Otuz Birinci Bölüm

83 50 96
                                    

OLCAY

"Eeeee ne dersin söyleyeyim mi?"

"Delirdin mi Olcay?"

"Delirdiysem ne olmuş? En iyi insanların hepsi öyledir."

Çakır’a gülümseyip şelaleye gittim. Mavi ve yeşil yusufçuk böcekleri uçuşuyorlardı. Nehirdeki yansımama baktım gözlerimin çevresi simsiyah olmuştu. Panda gibi hissettim. Xavier ile konuşmak ve konuşmamak arasında kararsızdım. Fatih onunda benim gibi olduğunu söylemişti. Hem şu kedicik yine nereye kaybolmuştu?

Belki de yarın sabah diye bir şey olmayacaktı. Korkuyordum. Yanlış bir şey yapıp yapmadığımı bilmiyordum.

Mağaraya girdim. Duvarları araya araya nihayet aradığım taşı buldum ve hareket ettirdim. Biraz bekledikten sonra gizli oda açılmıştı. İçeri girer girmez meşaleler yandı. Daha önce gördüğüm Şevval’in portresine doğru ilerledim. Tıpkı gerçek gibi çizilmişti. Fotoğraf gibi duruyordu. Kim bu devirde  böyle profesyonelce resim çizebilirdi ki? Elimi resme dokundurduğumda elim resmin içinden geçti yine gizli bir geçit olmalıydı. Tüm bedenimde resmin içinden geçince bir odaya gelmiştim. Köşede bir yatak ve masa. Duvarlar ise resimlerle doluydu. Çoğunlukla  dolunayın bir göle yansıması resmedilmişti. Hayran hayran tabloları izlerken aklıma bir soru takılmıştı.

Nasıl böyle gerçekçi çizilmişlerdi? Daha da önemlisi kim çizmişti?

Arkamı döndüğümde buraya gelmemi sağlayan portreye baktım elimi uzattığımda yine içinden geçti. Bu tablonun sahibi onun bir kapı olduğunu biliyor muydu? Diğer tablolara da dokundum ancak hiçbir şey olmadı odanın kapısını ararken duyduğum bir tıkırtı sesiyle irkildim. Biri gelmişti ama ben hiç kimseyi göremiyordum. Odayı nefes seslerim doldururken elim kuşağımdaki piramite gitti. Oda gittikçe kararıyordu. Bilinmezliklerden nefret ediyorum çünkü korkutucu. Hemde ne korkutucu tek duyabildiğinin kendi nefes alış verişlerin ve kalp atışın olması.

Yavaşça Şevval’in tablosuna doğru geri geri adımladığımda sırtım bir şeye çarptı. Az kalsın korkudan düşüp bayılacaktım. Kıpırdamadan dakikalarca o şekilde kaldım. Sanki zaman her şey için durmuş bir benim için akıyordu.

“Kimsin sen? ”

Daha önce duyup duymadığımdan emin olamadığım sesin sahibine bir süre cevap vermedim. Ne diyebilirdim ki? Kim olduğumu söylesem beni tanıyacak mıydı? Hiç sanmıyorum.

“Bu resimleri sen mi çizdin? ”

“Evet... Kimsin sen? ”

“Resimlerini beğenen bir yabancıyım. Bir adım yok ama bana deli derler. ”

“Kapısı bile olmayan bu odaya nasıl girdin? ”

“Bilmem belki de sen nasıl girdiysen öyle girmişimdir. Bu tabloları satıyor musun?”

Konuyu dağıtarak portreye yaklaşmaya çalışıyordum. Yüzünü yeni yeni görebildiğim adam hüzünle Şevval’in resmine baktı. Onu nereden tanıyordu ki? Şevval’in üzerinde orta çağ Avrupa’sından fırlamış yeşil renkli bir elbise vardı. Kıvırcık kızıl saçları omuzlarına dökülüyordu. Ela gözlerinde ise yeşilimsi parıltılar görünüyordu. Mutlu mu üzgün mü bilmiyordum.  Bir çift boncuğu andıran gözlerinde anlayamadığım bir duygu vardı. Tabloya doğru bir adım atıp konuştum.

“Bu tablodaki kişi kim? Çok ayrıntılı çizilmiş. ”

Sorumla bakışlarını bana çevirdi. Resmen gözleriyle sana ne diyordu. Fark ettirmemeye çalışarak bir adım daha attım. Tabloya ulaşmama yaklaşık on adım kalmıştı eğer aniden koşarsam bu odadan çıkma ihtimalim vardı ama karşımdaki adamın insan olup olmadığını bile bilmezken -ki bence insan değildi çünkü arkadaşlarım buraya yüzyıllar önce gelmişlerdi.Bu zeka göstergesi için aferin en azından beynin olduğunu kanıtladın- şuan yapabileceğim bir şey yoktu.

Köstekli Saatin Sırrı Where stories live. Discover now