"Arabada yattığın için mi hasta oldun acaba?" diye sorduğunda "Bilmem," diyerek cevapladım. Muhtemelen soğukta kalmaktan olmuştu, aslında kolay hastalanan bir tip değildim ama son zamanlarda üst üste gelen şeylere bakınca, bir grip olma hakkını da vücuduma çok göremiyordum.

"Yandık şimdi, haftalarca hasta kalırsın sen."

"Yok ya, Semra Sultan bakar bana. Toplarım hemen," derken sesim pek de kendimden emin çıkmıyordu. Sık hasta olmamak avantajlı bir durumdu ama bir hasta olduğumda da acısını çıkarır gibi günlerce sürüyordu.

Sessizlik tekrar arabada hakim olduğunda, Timuçin üçüncü seviyede olan klimayı dörde çıkardı. "Soğuk alma şimdi," diye de açıklama yapmıştı. Aramızdaki soğukluk eskisi kadar olmasa da varlığını sürdürdüğünden sadece kafa salladım.

Tabelalar bir yol ayrımını gösteriyordu, dikkatle takip ederken İzmir yolunun sağında kalan Manisa tabelasını görmüştüm.

Yanımda Ahu ile birlikte, bu yol ayrımında sağa döndüğüm gün aklıma geldiğinde derin bir nefes verdim. Onu en son gördüğümde "Sana ne?" diyerek çekip gitmişti ama aklım biraz onda kalmıştı. Önemli bir şey olmadığını düşünerek alaya almıştım ama iki gündür ondan ses çıkmaması beni düşündürüyordu.

Kendi derdimden kafamı kaldıramadığımdan, arayıp sormaya fırsatım da olmamıştı. Gecenin bir körü, gece gelen hiçbir telefondan hayır gelmeyeceğini hatırlatmak ister gibi çalan telefonla yollara düşmüştük.

Umarım iyidir, aksi takdirde yaptığım patavatsızlığın yükü ile bir süre yaşamak zorunda kalırdım.

"Selma Sultan arıyor," diye beni uyaran Timuçin ile 'Aç' der gibi kafamı salladım. Hareketimi doğru anlayarak telefonu açtığında "Oğlum?" diyen ses tüm arabayı doldurmuştu. "Neredesiniz?"

"Manisa yol ayrımı geçtik az önce, bir saate orada oluruz." Rahatlamış gibi derin bir nefes vererek "Oh şükür, az kalmış. Dikkatli gelin emi oğlum, cenaze öğlen zaten." demişti.

"Dikkat ederiz, amcam nasıl?"

"Cenaze işlemleri için koşturup duruyor, ne yapsın? İyi ama aklın kalmasın, zamanı gelen gidiyor işte Cengiz'im, kabullenmekten başka elden ne gelir ki?" Sesindeki üzgün tını, dudaklarımı istemsizce aşağı doğru sarkıtmıştı. "Allah vakitli, sıralı ölüm nasip etsin. Daha fazla çekmedi en azından."

Bizden önceki nesle özgü bir tavırla, kendi acısını geçip bizi teselli etmeye çalıştığı için vicdan azabı duyarak "Öyle Selma Sultan, Allah mekanını cennet eylesin. Sen de kendini çok yorma tamam mı?" diye tembihledim. Beni onayladığında vedalaşarak telefonu kapattık ve arabayı sağa çektim.

"Sen geç direksiyona" diyerek, el frenini çektim ve boşa aldığım arabadan emniyet kemerini çözerek indim. Hastalıktan olsa gerek, üstüme garip bir halsizlik çökmüştü ve şeritler hafifçe bulanıklaşıyordu.

Yerleri değiştikten sonra Timuçin arabayı hareket ettirdi. "Sen biraz dinlen, kötü görünüyorsun." Hayır demeye gücüm yoktu, oturduğum koltukta arkaya yaslanırken gözlerim yavaşça kapanmıştı.

...

Cenaze evi kavramı oldukça garipti.

Acısı olan bizler, gelip gidenle ilgilenirken, hayatı normal devam edenler ise bizden bir şeyler bekliyordu. Derlerdi de pek inandırıcı gelmezdi, yaşayınca insan ne kadar sinir bozucu bir durum olduğunu anlıyordu.

İnsana acısını unutturuyordu yine de, bir şekilde meşguliyetin oluyordu.

"Köy evini de haftaya tamamen kapatırız," dedi amcam. Dedem kendi köyüne gömülmüştü vasiyet ettiği gibi, biz de taziyeleri köydeki evde kabul edip, iki gün sonra kapıyı çekip evimize dönmüştük.

Ahu ile CengizWhere stories live. Discover now