4. "Rüya"

3 0 0
                                    


" Hadi be. Ölü müsün? Her şey bitti mi? Vücudunu hissediyor musun? Oğlum! Beni duyabiliyor musun? Başın gereğinden fazla gelişmiş bir karpuz gibi değil mi? Neredeyse çatlayıp ikiye yarılacak! Ah, hele şu yorgunluk. Göz kapakların anneannemin perdelerine benziyor. Asla açılmayacak gibiler. Lan! Ölmedin umarım! Öteki taraf dedikleri bu olsa gerek. Dünyanın en sağlam malı böyle bir kafa yapamazdı değil mi? Uyan! "

Red, nihayetinde kafasının içinde dolanan bu rahatsız edici sesi susturmayı başardı. Gözlerini yavaş yavaş araladığında, gördüğü tek şey karanlıktı. Zifiri karanlık. Bir anlığına kör olduğunu düşündü. O kadar yorgun hissediyordu ki parmaklarını dahi kımıldatamıyordu. Bir süre boyunca bu karanlığın içinde bekledi. Yabancı'yı, söylediklerini, yaşadıklarını düşündü. Yabancı'nın, onunla yaşadıklarının birer halüsinasyon olduğu, aslında öldürülüp tabuta konduğu aklına geldi.

Tam bu düşünceler içinde boğulmuşken, yarı baygınlık halinden kurtulmaya başladı. Elini kaldırıp göğsüne takılı kalın kabloyu kavradı. Var gücüyle kabloyu çekerek çıkardı. Doğrulmak istediğinde, başının arkasına takılı bir kablo daha olduğunu fark etti. O kablodan da kurtuldu. İki elini yukarı doğru kaldırarak, üzerine kapanmış kapağı aralamayı başardı. Kenardan içeri doğru süzülen ışık, kendine gelmesini sağladı. Kapağı tamamen kaldıracak gücü yoktu. Var gücüyle, ayaklarını da kullanarak o ağır metali çoğunlukla açmayı başardı. Masmavi bir gökyüzü ile karşı karşıya kaldı. Vakit kaybetmeden içinde bulunduğu kutunun kenarlarına tutunarak olduğu yerde doğruldu. Çok güçsüz, çok yorgun hissediyordu. O kadar sersemlemişti ki karşısında bulunan eşsiz manzara bile dikkatini çekmemişti. Neden sonra kafasını toparladığında, çevreye göz atma fırsatı buldu. Gördükleri karşısında nefesi kesilmişti. Hayatında gördüğü en yeşil yapraklara sahip, gövdeleri neredeyse bir altın gibi parıldayan ağaçlara bakıyordu. Uzun ağaçlar. Onların arasından süzülen dünyanın en güzel kuş sesleri. Yere baktığında, pürüzsüz bir denizi andırırcasına yayılmış açık yeşil çimleri gördü. Hafif esen rüzgarla dalgalanan çimlerin kokusu, aklını başından almaya yetti. Yarım yamalak bir adım atarak, metal kutunun içinden yere düştü. Yüzüne değen çimler o kadar yumuşaktı ki, kodesteki yastıklar bunların yanında tuğla kalırdı. Önce sırt üstü yattı ve derin derin nefesler alarak doğruldu. Oturduğu yerden elleriyle kendisi biraz geriye çekti ve metal kutuya sırtını yasladı. Ağaçlardan gözlerini alamıyordu. İleride, çok uzaklarda, gökyüzünün maviliğinde neredeyse kaybolmuş dağları gördü. Büyük dağlar. Hayatında hiç böylesini görmemişti. Rıhtıma yanaşan devasa bir gemi gibi gökyüzünü deliyordu zirveleri. Engin çim ve ağaçların da ardında, ufku tamamen bir duvar gibi sarmış devasa dağlar. Hayran kaldı.

" Bu ne oğlum? Gerçekten puştlar dediklerini yapıp seni öldürdüler ve büyük patron cennetine girmene izin mi verdi? Cennet, bu mu? "

Kendi kendine cennette olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu düşüncelerini sırtında hissettiği keskin bir acı dağıttı. Yaslandığı metal kutunun hasar görmüş sivri bir kısmı sırtına batmıştı. İşte o anda dank etti kafasına. Aklına Yabancı geldi. Anlattıklarını düşündü. 13 bin yıl mevzusu. Dünyadan sürülmek. Uyumak. Terra Teta diye başka bir gezegene ayak basmak. Hiçbirine odaklanamadı. Aklında sadece geçmiş olan bu devasa zaman ve dünyanın, en azından üzerindeki insanların çoktan yok olduğu vardı. Nefes alamadı. Gerçekten de Yabancı'nın dediği gibi olmuştu. Dünya'dan çok uzaklarda, tek başına, bambaşka bir gezegene sürülmüştü. Ne yapacağını bilmiyordu. O hayran hayran izlediği manzara artık korkutmaya başlamıştı. Yalnızlığın tam manasıyla ete kemiğe bürünmüş haliydi. İnsanlığın son temsilcisi olduğu aklına geldi. Kendisinden başka insan yoktu evrende. Korktu. Kodesteyken, ölümle burun burunayken bile kafasının içi dolu olurdu. Bu durumda ise hiçbir şey düşünemiyordu. Yaşadıklarının bir rüya olmasını dilese de gördükleri gayet gerçekti. 

Çaresizlik içinde düşünmeye çalışırken, kuş seslerinin içinde bir fısıltı işitti. Bir hayvan değildi bu sesin sahibi. Rüzgar da değildi. Ses tekrar ediyor, her defasında farklı tonlarda işitiliyordu. Var gücüyle ayağa kalktı. Sesin geldiği yöne doğru ağır ağır bir kaç adım attı. Biraz daha netleşmişti duydukları. Sanki bilmediği bir dilde biri konuşuyordu. Bu sese başka sesler de eklendi. Biraz sonra da çıtırtılar. Gözlerini ağaçların arasına dikmiş, korkuyla ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Metal kutunun yanına dönmek için arkasını döndüğünde birden gözleri karardı ve olduğu yere yığıldı. 

" Canın acıyor ha? Ölmek daha mı iyiydi dersin? Bütün problemleri geride bırakmak, düşünmemek, hissetmemek daha iyi olmaz mıydı? Uyan Red! Uyan! "

Red gözlerini açtığında kalbi patlayacakmış gibi hızlı atıyordu. Çenesinde büyük bir ağrı hissetti. Yavaş yavaş gözleri etrafı net görmeye başladığında, gördükleri karşısında şok oldu. Tam karşısında dikilmiş, kendisine bakan onlarca insanı gördü. Rüya gibiydi. Kalabalık, çekingen gözlerle kendisini izliyor, aralarında fısıldaşıyordu. Bulundukları yer, eski bir filmde gördüğüne benzer, ilkel büyükçe bir salonu andırıyordu. Ahşap, eski ve kararmış duvarları aydınlatan meşalelerin sarı ışıkları, duvarlara asılmış çeşitli metaller, bir çeşit ottan yapılma tavanı tutan kalın ağaçlar. Kenarda köşede üzerine oturulmak için oyulmuş uzunca kütükler. Penceresiz, ağaç kokan bu yerde kendisini izleyenleri korkuyla izliyordu. Elleri ve ayakları, sırtını yasladığı kütüğe kalın zincirlerle bağlıydı. Bir an için kendine gelmeden evvel düşündüğü cümleyi düşündü. Ölmek gerçekten de daha iyi olabilirdi. Kalabalığın konuştuğu dil gibi görünüşleri de farklıydı. Upuzun sakallar, dağınık ve kabarık uzun saçlar, koyu ile siyah rengin hakim olduğu saçlar. Denizcil milletlere benzeyen, yer yer kirlerin kapattığı esmer ve koyu tenler. Normalden daha kısa boyları olan, gövdeleri daha geniş insanlar. İnsan olmadıklarını düşünemedi. İnsana beziyorlardı. Sadece farklı bir tür insana. Giydikleri şeyler bir kıyafetten çok, gizlenmesi gereken bir nesneyi kapatmak için sağdan soldan bulunmuş bez parçalarına benziyordu. Deri ve metal kaplamaların bol olduğu kıyafetimsi şeyler. İçlerinden biri, yavaş ve tedirgin adımlarla Red'e yaklaştı. İki elinde tuttuğu ahşap kaseyi Red'in suratına yaklaştırdı. Red, ürkek bakışlarını yaklaşan kişinin gözlerinden koparamıyordu. Beyazının içinde inci gibi parlayan siyah gözler. Yavaş yavaş bir iki yudum içti. İçtiği şey sudan başka bir şey değildi. Ne kadar uzun zamandır dudağına su değmediğini düşündü. Kalabalığın fısıltı gürültüsünü, içeri giren biri susturdu. Koyu kızıl, dalga dalga uzun saçları vardı. Saçlarının tepesini bağlamış, yanlarını salmıştı. İnce uzun kaşlarının altında tıpkı saçlarının rengini andıran koyu kızıl gözlerine bakmak rahatsız ediciydi. Diğerlerine göre daha kalın olan dudakları kapalıydı. Alt dudağının kenarında küçük bir yara izi, vahşi bir hayvanın kana susamış dişini andırırcasına orada duruyordu. Omuzlarından dirseklerine dökülen siyah bir kürk ve vücudunun geri kalan kısmını kapatan kahverengi deri bir şey giymişti. Boynundan göğüslerinin arasına düşen parmak boyundaki bir bıçağı andıran kolye, vahşi görüntüsüne şehvet katıyordu. Kalçalarının aşağında dizlerinin üzerine kadar çıkan çizmeyi andıran bez parçalarından başka bir şey yoktu. Sağ bacağının iç kısmına işlenmiş siyah renkli şekiller, yukarıdan aşağıya doğru çizmesinin ve üst elbisesinin içine doğru ilerliyordu. Tamamen antik zamanlardan kalma bir ilahe gibi görünüyordu. Ağır ağır Red'e doğru yaklaşıyordu. Red'e varmasına bir kaç adım kalmışken sağ elini beline götürdü ve büyük, siyah bir hançer çıkararak Red'in üzerine doğru hamle yaptı. Tam o esnada korkudan küçük dilini yutmuş Red sessizliğini bir çığlıkla bozdu.

" Dur! Lütfen! Dur! "

Red'in çığlığını duyan kızıl saçlı ilahe, olduğu yerde kaldı. Çektiği hançer Red'in boğazında duruyordu. Arkada durup, olan biteni izleyenlerin gözleri şaşkınlıkla açılmış, içeriyi aydınlatan meşalenin sarı ışıklarının vurduğu yüzleri dehşetle parıldıyordu. Red, kendisine bakan gözler karşısında sessiz kalamadı.

" Ben, düşman değilim! Ben... hay anasını sikeyim ya... Ben zararsızım! Dinleyin, ben sadece bir insanım! "

Söylediklerini dikkatle dinleyen kızıl saçlı kadın, hançerini iki parmak geri çekti ve Red'in kulağına eğildi.

"Tanrı dilini nasıl bilebiliyorsun?"

***



Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Jun 12, 2021 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

Sürgün ve SavaşHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin