3. Bölüm: YALANCILAR VE YABANCILAR

2K 89 17
                                    

Düğüm'ün kapağı şimdi instagram adresimdeeee, size iyi okumalar diliyorum ❤️‍🔥

İnstagram: biliyoruzki

Dünyadaki en büyük suçlu, vicdanını susturabilendi.


Hayatım boyunca beni iyi ya da kötü yola sokan her zaman vicdanım olmuştu. İnsanlara karşı hissettiğim duygulardan daha yoğun bir şey varsa, o da ileride bana bir yük olup olmayacağıydı. Kötü bir şey yapmak istesem, karşı taraf bunu hak etmiş olsa dahi ileride vicdan azabı çekeceğim için geri dururdum. İnsanlar bunu onlardan korktuğum, çekindiğim için yapmadığımı sanırdı ama durum öyle değildi.

Hayattaki hiç kimse, bir gün çekeceğim acıyı bana verebilecek kadar kötü değildi.

Vicdan azabı çekmeyi isteyebileceğim kadar kötülük yapacak birisini hayatıma asla almazdım.

Şimdi kalbimi sıkıştıran acı, bir vicdan azabı değildi, korkuydu. Hani bir çocuğu yaptığı hata yüzünden iflah olsun diye tehdit eder ve o çocuk değil yaramazlık yaptığında, herhangi bir hareketinde dahi tehdit olarak gördüğü şeyi düşünerek kendini kısıtlardı ya, içimdeki duyguyu tarif edebileceğim tek yol buydu. Neden burada olduklarını, nasıl olmuştu da günler sonra ortaya çıktığını bilmiyordum ama içimdeki korku, o çocuğun korkusuyla birdi.

Odanın içerisindeki sessizlikle kulaklarım çınlamaya başladığında başımı çevirdim ve Enes'in şaşkın yüzüne baktım. Gözlerini çocuğa o kadar çok odaklamıştı ki kirpikleri bile kıpırdamıyordu. Dudaklarını konuşmak için birkaç kere açtı ama sonucunda sadece kapatabilmişti. "Neredeler?" diyen Çağatay, ayakta dikilen Rüzgâr'ın yanından geçti ve alık alık ortada duran Enes'in omuzuna çarptı. Enes bir transtan çıkmış gibi başını hızla iki yana salladı ve bakışlarını kapıdaki çocuğa odakladı.

Çocuk geriye doğru çekilirken kapıdan geçmemiz için alan oluşturdu. "İçerideler," dedi bakışları Enes'in bu garip hâlindeyken. Yadırgamışa benziyordu. Gözlerini çevirip hemen dibinde olan Çağatay'a bakarken, "Temizlik yapanlara bir şeyler soruyorlar, kimlikleri soruşturuyorlar," dedi.

Çağatay hızla başını salladı ve elini kaldırarak ondan hayli kısa ve zayıf çocuğun omuzuna koydu. "Sen git içeriye ve de ki; Çağatay Özcan içeridekileri sorguluyor, birazdan gelecekler."

Çocuk bu denilenleri teyit etmek ister gibi Enes'e baktı, ardından Enes'ten onayı almış gibi, "Tamam abi," dedi ve arkasını dönerek koridorda ilerlemeye başladı.

Çağatay zaman kaybetmeden kapıyı kapatırken Enes, "Sıçtık!" diye sertçe fısıldadı. Parmaklarını sertçe kahverengi saçlarının arasından geçirirken sorgular bir şekilde Çağatay'a bakıyordu. "Hani arayan eden yoktu, Çağatay?" diye sordu. "Hani her şey hallolmuştu?"

"Kadının nişanlısı sorun," dedi Çağatay dişleri arasından ve kaşlarını çatarak ona kızgınca bakan Enes'e baktı. "Bunu size söyledim, siz de tamam dediniz."

"İki gündür yoktu ortalıkta, şimdi mi aklına geldi nişanlısı?"

"Ne bileyim, Enes?" dedi Çağatay ve ellerini kaldırarak sakallarına sürttü, ardından bakışlarını odanın içerisindeki bizlerde gezdirdi. "Hiçbir şey çaktırmayın, normal devam edin. Daha sonra konuşacağız."

Üzerime litrelerce soğuk su dökülmüş gibi olduğum yerde donakalmış, sadece duyduğum kelimeleri bir araya getirerek anlamlandırmaya çalışıyordum. Zihnimin ortasındaki buz sarkıtını birisi eline almış ve daha ileriye sokabilmek adına kafama vuruyormuş gibi tüm sinirlerim uyarılmış, gözlerimi kırpmaktan korkacak kadar sessizleşmiştim. İçimde yardım çığlıkları atan kıza nazaran ben yemin etmişim gibi dudaklarımı aralayamıyordum.

Enes, Çağatay'a ilerleyip konuşacağı anda kapı çalınmadan açıldı ve olduğum yerde hafifçe sıçrayarak kapıya döndüm. Kapının önünde beliren orta boylu bir adam, hemen arkasında tesettürlü bir kadın polis vardı. Adamın koyu kahverengi gözleri ilk önce benimle birleşmiş ve kısa bir bakışma dahi benim olduğum yere çakılmama neden olmuştu. Adam bendeki korkuyu fark etmemiş gibi başını çevirdi ve birkaç adım uzağında duran Çağatay'a baktı. Kaşları havaya kalkarken, "Hayırdır, Çağatay," diye sordu alaycı bir üslupla. Birkaç adım attı ve tamamen odanın içerisine girdi. "Bizim işlere de mi göz koydun?"

Çağatay yan gözle Rüzgâr'a baktı ve tekrardan önüne, içeriye giren polis memuruna bakarken, "Tesadüf," dedi ve omuz silkti. O benim aksime o kadar sakin, o kadar hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu ki bir an tüm olanların benim hayal dünyamdan ibaret olduğunu düşündürtmüştü. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu, ardından omuzlarını hafifçe kaldırıp indirdikten sonra, "Sen her zaman benim karşıma çıkıyorsun, bak Allah'ın işine," dedi ve o an önüme geçen bedenle birlikte kaşlarımı havaya kaldırdım ve hızla başımı kaldırarak bu kişinin kim olduğunu anlamaya çalıştım.

Buradan sadece saçları gözükürken bakışlarım biraz aşağıya indi ve o an onun boynundaki, o gece de dikkatimi çeken dikiş izi şeklindeki dövmeyi gördüm. Bu kişi Rüzgâr Çetin'den başkası değildi. Hemen önümde duruyor, görünmememi sağlıyordu. Bunu neden yaptığını az çok tahmin etsem de hiçbir şeyi umursamadan küçük bir adım attım ve ona daha çok yaklaştım. Kimsenin beni onun arkasındayken bulmamasını istiyor, bu ortamda dikkat çekmek istemiyordum.

"Bak işine," diye homurdandığını duydum o adamın. Gözlerim kapalı, onun arkasındayken kimsenin beni bulamayacağını düşündürten içimdeki korkunun saflığıydı. "Kimlikleri alalım," dedi adam ve o an bakışlarının bize de uğradığını düşündüm.

O an önümdeki beden hareket etti, gözlerimi araladığımda bana doğru döndüğünü görmüştüm. Başımı kaldırdığımda ela gözleriyle dikkatlice bana bakıyor, gözleri bir şeyi ararmış gibi tüm yüzümü tarıyordu. Yan gözle Enes'in kimliğini kontrol eden polis memuruna baktı, ardından ela gözlerini tekrardan bana çevirirken, "Kimliğin nerede?" diye kısık bir sesle konuştu.

Titreyen ellerimi kaldırarak çantamı göstermek istedim ama bunu yapacak kadar bile hâlim yoktu ama sonunda, "Çantamda," diye fısıldayabildim. Sesim olabildiğince titrek çıktığında kendime sinirlendim ve hemen boğazımı temizledim, ardından daha gür bir sesle, "Çantamda," dedim.

Rüzgâr başını aşağı yukarı salladı ve eğilerek koltuğun dibinde duran siyah sırt çantamı aldı ve tekrardan ayağa kalktı. Hareket ettikçe burnuma gelen kokuyla birlikte gözlerimi kıstım ve onu izlemeye devam ettim. Dejavu yaşıyordum kokusuyla. İçerisindeki siyah cüzdanımı çıkardı, ardından da kimliğimi. Polis memuru Çağatay'la konuştukça Enes de yavaşça açılmıştı, en azından benden daha az korktuğunu belli ediyordu.

"Rüzgâr," dediğimde onun gözlerindeki şaşkınlıktan daha fazlası bende vardı. Neden onun ismini söylemiştim ki? İsmini söylemeyi ben de beklemiyordum.

Rüzgâr yüzündeki ifadeyi silerken çantamı masanın üzerine bıraktı ve bana doğru bir adım daha atarken, "Ne oldu?" diye mırıldandı kısık bir sesle.

Sertçe yutkunduğumda boğazım ikiye ayrılıyormuş gibi canım acıdı. Alttan gözlerinin içine bakarken derin bir nefes alsam bedenlerimizin birbirine sürtüneceğini fark ettim. Yanağımın içini dişlerimin arasına alırken, "Korkuyorum," diye fısıldayabildim. Ne olacaktı? Bu odadan belki biz olduğumuzu anlamayarak çıkacaklardı ama ya daha sonrası?

Bir süre mavi gözlerimin içine baktı, dilini dudaklarının üzerinde gezdirerek ıslattıktan sonra, "Farkındayım," dedi kısık bir sesle. Dışarıda bir konu hakkında sakince konuşuyormuş gibi durabilirdik ama içimdeki korkuyu ben iliklerime kadar hissederken o da görebiliyordu. Elindeki kimliğimi sıkı sıkıya tutarken, "Birkaç dakika," dedi gözlerimin içine söz veriyormuş gibi bakarken. "Sadece birkaç dakika dayanmaya çalış, daha sonra ben halledeceğim her şeyi."

Tam konuşacağım anda sol tarafımda bulunan polis memuru, "Siz?" diye sordu. Rüzgâr arkasını dönerken cebinden çıkardığı cüzdanından kendi kimliğini de çıkardı ve adama doğru uzattı. Çağatay ve Enes yan yana durmuş pür dikkat buraya, bilhassa bana bakarken kendimi binlerce insanın önünde kaderi değiştirebilecek bir şey yapacakmış gibi mühim hissediyordum. Adam kimliğe bakarken, "Rüzgâr Çetin," diye mırıldandı. "29 Şubat 1994 doğumlusun." Başını kaldırdı ve Rüzgâr'a şaşkınlıkla bakarken, "Yirmi altı yaşında mısın?" diye sordu. Dudağının bir kenarı yukarıya kıvrıldı ve hafifçe gülerken, "Daha büyük duruyorsun, Çağatay'dan bir yaş küçük olacağını düşünmemiştim," dedi.

Enes kısaca Rüzgâr'a baktı, ardından, "Olay ne?" diye sordu konuyu değiştirerek.

Adam kimliği telefonuyla araştırırken, "Elif Kurşun adında bir kadından haber alınamıyor, iki gündür kayıpmış," dedi sıkıntılı çıkan bir sesle.

Çağatay bir elini çenesine koyarak sıvazlarken, "İhbar ne zaman geldi Fuat?" diye sordu esmer polis memuruna bakarken. Fuat denilen adam başını kaldırıp sorgular bir şekilde Çağatay'a bakarken, "Ben böyle bir kayıp haberi duymadım karakolda," diye sakince açıklama yaptı. Nasıl bu kadar sakin olabilirdi? Ben daha hiç konuşmadığım hâlde tüm bedenim korkudan titriyordu.

"Kadın arada bir habersiz böyle uzaklaşıyormuş İzmir'den ama hiç haber alınamayınca nişanlısı karakola başvurdu." O an yanaklarını şişerek kadar derin bir nefes aldı ve Çağatay'a bakarken, "Adam sıkıntı," dedi gerçekten de sıkıntılı bir sesle. "Ekstra önemli."

"Kim?" diye sordu Enes. Bilmiyor muydu? Ben bildiğini zannediyordum.

"Savcı Hakan Aydın'ın nişanlısı," dedi Fuat dedikleri adam ve o an ayakta durmakta zorlanarak ilk önce önümde duran Rüzgâr'ın koluna tutundum, ardından elim yavaşça aşağı inerek serçe parmağını sıkıca kavradı. Koca bedenimi parmağı ayakta tutuyormuş gibi dururken adam, "O yüzden deli gibi kadını aramaya çıktık, güneş doğar doğmaz," dedi ve daha çok sıktım avucumda olan parmağını.

Rüzgâr dudaklarının arasından bir şeyler homurdanırken elini arkaya doğru uzattı ve daha rahat parmağını tutmamı sağladı. Kadın polis memuru bana doğru dönerken, "Sizin kimliğiniz?" diye sordu güler yüzle.

Ben kadına bakmaya devam ederken Rüzgâr sağ elindeki kimliğimi kadına doğru uzattı. "Buyurun," dedi sakince.

Kadından önce Fuat polis öne atladı ve kimliğimi alarak bakmaya başladı. Gözlerini kısarak kimliğe bakarken, "Yirmi bir yaşındasın," diye mırıldandı. Aradan geçen birkaç saniyenin ardından kaşları havaya kalktı ve kimliğe merakla bakarken, "Sidal Boran," diye mırıldandı ve hafifçe sırıttı. Adam başını kaldırıp bana baktı, ardından kimliği bana doğru uzatırken, "Savcı Deniz ve Ferhat Boran'ın kızları?" dedi anlamlandıramadığım bir ses tonuyla.

Dişlerimi birbirine bastırırken Rüzgâr elini çekti, ben de onun parmağını bırakarak ileri doğru uzandım ve adamın uzatmış olduğu kimliğimi aldım, geri yerime dönerken, "Rahmetli Savcı Deniz Boran'ın," dedim soğuk bir sesle.

Adam bir süre yüzüme bakarak inceledi, ardından Çağatay'a dönerken, "Ne çok savcı ismi duyuyorum bugün," diye homurdandı. Çağatay cevap vermedi. Adam son defa Enes'e dönerken, "Biz olabildiğince güvenlik kamerasına baktık ama bir şeyler çıkmadı, polis memurları içerideki elemanlara bir tane kadının fotoğrafını bıraktı, bir şey olursa haber verin," dedi ümitsiz bir sesle. "Gidebileceği her yere baktık ama yok, birazdan bu sokağın güvenlik kameralarını inceleyeceğiz, umarım bir şey çıkar."

Gözlerimi sıkı sıkıya kapatırken artık dayanamadım ve kalktığım koltuğa geri oturdum. Çağatay ve Enes, polis memurlarını uğurlarken kafamda dolanan kırk yılanın boynuma dolanarak beni boğmasına izin verdim. Ellerimi yüzüme kapatıp sertçe ovalarken Rüzgâr'la baş başa kalmıştık. Gözlerimi bir anda açıp zaten bende olan ela gözlere bakarken, "Ne yapacağız?" diye sordum kısık bir sesle.

Rüzgâr odanın içerisinde yürüyerek karşı koltuğuma oturdu ve dirseklerini dizlerine yaslayarak bana bakarken, "Hiçbir şey," dedi sakince.

Dikkatlice yüzüne bakarken, "Nasıl?" diye sordum.

"Hiçbir şey yapmayacağız, Sidal," dedi sakin bir sesle. "Arasalar da hiçbir şey bulamazlar, arkada hiçbir iz bırakmadılar."

"Ben burada onunla sohbet ettim," dedim hızla. Elimi kaldırıp kendimi gösterirken, "Bana hamile olduğunu söyledi, konuştuk. Kameralar var, Rüzgâr," dedim hızla.

Rüzgâr öyle dikkatli bir şekilde bana bakıyordu ki bir an yanlış bir şey söylediğimi düşünerek söylediklerimi düşündüm ama yanlış bir şey söylememiştim. Uzun kirpikleri kaşlarına kadar uzanırken dikkatim oraya yönelmişti. "Sadece mekâna girerken ki görüntüleri kaldı, seninle görünen kısmı çeken kamera kaydını sildik, korkma."

"Ne yapacağım ben?" dedim sıkıntılı, çökmüş bir sesle. Daha yirmi bir yaşında bunları yaşamak istemiyordum. Böyle hissetmek, dünyanın sonuna gelerek Tanrı'yı kucaklayacağım düşündürtecek olayların içerisinde bulunmak istemiyordum.

"Sustur o içindeki sesi," dedi Rüzgâr ve bana bakmaya devam etti. "Yapabileceğimiz başka bir şey olsaydı yapmaz mıydık? Biz de bu işe bulaştığımız için mutlu değiliz ama başka ne yapabiliriz ki? Hiçbir şey. Hayatlarımıza devam edeceğiz. Evet, kulağa biraz acımasızca geliyor ama bizim de bir suçumuz yok."

Omuzlarım çöktü. "Ama..."

"Sidal," dedi hızla lafımı bölerken. "Enes evlenecek, Çağatay'ın kaybetmek istemeyeceği bir mesleği var. Eğer şimdi gidip olanları anlatırsan bize asla inanmazlar, sadece sen arkadaşının, ben arkadaşlarımın başını yaktığımız için daha büyük vicdan azabı çekeriz. Lütfen, iyi düşün. Mantıklı davran."

Başımı sallarken, "Haklısın," diyebildim kısık sesle. Evet, onlar benden habersiz bu işin içine girmişlerdi ama girmek zorunda değillerdi. Bana yardım etmek zorunda hiç değillerdi. Çarptığıma dair bir delil yoktu ama çarpmadığımı kanıtlayacak da bir şey yoktu. Çarptığımı düşünmeleri için de dedikleri gibi birçok neden vardı. "Peki, susacağım," dedim ve başımı kaldırarak Rüzgâr'ın ela gözlerine baktım. İçimdeki bu kalp bir sızı gibi atıp duruyor, bu sorunun cevabını tekrar tekrar duymak istiyordu. "Ben çarpmadım, değil mi?" diye sordum kısık sesle. "Sen gördün, tek gören sensin, yapmadım, değil mi? İçimdeki bu ses beni daha çok yiyip bitiriyor."

Rüzgâr başını iki yana sallarken, "Sana yemin olsun, eğer sen çarpmış olsaydın seni ben teslim ederdim ama değil, sen çarpmadın, Sidal," dedi samimi bir sesle. Bu kelimelerin doğruluğunu sesinden duyunca içimdeki ses geriye doğru çekiliyor, daha çekilebilir bir acı bırakıyordu bana. Dolgun dudaklarında hafif, çok az bir gülümseme oluşurken, "Sıkma o canını. Birkaç gün geçsin, her şey yatışır," dedi.

Oturduğum yerden yavaşça kalkarken, "İnşallah," dedim fısıldayarak ve uzanıp masanın üzerindeki siyah sırt çantamı elime aldım. Kimliğimi çantamın içerisine öylece atarken, "Ben gideyim," dedim.

Rüzgâr o an hızla ayağa kalkarken, "Gelecek misin?" diye sordu.

Gözlerimi kısarak Rüzgâr'a doğru dönerken, "Nasıl yani?" diye sordum anlamayarak. "Nereye gelecek miyim?"

"Bekârlığa vedaya," dedi gözlerimin içine bakarken. "İki gündür evden çıkmıyorsun ya, o yüzden sordum."

Başımı sallarken, "Eğer gelmezsem herkes, ki daha çok Pelin, bir şeyler olduğunu anlar, gelmek zorundayım," dedim ve kapıya doğru ilerlemeye başladım, Rüzgâr da peşimden geliyordu. Kapıyı açıp dışarıya çıkarken, "Hiçbir şey olmamış gibi devam edeceğim," dedim daha konuşurken zorlansam da. Onlar bana yardım etmişlerdi ve benim bencilce, sanki onların duyguları yokmuş gibi davranmaya devam edemezdim. Hem ben hem de onlar böyle bir şeyin içerisinde olmak istemezdi. Kim isterdi ki?

Rüzgâr bir şey demedi, birkaç adım arkamdan gelmeye devam etti. Elimi saçlarıma atıp kıvırcık saçlarımı omuzumdan arkaya attım ama o an saçlarım ona çarptı. Gözlerim hafifçe büyürken özür dilemek için arkamı dönmüştüm ama Rüzgâr elini kaldırdı ve kıvırcık saçlarıma dikkatlice bakarken, "Hiç sorun değil," dedi. Bakışları saçlarımda bir şey arıyormuş gibi dikkatliydi. Onun bu hâline bakarken Rüzgâr, "Güzel saçların var," dedi yavaşça.

Böyle bir şey söylemesini beklemezken ellerim hemen saçlarıma gitti ve onları düzeltmeye çalıştım. Koridorda ikimiz vardık ve artık yürümüyor, olduğumuz yerde dikiliyorduk. Bir saçlarıma bir de Rüzgâr'a bakarken, "Rahmetli annemin de saçları böyleymiş," dedim ve hafifçe gülümsedim. "Yani, fotoğraflarda öyle görünüyor, teyzem de anlatırdı küçükken... Annenin de saçları senin saçların gibi kıvırcık ve beline kadar gelirdi diye," dedim hüzünle.

Başımı kaldırıp Rüzgâr'a bakacağım anda yan taraftan bana seslenen Enes'le oraya döndüm. "Gidiyor musun?"

Başımı sallarken Rüzgâr'ı arkamda bırakarak ilerlemeye başladım. "Evet, Pelin'in yanına gideceğim."

Başını sallarken, "Her şey yolunda," dedi gözlerimin içine bakarken. "Rutin bir kontrol sadece, her şeyi düşündük."

Başımı aşağı yukarı sallarken, "Umarım dediğiniz gibi olur Enes," dedim ve yanına geldiğimde elimi kaldırıp dostane bir tavırla omuzuna koydum. "Aksi hâlde," derin bir nefes aldım ve başımı iki yana salladım. "Her şey başımıza yıkılır. Biter."

Başını çevirdi ve bana dikkatlice bakarken, "Şüphen olmasın," dedi kısık sesle. "Susman yeterli."

Elimi kaldırdım ve dudaklarıma fermuar çekiyormuş gibi yaptım.

Başka bir şey söylemeden elimi Enes'in omuzundan çektim ve koridorda ilerlemeye başladım. Hayatım boyunca kendi vicdanını susturabilen insanlardan korktuğum kadar kimseden korkmamıştım çünkü bir insanı uçurumun kenarında dahi durduran bir güç varsa o da vicdandı ve insan ondan vazgeçtiğinde imkânsızlıklar ihtimaller kazanıyordu.

Kaybedecek bir şeyi olmayandan değil, o şeyleri kendisi kaybeden daha tehlikeliydi.

Mekândan çıktığımda bir süre kapının önünde kaldım, çantamdan çıkardığım sigaramı dudaklarımın arasında sıkıştırdım ve yaktım. Bu saatten sonra çocukça davranmak sadece bana değil, diğerlerine de sorun çıkartırdı. Ağlayacaksam, acı çekeceksem bunu diğerinden gizli yapmak zorundaydım. Bu işe girmek, beni kurtarmak zorunda olmadıkları gibi sızlanmalarıma da katlanmak zorunda değillerdi. Dudaklarımdaki sigaradan derin bir nefes alırken elimi cebime attım ve telefonumu çıkarttıktan sonra tamamen boş olan yokuştan aşağı inmeye başladım. Bir taksi çevirip önce eve, ardından Pelin'in yanına gitsem iyi olacaktı.

Sokakta duyduğum araba sesiyle birlikte kafamı kaldırdım ve önümden geçen taksiyle birlikte adımlarımı hızlandırdım ve boşta olan elimi durması adına salladım. Adam beni görmeyerek ilerlemeye devam ederken, "Hey!" diye seslendim ama durmadı, köşeyi döndü ve yokuşu yavaşça inmeye başladı. Tam taksiye koşacağım anda tüm sokakta yankılanan ıslık sesiyle birlikte başımı çevirdim ve yokuşun ilerisinde, mekânın kapısında sigara içen Rüzgâr'ı gördüm. Bir elinde sigarası varken diğer eli dudaklarının üzerindeydi. Tekrar ıslık çaldı ve parmaklarını aşağı doğru indirdi. Kaşlarım havaya kalkarken, "Ne oldu?" dedim bağırarak.

Rüzgâr çenesiyle arkamı gösterirken, "Taksiye binmeyecek miydin?" diye sordu.

Başımı çevirdim ve o an az ileride bekleyen taksiyi gördüm. Başımı sallarken ona doğru döndüm. "Sağ ol!" diye seslendim.

Başını sallarken, "Hadi," dedi sadece. Elimdeki sigaradan derin bir nefes daha aldıktan sonra zaten rüzgâr sayesinde yarısı içilmeden bitmiş sigarayı kaldırdım ve yanımda bulunan, o gece beni yaslanarak beklediği sokak lambasına bastırdım ve söndürdüm, izmariti de yere attım. Elimi kaldırıp Rüzgâr'a kısa bir selam verdikten sonra vakit kaybetmeden hızlı adımlarla taksiye doğru ilerledim ve arka koltuğa oturdum. Taksi şoförüne gideceğim yerin adını söyledikten sonra arkama yaslandım ve sağ taraftaki aynadan arkaya baktım.

Rüzgâr Çetin sigarasını içerek hâlâ orada, mekânın önünde taksiye bakarak bekliyordu.

                                                                                                   ***

Elimdeki parfümü yerine bırakırken birkaç adım geriledim ve aynadaki yansımama baktım. Siyah askılı elbise vücudumu sararak dizlerime kadar uzanmış, bacağımı birazcık yana kaydırmamla derin yırtmaç bir yırtıcının ağzı gibi hırsla açılmıştı. Kıvırcık saçlarımın kabarmasını önlemek birkaç uzun işlem sonucunda olurken onlara huysuz bir bakış attım. Eğer annemin saçları da kıvırcık ve ona en çok benzeyen yanım bu olmasaydı, kısacık kestirip kalıcı fön yaptırırdım. Bazen ölen bir insanın parçasını vücudunda yaşatmak için her şeye katlanmak zorunda kalırdı insan.

Annemi tam olarak hatırlayamıyordum. Ben daha beş yaşındayken ölmüştü ve onunla olan anılarım ya da hatırladıklarım bir elin parmağını geçmezdi. Zihnimdeki küçük kız çocuğu elindeki renksiz resme bakarken gözleri parlıyordu, tek kalan parçalardandı. Onu hatırlayamamam çok sorun değildi çünkü teyzem bana masallar yerine her gece uyumadan önce annemi, annemin yaşantısını, ideallerini, hayallerini, yaptıklarını ve yapacaklarını uzun uzun anlatırdı. Ben, çoktan bu dünyadan ayrılmış bir kadının kopyası olarak devam edebilmek için çabalayan o küçük kızdan başkası değildim. Elimdeki renksiz fotoğrafı kendi kendime renkli hayal eder ve aynanın karşısına geçerek kendimi ona benzetmeye çalışırdım.

Ben ölen bir kadını hâlâ devam ettirme derdindeydim.

Aynadaki görüntümü izlemeye devam ederken yan taraftan gelen tıkırtılarla dikkatim dağıldı ve aynaya hayranlıkla bakan mavi gözlerim yana kaydı ve arkamda bulunan arkadaşımın yansımasına baktım. Dikkatli bir şekilde aynada da beni izliyor, tek kaşını kaldırarak kendi kendine konuşuyordu. "Sesli konuşabilirsin," dedim aynadan ona bakarken. Pelin'in yıllardır süren özelliklerinden bir tanesiydi, kendi kendine konuşur ve bunu sesli bir şekilde bana anlatmış gibi davranır hatta anlattığını savunurdu. "Daha sonra anlatmadığın şeyleri anlatmışsın gibi beni sorgulama," dedim alttan hatırlatma yaparken.

Yeşil gözlerini devirirken, "Aptal," diye homurdandı ve bakışlarını bana çevirdi. "Bir kere yaptım onu, sen de abart!"

Başımı sallarken, "Aynen, ondan," diye mırıldandım ve sırıttım. Son defa aynaya baktıktan sonra döndüm ve hemen karşımda duran arkadaşımı süzdüm. Üzerine giydiği uzun kırmızı elbisesi onun kızıl saçlarıyla bir bütün oluşturduğunda ateş perisine benziyordu. Gözlerini koyu bir makyajla öne çıkarmış, daha dikkat çekici hâle getirmişti. Dudaklarım beğeniyle büzülürken, "Başarılı," diye mırıldandım hayranlıkla.

Başını hevesle sallarken elleriyle elbisesini kavradı ve kendi etrafında elbisesini gösteren bir çocuk gibi dönerken, "Güzel mi, Sid?" diye sordu heyecanlı çıkan bir sesle. "Enes beğenir mi?"

Bir elimi masanın üzerine koydum ve hevesle dönen Pelin'i izlerken, "Boş ver Enes'i," dedim huysuz bir sesle. "Dönsün önce kendisine baksın."

Pelin yan gözle beni süzerken, "Üzülme," dedi nazik çıkan bir sesle. Pelin benim aksime biraz daha narin, olaylara daha çok kırılan, iyi bakılması gereken bir bebek gibiydi. "Evleniyorum diye ağlama."

Dik dik Pelin'e bakarken, "Ağlamıyorum," dedim.

"Kendini harap etme benim için, canımın içi," dedi ve bana doğru ilerledi, ellerini yanaklarıma koydu ve sevmeye başladı. "Sen benim en iyi arkadaşımsın, kardeşimsin."

"Üzülmüyorum."

"Sil o göz yaşını," dedi munzur bir ifadeyle.

Gözlerimi devirirken, "Aynen Pelin, aynen," dedim dalga geçerek. Pelin de tatlı bir şekilde kıkırdarken kapıdan gelen korna sesiyle birlikte başımı çevirdim ve kuaförün kapısına baktım. Kaşlarım havaya kalkarken, "Araba gelmiş olmalı," dedim ve Pelin'e bakarken, "Hazırsan çıkalım mı?" dedim.

Pelin başını sallarken son kez kendimizi aynadan kontrol ettik, ardından beraber kuaförden çıktık. Enes'in göndermiş olduğu arabaya bindiğimizde Pelin her şeyin güzel olacağına dair bir şeyler anlatırken yarı yarıya dinlemiştim. Sabah bardan çıktıktan sonra haber sayfasında gördüğüm haberle birlikte Pelin'in yanına gitmem epey zor olmuştu. Sabahtan beri kuaföre kapanmış, akşamki bekârlığa veda partisi için heyecanla hazırlanmaya başlamıştı ve benim gergin hâlimi fark etmemişti. Şimdi hava kararmaya yeni başlamıştı ve ben, içimdeki sıkıntıyı kimseye anlatamadan arkadaşımı dinlemek zorundaydım.

Dökülemeyen kelimelerin telafisi yaşlar olurdu ve ben, stresten ağlamak istemiyordum, hele ki bugün...

"... Sidal?"

Başımı camdan çekip yan tarafımda oturan Pelin'e dönerken, "Efendim, canım?" diye cevap verdim.

"Beni dinlemiyor musun sen?" diye homurdandı Pelin ve biraz daha kayarak bana yaklaştı. "Arda gelecek bu gece, ne yapacaksın?"

Başımı sallarken, "Haberim var," dedim ve Pelin'in elini kavrarken başımı çevirdim, tekrardan camdan dışarıya baktım. "Veda partisinden sonra eve gidip üzerimi değiştireceğim, sonra da onu almaya giderim."

"Ailesi?"

"Ailesiyle kalmak istemiyor, Pelin," dedim kısık sesle. "Biliyorsun bunu, en doğrusu bende kalması."

Başını salladığını cama düşen yansımasından görürken bir şey demedim. Uzun süre sonra onu görecektim ve son günlerde olan şeyler olmasaydı onun gelmesine heyecanlanabilirdim ama şu an bunu düşünemeyecek kadar aklım da kalbim de doluydu. "Yıllar sonra İzmir'e geliyor," dedi Pelin dikkatli bir sesle. Kelimelerini dikkatli seçmeye çalıştığını fark edebiliyordum.

Başımı sallarken, "Öyle," dedim ve konuşmak istemediğimi belli ettim. Böyle bir konuyu konuşarak beni daha fazla üzmenin anlamı yoktu. Pelin de bunu anlamış gibi partinin yapılacağı mekâna gelene kadar hiçbir şey söylememiş, öylece elimi tutarak susmuştu. İnsanlar çok konuşmaya başlayınca içimdeki her his köşesine çekilir, suskunluğa gömülürdü. Ben insanlardan kaçıp onlara gitmek istedikçe onlar, daha çok susmaya başlardı. Ben insanlardan uzaklaştığım zamanlarda o hisler asla susmazdı, beni deli edecek kadar çok konuşurlardı.

Şimdi onların konuşmasına, ne hissetmem gerektiğini söylemeleri gerekiyordu ama onlar yine mağaralarına girmişlerdi.

Mekânın önüne geldiğimizde kapı vale tarafından açıldı ve ben yavaşça arabadan indim. Çantamı sımsıkı tutarken, "Teşekkür ederim," dedim kapımı açan adama ve arabanın etrafında dolanarak Pelin'in yanına ilerledim. Onun, elbise yüzünden güçleşen inmesine yardımcı oldum ve beraber arka kapıya doğru ilerlemeye başladık, Pelin için hazırlanan odaya girdik. Pelin'i son kez kontrol ettikten sonra içeriye geçtim, o daha sonra gelecekti.

Mekânın içerisine girdiğimde okuldan veya arkadaş ortamından tanıdığım yüzlerin de olduğunu gördüm. Yanıma gelen insanlarla sohbetleri kısa tuttuktan sonra bir süre daha ortada kaldım, ardından giriş müziğinin çalmasıyla birlikte Pelin'in kocaman bir gülümsemeyle içeriye dansçılarla girmesini izledim. Bu ortama arkadaşım olmasa bir dakika bile tahammül edemeyecek bir hâldeydim ve bu benim için çok zordu. Pelin keyifle dans ederken yüzümdeki gülümsemeyle bar kısmının en sondaki kısmına oturdum ve insanları izlemeye başladım. Kalabalık bir ortama girdiğimde insanların içerisine hızla karışan Pelin olurken ben, her zaman kenarda oturarak onları izleyen olmuştum. Ortamın zevkini böyle alıyordum.

Barmenden istediğim şarabı önüme çekerken yüzümdeki gülümsemeyle olanları kenardan izlemeye başladım.

30 DAKİKA SONRA...

"Asla," derken elimi kaldırdım ve Pelin'e doğru olumsuz bir şekilde salladım. "Bana hiçbir kuvvet bunu yaptıramaz!"

Pelin yalvarır gibi yüzüme bakarken, "Lütfen, Sidal!" dedi ismimi uzata uzata. Elini koluma koydu ve parmakları üzerinde yükselirken yüzüme doğru yüzünü yaklaştırdı. Onun şeker kokusunu alabilecek kadar dibime girerken, "Yalvarırım," diye mırıldandı. "İlk ve son defa evleniyorum, lütfen."

Başımı iki yana sallarken yeşil gözlerinin içine bakmamaya çalışıyordum. Eğer bakarsam onu kırmamak için yapabilirdim ve ben, onun yeşil gözlerinden kaçıyordum. "Böyle bir şeyi yapamam, Pelin," dedim hızla. "Bu konuda kararım kesin, istemiyorum."

Elindeki maskeyi kaldırırken, "Lütfen Sidal, lütfen," diye darlamaya devam etti.

"Bu hiç normal değil," dedim sesimi yükseltirken.

"Neyi varmış?" dedi kaşlarını çatarken.

Elimi kaldırdım ve etrafı, eğlenen kadınları gösterirken, "Etraftaki her kadında Enes'in maskesi var, Pelin," dedim dehşetle. "Bunun neyi normal? Sen Nihal Ziyagil misin?"

Pelin kırmızıya boyadığı dudaklarını büzerken, "Ben bunda bir sorun görmüyorum," dedi sakince.

Ona, onu kınıyormuş gibi bakarken, "Sen ya da sizler bu durumu normal ya da eğlenceli karşılıyor olabilirsiniz ama ben bu durumdan zerre zevk alamıyorum," dedim hızla. "İstemiyorum."

Pelin tekrardan elini koluma koyarak sırnaşırken, "Lütfen Sidal, lütfen," dedi.

"Hayır."

"Sidal..."

"Hayır."

"İlk kızıma senin adını veririm!"

Pelin'in kaldırdığı maskeyi havada yakalarken, "Anlaştık," dedim ve maskeyi indirdim. İğrenerek Enes'in yüzünün basılı olduğu maskeye baktım, ardından yüzüme geçirirken, "Bundan Enes'e de bahset, sonradan sorun istemiyorum," dedim.

Pelin kocaman sırıtırken yüzüme baktı, ardından kendi maskesini de takarak sahneye doğru ilerlemeye başladı. Kadınların yüzlerindeki maskelerle ne kadar korkunç olduklarını izlerken dehşete kapılıyordum. Çalan müziğin ritmiyle mekândaki her kadın ayağa kalkmış ve Enes yüzleriyle dans etmeye başlamışlardı. Bir süre ortada Pelin'le dans ettikten sonra bunalmış ve eski yerime, bar kısmına geçmiştim. Yüzümde ne kadar büyük gülümsemeler olsa da kendimi buraya ait hissetmiyordum, hissedemiyordum.

Müzik değişirken yüzümdeki maskeyi çıkardım ve bar tezgâhının üzerine bıraktım, ardından kadehimi elime alarak tekrardan insanları izlemeye başladım. "Damat geliyor, damat!"

Kapıdaki kızın koşarak içeriye geçmesiyle kaşlarımı havaya kaldırdım ve yüzümde hafif bir sırıtma oluşurken olacakları izlemeye başladım. Kızlar mekânın karşısına dizilirken duyduğum davul sesiyle birlikte başımı çevirdim ve içeriye giren erkeklere baktım. En öndeki Enes, gömleğinin birkaç düğmesini açmış, boynuna astığı davula heyecanla vurmakla meşguldü. Onun arkasındaki Çağatay dikkatimi çekerken başına bağladığı kravatı gördüğümde tüm ciddiyet kayboldu ve günler sonra ilk defa sesli bir şekilde gülebildim. Diğer erkekler arasında da elindeki içki şişesiyle Ali abiyi görebilmiştim.

Kızlar ellerindeki tefleri çalmaya başladığında Enes davula vurdu ve içeriye doğru bir adım attı, ardından başını kaldırdığı anda elindeki tokmak havada kalmıştı. Saliseler içerisinde dudakları hızla açılırken dehşetle içerideki kendi yüzüne sahip maskeli kadınlara bakıyordu. Gözlerimi kaydırdım ve herkesin kapı önünde dehşete kapılarak içerideki kadınları izlediğini fark ettim. Artık daha sesli gülerek onları izliyordum.

Enes'in dudakları hareket ederken gözlerimi kıstım ve dudaklarını okumaya çalıştım ama bunda başarısız oldum. Kadınların dans etmeleri yavaşça dururken birkaç saniye daha müzik çaldı, ardından DJ kabinindeki ses bir anda kesildi. Galiba damadın şaşkınlıkla içeriye bakması sonunda dikkat çekmişti. Mekânın içerisindeki derin sessizliği bozan Pelin olmuştu. Birkaç adım atıp öne çıkarken, "Hayatım?" dedi sorgular gibi. Bu hâlde olmalarına rağmen hâlâ Enes'in bu hâlini sorgulamasına şaşırıyordum. "Bir şey mi oldu, Enes?"

Enes bir süre daha içeriyi izledi, ardından Pelin'e bakarken, "Bu ne Pelin?" diye sordu kısık çıkan bir sesle ama içerideki nefes alıp vermeler bile duyulabilecek hâldeyken herkes bu söylediğini rahatlıkla duyabilmişti.

Pelin o an yüzündeki maskeyi çıkardı ve kapının girişinde durmaya devam eden Enes'e bakarken, "Olmamış mı?" diye sordu. Kavga geliyordu...

Kaşlarım havaya kalkarken beklentiyle onları izliyordum. "Rüyamda artık hurileri değil, Enes'i görecek olmam beni üzdü," dedi erkeklerden birisi, kim olduğunu seçememiştim.

Sarışın olan genç çocuk etrafa iğrenerek baktıktan sonra, "Bu ne ya?" diye mırıldandı.

Çağatay elini kaldırdı ve sertçe alnına çarparken, "Bir daha bu kadar içmeyeceğim amına koyayım, her yerde Enes var," diye sertçe homurdandı ve ayılmak için başını iki yana salladı ama gözlerini açtığında görüntü değişmeyince yüzünü buruşturdu. Başındaki kravatıyla ortamda anormal durmuyor hatta kadınlara göre normal kalıyordu ama bu zamana kadar onu hep suratsız ve sinirli gördüğüm için bu hâlini yadırgamıştım.

Ali abi o an yanında bulunan sandalyeye çökerken, "İğrendim," dedi ve elindeki şişeyi kafasına dikti. "İliğimle, kemiğimle yeni yeni çıkan adetlerden iğrendim."

"Boş verin bekârlığa vedayı, yarın düğünde görüşürüz," dedi içlerinden biri ve çıkışa doğru ilerlemeye başladı. Adım sesleri her geçen saniye artıyordu.

İçerideki kadın ve erkek sayısı azalırken Çağatay sendeleyerek karşı tarafımda kalan bar taburesine çıktı ve çıkarken, "Enes yüzlü kadınlar," diye homurdandığını duydum. Elini kravatının üzerine koydu ve sertçe başını ovalarken barmenden soğuk su istemiş ve gözlerini bar tezgâhına dikerek durmaya başlamıştı.

Kaşlarım bu durum karşısında kısaca havaya kalksa da daha sonra içeriyi incelemeye başladım. İçerideki birçok insan gitmiş, kalanlar da yüzlerindeki o korkunç maskeleri çıkartarak kendi kendilerine muhabbet ediyorlardı. Enes arada bir etrafa şaşkınlıkla baksa da Pelin'le muhabbet ediyor gibi duruyordu. Bu gecenin de sonuna gelmiştik. Tezgâhın üzerindeki kadehi elime aldığımda dudaklarımda hâlâ bir gülümsemenin var olduğunu fark ettim. Birkaç gün önce kendimden geçerek ağladığım anlar aklıma geldi ve dudaklarımdaki gülümseme acı dolu olsa da gülümsedim.

Seni öldüreceğini düşündüğün acı, seni güldürmeye başladığında anlıyorsun ki, ne en unutkanı balık ne de en nankörü kediydi.

Dudaklarım bu duruma karşı hayretle dışarıya büküldüğü anda, "Ne düşünüyorsun?" diyen sesi duydum ve başımı kaldırdığım anda ileride durmuş, dikkatlice bana bakan Rüzgâr'ı gördüm. Başımı her kaldırdığımda odaklanmış ela gözleri bana değişik hissettirirken bir süre gözlerinin içine baktım. Neden bu kadar dikkatli bakıyordu? Değişik hissettiriyordu. Üzerinde siyah bir gömlek, altında da siyah bir pantolon vardı.

Ellerini pantolonunun cebinden çıkarırken, "Her şey çok değişik geldi bir anda," dedim direkt bir itirafta bulunurken. Bir konu hakkında ya hiç konuşmaz ya da bir anda ne hissettiğimi itiraf ederek rahatlardım. Kelime oyunlarını anlamaya çalışmadığım için geri de kalıyordum.

Başını olağan bir şeyden bahsetmişim gibi aşağı yukarı sallarken, "Nasıl mesela?" diye sordu ve yaklaşmaya başladı. Hemen yanımdaki bar taburesine oturduğunda ben biraz daha yan döndüm ve onunla karşı karşıya kaldım. Sağ dirseğini tezgâha yasladı ve içeriye göz atmaya başladı.

Birkaç saniye sonra derdini anlayınca elimdeki kadehi tezgâhın üzerine koydum, ardından onun önüne doğru iterken, "İçebilirsin," dedim. Barmen olmadığı için bir şeyler isteyememişti.

Bir önüne sürülen kadehe baktı, ardından bakışları bana dönerken, "Rahatsız olmaz mısın?" diye sordu.

Başımı hafifçe iki yana sallarken, "Rahatsız olsam vermem," dedim yavaşça. "Rahat ol, Rüzgâr."

Başını sallarken kadehi beyaz elleriyle kavradı, büyük yudumlarla şarabı içerken benim bakışlarım boynundaki dövmedeydi. Bir insan neden böyle bir dövme yaptırırdı ki? Neden boynuna? Dövmenin absürtlüğünü ne kadar saatlerce düşünmek istesem de diğer bir dikkatimi çeken şey de işçiliğiydi, epey gerçekçi duruyordu. Gözlerimi yukarıya çıkardığım anda hiç şaşırmadım, bana bakıyordu. Rüzgâr bir süre gözlerime bakarak bekledi sonra, "Okuyor musun?" diye sordu sakince.

Başımı sallarken olduğum yerde uzandım ve kadehi önüme çekerken, "Hukuk fakültesi üçüncü sınıf öğrencisiyim," dedim yavaşça.

"Enes'in mekânında da çalışıyorsun," dedi gözleri kısılırken.

Omuz silkerken, "Ona çalışmak denmez," dedim hızla.

"Neden?"

"Canım istediğinde ya da Enes ihtiyaç duyduğunda geliyorum bara, devamlılığı yok."

Ben kadehin dibindeki son kalan şarabı içtiğimde Rüzgâr, yerine gelen barmenden yeni şeyler istemişti. Barmene bakarken, "Aile boyu hukuk okumuşsunuz," diye mırıldandı. "Annen, baban, sen... Başka var mı?"

Başımı iki yana sallarken, "Yok, bu kadar," dedim ve Rüzgâr bana doğru döndü. "Normalde hukuk okumak aklımda yoktu ama annemin mesleği olmasından dolayı tercih ettim."

Kaşları havaya kalkarken, "Baban?" diye sordu ifadesiz bir sesle. Yüzüme sorgular bir şekilde bakıyor ve bu beni rahatsız ediyordu.

Barmenin tezgâha bıraktığı kadehlerden bir tanesini önüme çekerken, "Konuşmayalım bunu," diye homurdandım. "Gerek yok." Gözleri benim üzerimde sorgular bir şekilde kalmaya devam ederken başını sallamakla yetindi. Bir süre etraftaki insanları izlerken içeceğimi yudumlamış, sessizlik hoşuma gitmişti. Başımı çevirdiğimde Rüzgâr'ın telefonuyla ilgilendiğini gördüm. Loş olan ortamda telefonun ışığı gözlerine vurduğunda daha açık renk görünüyordu. Bir süre ona baktıktan sonra, "Sen?" diye sordum. Başını kaldırdı ve soru sorar gibi tek gözünü kırptı. "Sen ne okuyorsun? Ya da okudun mu?" Polis memuru yaşı için ne demişti? Hatırlamıyordum.

Rüzgâr bariz bir şekilde gerilirken telefonunu tezgâhın üzerine bıraktı ve ellerini dizlerinin üzerine koydu. Onu dikkatli izlediğimi fark ettiği anda, "Okumuyorum," dedi gergin çıkan bir sesle. Ne olmuştu? Yanlış bir şey mi söylemiştim? Kaşlarımı hafifçe çattım. "Psikiyatri bölümünü bitirdim ama mesleğimi yapmıyorum."

Rüzgâr'ın bir anda bu kadar bariz gerilmesine en sonunda gülerken, "Tamam, Rüzgâr," dedim ve arkama yaslandım. "Gerilme bu kadar. Mesleğini yapmaya bilirsin, kızmayacağım sana!" dedim ironi yaparak.

"Yok," dedi ve o da benim gibi arkasına yaslandı. "Sadece ben mesleğimden hoşlanmıyorum, bir anda konu o olunca gerildim." Ne kadar nedenini merak etsem de başımı sallamakla yetindim. Rüzgâr benim aksime daha az içmiş, kenara çekilerek benim gibi insanları izlemeye başlamıştı. Aldığım her yudumda içimde bir çukur açıyor, o çukura da unutmak istediğim her şeyi ellerimle ben gömüyordum.

Pelin ve Enes danslarını bırakıp yorgunca gülümserken yavaşça ayağa kalkmak istedim ama bir an topuklu ayakkabılarla ayakta kalamayınca Rüzgâr hızlı davrandı ve aniden elimi tuttu ve dengede kalmamı sağladı. Kaşlarım yukarıya kalkarken, "Uuu..." diye mırıldandım ve sırıttım. "Biraz fazla kaçırdım galiba."

Rüzgâr başını çevirip kısaca tezgâhın üzerine baktı, ardından bana dönerken, "Aynen, ondan," diye homurdandı ve bir elimi sıkıca tutarken diğer elini belime yerleştirdi, kendisine doğru çekti. Onun tepkisine sırıtırken ne ara bu kadar fazla kaçırdığımı hatırlamaya çalışıyordum ama hatırlayamadığıma göre epey içmiştim. Elimi bıraktı, beni belimden kavrayarak vücuduna yasladı ve yürümeye başladığında, "Enes'e haber verip gidelim," dediğini duydum.

Başımı yorgunca salladığımda başım daha fazla döndü. Yüzümü buruştururken başımı bir anda Rüzgâr'ın boynuna soktum ve gözlerimi kapatarak başımın dönmesinin geçmesini beklemeye çalıştım ama zihnimin içerisindeki çarkı durmadan çeviren, her ânı hatırlamaya çalışırken kendimi daha rahatsız hissettiren bir iblisi görebiliyordum. Benim adımlarımla birlikte Rüzgâr'ın adımları da durduğunda bir elimi karnının üzerine koydum ve uzaklaşmak istedim ama gözlerimi her aralamak istediğimde her bir kirpiğim gözlerimin içine batıyormuş gibi canım acıyordu.

Rüzgâr belimdeki elini sırtıma doğru taşırken, "İyi misin?" diye sordu kısık sesle. Dudaklarından çıkan sıcak nefesini önce kulağımda, ardından boynuma doğru süzüldüğünü hissederken kuruyan dudaklarımı ıslattım ve derin bir nefes aldım ama aldığım nefesin bende bıraktığı hisle birlikte tıkandım. Kokusu gömdüğüm bir hatırayı toprak altından çıkartabilecek kadar güçlüydü ama ben toprak altından ne çıkacağından korktuğum için bakamıyordum bile. Ben zihnimde olan sarmaşığın ucunu yakalamaya çalışırken Rüzgâr sırtımdaki elinin baskısını arttırdı. "Sidal," diye homurdandı. "İyi misin? Miden mi bulanıyor?"

"Enes'i çağırır mısın?" diye sordum kısık çıkan bir sesle. Arkadan gelen sesler öylesine boğuk geliyordu ki kulaklarımın tıkandığını düşünmüştüm. "Beni kucağına alsın, bir taks-"

"Anlaşıldı," dediği anda elini belime indirdi, ardından eğilerek bir kolunu bacaklarımın altından geçirdi ve hızlıca kucağına aldı. Ani hareketiyle midem bulanırken yüzümü tamamen boynuna gömdüm ve içimden küfrettim. "Duyabiliyorum," diye homurdandı ama bunu umursamadan kollarımı boynuna doladım ve mide bulantımın geçmesini beklemeye başladım.

"Aaa, Sidal?" diyen arkadaşımın telaşlı sesiyle birlikte mırıltı çıkardım ama bunu duyduğundan emin değildim. Pelin'in ayak seslerini duyarken buraya geldiğini anlamış oldum. Kolumda sıcak bir el hissettiğimde Pelin'in, "Ne oldu sana böyle?" dediğini duydum şaşkın çıkan bir sesle.

"Biraz fazla kaçırdı," dedi sakince Rüzgâr. "Ayakta duracak hâli yok."

"Eve götürsene," dedi Enes o an.

Rüzgâr bir süre bekledi, ardından, "Çağatay da iyi değil," dediğini duydum. "O da çok içmiş, baygınlık geçiriyor köşede."

"Pelin ve Ali abiyi alıp evlere bırakayım, sen de Çağatay ve Sidal'i al götür," diye paylaşım yaptı hızla Enes. "Yarın düğün var, erken kalkılması lazım. Sidal'in evi bana uzak kalıyor."

Rüzgâr'ın başını salladığını saçlarıma sürten çenesinden anlamıştım. "Peki," dedi ve sola doğru döndü. "Ben Çağatay'ı da alayım, yarın görüşürüz," dedi ve Pelin'le Enes'ten ayrıldıktan sonra yürümeye başladı. Her geçen saniye de bir deli eline çivi ve çekici alıyor, hiç acımadan kafama o çiviyi çakıyormuşçasına başım ağrıyordu. Enes, Çağatay'ın arabaya binmesine yardımcı olurken dışarıya çıktık ve o an soğuk rüzgârla birlikte üşüdüm ve hafifçe titredim.

Kuru soğuk canımı yakıyordu.

"Tamam," diye yatıştırır gibi fısıldadı ve o an araba kapısının açılma sesini duydum, ardından Rüzgâr beni yavaşça deri koltuğa oturttu. Etrafa anlamsız bakışlar atarken Rüzgâr o an elini koltuğumun kenarına koydu ve arka koltuğa doğru uzandı. Bir anda gözlerimin önünde canlılık kazanan dövmesiyle şaşırırken kaşlarım havaya kalktı ve tekrardan kokusunu içime çektim. Bir şeyi hatırlatıyordu kokusu ama ben asla o kokunun kaynağına ulaşamıyordum. Ulaşamadıkça canım daha çok sıkılıyor, hatırlamak için sorgulamak istemediğim geçmişime bir şeytanın ateşe yöneldiği gibi yanarak ama severek yöneliyordum.

Şeytanın ateşe taptığı gibi kokusuna tapmak istemiyordum.

Rüzgâr geriye çekildiğinde elinde takımının ceketi olduğunu fark ettiğim, ceketi iki eli arasına aldı ve benim daha bir şey dememe izin vermeden ceketi göğsümün üzerine örttü. Çıplak kalan ve üşümeme neden olan omuzlarım, kollarım ve gerdanım da böylece kapanmış oldu. Mavi gözlerimi kırpıştırarak onun yüzüne bakarken o benim yüzüme bir kere bile bakmadı ve geriye doğru çekildi, kapıyı yüzüme kapattı. Yüksek ihtimalle onun arabasındaydım ve üzerimde ona ait bir ceketle onu bekliyordum.

Arka koltuğa sarhoş Çağatay bindiğinde bana değişik bir bakış attığını dikiz aynasından görmüştüm. İki koltuk arasında durdu, bana dikiz aynasından bakmaya başlarken, "Yerimi kapmışsın," diye homurdandı. Kelimeleri tam telaffuz edemiyordu. "Orada ben oturuyordum," dedi ve kaşlarını çattı.

Başımı sallarken, "Olur arada öyle şeyler," diye mırıldandım. Sussa daha iyi olacaktı çünkü sese normalde tahammülüm yokken şu an bu kafayla hiç yoktu.

Çağatay o an arka koltukta uzandı ve uzun boyunu oraya sığdırmaya çalışırken, "Olmasın bir daha," diye homurdandığını duydum. Uzun bedenini arka koltuğa sığdıramamış, değişik bir pozisyonla uyumaya başlamıştı ama ara ara anlamadığım bir şeyler mırıldanıyordu. Başımı çevirdim ve yan aynadan arkada kalan Enes ve Rüzgâr'ı gördüm. Bir konu üzerine epey hararetli bir şekilde konuşuyor olmalıydılar ki Enes, Pelin'in onu izlediğini bile bile kaşlarını çatarak konuşuyordu. Yıllardır Enes, Pelin onu önemli konularda sorgulamasın diye ne kadar sinirli olsa da hiçbir şey olmamış gibi davranırdı ama şu an konu çok ciddi olmalıydı ki bunu umursamıyordu. Arkama yaşlandığımda aynadan onları izliyordum. Ne konuşuyorlardı?

Enes başını salladıktan sonra elini kaldırdı ve yavaşça Rüzgâr'ın omuzuna vurdu, ardından yüzündeki ifadeyi yumuşattı. Sorunu çözmüş gibiydiler. Rüzgâr'ın yanından ayrıldıktan sonra arkadaki arabasına doğru ilerlemeye başladı. Rüzgâr da arabanın arkasından dolandı ve şoför koltuğunun kapısını açtı ve yanımda yerini aldı ama ben, onların bıraktığı boşluğa bakmaya devam ediyordum. Arabanın içerisindeki ısıtıcıları direkt çalıştırırken, "İyi misin?" diye sorduğunu duydum, ardından arabayı çalıştırdı ve bir süre arabaların yolu boşaltmasını bekledi sonra hemen yola çıktı.

Karşımda duran ısıtıcının üflediği hava direkt yüzüme çarparken olduğum yerde biraz daha gevşedim. Kısık ve çatallı çıkan bir sesle, "İdare eder," diye mırıldandım. Başımdaki ağrı hiç kısa sürede geçecek gibi durmuyordu ama en azından midem az da olsa yatışmıştı.

"İlk seni evine bırakayım daha sonra Çağatay'ı bırakırım," dedi yavaşça. "Zaten arka koltukta sızmış."

Başımı çevirdim ve iki koltuk arasından Çağatay'a baktım. Ne kadar dışarıdan rahatsız gibi görünse de yüzüne baktığımda çok rahat bir uykudaymış gibi görünüyordu. Çağatay'ı süzerken, "Değişik bir insan oluyor içince," dedim aklımdan geçeni direkt dışarıya atarken.

"Nasıl oluyor?" derken bana doğru dönüp baktığını fark ettim ama ona karşılık vermedim.

Omuz silkerken, "İçince daha çekilesi," dedim ve tekrardan arkama yaslandım ve önümüzdeki trafiğe baktım. Hemen evime gitmek istiyordum çünkü bu kafayla düşünmeden konuşuyordum. "Diğer türlü çok sinirli ve itici."

O an onun, Çağatay'ın arkadaşı olduğunu hatırladım ve pişmanlıkla dilimi dişledim ama Rüzgâr bu dediğimi ciddiye almadı ve hafifçe gülerken, "Öyle," diye beni onayladı. Bu tavrına şaşırırken başımı çevirdim ve onun profiline baktım, dikkatli bir şekilde araba kullanıyordu. "Bazen beni de delirtiyor, aramızda kalsın."

Hafifçe gülerken başımı arkaya yasladım. "Ben hiç ağzımda bir şey tutamam, Rüzgâr," diye mırıldandım. "Çağatay ayıldığında ona söyleyeceğimden şüphen olmasın."

"Nesin sen?" dediğinde kaşlarını kaldırdı, başını çevirdi ve bana bir anda baktı. Hiç düşünmediğim, hiç beklemediğim bir yerden hareket görmüş gibi karnım kasılırken bunu belli etmemek için sadece gözlerine bakmayı tercih ettim. "İspiyoncu bir kız çocuğu mu?"

Sırıtırken, "Elbette," dedim ve daha çok güldüm. Keşke bu kadar çok gülmeseydim, istem dışı gülüyordum ve hiç sevmediğim bir özelliğimdi. Rüzgâr'ın bakışları gülümsememe kaydığında elimi kaldırdım ve elimin tersiyle dişlerimi, dudaklarımı kapatırken, "Çocukken de ispiyoncuydum," Dedim ama Rüzgâr beni duymuyormuş gibi davranıyordu. Neden öyle dikkatli bakıyordu bana? Yüzümde bir şey mi vardı?

Birkaç saniyenin ardından Rüzgâr önüne döndü ve boşta kalan eliyle arabanın camını açarken, "Yarın bunların hiçbirini hatırlamayacaksın," diye mırıldandı. "Kısaca, yarın ispiyoncu bir kız çocuğu olmayacaksın."

Başımı aşağı yukarı sallarken, "Aynen, ondan," diye homurdandım ve yan camdan dışarıyı izlemeye devam ettim. Çağatay devamlı bir şeyler anlatıyor, bazen doğrularak bana garipseyerek bakıyor, sonra tekrardan uyuma pozisyonu alıyordu. Arada kendi kendime gülmelerim ve baş ağrım dışında iyi hissediyordum. Araba evimin bulunduğu sokağa girdiğinde gözlerim neredeyse kapanmak üzereydi. Evimin bulunduğu bloğa bakarken, "Çantamı versene," diye mırıldandım kısık bir sesle. "Anahtarım içinde."

Rüzgâr o an sitenin önündeki sokak lambasının altında durdu. "Neyden bahsediyorsun sen?" diye sordu yavaşça. Başımı çevirdim ve hafifçe kaşlarını çatarak beni sorgulayan Rüzgâr'a baktım. Benden bir cevap alamayınca, "Çantan mı vardı senin?" diye sordu.

Uykusuzluk yüzünden kapanmamak için direttiğim gözlerimle ona bakarken, "Herhalde," dedim yavaşça. "Telefonum, cüzdanım, anahtarım... Her şeyim onun içindeydi. Nerede?"

"Benim çantadan haberim yok, Sidal," dedi hızla. Elini kaldırdı, zaten dağılmış siyah saçlarının arasına soktu ve daha çok dağıtırken, "Neden söylemiyorsun çantanın olmadığını?" diye homurdandı. "Gerçekten anlamıyorum."

Dümdüz Rüzgâr'a bakarken, "Hı?" diye bir mırıltı çıktı dudaklarımdan.

Rüzgâr dik dik bana baktı, ardından elini cebine attı ve telefonunu çıkardı. Ekrana bir süre baktıktan sonra, "Pelin mesaj atmış," dedi yavaşça. "Yeni hatırladığın çantanı dönüp o almış, ondaymış."

"Getirsin," dedim hiç düşünmeden.

Rüzgâr telefonunun ekranını çevirdi ve bana gösterirken, "Saat gecenin ikisi," dedi hızla. "Kızın yarın düğünü var, nasıl getirsin?"

"Sokakta kaldın," diye homurdandı Çağatay ve başımı çevirip ona baktım. Başındaki kravat hâlâ yerli yerinde duruyordu ve gözleri ne kadar kapalı olsa da uyumuyor, konuşmaya devam ediyordu. "Hadi in, Rüzgâr sen de beni sana götür."

Rüzgâr sinirle başını salladı. "Oldu paşam, başka?" diye sordu ve tekrardan arabayı çalıştırıp evimin önünden ayrıldı. "Kızı bu saatte ortada da bırakayım tam olsun," dedi ters bir sesle. Epey sinirlenmişe benziyordu.

Çağatay o an hafifçe doğruldu ve açamadığı gözleriyle etrafa bakarken, "Doğru," dedi ciddi bir sesle. "O zaman alt sokağa in, sana gidelim."

Rüzgâr ve Çağatay o an atışmaya başladılar ama benim, onları dinleyip anlayabilecek kadar dayanma gücüm yoktu. Bir an önce uyumak istiyordum. Başımı cama yasladım ve gözlerimi kapatarak Çağatay gibi uyumaya çalıştım. Üzerimdeki ceket ve klimaların çalışmasından kaynaklı arabanın içerisi ne kadar ısınmış olsa da Rüzgâr'ın camı açıktı ve camdan giren rüzgâr hızla bana çarpıyordu. Arabanın durmasıyla birlikte gözlerimi araladım ve bir apartmanın önünde durduğumuzu fark ettim. Gerçekten bu kadar yakınımda mı yaşıyordu?

Ben kafamı kaldırıp nereye geldiğimizi idrak etmeye çalışırken yanımdaki kapı açıldı ve daha fazla soğuk rüzgârı hissetmemle yüzümü hoşnutsuzca buruşturdum. "Çağatay, kapıyı aç," dedi Rüzgâr ve üzerimdeki ceketi düzeltti, ardından beni kucağına aldı. Kollarımı boynuna doladığımda gözlerimi kapattım ve başımı omuzuna koydum, uyumaya çalıştım. Rüzgâr gecenin içinde kucağındaki benle birlikte ilerledi. Daha sonra yüzüme çarpan sıcak rüzgârla birlikte apartmanın içerisine girdiğimizi anladım. Biraz daha yürü ve durdu, kapıların kapanma sesini duydum.

"Benim yerimdi orası."

"Çağatay, sus," dedi Rüzgâr.

"Benim yerimdi."

Gözlerimi araladım ve o an asansörün içerisinde olduğumuzu yeni anlayabildim. Çağatay hemen karşımda asansör kapısına yaslanmış, pis pis bana bakıyordu. Başımı hafifçe Rüzgâr'ın omuzundan kaldırdım ve ona bakarken, "Hı?" diye kısa bir mırıltı çıkardım.

Çağatay dikkatli bir şekilde bana bakarken, "Orası benim yerimdi," dedi ciddi bir sesle ama başında durmaya devam eden kravata gözüm kaydığı için onu ciddiye alamıyordum.

Kaşlarım havaya kalkarken, "Burası da mı?" diye sordum şaşkınca.

Rüzgâr belimi sıkıca kavrarken, "Saçmalama," diye hızlıca tersledi. "Bir daha ikinizle uğraşmak istemiyorum, hele ki sarhoş hâlinizle!"

Çağatay ağzının içerisinden bir şeyler mırıldanırken ben başımı tekrardan Rüzgâr'ın omzuna koydum ve başımın dönme sebebiyle gözlerimi kapattım. Dudaklarım kurumuştu, midem yanıyordu. Gözlerimi kapattığım hâlde dünya hızlıca içimde dönüyordu. Kapının açılma sesinin ardından Rüzgâr'ın yürüdüğünü fark ettim. Gözlerimi açarak etrafı incelemeyi ne kadar istesem de bunu yapamadım ve daha çok başımı boynuna gömdüm. "Ceketin cebinde anahtar var," dedi Rüzgâr yorgun çıkan bir sesle. İstemsizce ela gözlerinin kızardığını düşündüm. Üzerimde olan ceketin kurcalandığını, ardından merdiven boşluğunda anahtarın şangırtı sesini duydum.

Dudaklarımdan huysuz mırıltılar çıkarken kapının açıldığını duydum. Rüzgâr yürümeye devam ederken, "Nereye götüreceksin onu?" diye sordu kısık sesle Çağatay.

Rüzgâr evin içerisinde ilerlerken, "Odaya," diye fısıldadı. Belki de uyuduğumu düşünüyorlardı. "Sen salona geç, sana da bir şeyler getireceğim," dedi ve o an dibimden gelen kapı gıcırtısının sesini duydum. Gözlerimi yavaşça araladığımda ilk dikkatimi çeken boynundaki dövme daha sonra da karşıdaki pencere olmuştu. Dikdörtgen olan pencere dışarıdaki sokak lambasını içine alıyordu ama içine aldığı sokak lambası oraya sığamamış, ait hissedememiş gibi bir yanıp bir sönüyordu.

Nefes nefese kalmış gibi duruyordu.

Rüzgâr beni yavaşça yatağa bıraktığında gözlerimin açık olduğunu fark etti. "Uyudun zannettim," diye mırıldandı kısaca.

Beni yatağa bırakmasıyla tüm vücudum rahatlarken gözlerim biraz daha kısıldı. "Uyuyacağım," diye fısıldadım. Kuruyan dudaklarım birbirine sürtündüğünde canım acıyordu. Gözlerim arada kapanıyor, birkaç saniye kapalı kaldıktan sonra zar zor açıyordum.

Rüzgâr yatağa oturmak yerine hemen yanımda dikilirken üstten yine beni izliyordu. Bu adamın herkese mi yoksa sadece bana mı bu dikkatli bakışı vardı bilmiyordum ama değişik hissettiriyordu. Her an hata yapmaktan korkuyordum, onun dikkatini çekmek istemeyerek olduğum yerde hiç hareket etmeden durmak istiyordum. Başımı yatak başlığına yasladığım anda karanlık odayı aydınlatan koridordaki ışık ve nefes nefese kalmış sokak lambasının arada bir giren sarı ışığıydı. Tüm ışıklar onun sırtına vurduğu için yüzü karanlığa gömülürken onu izliyordum ve Rüzgâr en sonunda bu sessizlik oyununa son vererek, "Giymek için bir şey vermemi ister misin?" diye sordu. "Sana uygun bir şeyler kalmıştır dolapta."

Hızlıca başımı sağladığımda başıma giren ağrıyla inledim ve elimi yüzüme kapattım. "İyi olur," diye fısıldadım acıyla.

Rüzgâr başını sallayarak odadan çıktı. Ne kadar olduğunu bilmediğim ama çok da olmadığını fark ettiğim bir sürede odaya geri döndü. Elinde duran mavi tişörte ardından bana bakarken, "Biraz bol olur bu ama..." dedi ve diğer elindeki mavi pijama altını kaldırdı ve bana gösterirken, "Bunun tam olacağını düşünüyorum," dedi kendi kendine.

"Teşekkür ederim," dedim ve üzerimdeki ona ait ceketi kaldırdım ve yatağın diğer tarafına koydum, yatakta doğrulurken elimi ona doğru uzattım. "Ben üstümü giyineyim."

Başını salladı, elindeki pijama takımını bana verirken, "Ben, kendime ve Çağatay'a giyecek bir şeyler alayım, daha sonra rahatça giyinebilirsin," dedi ve arkasını dönerek sol tarafımda kalan dolaba ilerlemeye başladı. Dolaptan birkaç parça kıyafet aldı ve bir kere bile bana bakmadan kapıya ilerledi ve çıktığı gibi hemen kapıyı kapattı.

Bir süre boş boş yatakta oturdum ve odayı inceledim. Sol tarafta boydan boya kahverengi bir dolap, tam ortada büyük bir yatak ve yatağın iki yanında komodin yer alıyordu. Başımı sağ tarafa çevirdim ve bu sefer de yerdeki tüylü, beyaz halıyı, köşeye koyulmuş kahverengi, deri koltuğu ve üzerinde parfümlerin ve birkaç çerçevenin yer aldığı krem renginde çekmeceli şifonyer vardı. Oda genel olarak kahverengi ve beyaz tonlarında düzenlenmişti.

İlk işim ayaklarımdaki topuklu ayakkabılar olurken onları çıkardım ve kenara koyduktan sonra zar zor elbisenin fermuarını indirdim ve elbiseden de kurtulmuş oldum. Yatağın üzerindeki mavi pijama takımını giyerken bu kadın pijama takımının kime ait olduğunu düşünüyordum. Sevgilisiyle mi yaşıyordu? Sevgilisiyle birlikte yaşıyor olsaydı şu an evde olması gerekirdi diye düşünüyordum. Ya da burada kaldığı zamanlarda giyiyor olmalıydı. Bir süre kaşlarımı çatarak bana tam olan pijama takımına baktım, ardından bunu önemseyecek hâlde olmadığımı fark ederek hızlıca kendimi yatağa attım. Her şey bir kuyuya toplanıyordu ve ben, sabah kalktığımda o kuyunun ağzının kapatıldığını görmek istiyordum, bir şey hatırlamak istemiyordum. Yapmayacağım hareketleri sergilediğimde ilk işim, hiç olmamış gibi davranarak olanlardan kaçmaktı ve ben yarın hatırlasam bile hatırlamıyormuş gibi yapardım.

Vücudumdaki ağrılar sanki alkolün ve yatağın etkisiyle daha da artarken kapının tıklatıldığını duydum, ardından Rüzgâr'ın kısık çıkan sesini duydum. "Müsait misin?"

"Galiba," diye mırıldandım gerçekten kısık çıkan bir sesle.

"Galiba ne demek?"

Gözlerimi hafifçe devirirken yatağın üzerinde toparlandım ve sırtımı yatak başlığına yaslarken, "Müsaitim, gelebilirsin," dedim.

Birkaç saniye bekledikten sonra kapıyı yavaşça araladı ve içeriye girdi. Üzerinde siyah bir tişört varken altında siyah bir eşofman vardı. Elinde tuttuğu kupaya meraklı bakışlarım düştüğünde, "Süt," diye cevap verdi ve bana doğru gelmeye başladı. "İçmen için getirdim."

Başımı iki yana sallarken, "Kusarım," dedim sızlanarak. Kokusunu almamla birlikte yüzümü buruşturdum. "Teşekkür ederim ama ben içemem, sevmem," diye devam ettim. Başka bir şey getirse nezaket gereği içebilirdim ama sütün hayatım boyunca ne kokusunu ne de tadını sevebilmiştim.

Rüzgâr kaşlarını kaldırırken bir elindeki süte bir de bana bakarken, "Midene iyi gelecek, sabah kötü olma diye getirmiştim," dedi yavaşça ve birkaç adım atarak bardağı yanımdaki komidine bıraktı. "Peki," Diyebildim sadece.

Ne yapıyordum ben? Hayatım boyunca kimsenin kolay kolay yapmayacağı yardımı yapmış, beni bu sarhoş hâlimle ortada bırakmayarak kendi odasına getirmiş ve midem kötü olmasın diye süt getirmişti ve ben hâlâ onu reddediyordum. Bazen insan bazı şeylerin karşılığını katlanarak, feragat ederek ödemesi gerekiyordu. Ona verebilecek bir şeyim var mıydı bilmiyordum ama olsa da bu yaptıklarının karşılığı olur muydu? Hiç sanmıyordum.

Günaha bulaşan elleri kırk kat iyilik paklamazdı.

Kupayı elime alırken nefesimi yavaşça tuttum ve bir anda sütü içmeye başladım. Hızlı içersem eziyet kısa sürer mantığıyla ilerlemek istesem de sütün ballı olduğunu anladım ve hızlıca kupayı dudaklarımdan uzaklaştırdım, ağzımda biriktirdiğim sıcak sütü de yavaş yavaş içmeye devam ettim. Şu anda ki odak noktam yanan ağzım ve dilimdi, sütün tadı arka planda kalıyordu. Bakışlarım yatağın üzerindeyken ne kadar midem kabul etmek istemese de büyük yudumlarla sütü bitirdim ve boş bardağı komidinin üzerine tekrardan koydum. Artık uyuyabilirdim.

Hızlıca sıcak sütü içtiğim için dolan gözlerimi silerken başımı hafifçe kaldırdım ve ayakta durup bana bakan Rüzgâr'a baktım. "Uyumak istiyorum," dedim yorgun çıkan bir sesle, arada bakışlarım arkasında kalan nefes nefese kalmış sokak lambasına kaysa da bu bulanık gözlerle onun gözlerine bakmaya devam ediyordum.

Rüzgâr başını salladı ve yatağın ucundaki örtüyü almak için uzandığında bedenimi hızla yatağın üzerine bıraktım ve her şeyin geçmesi için gözlerimi kapattım. Yataktan aldığım kokusuyla birlikte dişlerimi sıkarken gözlerimi araladım ve Rüzgâr'a baktım. Örtüyü tam üzerime bırakacağı anda ellerim, beynimden bağımsız bir şekilde uzandı ve onun üzerindeki siyah tişörtün yakasına gitti. Tişörtünü hafifçe avucumun içinde sıkarken onu kendime çektim. Baş parmaklarım onun sıcak tenine değerken vücudunun bu kadar sıcak olmasına şaşırmıştım. Kıvılcımları parmak uçlarımda toplarken başımı kaldırdım ve hemen dibimde duran şaşkın ela gözlerine bakarken, "Konuşsana," diye fısıldadım.

Rüzgâr gözlerini aşağıya indirdi ve ilk önce yakasında olan ellerime sonra yine gözlerimin içine bakarken bu sefer gözlerinde şaşkınlık değil, merak vardı. "Neyi?" diye sordu sakince. Bu hareketime şaşırmış gibi durmuyordu artık.

"Rüzgâr," derken sesim titriyordu. Yakasını sıkıca tutan bu eller hiç susmayan vicdanımın bir baş kaldırışıydı. Gözlerinin kısılmasını izlerken, "Ben çarpmadım, değil mi?" diye sordum yavaşça. Kalbim hızla göğsüme vurdu, canım acıdı. Yüzü yüzüme çok yakındı, nefesi nefesime karışabilecek kadar bir bendi o an. İçimdeki lanet ses susmuyordu, ne yaparsam yapayım beni konuşarak öldürüyordu. "Değil mi, Rüzgâr?" diye sordum yavaşça dolmaya başlayan gözlerimle. "Doğruyu söyle bana." Kelimelerin cesareti sesin çaresizliğiyle etkisini yitiriyordu.

Rüzgâr gözlerime öyle derin, öylesine beni o sesten ve ellerden kurtarmak ister gibi baktı ki tüm vücudum titredi ve onun konuşmasını tüm merak ve çaresizlikle bekledim. "Hayır," diye fısıldadı yavaşça, ellerim onun yakasından ayrıldı ve avucuna sığındı. Elleri öylesine sıcaktı ki bir ateşi tutuyormuşum gibi ellerimi yaktı, Tanrı'nın avuç içime itinayla çizdiği çizgileri kendi sıcaklığıyla doldurdu. Yaşanacak olanları kendi ateşiyle birleştirdi. Yüzü yüzüme biraz daha yaklaştığında artık onun gözlerine bakmaktan, onunla aynı dili konuşmaktan başka çarem yoktu. "Sen çarpmadın, sen bir şey yapmadın."

Bir damla göz yaşı şakaklarım boyunca kayarken, "Vallaha mı?" diye sordum.

Başını sallarken, "Vallaha," dedi ama bakışları akan yaşıma odaklanmıştı. İçimde bas bas bağıran, elleriyle beni bir kuyuya sürükleyen o kişi yavaş yavaş zihnimde derinlere giderken Rüzgâr, ellerimi avuç içinde sıktı ve bir anda ellerimi göğsüme bastırdı. "Sustur şu sesi, Sidal," diye konuştu içimdeki sesi duyulabiliyormuş gibi. Kalbimin hızla çarpmasını parmaklarımda net bir şekilde hissederken onun da hissettiğine şüphem yoktu. "Ellerin kan, gözlerin yaş içinde kalsın ama bu kişiyi sustur. O kişinin ne bıçağı ne de kelimeleri vardır ama seni öldürür. İçin içini yer, kaçmak istediğin her köşe başında seni bekler, ne yaparsan yap susmaz."

"Yapamıyorum," dedim ağlarken. Beynim patlayacak gibiydi ve patladığında etrafa dağılacak olanlardan korkuyordum. "Vicdanın ağzı yok, kapatamıyorum."

"Öldür," dedi parmaklarını daha çok göğsüme bastırırken. Sanki kaburgalarımın altında saklanan, onun sesinden kaçanı biliyormuş gibi baskı yapıyordu. "Sen öldürmezsen o seni öldürür." Bir süre durdu, gözlerimden akan yaşlara baktıktan sonra mavi gözlerime taşıdı ela gözlerini. "Sen bir şey yapmadın." Başını yavaşça aşağı yukarı sallarken, "Hiçbir şey yapmadın, o atladı," dedi fısıldayarak ve inanmamı bekledi.

Başımı yastığa gömerken derin bir nefes aldım. "Uyumak istiyorum," diye mırıldandım. Ses artık yoktu. Nereye gitmişti, bir daha ne zaman gelerek beni sürüklerdi bilmiyordum ama şu an yoktu, kaçmıştı.

Rüzgâr bir süre yüzümü inceledi, ardından elini ellerimin üzerinden çekerken, "Uyu," dedi ve yavaşça doğruldu. Gece lambasının sarı ışığına gözleri dalarken, "İyi geceler," dedi uyuşuk bir sesle.

Rüzgâr'a sırtımı dönerken cenin pozisyonu aldım ve karşıdaki dolaba bakmaya başladım. Bir duygu boşalması yaşarken gözlerimden hissiz yaşlar akıyor, o kuyuyu tekrar doldurmak için boşaltıyordum. "Rüzgâr," diye fısıldadım dolaba bakmaya devam ederken. Gözlerim kapanmak için adeta yalvarıyordu.

"Efendim," dedi yakından gelen bir sesle.

"Ben uyuyana kadar gitmesen olur mu?" diye fısıldadım uykulu bir sesle. "İlk defa kalıyorum burada, uyuduktan sonra gitsen?"

Yatağa oturmasıyla birlikte yatak hafifçe çöktü ve ben ona doğru biraz daha yaklaştım. Başımı gömdüğüm yastıktan buram buram kokusu gelirken gözlerimi kapattım ve tamamen uykuya dalmayı bekledim. Birkaç saniye sonra hafifçe sırtımda gezen parmakları hissettim ve olduğum yerde titredim. Ayaklarımdan başlayan bir his saçlarıma doğru uzanırken Rüzgâr, elini sırtımda dolaştırmaya başladı, ardından kısık sesle, "Pışh! Pışh! Pışh!" dediğini duydum.

Göğsüm, bir vicdanın harabesiyken sırtım, bir viranenin duvarıydı.

DÜĞÜM(KİTAP OLDU)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin