01

107 11 1
                                    

  "Biliyor musun Kozmos, her şey rüya görür. Ağaçlar, hayvanlar, böcekler, gezegenler ve çoğu zaman yıldızlar bile. Rüya'nın kendisi bile rüyalar görür bazen, vakti geldiğinde."

  "Vaktin geldiğini nasıl anlıyor peki rüya?"

  Hafifçe güldü yaşlı kadın ve başını hafifçe altlarındaki galaksi dolu çukura uzattı. Renkleri solmuş irisleri, noktalardan daha büyük olmayan gezegenleri ve içindeki toz zerrelerini dahi görüyordu sanki.

  "Çok basit Kozmos. Ona vaktin geldiğini söylüyorlar."

------

/2022

  Dipsiz kuyuları andıran boş uykularından uyandı. San-doğum adıyla Meredith Dolores- tam yüz yedi senedir ne bir düş ne de bir kabus görüyordu. Geceler ya da gündüzler, akşam üstleri yahut kızılca tanlar, gözlerini hangi vakit yumarsa yumsun, titrek göz kapaklarının ardında hiçlikten başka bir şey belirmiyordu. Gözlerini yumuyor ve içi boş bir posayı andıran uykularla yetiniyordu. Tad yoktu, neşe yoktu, heyecan ya da umut. Hepsi hep beraber, tam yüz yedi sene önce terk etmişti onu. Ölüm de öyle. Yüz yedi sene öncesindeki bedenini kullanıyordu hala, saçları beyazlamıyor, elleri kırışmıyor ya da beli bükülmüyordu senelerle. Hep dik ve hep gençti bu beden, içten içe çürüse de çınarı andıran yaşamı, dıştan hala gıpta edilen bir manzarası vardı.

  Yatağında doğrulup etrafı dinledi bir süre boş bakışlarını kırışmış çarşaflarından çekmeden. En son ne zaman rüya gördüğünü anımsamaya çalışıyordu, ne zaman hayal kurduğunu. Birden onu terk ettiklerine emindi, kederinin ve durdurulamaz açlığının geldiği vakitlerde gitmişlerdi. Sanıyordu ki bu iki koca dürtü öylesine büyüktü ki bedenine, onlara yer açılsın diye diğer tüm olumlu şeyler yitip gitmişti, anıları da öyle. Maalesef, değil son gördüğü rüyayı, doğduğu günden bu yana onu o yapan ne varsa unutuyordu kız. Annesi ya da babası var mıydı, hiç olmuşlar mıydı? Bir kardeş ya da amca, belki sevilmeyen bir kuzen ya da ona bakmış bir dadı. Bunların hiçbiri yoktu zihninde, birinin çocuğu olmak ya da bir evladın annesi, bunları düşündüğünde hiçbir his ya da anı tezahür etmiyordu zihninde. Keder ve İhtiras sanki bir sabah ansızın fırlatıvermişlerdi onu yer küreye. Oysa anımsamasa da hiçbir şeyi, bir zamanlar rüya görmüş olduğuna emindi. Rüya görmeyi düşününce içinde kıpırdanan harfler oluyordu her ne kadar işe yaramasalar da.

  Uzunca gerindi ve kalktı yatağından, odasından çıkarıp mutfağa sürükledi bedenini. Kahve makinesi, masadaki sigara paketi ve müzik çalarının arasında birkaç tur attı ve bir asırdır değişmeyen rutinini yineledi. Fincanını kapmış ve bir sigara yakmışken çalan şarkının tonundan girdi kapı zili de. Üçünce kez çaldığında davetsiz misafirini görmek için açabilmişti kapıyı.

  Apartman görevlisi hızlı bir gülümsemeyle birkaç zarf bıraktı avucuna ve koridorda kayboldu hızlıca. San tebessümünü yüzüne çekene kadar gitmişti genç çocuk. Arkasından bakakaldı bir süre. Sonra gerisin geri içeri girdi ve kapattı kapıyı. Yine aynı şey olmuştu.

  Lanet kapı her çaldığında, her yeni bir yere gittiğinde, yolda yahut bulunduğu yerde öylece dikilirken bile bir şeyi arıyordu gözleri, bir şeyi bekliyordu ve hep aynı küllenen heyecandı içindeki, yıllardır hiç kuvvetlenmemiş olsa da. Tüm benliği bir şeyi bekliyordu kızdan habersiz ve az önce zil çalınca da bekleyişinin sona ermesi umuduyla açmıştı kapıyı.

  Zarfları tek tek karıştırıp önemsizleri masaya atarken güldü kendi kendine, biraz acır biraz da onaylamaz bir gülüştü bu. Hiç umudu ve heyecanı kalmadığını söyleyip duruyordu ama belki de yanılıyordu. Hala içinde bir yerde, kavanozun dibinde birazcık kalan kahve gibi, onlar da son kez görevlerini yerine getirmeyi bekliyorlardı ve bekledikleri şey de ölüm gibi duruyordu. San'ın tüm anlamsız ihtirasları ve tutkuları arasında ölüm hala en saf ve en güçlüsüydü.

asleep | sandmanWhere stories live. Discover now