğümden daha vahim olmadığını bir başkasından duymak beni rahatlatacaktı.

Bir başkasının acısını hissederken bile insan bencildi. Acısını paylaşacaktım ama yine kendimi rahatlatma amacıyla anlatacaktım.

Düşüncelerimden rahatsız olurken gözlerim karşıdaki kenara çekilmiş arabaya kaydı. Arabanın bir kapısı açıktı ve bir adam kolundan tuttuğu oğlan çocuğunu sarsıp bağırarak bir şey diyordu ama aramızdaki mesafe yüzünden ne dediğini duyamıyordum. Çocuk, onu arabaya sürükleyen adama karşılık gitmek istemediğini belli etse de adam bu durumu umursamadan çocuğu arabaya sürüklemeye çalışıyordu. Bu adam, çocuğun bir yakını değil miydi? Kaşlarım çatılırken arabanın açık kapısından bir kadın indi ve çocuk, sanki bir can simidi görmüş gibi kadına doğru gitmek istedi ama kolunu tutan adam buna engel oldu.

Çocuğun o an dudaklarını zar zor okudum, kadına 'anne' diyordu. Bu adam da babası diye tahmin ediyordum.

Kadın, çocuğa doğru ilerlerken adamın bırakacağını düşündüm ama öyle bir şey olmadı. Hem kadına hem çocuğa karşı bağırarak konuşmaya başladı. Bu adamın derdi neydi? Kadın, çocuğun boyuna gelerek çocukla konuşmaya çalışsa da çocuk gitmemek için direniyor, adam daha da öfkelenerek çocuğu çekiştiriyordu. Kadın doğrulduğunda o an adam elini kaldırdı ve bir saniye bile beklemeden çocuğun yüzüne tokat attı, ardından onu arabaya doğru sürükledi. Kadınla adam da saniyeler içerisinde arabalarında yerlerini alıp ters istikamette ilerlemeye başladıklarında dehşetle onların ardından bakıyordum. Çocuğun eğilen boynunu şimdi hangi sevgi doğrultabilirdi ki? Bu nasıl bir babaydı ki çocuğuna tokat atabiliyordu? Bu nasıl bir anneydi ki birinin çocuğuna tokat atmasına ses çıkartmıyordu?

Bu nasıl bir dünyaydı?

Bu dünya, babaların, cellatlarını büyüttüğü bir dünyaydı.

Bu dünya, annelerin, çocuklarının içlerinde onlara karşı sevgisini yitirmesine izin verdikleri bir dünyaydı.

Yıllar önce okuduğum bir kitapta şöyle yazıyordu: Artık babaların, evlatlarının kaderini yazdığı bir dünyada yaşıyoruz.

Çok haklıydı.

Şimdi, babamın yaptıkları ve yapamadıkları arasında kalmış bir kaderi yaşıyordum.

Camdan içeriye giren rüzgâr az da olsa kendime gelmemi sağlarken çoğunluğunda gözlerim kapalı bir şekilde Rüzgâr'ın evine geldik. Bir önceki geldiğimde kendimi daha sonrasında rahatsız hissetmiştim; onu rahatsız ettiğimi düşünüyordum. Şimdi de evine gelmek istemezdim ama kendi evime gidemiyordum, dışarıda oturmak ve bu konuyu konuşmak asla istemeyeceğim şeyler arasında geliyordu. Rüzgâr evin kapısını açana kadar hiçbir şey konuşmamış, sessizce çıkmıştık yukarıya.

Ayakkabımın bağcıklarını çözerken, "Müsait mi ev?" diye sordum ne olur ne olmaz diye. Ne diye tanımadığım bir eve geliyordum ki? Sevmezdim böyle şeyleri.

Rüzgâr kapıyı tamamen aralarken, "Rahat ol, Sidal," diye mırıldandı. Arkası bana dönüktü ve yüzündeki ifadeyi göremiyordum. "Geçen geceki gibi rahat olabilirsin."

Tam içeriye gireceğim anda elimi kapının kenarına koydum ve başımı kaldırarak bana bakan Rüzgâr'a baktım. Tek kaşım şüpheli bir şekilde yukarıya kalkarken, "Neden böyle bir şey söyledin?" dedim yavaşça. Hatırladıklarımı bilmiyordu ama benim hatırlamadığım şeyler de mi olmuştu? Rüzgâr bir çocuk gibi omuzunu indirip kaldırdı. Bu sefer kaşlarım çatılırken, "Bir şey mi oldu?" dedim hızla. Kapının tam girişinde duruyor, diyeceği en ufak şeyi merakla bekliyordum. Rüzgâr'ın dudakları tam ayrıldığında bakışlarım dolgun dudaklarına düştü ama Rüzgâr, benim bu hâlimden zevk alır gibi konuşmak yerine sırıttı ve beyaz dişleri göründü. Bakışlarımı ela gözlerine taşırken, "Bir şey mi yaptım?" diye sordum sabırsızca.

Bakışları eğlenir gibi benim üzerimde durmaya devam ederken, "Hatırlamıyor musun?" diye sordu şüpheli bir sesle.

"Hatırlasam niye sorayım?"

"Hiç mi?"

Gözlerimi bayarken, "Hiç," dedim. Elbette bir şeyler hatırlıyordum ama hatırlamadığım bir şeylerin olup olmadığını da merak ediyordum. Ya bir şey olmadıysa ve sadece beni işletmek için öyle diyorsa?

Rüzgâr elini kaldırdı ve içeriyi gösterirken, "Ev soğudu," diye homurdandı sabırsız bir sesle. "Gir içeriye."

Sesli bir şekilde nefesimi bırakıp içeriye girerken yan gözle ona kınayıcı bir bakış atıyordum. Dik dik bakışlarıma karşılık verirken, "Bir şey mi yaptım o gece?" diye sordum.

"Ne?"

"Bir şey mi yaptım?" dedim tekrardan.

Yüzüme bakarken, "Ne?" dedi.

"Bir şey mi oldu? Hatırla-"

"Ne?"

"Rüzgâr!" dedim o an kendimi tutamayarak çemkirirken. Rüzgâr yanımdan geçip arkamda kalan kapıya doğru ilerlerken, "Deli edersin insanı," diye söylendim. "Ne oldu o gece?"

Rüzgâr'ın girdiği odadan gülme sesi gelirken, "Bunu hiçbir zaman bilemeyeceksin," diye söylendiğini duydum. Rüzgâr'ın arkasından o kapıdan girdiğimde beni küçük, toplu bir mutfak karşıladı. Krem rengi mutfak dolapları varken hemen girişin sol kısmında bir buzdolabı mevcuttu. Duvara yapışık duran tahta sandalye ve masa orta alanı kısıtlasa da üzerindeki küçük çiçeklerle tatlı duruyordu. Rüzgâr dolaptan iki tane fincan çıkartırken, "Nasıl içersin kahveni?" diye sordu ama bakışları bende değil, tezgâhtaydı.

Mutfak kapısının önünde ona bakarken, "Teşekkür ederim ama içmeyeceğim," dedim ve elimi kaldırarak saçlarımı omuzumdan arkaya attım. Bir süre Rüzgâr'a baktıktan sonra, "Rüzgâr," diye kısık bir mırıltı çıkarttım.

Fincana granül kahveyi dökerken, "Efendim?" diye mırıldandı sakin çıkan bir sesle.

"O gece bir şey mi yaptım?"

"Evet."

Elimi yüzüme çarpmamak için zor dururken, "Ne yaptım?" dedim yavaşça. Hatırladıklarımda bir şeyler yapmıyordum, çok da sorun çıkartacak hareketler yapmadığımı düşünüyordum ama demek ki her şey benim hatırladığım kadarıyla sınırlı değildi. Bir adım atıp ona yaklaşırken, "Hı?" diye kısa bir mırıltı çıkardım.

Rüzgâr o an bana döndü ve kalçasını tezgâha yan bir şekilde yaslarken gözlerimin içine baktı. "Hatırlamıyorum, Sidal."

Ocaktaki suyun kaynama sesi sessiz eve çökerken, "Nasıl?" diye sordum.

"Sarhoştun ve o gece ne olduysa unuttum." Çatılan kaşlarıma bakışları çıktığında tekrardan gülümsedi. "Düşünüp durma... Hem o kaşlarını da çatma, erken yaşta yaşlanacaksın." Rüzgâr ocakta kaynayan suyun altını kapattı ve fincanına boşaltırken, "Dikilme orada, otursana masaya," dedi sakince; olağan bir günde, normal bir konuşma yapıyormuş gibi görünüyordu.

Nasıl bir insandı, Rüzgâr Çetin?

Onu bu kötü duruma sokan, şu an bile o konuyla ilgili bir şeyler anlatarak hatırlatacak o kıza hâlâ gülümsüyordu. Mesela; Çağatay'da bu yoktu. Düğün günü dışında her daim hoşnutsuz bakışlarıyla gözlerini bana dikiyor, bu işte olmak istemediğini bakışlarıyla hissettiriyordu. Enes de en yakın arkadaşlarımdan biri olduğu için bunu bana hissettirmek istemiyordu ama onun da düşünceli ve huzursuz olduğunun farkındaydım. Yeni bulduğu o mutluluğun ellerinden uçup gitmesini istemiyordu. Ama Rüzgâr? O öyle değildi; daha adamakıllı birbirimizi tanımamış olmamıza rağmen beni rahatlatacak şekilde konuyu değiştiren, her daim gülümsemeyi ihmal etmeyen bir insandı. Bu durumda bir şeyler anlatmak, rahatlamak, düşünmek istesem seçeceğim insanın Rüzgâr olmasını isterdim.

Perdeler çekili olduğu için loş olan mutfakta biraz daha uyku bastırsa da birkaç adımla masaya yaklaştım ve iki sandalyeden birini çekerek oturdum. Arabadayken sürekli titreyen telefonum aklıma geldi ve daha Rüzgâr masaya gelmeden çantamdan telefonumu çıkardım ve çantamı ayağımın dibine bıraktım. Enes birçok mesaj atmış, Çağatay da aramıştı. Enes'in mesajlarını okurken her geçen saniye de kaşlarım çatılıyordu çünkü hiç hoşuma gidecek mesajlar yoktu.

Enes: Sidal, sana acil işim düştü.

Enes: Joker'deki elemanların çoğuna ulaşamıyorum, oraya gitmen gerekiyor.

Enes: Biliyorum, sevmiyorsun orayı ama senden başka güvenecek kimsem yok.

Enes: Lütfen bu gece oraya git, tam adresi atıyorum.

"Ne oldu?"

Telefon ekranındaki Enes'in attığı adrese bakarken, "Enes," diye kısaca cevap verdim Rüzgâr'a. Ben oraya gitmek istemiyordum ki! Sesli bir nefesi dışarıya bırakırken ekranı kapattım ve telefonumu masanın üzerine bırakırken, "Bu gece işe gitmem gerekiyormuş, öyle söylüyor," diye homurdandım.

Rüzgâr kahvesini masanın üzerine bırakıp karşımdaki sandalyeye otururken, "Joker'e mi?" diye sordu düz bir ifadeyle.

"Nereden biliyorsun?" diye sordum şaşırarak ona bakarken. Joker, Enes'in işlettiği bir diğer mekândı ve orada çalışmak en zoruydu. "Bilinmiyor orası."

Rüzgâr yadırgayarak bana bakarken, "Enes benim yıllardır arkadaşım, Sidal," diye mırıldandı. "Elbette ki biliyorum." Rüzgâr, Enes'in bu kadar uzun yıllardır arkadaşıysa ben neden hiç Rüzgâr ismini hatırlamıyordum? Nasıl olur da hiç denk gelmezdik?

Kısa bir süre ona baktıktan sonra, "Nereden bildin?" diye sordum ve arkama yaslandım. Her yerimin ağrıdığını o an anlamış oldum, sıcak bir duş alıp uzansam iyi olacaktı.

"Bu gece ben oraya gideceğim, Enes istedi."

"Ben de."

Rüzgâr aniden başını kaldırıp bakarken, "Sen de mi geleceksin?" diye sordu düz bir sesle. Başımı sallamakla yetindim. "Enes, senin gelmek istemeyeceğini söylemişti."

"Sevmiyorum orayı, o yüzden öyle söylemiştir ama gideceğim, ihtiyacı varmış."

Rüzgâr sessiz kalmakla yetindi. Evin içerisindeki sessizlik beni boğarken söze başlayamamak daha fazla sıkıntı yaratıyordu. Rüzgâr yavaşça bardağını önüne çekerken, "Anlatsana baştan," dedi kısık bir sesle. "Ne oldu okulda?"

"Sabah hazırlanıp okula gittim ve derse girdiğimde Hakan Aydın girdi derse, başta anlayamadım," dedim, birkaç saat önce olanları hatırlamaya çalışıyordum. "Görmemiştim adamı, kendisini tanıtınca neye uğradığımı şaşırdım."

"Öğretim görevlisi değil o," dedi sorgular bir şekilde bana bakarken. "Çağatay'ın dediğine ve internetten araştırdığımıza göre kendisi mesleğini yapıyor."

"Geçici olarak gelmiş," dedim ve başımı hafifçe sağa eğerek gözlerinin içine baktım.

"Ne dedi derste?"

"Bilmiyorum," dedim ve kısaca omuz silktim. "Asla ne dediğini ne yaptığını hatırlamıyorum." Gerçekten de o ders boyunca sadece dersin bitmesini, sınıftan çıkmayı beklemiştim. "Daha sonra seni beklerken okulun içerisindeki bir kafeye girdim, oraya geldi."

Kaşları aniden havaya kalkarken, "Direkt seninle mi konuştu?" diye sordu.

Başımı iki yana sallarken, "Kafeye kâğıtları dağıtmak için gelmiş, kapıdan çıkarken de benimle konuştu," dedim ve Hakan Aydın'ın yüz ifadesi tekrardan gözlerimin önünde canlılık kazandı. Gözlerine çökmüş acıyı net bir şekilde hissedebildiğim bir andı ve ben, onun acısını iliklerime kadar hissetmiştim. Olduğum yerde hafifçe titrerken, "Adam çok kötüydü, Rüzgâr," diye fısıltıyı andıran bir sesle konuştum. "Sanki gidecek bir yeri yokmuş da arıyormuş gibi."

"İnsan çok üzülünce, çok kırılınca evine dönmek ister, Sidal," dedi gözlerimin içine bakarken. "Hakan Aydın evini arıyor."

Gözlerim yavaşça dolarken, "Her şeyi kabullenerek okula gittim, eskisi gibi olsun istedim her şey," dedim ve sertçe yutkundum. "O adamı görünce anladım ki, olmuyormuş."

"Senin bir suçun yoktu."

"Biliyorum," dedim başımı hafifçe sallarken. "O kadar çok anlattın ki, anladım. Ben çarpmadım ama böyle olması da içime sinmiyor, o adamın hâlini görünce anlamış oldum."

Rüzgâr derin bir nefes alırken dirseklerini tahta masanın üzerine koydu ve bana doğru eğilirken, "Ne zamana kadar okulda eğitim verecekmiş?" diye sordu.

Sağ elimin içiyle gözümü silerken, "Bilmiyorum ki," dedim kısık sesle. "Adam o kadar yorgun görünüyor ki uzun süreceğini düşünmüyorum."

"Gitmek ister misin?" diye sordu bir anda Rüzgâr.

Kaşlarımı anlayamadığım için hafifçe çatarken, "Nasıl?" dedim.

"Bir yerlere gitmek, buradan uzaklaşmak..."

Bu dediğini düşünürken sessiz kalmaya karar verdim. Bir başka yer? Ne zamana kadar? Hakan'ın ne zamana kadar eğitim vereceğini bilmiyordum, bilsem de ben kendimi toparlayabilecek miydim? Ben bir şeyden kurtulmaya çalışmıyordum, onun için uzaklaşmak iyi olurdu ama ben bir şeye alışmaya çalışıyordum. Birisinin öldüğüne ve onu deli gibi arayan bir nişanlının çektiği acıya alışmam gerekiyordu.

Ben burada da yerin yedi kat dibinde de alışacağımı düşünmüyordum.

Başımı iki yana sallarken, "Sanmıyorum," dedim. Rüzgâr çoktan bardağını küçük çiçeklerin yanına sürüklemiş, kollarını daha fazla küçük masanın üzerine yerleştirerek bana yaklaşmıştı. Gözlerine bakarken, "Gitsem de bir şey değişmezmiş gibi geliyor," dedim.

"Eğer istersen seninle Trabzon'a gideriz," dedi ve o an gözlerinde gördüğüm parıldamayla dumura uğradım. Buna neden bu kadar heves duymuştu ki? Ellerini hafifçe aramızda sallarken, Bir süre orada kalırız, oradakiler kalabalık bir aile, kafan dağılır," dedi hızlı hızlı.

"Kimler kalabalık bir aile?"

"Benimkiler," dedi sakince. "Dedemler." Yavaşça masanın üzerinden kollarını çekti ve arkasına yaslanırken, "İstersen oraya gidebiliriz," dedi ve omuzunu silkti. "Her şey olmasa da bir şeyler iyiye gider, ne dersin?"

Bir anda böyle bir fikri ortaya atmasını idrak edemezken, "Bilmiyorum," dedim Rüzgâr'a bakarken. Tanımadığım bir insanla, hiç görmediğim bir şehre gitmek normal gelmiyordu. Bu zamana kadar başımıza gelenlerin hangisi normaldi ki? Bizim tanışmamız, konuştuğumuz hiçbir konu normal insanların arasında geçen konuşmalar olmamıştı. Tanımıyordum, tanımıyordu. Aramızda yaşananlar belki de kırk yıllık tanışıklıkların arasında olmayacak olaylardı ve ben, Rüzgâr'la bu tür, normal sandığımız konuları absürt karşılıyordum.

"Sen bilirsin," dedi yavaşça ve elini cebine attı, kısa sürede sigara paketini çıkardı. Paketin içerisinden bir dal ve içerisine sıkıştırdığı çakmağını çıkardıktan sonra paketin ağzı açık bir şekilde önüme koydu, ardından sigarasını yaktı ve sonra sigarayı paketin yanına bıraktı.

Sigaradan bir dal alırken, "Eve gideyim," dedim konuyu dağıtmak adına. Son zamanlarda konuşmaya ihtiyacım vardı. Buna ne zaman ihtiyacım olsa Enes, Pelin ve Arda başta olmak üzere birkaç arkadaşım daha olurdu ama konuşacağım konu sadece dört kişiyi ilgilendiriyordu ve birisi balayında, birisi benden nefret ediyor olunca tek konuşabileceğim Rüzgâr kalıyordu. "Biraz dinleneyim, sonra akşam için hazırlanırım."

"Seni almamı ister misin?" dedi sigarasının uzayan külünü yarım bıraktığı kahvenin içerisine bırakırken. Elimdeki çakmağı çevirirken başımı kaldırdım ve ona baktım. "Zaten aynı yere gideceğiz."

Başımı yavaşça olumlu bir şekilde sallarken sigarayı dudaklarımın arasına sıkıştırdım ve çakmakla zaman kaybetmeden yaktım. Ela gözlerini bana odaklayarak çok ilginç bir şeyi inceliyormuş gibi sürekli bakmasına artık alışmıştım; çok da gözüme batmıyordu. Sigaradan derin bir nefes çekerken, "Teşekkür ederim, Rüzgâr," dedim yavaşça. Sigarayı aşağı indirdiğimde 'göz göze geldik. Zemheri ela gözlerinde gördüğüm soğuk kıvılcımlar kendini harlayabilecek kadar güçlü, içine beni alabilecek kadar acı verici duruyordu. Sigara dumanları bu küçük mutfağa bir sis gibi çökerken, "Her şey için," diye devam ettim.

Rüzgâr gözlerimin tam içine bakarken, "Sidal, ben buradayım," dedi kısık bir sesle. "Tanışmamız hiç kimsede olmayacak bir tanışma olsa da birbirimize yabancı da olsak ben buradayım." Bir süre diyeceklerini aklında toparladıktan sonra, "Benden başka konuşacak kimsenin olmadığının, konuşmazsan patlayacakmış gibi hissettiğinin de farkındayım," dediğinde yanaklarıma çöken utancın rengiyle kavruldum. Onunla, kendimi rahatlatmak için konuştuğumun farkındaydı ve bu durumdan şikâyetçi durmuyordu ama ben, bunu anladığı için utanıyordum. Bakışları yanaklarıma düştüğünde elini, sorun yok, der gibi salladı. "Sorun değil, seni anlıyorum. Ne hissettiğinin de farkındayım."

"Rüzgâr," dediğimde hızla lafımı böldü. "Bir şey söylemene gerek yok," dedi ve yavaşça elimdeki bitmiş, külü masanın üzerine düşmüş sigarayı aldı ve bardağının içine attı. Kül parçasının kahveye değdiği anda çıkan sesi, kalbimin atışları arasında kalan süreye doldururken sadece ona bakıyordum. "Konuşacaksan, ağlayacaksan, susacaksan... Gelebilirsin, ne olursa olsun. Benim için sorun değil."

Gözlerine bakarken, "Vallaha mı?" diye fısıldadım. Ellerimdeki boşluğu kapatmak için parmaklarımı birbirine geçirdim ve yanaklarımda hissettiğim sıcaklıkla ona bakmaya devam ettim.

Rüzgâr o an hafifçe sırıtırken, "Vallaha," dedi ve sandalyesinden kalkarken, "Kalk, seni eve götüreyim," diye devam etti. Gözlerim onun gözlerini takip ederken üstten bana bakıyordu. "Git de birazcık uyu, akşam alırım seni."

Başımı salladığımda masanın üzerindeki telefonumu çantama attım, Rüzgâr da masanın üzerindeki bardağı tezgâhın üzerine koydu. Beraber aşağıya indiğimizde sabah güneşli bir hava varken bulutların şimdi gri rengini aldığını fark ettim ve Rüzgâr arabaya binene kadar onları izledim.

Bulutlar.

Hayatım boyunca enteresan bir şekilde bulutlar her daim dikkatimi çekerdi. Bir anda yolun ortasında duracak, onlara bakarak soluklanacak kadar benim hayatımda yer ediniyordu.

Bulutlar, Sidal Boran'ın can durağıydı.

Rüzgâr beni eve bırakana kadar aramızda küçük birkaç konuşma dışında hiçbir şey geçmemişti. İçim rahatlamış mıydı? Evet. Rüzgâr Çetin'in insanı rahatlatma gibi bir özelliği vardı, tabii bu mesleğinin bir getirisi de olabilirdi. Mesleğini bırakma sebebini yolda gelirken düşünmüştüm ama ona sorma cesaretini kendimde bulamayarak bundan vazgeçmiştim. Yoldayken Çağatay'la kısa bir süre konuşmuştu, beni bıraktıktan sonra onun yanına gideceğini anlamıştım. İçimdeki o küçük kız bana bakarak Rüzgâr'ı kullandığımı dile getirse de onu dinlemedim. Böyle bir şey varsa da bencil olmak istiyordum.

Onun bir gölge gibi arkamda durmasını, durmadan benimle konuşmasını istiyordum.

O konuştukça önümde beliren eli hançerli gölge siliniyor, bir tek ben kalıyordum.

Çantamdan evin anahtarını çıkardığımda sabah sabah ne kadar olaylar yaşamış olsam da daha saat öğleni bulmamıştı, bu yüzden belki de hâlâ uyumaya devam eden Arda'yı uyandırmak istemiyordum. İçeriye girdiğimde evde hiçbir ses yoktu, uyanmamış gibi görünüyordu. Çantamı kapının kenarına bıraktıktan sonra ev ayakkabılarımı giyip karşıdaki mutfağa doğru ilerlemeye başladım. Suyumu alıp odama çekilsem iyi olacaktı; uykusuzluğun cezasını şu an büyük bir baş ağrısıyla çekiyordum.

Elimdeki suyumla mutfaktan çıktığım anda odanın kapısı açıldı ve içeriden Arda çıktı. Uyku mahmuru gözlerle bir süre koridorun diğer ucuna baktı, ardından başını çevirdiğinde mutfağın kapısında durmuş, gözlerini ona diken beni gördü. Kahverengi gözleri yavaşça açıldığında kıvırcık saçlarının dağılmış ve kabarmış olduğunu fark ettim, uykudan uyandığı için gözleri de şişti.

Birkaç saniye bana baktıktan sonra, "Abla?" diye mırıldandı ve yavaşça gözleri üzerimdeki kıyafetlere kaydı. "Bir yere mi gideceksin?"

"Hayır," dedim düz bir ifadeyle ona bakmaya devam ederken. Dün gece bana öyle seslendiği için hâlâ ona sinirliydim.

İnsanlar ne zaman istediklerini duymadıkları zaman karşısındaki kişiyi bilerek kırmayı bırakırlardı?

"Hazırlanmışsın."

"Yeni geldim," dedim ve yavaşça ona doğru yürümeye, aslında odama doğru ilerlemeye başladım. "Odama çekileceğim, rahatsız etmezsen sevinirim."

Odamın kapısına geldiğim an, "Özür dilerim," diyen kısık sesini duydum. Odamın kapısını yavaşça araladım ama içeriye bir adım atmadım, konuşacaklarının sadece bu kadarla sınırlı kalmayacağını biliyordum. "Dün gece sana öyle seslendiğim için," diye devam etti düşüncelerimde beni yanıltmazken. Alışkanlıklarını biliyordum, nerede ne diyeceğini ne hissedeceğini ondan önce fark edebilecek kadar tanıyordum Arda'yı. "Ben... Ben öyle demek istemedim."

"Çocuk değilsin," dedim yavaşça ona doğru dönerken. "Yaşın, dediklerinin üzerini, evet, gerçekten de istemeyerek söyledi, diyebileceğim sınırı geçti." Bakışları yere düşerken kalbini kırmamak için kelimeleri seçerek kullanmalıydım. "Sen o an sana bir açıklama yapmadığım için sinirlendin ve beni üzebilecek en etkili gücü kullanarak 'Küçük Boran' olarak seslendin. Sanki unutuyormuşum gibi hatırlatma derdine girdin," dedim onun o an hissettiği her şeyi bir bir dile getirirken. "Beni kırabilecek vasfı sana ben veriyorum, o kelimeyi kullandığın anda boğazına yapışmadıysam seni, kırgınlığımdan bile daha çok sevdiğimdendir."

Yüzü utanç içinde tamamen yere düşerken, "Gerçekten özür dilerim," diye konuştu. Sesinin titrediğinin farkındaydım ama o an bunu önemsemedim, önemseseydim konuşmadan içeriye girerdim ve her şey başa dönerdi.

İltimas, bir insanın kendisine yapabileceği en büyük hakaretti.

Elimdeki bardağı sıkı sıkıya tutarken uzun tırnaklarım bardağın dışındaki desenlere sürtüyor, içim titriyordu. "Arda, bana bir daha öyle seslenmeyeceksin," dedim sert bir ses tonuyla. "Aksini duymak dahi istemiyordum. Bir dahakinde kırgınlığım, sana olan sevgimden ağır basarsa seni boğarım," dedim arkamı dönüp kapıdan içeriye girerken. Kapıyı kapattığım anda derin bir nefes aldım ve yatağıma doğru ilerlemeye başladım.

İçimde bu kelimeleri böyle kullandığım için bir huzursuzluk olsa da eğer böyle bir sınır çizmezsem daha sonra her defasında bunu yüzüme vuracağını da biliyordum. Bu sadece Arda için değil, her insan için ortak koştuğum bir düşünceydi. Hayatımda kim olursa olsun, onu ne kadar seversem seveyim herkes için geçerli olan sınırlarım vardı ve sevgim, o sınırları geçebilecekleri anlamına gelmiyordu. Bu konuşma sonucunda anladığını, köpek gibi pişman olduğunu biliyordum ama bu konuda yüz gösteremezdim.

Bazen insanın kendisini bilmesi için pişman olması gerekiyordu.

Ya da kaybetmesi..

Suyumu yatağın yanındaki komodinin üzerine yerleştirdiğimde ellerim hızlıca pantolonumun fermuarına gitti ve onu üzerimden çıkardım. Geniş olan odamın köşesinde büyük bir yatak ve iki komodin bulunurken, yatağın hemen karşısında dolabım ve makyaj masam vardı. Bana yetebilecek ebeveyn banyom ise odaya göre nispeten küçük kalıyordu ama benim işimi görüyordu. Üzerimdekini de çıkardıktan sonra onları köşedeki balkonun, cam kapısının yanında bulunan kırmızı pufun üzerine attım ve siyah bir gecelik giyerek yatağıma doğru ilerlemeye başladım.

Son birkaç dakika da üzerimi değiştirirken ne kadar yorgun ve uykusuz hissettiğimin farkına vardım. Gözlerimi her açıp kapattığımda kirpiklerimin ne kadar canımı acıttığını, parmak uçlarımın buz kestiğini hissedebiliyordum. Yatağın kenarına oturduğumda komodinin üstteki çekmecesini açtım ve defterimin yanında bulunan ilaç kutularından bir tanesini elime alıp üzerindeki doktorun yazdığı kullanma koşulunu okudum. Allah'tan aç karnına yazıyordu, tekrardan mutfağa giderek sızlayan mideme bir şeyler indirmek şu an zulüm gibi geliyordu.

Bu ilaç, kısa süredir gittiğim doktorumun uyumama yardımcı olacağına dair yazdığı ilaçlardan sadece bir tanesiydi. Bu ilaçları içtiğimde uyuyordum ama gördüğüm rüyalardan uyanmak zor hâle gelirken, uyandığımda da kendimi bir külçe gibi ağır hissediyordum. Son yazdığı ilaçları da denememiştim ama şimdi denemek zorundaydım. Buna ihtiyacımın olduğunu hissettiğim nadir anlardan bir tanesindeydim. Uyuyunca geçeceğini söylemişti doktorum ama ona bakarken uyuduğumda da geçmediğini, uyanıp tekrardan hatırladığımda göğsüme bir bıçağın saplandığını söyleyememiş, sadece başımı sallamakla yetinmiştim.

Bazen hatırlamak, hiç unutmamaktan daha acı verici olabiliyordu.

O yüzden uyumamak, uyandığında hatırlamaktan daha mantıklıydı.

Tabletten çıkardığım hapı yarım bardak suyla mideye indirdikten sonra soğuk yorganımın altına girdim ve dışarıdaki gri, kasvetli bulutları izlemeye başladım. Bulutlar, Elif öldükten sonra birbirine sarılmış ve gri rengine bürünmüşlerdi. İzmir son günlerde, ıssız sokakta bebeğiyle ölmüş ve onları bulabileceğine inanarak arayan bir adam için ağlıyordu.

Renklerini kaybeden bulutları izlerken gözlerim yavaşça kapandı ve bir umuda tutunarak uyudum
**

"Hazır mısın?"

"Galiba."

"Galiba bir cevap değil," diye homurdandı telefonun diğer ucundaki Rüzgâr.

Yan gözle hoparlörde olan telefon ekranına bakarken, "Hazırlanmaya çalışıyorum," diye homurdandım. Yavaşça parmak uçlarımda yükseldim ve üzerimdeki elbisenin nasıl durduğuna baktım. Yıllar önce almıştım ve şu an bana olmasına epey şaşırmıştım. Saten, siyah elbisenin üzerimdeki duruşuna bakarken Rüzgâr konuşuyordu ama odak noktam o olmadığı için zerre bir şeyi idrak edemiyordum. "Rüzgâr!" dedim sesimi duyabilmesi için.

"Buyur?"

"Anlamadım bir şey, ne diyordun?" dedim makyaj masama doğru ilerlerken.

"Diyordum ki," dedi sesi gür çıkarken. "Çağatay'la iki dakikaya oradayız, lütfen aşağıya in. Geç kalmamalıyız, diyordum," dedi sondaki kelimeyi uzatarak söylerken.

Yerdeki topuklu ayakkabıları giyerken, "Ayakkabılarımı giyiyorum," dedim hızlıca. "İki dakikaya çıkarım."

"Tamam, görüşürüz," dedi ve zaman kaybetmeden telefonu kapattı. Sesli bir nefesi dışarıya bırakırken topuklu ayakkabının iplerini bileklerime doladım ve oturduğum yerden kalktım. Kabarık saçlarımın kıvırcık tutamlarını kremle birlikte düzgünleştirdikten sonra hiçbir şey yapmadan onları salmakla yetinmiştim. Makyajımı hafif tutarken son kez elbisemi düzelttim ve çantamı alarak odadan çıktım.

İçtiğim hap dolayısıyla kendim uyanamazken bana ulaşamayan Rüzgâr, Arda'yı arayarak beni uyandırması gerektiğini, işimizin olduğunu söyleyerek kapatmıştı. Arda beni uyandırdığında başım ağrımıyordu ama kilolarca kafamın içerisinde taş parçası varmış gibi kafam yastıktan kalkmıyordu. Kısa bir süre kendime zaman tanıdıktan sonra duşa girebilmiş, ardından hızlıca bir şeyler atıştırıp vitaminlerimi içmiştim. Arda konuşmak için gözümün içine baksa da yarına kadar onunla iletişime geçmeme kararımın arkasındaydım. Arda da en sonunda pes ederek birkaç dakika önce arkadaşlarıyla buluşmak için evden çıkmıştı.

Dışarıya çıktığımda yukarıda unuttuğum ceketimi hatırladım ve dudaklarımın arasından birkaç küfür mırıldandım. Gece yarısına yaklaşan saatle birlikte soğuk olan hava daha fazla etkisini gösteriyordu. Allah'tan ben apartmandan çıktığımda sitenin çıkışındaki Rüzgâr'ın arabasını görebilmiş, beklemeyeceğim için sevinmiştim. Normalde pürüzsüz bir siyahlığa sahip olan gökyüzü bu gece lacivertin en koyu tonunda, üzerine diktiği siyah bulutlarla birlikte kendisini gösteriyordu. İçimde bu gökyüzüne karşı duyduğum korku peydah olurken arabaya birkaç adım kala arabanın yolcu kapısı sürücü koltuğunda oturan Rüzgâr tarafından açıldı. Çağatay da arkada oturuyordu.

Zaman kaybetmeden koltuğa oturduğumda içerideki sigara kokusu dikkatimi çekmişti. Kapıyı kapattığımda kafamı kaldırdım ve aynadan bana bakan Çağatay'ın siyah gözleriyle karşılaştım. Üzerine giydiği takım elbisesiyle arkada koca cüssesiyle yer alırken diğer tarafta açık olan camdan kolunu uzatmış, sigarasını dışarıya tutuyordu ama koku anlamında başarısız olduğu kesindi. Aynadan dik dik bana bakarken bir anda, "Orası benim yerimdi," diye homurdandı.

"Ne yapayım?" dedim gözlerinin içine bakarken. Bu süre zarfında Rüzgâr yoluna kaldığı yerden devam etmişti.

Sigarasını dudaklarına yaslamadan önce, "Benimdi," dedi.

"Kalkayım mı?"

"Evet."

"Hayır," dedi arayan giren Rüzgâr. Başımı çevirdim ve aynadan Çağatay'a sertçe bakan Rüzgâr'ı gördüm. "İnadın tutmasın, Çağatay," diye homurdandı ve tekrardan önüne döndü.

Başımı çevirip arkaya döndüğümde Çağatay da başını kaldırdı ve bana ifadesiz bir bakış attı. Aramızda birkaç saniye böyle sessiz bir bakışma geçerken, "Senin geleceğini düşünmemiştim," dedi konuyu değiştirerek.

"Neden herkes böyle söylüyor?" dedim hafifçe kaşlarımı çatarken.

"Başka kim söyledi?"

"Ben," dedi Rüzgâr yine araya girerken. "Sabah ben de aynısını söyledim."

Çağatay, anladım, der gibi başını sallarken, "Enes bizi arayıp Joker'e çağırdığında sana da ihtiyaç duyduğunu söyledi, ardından seni öldürsek de gelmeyeceğini ekledi," dedi açıklama yaparken.

"Doğru demiş," diye mırıldandım.

"Ha sen borçlu hissediyorsun kendini?" dedi Çağatay ve yarım sigarasını camdan dışarıya fırlattı. Bir anda böyle bir şeyi dile getirmesini beklemediğim için afallayarak yüzüne baktım. Çağatay umursamazca dudaklarını hafifçe dışarıya bükerken, "Gelmeyeceğin bir yere geliyorsan o kişiye borçlu hissediyorsundur, Sidal. Sen de kendini Enes'e borçlu hissediyorsun," dedi aklında olanları dile dökerken. Neden bu adamın bir ortası yoktu? Ya çok umursamaz ve sakindi ya da dünyanın en stresli ve sinirli adamıydı.

Sol kolumu tamamen koltuğa yaslarken bakışlarım arabanın içerisindeki loş ışıkla birlikte Çağatay'daydı. "Enes benim arkadaşım, yardımcı oluyorum."

"Bundan önce de arkadaşın değil miydi?" Hafifçe aşağılayarak güldü. "Kendini bizlere karşı borçlu hissetme, en azından bana," dedi sakince. "Bana bir gün yardımcı olmaya kalkma."

"Dediğim gibi Çağatay," dedim ve önüme döndüm, sırtımı koltuğa yaslayarak dışarıyı izlemeye başladım. "Enes arkadaşım olduğu için yardımcı oluyorum, bir gün sana yardım edeceğimi sana ne düşündürttü bilmiyorum ama ben senin gibi benden yardım istemeyen kimseye yardım etmem." İçimde bu bencil kelimeleri söyleyen kızı kınayan ve tebrik eden birçok duygumun sesi vardı; dolu olan kafamda büyük bir kargaşa hâkimdi.

Bu, arabadaki son konuşmam olmuştu. Arkama yaslanarak sadece camdan dışarıyı, karanlıkta dağ yolunu çıkarken ağaçları izlemiştim. Çağatay ve Rüzgâr, Joker'deki iş hakkında konuşurken bir süre onları bile duyamaz, duyduklarımı da idrak edemez olmuştum. Dünyanın en iğrenç olayına üç kişiyle bulaşmıştık; birisi en yakın arkadaşım Enes, birisi her daim beni sakinleştirme peşinde olan Rüzgâr, diğeri de her seferinde memnuniyetsizliğini dile getiren Çağatay'dı.

Araba dağlık yolu çıktığında bizi büyük bir gece kulübü karşılaşmıştı. Kapının önündeki insanlar ve kenara park edilen araba yığınları yüzünden boş yer bularak arabayı park etmemiz epey zamanımızı almıştı. Burası Enes'in diğer mekânıydı ve asıl olay burada dönerdi; hiçbir şeyin eksik kalmadığı mekânda bela, havada uçuşan toz taneciği gibiydi ve içeriye girdiğiniz anda siz istemeseniz de sizin üzerinize yapışıp kalırdı. Enes bu mekânı açtığında benim de burada çalışmamı istemiş, şehirdeki mekândan daha fazla kazanacağımı söylemişti ama burası bana göre değildi.

Joker bana fazla gelirdi.

Arabadan indiğimizde yukarı çıktığımız için hava biraz daha soğumuş, dışarıda uzun süre durulamayacak hâle gelmişti. "Ben önce kapıya gideyim," dedi Rüzgâr ve başımı kaldırarak arabanın diğer tarafında bulunan ona baktım. Üzerine Çağatay gibi baştan aşağı siyah takım elbise giymişti ama ayakkabı tercihini Çağatay'ın resmi ayakkabıları yerine spor ayakkabıdan yana kullanmıştı. Bakışları bana doğru ilerleyen Çağatay ve benim aramda gidip gelirken, "Siz de arkadan girersiniz," dedi ama sesinde bir kararsızlık hâkimdi. Kısa süre durdu, ikimize bakmaya devam ederken, "Lütfen birbirinizi parçalayacakmış gibi bakmayın," diye mırıldandı. Öyle mi bakıyordu? Ben de mi öyle bakıyordum?

Nasıl bakıyordum bilmiyordum ama aynı şekilde bakmaya devam ettim ve en sonunda Rüzgâr pes ederek giriş kısmına, kalabalığın arasındaki görevlilere doğru ilerlemeye başladı. Çağatay'la aynı anda mekânın arka kısmına gitmek için yürümeye başladık. Hemen yanımda ilerliyor, ikimizin de gölgesi yere düştüğünde onun yanında ne kadar ince durduğumu görebiliyordum. Giydiğim topuklu ayakkabı ve boyum yüzünden aramızda çok boy farkı olmasa da en olarak benden epey genişti.

Çağatay bir süre sonra tekrardan konuşmaya başladı. "Birazcık seni ve aileni araştırdım, emniyette boş vaktim vardı," dedi düz bir sesle ve ben, bu konuşmanın devamını merak ettim. "Annenle babanın kurduğu hukuk şirketi hâlâ devam ediyormuş, şaşırmadım değil."

Bir an gözlerim yana kaydı ve göz ucuyla Çağatay'a baktım. Neden böyle bir şeyi araştırma ihtiyacı duymuştu? Çağatay'ın bu konuyu daha fazla deşmemesi, ailem hakkında konuşmaması için, "Emniyet müdürü yardımcısısın ve boş vaktin mi var?" dedim şaşırır gibi yaparken. Topuklu ayakkabılarla taşlı yerde yürümek biraz beni uğraştırsa da bileğimi burkmadığım için şanslıydım bugün.

Başını olumlu bir şekilde yavaşça salladı. "Araştırırken annenin bazı dosyalarda oynama yaptığını fark ettim," dedi benim konuyu değiştirme çabamı boşa çıkarırken. "Ortaya çıksa namı kalmayacak kapatmalar bunlar. Büyük dosyalar... Tabii üstünden yıllar geçmiş, Deniz Boran-"

"Herkes mesleğini iyi yapacak diye bir kural yok değil mi, Çağatay?" dedim ve kapıdan birkaç adım uzakta durdum, ben durduğumda Çağatay da durdu ve göz göze geldik. Hayattaki en ince noktama, annemin sınırlarında dolanıyordu ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. Hiçbir zaman onaylamayacağı şeyleri insanın sevdiği yapınca yıllardır emekle biriktirdiği fikrini yıkabiliyordu insan ve ben, yıllardır şekillendirdiğim fikrimi sadece Deniz Boran'da uygulayamıyordum. "Sen ve emniyet müdürü babanın burada olan her şeyi kapattığını göz önünde bulundurursak sizin de namınızın kalmaması lazım ama geçen gün baban Fikret Özcan'a teşekkür plaketi takdim edildi, birkaç gün sonraki davette de plaketini alacak mesela," dedim tane tane konuşurken ve yavaşça başımı salladım.

Çağatay'ın yüzündeki tüm ifade bir anda silinirken, "Enes mi söyledi?" diye sordu ciddi bir ses tonuyla.

"Hayır," dedim ve gülümserken yavaşça başımı iki yana salladım. Dışarıdaki soğuğu hissedemeyecek kadar bu adama sinirlenmiştim ve biraz daha burada kalırsak Rüzgâr'ın dediği gibi birbirimizi parçalayacaktık. "Tek araştırma yapabilen sen değilsin, Çağatay. Ben de salak değilim. Kiminle, hangi boka battığımı merak ediyordum."

Çağatay bana doğru bir adım atarken, "Nasıl öğrendin o zaman?" diye sordu sertçe. "Hadi, burayı Enes söyledi desem o plaketin babama verileceğini sadece babam ve ben biliyorduk..."

Ben de onun gibi bir adım atarken, "Arabada haklıydın," dedim Çağatay'ın gözlerine bakarken. "Kendimi borçlu hissediyorum; Enes'e, Rüzgâr'a ve sana!" dedim sana kısmını bastırarak söylerken. Çağatay zaten bunları bildiği için ifadesiz bir şekilde gözlerime bakmaya devam etti. "Enes için buraya geldim, Rüzgâr için ne yaparım bilmiyorum ama sana olan borcumu bir şey yapmayarak ödüyorum."

Çağatay hafifçe kaşlarını çatarken, "Nasıl?" diye mırıldandı. Şimdi o ses tonunda bir ortak noktaya gelme durumu vardı çünkü kendisi için en iyi olanın bu olduğunu anlamıştı. "Ben de senin için saklıyorum."

"Benim için değil. Bizim için, hepimiz için," dedim sondaki dediğine açıklama yaparken. Derin nefes aldım ve "Konuşmuyorum, Çağatay," dedim, artık ne sesimde ne de yüzümde hiçbir alay yoktu. Kartlarımızı artık açık oynuyorduk. Ben onu, o beni görüyordu. Elimizde hangi kartların olduğunu birbirimize göstererek anlaşmaya çalışıyorduk. "Senin ve babanın durumu için susuyorum ve sana karşı borcumu böyle ödüyorum, daha fazla sana yaklaşmıyorum." O an sıkıntıyla bir nefes aldım ve elimi hafifçe kaldırıp, "Bak Çağatay," dedim hızlıca söze başlarken. "İstemediğin bir olayın içerisine arkadaşın yüzünden girdin, kendini rahatsız hissediyorsun, anlıyorum ama bunun suçlusu ben değilim. Ne sen ne ben ne de diğerleri, bu durumun içerisine girmek isterdi. Anlayış gösteriyorum sinirine ama sen her defasında bu işin içerisine seni ben sokmuşum gibi davranıyor, bildiğin nefret kusuyorsun."

"Bak Sidal-" diyerek söze başlamak istediğinde izin vermedim. Konuşmaya devam ettim:

"Gerçekte nasıl bir insansın ne yaparsın ne edersin hiç bilmiyorum ama beni her gördüğünde imalı bir şeyler söylemekten, yıllar önce yaşanan, ailemin içinde bulunduğu işler yüzünden bana gelmekten vazgeç, lütfen." Çaresizce ona bakarken, "Bir süre daha birbirimizi görecekmişiz gibi duruyor ve ben her seferinde senin neyi hatırlatacağını düşünerek zaman harcayamam," dedim kendimi açıkladığımı düşünürken. "Günahsa hepimize günah, vebalini neden bana çektiriyorsun?"

Çağatay derin bir nefes alırken siyah gömleğinin altında göğsü şişmişti. "Peki," dedi o nefesi sesli bir şekilde dışarıya bırakırken. Siyah gözleri benim üzerimde durmaya devam ederken, "Bir daha böyle davranmayacağım," dedi sakince.

Başımı sallarken, "Sağ ol," dedim ve son defa ona baktıktan sonra kapıya doğru ilerlemeye başladım. Demir kapıyı biraz açmakta zorlansam da en sonunda bunu başardım ve içeriye girdim, Çağatay da arkamdan bir ruh gibi gelmeye devam etti. Burası bir eğlence mekânından daha fazlasıydı; eğer Çağatay ve babası burayı saklıyor olmasalardı, defalarca Enes içeriye girmiş olurdu. İçerideki müziğin sesini aramızda yalıtımlı duvarların olmasına rağmen duyarken, bir süre loş olan dar koridorda ilerledim, ardından giriş kısmına yaklaştığımızda Rüzgâr'ın orada durarak bizi izlediğini fark ettim. Ellerini ceplerine yerleştirmiş, takımının ceketini çıkarmıştı ama nerede olduğuna dair bir fikrim yoktu. Siyah mat gömlek güzel bir şekilde dururken buradan koyu yeşil duran gözlerinin bir sarmaşık gibi bana doğru geldiğini ve o sarmaşığın belime dolanarak düğüm hâlini aldığını hissediyor olmam benim hayal dünyamdan değil, onun bakışları yüzündendi.

"Birbirinizi parçalamamışsınız," dedi bakışları arkamda kalan Çağatay'a dönerken. Bir süre dikkatli bir şekilde arkamda olan Çağatay'a baktı, Çağatay'ın yüzünde nasıl bir ifadenin olduğunu bilmediğim için merak ettim. Rüzgâr'ın bakışları benim üzerime odaklandığında, "Kavga da mı etmediniz?" diye mırıldandı hafif yalandan bir şaşkınlıkla.

Burnumdan çıkan kısa bir gülme sesiyle, "Hayır," dedim. Onunla kavga etmemiştim, onunla tartışmamıştım. Sadece beni hangi konuda rahatsız ettiğini, kendimin bir aptal olmadığını ve bir şeyler bildiğimi dile getirmiştim.

Başını sallarken, "Peki," dedi sakince ve bakışları Çağatay'a dönerken, "Sen masaların başında duracaksın," dedi düşünceli bir sesle.

"Elemanların neden eksik olduğunu anlamıyorum," diye homurdandı Çağatay. Sesi, bir adım arkamda kaldığını gösterecek kadar yakından gelmişti. "Bir de bununla uğraşıyoruz."

Rüzgâr onun dediklerini önemsemezken bana doğru döndü. "Sen de kasa kısmında kartları açacaksın, Sidal," dedi ve derin bir nefes aldı. "Ben sana aşağıda göstereceğim, kafanı karıştıracak bir durum yok."

Başımı salladığım anda Rüzgâr, ben ve Çağatay aşağı kata inen merdivenlere doğru ilerlemeye başladık. Buraya gelirken bar kısmında duracağımı düşünmüştüm ama hiçbir şey benim düşündüğüm gibi ilerlemiyordu. Aşağı katta bizi karşılayan bir kız ve bir adama selam verdikten sonra Çağatay onlarla konuşmaya başlamış, ben de Rüzgâr'la birlikte koridorda ilerlemeye devam etmiştim. Önümüze önce bir kapının daha çıkacağını, daha sonra masaların olduğu alana çıkacağımızı biliyordum.

Rüzgâr yanımda yürürken, "Dışarıda bir şey mi oldu?" diye sordu yavaşça. Ses tonundan bunu sorup sormama arasında kararsız kaldığını anlayabiliyordum.

"Çağatay'la konuştum," dedim ve başımı çevirerek Rüzgâr'a baktım, yürümeye devam ederken Rüzgâr bir anda olduğu yerde durdu ve bana sorgular bir şekilde bakmaya başladı. Ben de onun gibi birkaç adım uzağında dururken, "Kavga etmedik," diye devam ettim. "Bana öyle bakma."

"Ne konuştunuz?"

Omuzumu hafifçe silkerken, "Boş ver," dedim umursamazca. "Hallettiğimizi düşünüyorum."

"Sidal," dedi baskın bir sesle Rüzgâr. Bir süre gözlerimin içine anlatmamı ister gibi baktı ama anlatmayacağımı anladığında, "Çağatay aslında öyle bir insan değil," diye açıklama yapmaya başladı. "Bana çok sinirli."

"Ama sinirini benden çıkartıyor."

"İnan, benden de çıkartıyor," dedi bana doğru yaklaşmaya başladığında. "Bizi sevdiği için yardım ediyor ve her yardım ettiğinde mesleği dolayısıyla utanan bir insan." Başımı, anlıyorum, der gibi sallamakla yetindim. "Bir süre, sadece bir süre böyle devam edecek, daha sonrasında göreceksin ki aslında öyle bir insan değilmiş."

"Bilmiyorum, Rüzgâr," diye mırıldandım. "Bunu görebileceğim kadar yanınızda kalır mıyım? Onu da bilmiyorum." Dudaklarımda ufak bir gülümseme olmuştu bunları söylerken.

Benim dudaklarımdaki gülümsemeye nazaran Rüzgâr'ın dudakları gerilirken, "Ne demek istiyorsun?" diye sordu yavaşça. Kaşlarının çatıldığını ve gözlerini kısıp loş ortamda daha dikkatli bir şekilde baktığı için kendimi bir an yanlış bir şey söylemişim gibi hissettim. "Bir yerlere mi gideceksin?"

Dudaklarımı dışarıya doğru, bilmiyorum, der gibi bükerken, "Bilmiyorum, böyle bir şeyi düşünmedim ama..." diye mırıldandım ve ne diyeceğimi bilemeyerek sustum.

"Ama?" dedi sertçe yutkunurken.

Derin bir nefes alırken hızla konuşmaya başladım. "Hayatım boyunca sizin yanınızda kalamam ki! Kalmam demek, her şeyi hiç unutmamak demek. Bunu ne ben isterim ne de siz. Sen, her daim sana kötü bir olayı hatırlatan bir insanı görmek ister misin?"

Rüzgâr hiçbir şey demedi, sustu. Yüzüme bile bakmadı. Sadece yanımdan geçti ve ilerideki kapıya ilerlemeye başladı. Ne olduğunu bilmediği bir sıkıntı göğsünün ortasına çöreklendiğinde ne yapacağını hiç bilmiyordu insan. Şu an bu durumdaydım. Sıkıntının kaynağını bilsem onu kaldırmak için uğraşırdım ama şu an içimde olan sıkıntıyı neyin oluşturduğunu bilmiyordum. Çağatay'ın ailemi araştırması mı? Ferhat Boran ve Deniz Boran'ın ismi çok kez araştırılan isimler arasındaydı, bu araştırma hoşuma gitmemişti ama çok da umurumda olduğu söylenemezdi. İstemediğim bu iğrenç mekâna gelmem mi? Hayır, burada zaman geçirmem başıma bir iş açmazdı. Sadece bir gece burada kalacaktım, polis baskını da olmayacağını biliyordum.

Peki, neydi kalbimi bir hastalık gibi kaplayan sıkıntı?

Yavaş yavaş anlamış oldum.

Rüzgâr Çetin'in susmasıydı sıkıntı.

Hiçbir şekilde bilmediğim ve anlamlandıramadığım bir olaydı onun konuşması ve konuşmaması, benim için bir sıkıntıydı. Bir çukur açıp içine gömdüğüm vicdanın sesini, çığlıklarını duyuyordum o konuşmadığında. O konuşmadığında asıl rüzgâr içimde esiyor, ıslığıyla sağır ediyordu beni. Neden susmuştu? Kötü bir şey mi söylemiştim? Bir daha belki görüşemeyeceğimizi söylemiştim ama zaman belli değildi, görüşmesek onun için ne fark ederdi ki? Beni görmek isteyeceklerini düşünmüyordum, belki de içten içe onu bu işe benim sürüklediğimi, ona vicdan azabı çektirdiğim için yardım ettiğini düşünüyordum.

Ben, çok şey düşünüyor ama hiçbir şey de karar veremiyordum.

"Bir sorun mu var?" Rüzgâr'ın girdiği ama şu an kimsenin bulunmadığı kapıdan bakışlarımı çektiğimde omuzumun üzerinden Çağatay'a döndüm. İfadesiz bir şekilde yüzüme bakıyordu. "Rüzgâr nerede?"

"İçeriye girdi."

"Sen niye girmedin?" diye sordu bana doğru yaklaşırken. "Hadi girelim."

Başımı sallamakla yetindim ve Çağatay'la birlikte içeriye girdim. Desenli halılar, ışıklı birçok makine, arkada çalan hafif bir müzik ve yuvarlak masalarda oturan onlarca insan... Burası Enes'in yıllarca emekle büyüttüğü, Çağatay'la garantiye aldığı geleceğiydi. İçeride oyun oynayan insanların Enes'e bıraktığı miktarlar, dudak uçuklatacak kadar büyük rakamlardan oluşuyordu. İçerideki sıcak havayla birlikte biraz terlerken elimi kaldırdım ve hafifçe yüzüme karşı salladım.

"Rüzgâr şurada," dedi Çağatay elini kaldırarak en köşeyi gösterirken. Büyük olan salonun içerisinde Rüzgâr'ı bulmam epey zamanımı almıştı. "Sen oraya git, ben de masaları dolanayım," diye mırıldandı hoşnutsuz bir sesle Çağatay. "Çıkışta görüşürüz."

"Sağ ol," dedim uzakta olan Rüzgâr'ı izlerken. Yanında duran ve ondan küçük olduğu belli olan bir çocukla konuşuyordu. Çocuğun üzerindeki kıyafete bakıldığı zaman burada servis yaptığını anlayabiliyordum. Çantamı sıkı sıkıya kavrarken omuzlarımı yükselttim ve başka bir yere bakmadan Rüzgâr'ın yanına ilerlemeye başladım. Neden konuşmadığını ne kadar merak etsem de gözümde büyütmek istemiyordum, belki verecek bir cevabı olmadığı için susmayı tercih etmişti. Rüzgâr'ın bakışları kısa bir süre bana uğradı ama çok fazla durmayarak çocukla konuşmasına devam etti.

Bulunduğumuz yerde uzun ince bir tezgâh vardı ve buraya insanların kartlarını bozdurmak için geldiklerini biliyordum. Onlar kartlarını bana verir, ben de masanın diğer tarafında Enes tarafından imzalanmış çeklere miktarları belirterek onlara verirdim ama hangi karta ne kadar, kime, nasıl çek yazacağıma dair bir fikrim yoktu. Eğer Rüzgâr'ın konuşması biterse bana bunları gösterecekti.

Çantamı yüksek kalan tezgâhın üzerine bırakırken bana tepside içecekler uzatan garsondan bir kadeh aldım rastgele ve çantamın yanına bırakırken teşekkür ettim. Rüzgâr'ın yanındaki çocuk hızlıca başını salladıktan sonra hem Rüzgâr'a hem de bana selam verdi başıyla ve yanımızdan ayrıldı. Rüzgâr sadece bir iki adım önümde arkası dönük bir şekilde duruyor, ben de bakışlarımı ona odaklayarak bakıyordum. Derin bir nefes aldı, omuzları şişerken bana doğru döndü ve direkt olarak gözlerimin içine baktı. Şimdi gözlerinde öyle bir duvar vardı ki gördüğü her şeye yabancı gibi duruyordu.

"Ne yapacağını göstereyim sana," dedi düz bir sesle ve yanımdan geçerek tezgâhın arkasına geçti. Aramıza bir anda giren buzdan duvara şaşırarak bakıyordum. Yoksa bunların hepsi benim kafamda kurmam mıydı? Başımı iki yana sıkıntıyla salladım ve arkaya, onun yanına geçtim. Arkada bir tane bar sandalyesi vardı.

Rüzgâr bir adım geriye çekilirken sırtı duvara yaslandı ve "Otur buraya," dedi yavaşça. Dik dik ona bakarken benim hiçbir bakışıma karşılık vermiyordu. Ne oluyordu Allah aşkına? Dar olan alanda sürtünerek önünden geçtim ve gösterdiği sandalyeye oturdum. Bir an tezgâhla aramda epey bir uzaklık olduğu için kalkıp sandalyeyi çekecektim ama o benden önce davrandı ve bir elini sandalyenin arkasına, bir elini de sandalyenin altına koydu ve kaldırarak birkaç santim ileriye bıraktı. Anlık havalanıp tekrardan yere inmeyle gözlerimi büyütürken, "Şimdi..." dedi Rüzgâr ve sanki hiçbir şey olmamış gibi tezgâhın üzerindeki bir defteri öne doğru çekti.

Bir elini masaya bir elini de oturduğum sandalyenin kenarına koyarken kartların ücretlerini ve işlemin mantığını anlatmaya başladı. Anlatırken hiçbir şekilde araya mimik katmıyor, olabildiğince ciddi bir şekilde işi anlatıyordu. Bazı anlamadığım kısımları soruyor, o da hızlıca cevaplıyordu. Aşağıdaki kasadan küçük olan çek defterini çıkarırken, "Bittiğinde yenisini çıkartırım," dedi ve çek defterini önüme bıraktı. Derin bir nefes alırken, "Bir sorun olduğunda beni ara, Sidal ya da mesaj at," diye mırıldandı.

Masanın üzerindeki kalemi önüme çekerken, "Peki," dedim ve önüme döndüm. Bir süre yanımda ayakta dikildi, daha sonra anlamadığım bir şeyleri homurdanarak yanımdan ayrıldı. Gelen birkaç kartın değerine defterden bakmış, ardından gelen kişiye çekini vererek kartları elimin altında biriktirmeye çalışmıştım. Bunlar klasik oyun kartlarına nazaran siyah mat bir renge sahipken üzerindeki şekiller de altın sarısıydı.

Elimdeki kartların sayısı arttıkça tedirgin oluyordum. Rüzgâr'ı yanıma çağırıp kasaya koymasını istemem gerekiyordu. Tezgâhın üzerindeki çantamı önüme çektiğim anda tezgâhın diğer tarafında bir adam belirdi ve dikkatim dağıldı.

Adam elindeki siyah kartları tutarken, "Kart bozduracaktım, burası mı?" diye sordu, hafifçe gülümsedim. Elinde iyi kartlar olması gerekiyordu. Kırklarında gibi görünen adamın uzun ve beyaz saçları arkaya doğru taranmıştı ve sol kulağında bulunan altın küpesiyle oldukça dikkat çekici birisine benziyordu.

Başımı sallarken sandalyede ona doğru döndüm. "Evet, burası," dedim ve genişçe yapmacık bir şekilde gülümsedim. "Kaç kartınız var?" dedim çek defteriyle birlikte kalemi sağa sürükleyip önüme alan açarken.

"Üç."

"Alayım," dedim ve adamın elindeki kartları koyması için avucumu uzattım. Adam kartları elime bıraktı, yüzümdeki gülümseme kendisini korurken birinci kartı çevirdim. Siyah kartların üzerinde semboller değil, sadece kelime yazıyordu. Birinci kartı dudaklarımdaki gülümseme silinirken tezgâhın üzerine koydum.

VENİ.

Diğer kartı kaşlarımı çatarak çevirdim ve tezgâhın üzerine, diğer kartın yanına bıraktım.

VİDİ.

Üçüncü kartı çevirip tezgâhın üzerine bıraktım ama çoktan sol elim tezgâhın altındaki yardım düğmesine gitmişti.

VİCİ.

Başımı kaldırdım ve adama bakacağım an ışıklar söndü, içeride çığlık sesleri birbirine girdiği anda alarm sesleri çalmaya başlamıştı.

Ben düğmeye daha basamamıştım.

BÖLÜM SONU!

Hepinize en en en iyisinden bir yıl diliyorummmm

Yılbaşı için instagram da çekiliş var, katılmak isteyenleri beklerim.

İnstagram: biliyoruzki
Twitter: biliyoruzki1
TikTok: biliyoruzki

DÜĞÜM(KİTAP OLDU)Where stories live. Discover now