ne çabuk geçiyor bu yıllar, ansızın kaybolurlar

347 32 1
                                    

Cam sileceklerinin yetişemediği yağmur gittikçe hızlanırken, Donghyuck iç çekti.

Bu ülkeyi, bu şehri, bu muson yağmurlarını, köşeyi dönünce gireceği sokağı ve sokağın sonundaki evi özlememişti. Buraya tekrar döneceğini, ona sadece bir hafta önce söyleseniz, size gülüp arkasını döner ve the Flash'i utandıracak bir hızla kaçardı. Tıpkı zamanında bütün bu saydıklarımdan kaçtığı gibi.

Bu ülke, bu şehir, bu muson yağmurları, köşeyi dönünce gireceği sokak ve sokağın sonundaki ev.

19 yaşında bir gençken ve bütün bunlardan kaçarken, bir daha dönmeyeceğine nasıl da emindi oysa. Şimdi tam on yıl sonra, 29 yaşına daha bir hafta önce basmış ve şimdi arabada yanında oturan kadim dostu Johnny ile doğum gününü kutlamışken buraya gelmesi çok saçmaydı.

Johnny'nin gelmesi de oldukça saçmaydı ama bu öncelikli bir konu değildi Donghyuck'a göre.

Johnny sadece 10 yıldır tanıdığı arkadaşını, annesinin ölümünden hemen sonra yalnız bırakmak istememişti ama Donghyuck tek başına bununla başa çıkabileceğini düşünüyordu.

Tanıdıkları annesini son yolculuğuna uğurlayalı çok olmuştu ve tek çocuğuna ise ölümünden bir hafta sonra ancak haber vermişlerdi.

Donghyuck'un tek yapacağı, 19 yılını geçirip sonra arkasına bile bakmadan kaçtığı evi toplayıp satmak, sonra parayı cebe indirip yeni hayatına geri dönmekti.

Üzülmüyordu, annesini sileli çok olmuştu. Zaten 10 yıldır onsuzdu ve gayet iyiydi. Chicago'da oldukça iyi bir işi ve maaşı vardı. En yakın arkadaşı Johnny ile beraber kaldığı güzel evi daha üç ay önce satın almışlardı.

Her şey yolundaydı. Eski hayatını yaşadığı bu yere dönmeyi hiç istemiyordu ama işte... Annesi ona bu kadar uzakken bile sorun çıkarmayı başarmıştı.

Kiraladığı arabayı garaj yoluna park edip arabadan indiğinde, yağmur yerleri döverken, eski evine yavaş adımlar attı.

Anahtarı cebinden çıkardı. Bu anahtarı hiç atmamış olması iyi bir şeydi galiba, gidip eski tanıdıkların birinden alması gerekmemişti. Donghyuck eski yaşamından kimseyi uzaktan dahi olsa, görmek istemediğine emindi.

İçeri girdiğinde, bu evdeki her anısı yüzüne sanki bir tokat gibi çarpmıştı. Geçen on yıl hiç yaşanmamışçasına aynıydı ev. Hala aynı hafif oda parfümü kokusu vardı evde. Bu evi hiç kimse terk etmemiş, içeride kimse ölmemiş gibiydi.

Johnny, arkasından içeri girip birkaç kelime ettiğinde ancak kedine gelebilmişti Donghyuck. Salonun ortasına kadar yürüyüp annesinin her zaman oturduğu sallanan sandalyeye baktığını fark etmemişti.

Babasının hediyesi olan sandalye, onları terk eden babasının...

Johnny koltuklardan birine oturdu ve gerindi.

"Biraz uyusam olur mu? Yol beni yordu, alışık değilim ya."

Kafasını salladı Donghyuck.

"Elbette uyu sen, ben bir yukarı çıkayım."

Johnny kafasını iki yana salladı.

"Kötü hissedersen sonra? Geleyim mi seninle yukarı?"

"Hayır, hayır!" dedi hemen küçük olan. Johnny'nin bu kadar düşünceli olması güzeldi ama bazı şeylerle yalnız yüzleşmesi gerekti. Çocukluğu gibi...

"Ben kendim çıksam daha iyi, kötü hissedersem söz, gelirim kıvrılırım yanına." diye ekledi hemencecik.

Johnny'nin havaya kalkan sol kaşı, ona inanmadığının göstergesiydi.

"Hiç inandırıcı değilsin ama neyse. Sanırım bazı şeylerin sana özel kalması daha doğru. Ben buradayım ama seslenirsen gelirim."

Sessizce teşekkür etti Donghyuck ve Johnny hızlıca uykuya dalarken o merdivenleri yavaşça tırmandı.

Sanki lisedeydi yine, okuldan döndüğü herhangi bir gündeydi. Ev on yıl önceki gibi sessizdi.

"Hiçbir şey değişmemiş." diye mırıldandı Donghyuck kendi kendine. Sonra ise hemen kafasını iki yana salladı.

"Hayır, ben hariç hiçbir şey değişmemiş."

Burukça gülümsedi. Anılar zihnine dolarken, ağlamak dışında yapabileceği en iyi şey buydu.

Geçmişin merdivenlerden aşağı dökülmesine, tüm anıların sokağa taşımasına izin verdi. Onları tutmak anlamsızdı.

Yıllar ne kadar fazla olduğunu kestiremediği bir hızla geçip gitmişti ve içeri adım atar atmaz ansızın kaybolmuşlardı.

demişti annem aslında, markhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin