2. Bölüm: ''Karasar Günleri''

11.7K 411 124
                                    

Karasar-1996

Yağmur ince ince yağarken, ıslanan kedi kuyruğunu sıkıştırıp kahvenin önündeki boş taburenin altına sığındı. Yağmur zamanla açılan küçük çukurları doldurdu. Kavak ağaçlarının çıplak dalları rüzgarla birlikte salınırken, dökülen yapraklar ait oldukları yerden uzaklara savruluyordu. Derme çatma evlerin sokağına koşar adımlarla yürüyen uzun boylu genç kız; arkasına dönüp, peşinden onu izleyen genç adama baktı. Artık koşuyor ve başına siper ettiği kitabı heyecanla göğsüne bastırıyordu. Yüzündeki tebessüm, o fark etmese bile uzaktan bakan herkesin ne olduğunu anlayacağı türden bir ifadeydi. Eve girmeden, eski çürümeye başlamış tahta kapının önünde durup yüzündeki ifadeyi değiştirdi. Bu kapının görevi diğerlerinden daha büyüktü. Çürümeye yüz tutmuş duyguları, insanlığını unutmuş bir kadını ve vicdanı kurumuş bir adamı saklıyordu. Bu kapı: her gece yükselen çığlıkları, küfürleri içine gömüyordu. Genç kız gıcırdayan kapıyı açıp içeri adım attığında, yağmur yüzünden oluşan çamura, yanları açılmaya başlamış eski ayakkabısıyla bastığında, söylenip dikkatlice yürümeye devam etti.

''Kız nerde kaldın, sen kendini öldürtecek misin?''

Eşikte bekleyen hafif kilolu kadın, elinde yemenisini dizine vurarak konuştu. Otuzlarının başında olmasına rağmen saçlarında yer yer beyazlar vardı. Dizinin altına kadar uzanan basma elbisesi ve üzerine giydiği gri örme yelek iri göğüslerini örtüyordu.

''Öğretmen cezaya bıraktı Necmiye abla, babam geldi mi?'' derken ayakkabılarını telaşla çıkarttı.

''Geç geç gelmek üzeredir, '' deyip kızın sırtına dokundu ve kapıyı hızla örttü.

Oldukça eski olan bu müstakil evin iki odası bir de mutfağı vardı. Soğuk beton üzerinde yürürken içi titreyen genç kız, kitaplarını yatağının altına bırakıp formasını çıkarmaya başladı. Ortaokul sondan beri aynı gömleği giydiği için yakası iyice eskimişti. Formasını askıya astıktan sonra içeriye geçti.

''Ne var bugün yemekte abla?'' tencerenin kapağını kaldırdığında bulgur aşını gördü.

Evlerinde tek tencere yemek pişerdi eğer babası arkadaşlarını eve getirmeyecekse. Öyle her zamanda arkadaşlarını getirmezdi. Çok içer çabuk sarhoş olur, akşamı da yemeği de zehir ederdi.

''Sevilay, sen erkenden yemeğini ye odana git olur mu yavrum, bugün sabah çıkarken heyheyleri üstündeydi, '' dedi kadın.

İkisini birbirine bağlayan, yakın hissettiren evdeki adamdı. Biri aynı yatağı, biri aynı evi paylaşıyordu ve bunun ötesinde bir bağları yoktu. Hayatın onlara giydirdiği rolü bile artık oynamıyorlardı. Ne adam bir baba ne genç kız bir evlat ne de kadın bir eşti. Aynı çatının altında herkes kurtuluşunu bekliyordu.

Kapı sertçe çalındığında, Sevilay olduğu yerde irkildi. Yumruklar art arda kapıya iniyordu. Necmiye kapıyı çekinerek açtığında; dişleri ve bıyıkları sigaradan sararmış, göbekli, uzun boylu adamı gördü. Adı Cevdet'ti ama mahallede ona Kızıl Cevdet derlerdi. Para düşkünü, aylak ve vicdansız bir adamdı. Her şeye sinirlenirdi, hıncını karısı ve kızından çıkarır sonra kapıyı üstlerine çekip, her gün gittiği kahveye giderdi. Eve gelmediği günler ne karısı ne kızı merak eder hatta memnun bile olurlardı. Diken üstünde oturmadan uyku çekmek, lokmalarını hızla ağızlarını tıkıştırmadan yemek yemek onları da memnun ediyordu. Korkulu gözlerle kocasının gözüne bakan Sevilay, yanında misafir görünce kalbi sıkıştı, midesinde büyük bir baskı oluştu.

''Görüyor musun?'' dedi yanındaki zayıf, uzun boylu adama. Yüzünde çarpık bir gülümseme vardı.

''Çiçeğim, misafir bekliyor neredesiniz? Geç Musa geç, '' diyerek elinin tersiyle karısını kenara ittirdi sertçe. Bu adamın ne olduğunu, Karasar köyü bilirdi fakat arkadaşları da 'aile içine karışılmaz' deyip, başlarını çevirirdi.

HİLEWhere stories live. Discover now