Incheon Uluslararası Havalimanı, Dış Hatlar.

198 30 3
                                    

donghyuck

Johnny gideli bir hafta olmuştu. Benimle birkaç gün geçirdikten sonra çalıştığı şirket çağırmıştı. Giderken çok üzülse de böyle yapmaya mecburdu.

Ben bir haftada evdeki mobilyaları teker teker sattım, tüm anıları boşalttım. Anı kutumu yakmak istedim ama kıyamadım.

Annemin mezarına gittim ve haklıydın dedim, haklıydın ama ben sözünü dinlemedim. Kendimi fazla kaptırdım ve hala acısını çekiyorum dedim.

Anı kutumu annemin mezarına gömdüm. İçinden sadece bir fotoğraf aldım. Benim de bakarken yılları harcayacağım bir fotoğrafa ihtiyacım vardı.

Annem her zaman haklı değildi ama artık onu daha iyi anlıyordum. Belli ki o da rahatsızdı benim gibi. Belki de onun da aklı gidip geliyordu.

Evin içinde son kez dolaştım. Onun, Mark'ın, hayaletiyle vedalaştım. Teşekkür ettim. Mark gitse de, o kalmıştı.

Lacivert atkıyı boynuma sardım. Hala onun kokusunu aldığıma yemin edebilirdim.

Yaz vaktı, muson yağmurları ve onca nemin içinde boynumda akıyla havalimanına geldim, kontrollerimi yaptırdım. İnsanların garip bakışlarını boşverdim. Gerildikçe cebimdeki fotoğrafa tutundum. Fotoğrafa, Mark'ın elini tutar gibi tutundum.

Nihayet gidiyordum. Buraya bir daha görmeyeceğimi düşündüm. Değil on yıl, yüz on yıl geçse bile.

Sonra onu gördüm.

Aklımın gitmediğine emindim, gözlerim de kuru ve oldukça netti.

Yıllar geçip gitmiş ama onun güzel yüzünü sadece geçerken okşamış gibiydi.

Kenardan köşeden yürüyerek tuvalete gittim ve yüzümü defalarca yıkamaya başladım. İyi ki atkıyı çıkarıp sırt çantama koymuştum çünkü hala boynumda olsa sırılsıklam olurdu.

Uçağımın kalkmasına bir saat vardı ve onu görmemek için bir saati burada geçirmeye karar verdim. Tam o sırada arkamda sesini duydum.

"Donghyuck."

Nasıl da özlemiştim sesini... Adımı böyle güzel söyleyen bir kişi daha yoktu bu dünyada.

Korkarak ona döndüm. Yüzümden sular yavaşça akıyordu. Ona özlemle bakmamaya çalıştım ama kızmayı bıraktıktan sonra geriye özlem ve sevgiden başka hiçbir şey kalmamıştı.

"Donghyuck sen neredeydin?"

Bunu der demez gelip bana sarılmasaydı, kolları belimde sımsıkı kenetlenmeseydi, sarılması hala sıcacık hissettirmeseydi, hala aynı kokmasaydı, yüzüme değen saçları hala yumuşacık olmasaydı belki gidebilirdim.

Ama gidemedim.

Geçmişteki Mark Lee aşık olduğum çocuktu ve şimdi 30 yaşında olması gereken bu adam onun tıpatıp aynısıydı. Hala benim aşık olduğum çocuktu bu güzel adam.

Ben de kollarımı ona sarmak istedim ama tek yapabildiğim yutkunmaktı.

"M-mark..."

Kolları sımsıkıydı, gitmemden korkar gibiydi. Çekip giden sendin, ben senden gidemem korkma diyemedim.

"Donghyuck dinle beni olur mu? Yalvarırım..."

Sesindeki endişe kalbimi dağlamıştı.

"Peki." diyebildim sadece.

Geri çekilip ellerimi tuttu ve gözüme bakar bakmaz ağlamaya başladı.

"Seni çok özledim!"

Ağlaması şiddetlenirken tekrar sarıldı ve konuşmaya devam etti.

"Pişman oldum, daha bir yıl bile geçmeden geri döndüm. Seni bulamayınca yıllarca aradım..."

"Mark..." dedim tekrar zorla. "Bir yere oturup konuşalım mı?"

Mark inanamıyormuş gibi baktı önce, dolu gözlerinin içi parladı. Yutkundu.

"Olur..."

Belki de ben, üzülmem gerektiği kadar üzülmüştüm ve 29 yılın sonunda artık mutlu olmayı, tamamen mutlu olmayı hak etmiştim. Belki de Mark gerçekten de kaderimdi. Bilmiyorum.

Tek bildiğim, kendimi çok kaptırdığımdı ama sorun değildi.

Üzüleceksem de Mark beni tekrar üzsün istiyordum çünkü gerçek Mark hayaletinden daha güzeldi.

İkimiz de uçağımızı kaçırdık ve 10 yıl sonra yine birbirimize sımsıkı sarıldık.

Onu kollarında uykuya dalmadan önce duyduğum son şey derin sesiydi.

"Seni seviyorum."

Ben de seni.

demişti annem aslında, markhyuckWhere stories live. Discover now