Karanlığın Batışı: Bölüm 1

30 3 13
                                    

                                 ~🌙~

"Elimizde buğday kalmadı. Üzgünüm."

Derin bir iç çekerek sorun değil anlamında başımı iki yana salladığımda, yalan söylüyordum. Oldukça büyük bir sorundu. Bugün sadece peynir alabilmiştim. O da küflenmeye yüz tutmuştu. Gerçi yemesek ne olacaktı, ya tüm bu bozuk gıdalardan ölecektik, ya da açlıktan.

"Karşıdaki dükkanlarda bir şeyler satılıyor mudur sizce?"

"Fırtınalar yüzünden kimse erzak temin edemiyor, kızım. Boşuna umutlanma."

İç geçirerek başımı salladım. "Yine de teşekkürler." Beni başından savmak istercesine 'önemli değil' bakışı atarak kapısını yüzüme kapattı. Oflayarak başımı tırnağımla dokunsam dökülecek gibi duran kapıdan arkaya çevirdim. Meydanda çok fazla kişi yoktu. Olanlar da yere ya oturmuş ağlıyor, ya da baygın yatıyordu. Buna karşın elimden sadece küflü peynir dağıtmak geliyordu.

Wyeena son zamanlarda gerçekten sürünüyordu. Şehir gri katmanlı dumanın sardığı bir çöplüğe dönmüştü. Kıtanın en zengin kaynaklarına sahip olan Wyeena'nın topraklarındaki verim dibe vurmuş, denizlere ulaşımı da engellenmişti. Sadece Wyeena şehri de değil, diğer bütün şehirler de topraktan ürün alamıyor, denizlerde dolaşıp ticaret yapamıyordu. Çünkü Lucara Denizi'nde şiddetli fırtınalar hüküm sürüyordu. Öyle şiddetli ki, batan gemilerin parçaları bile tarihe karışıyordu.

Bu durumdan en çok halk etkileniyordu. Ticaret ve ürün olmadan herhangi bir ihtiyaç şehre, ülkeye gelmiyordu. Doğal olarak son dört aydır topraklarda kıtlık hüküm sürüyordu.

Ben, çok şükür ki, sadece evde ablamla yaşıyordum. Bir şekilde idare ediyorduk. Ama çocuklu ve kalabalık aileler...

Arkadan özensizce bağladığım saçımın öne düşen parçalarını kulağımın arkasına sıkıştırdım. Beton evlerin yanında ağlayan adamları izlemeye başladım. Zayıf düşmüş çocukları. Kendilerinden tamamen geçmek üzere olan insanları. Pencerenin kenarından yarım yamalak dolabı açtığını gördüğüm ve bir şey bulamamanın verdiği hüzünle yere çöken ikizlerin annesini. Denizden dönemeyen gemilerin limanda bıraktığı boşluğu. Yok oluşumuzu.

Daha sonra hevessiz adımlarla torbayı sallayarak eve yürümeye başladım.

Evin demir kapısını gürültüyle araladığımda karşılığında içeriden sadece sessizlik aldım. Mumlar yanmıyordu. Casandra evde değil gibiydi.

Ama oradaydı. Sandalyede kitap okuyordu. Akşamın verdiği sakin karanlıkta. Sessizce.

Pofurdayarak siyah deri çizmelerimi kenara fırlattım. Mumları yakmaya, daha doğrusu kibritleri bulmaya üşendiğim için koltuğa doğru yöneldim. Sadece uyumak istiyordum. Duvarın kenarına bıraktığım küflü peynirleri, açlığı, kıtlığı düşünmek istemiyordum. Tıpkı dört aydır yaptığım gibi.

Kalktığı sandalyenin gıcırtısını duyduğumda Casandra'ya döndüm. Ağzını aralasa da bir şey söylemedi. Fakat ben, iki kaşının arasına düşen kahverengi dalgasının altındaki yüzünün git gide karardığını görebiliyordum. Yine de bir süre konuşmadık. Tek yaptığı eylem, yatağına yatarak yeşil kadife yorganın altına girmek oldu. Benimde söyleyecek bir şeyim yoktu. Bende gidip lacivert yorganımın altına girdim. Sanki uyku her şeyimizi kurtaracakmış gibi...

Göğsümün üzerindeki titreme tüm uykumu çekip alırken, şaşkınlıkla gözlerimi araladım. Ay taşı kolyem titreşerek etrafına ışık saçıyor, git gide daha da ısınıyordu. En hafif hareketlerimle yataktan kalkarak ilk önce Casandra'ya baktım. Yüce Ay'a şükür ki uyuyordu. Daha sonra masanın üstündeki cep saatine göz gezdirdim. Gece yarısıydı. Bu saatte... Ağzımdan bir fısıltı döküldü, "Lanet olsun."

Kayıp Elçiler Where stories live. Discover now