someone's someone | minsung

By chogiwataeil

410K 41.3K 123K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... More

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
144
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
ihtiyacım olan şey
"arkadaşlarım olmadan"
yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)
pankreaslardaki bir iki kara delik
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?
**a mingi study ve hayatın içinden

"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)

11.8K 1.1K 4.7K
By chogiwataeil

bir keresinde hyunjin'le kavga etmiştik. şimdi hatırlamıyorum tabi nedeni neydi, kim haklıydı veya neler oldu. öyle uzun zaman önceden de bahsetmiyorum size, üç yıl falan önce olan bir şeydi bu.

nasıl çözüldüğünü hatırlıyorum sadece. ben chan hyungun o zamanki küçük apartmanınındaki mutfağının kapısını çarpıp banyoya kilitlemiştim kendimi. hyunjin de arkamdan bağırıyordu ama dinlememiştim onu, çünkü ben sinirlendiğimde duymazdım. karşımdaki insanın benim için kendini hiçe sayan en yakın arkadaşım olmasının bir önemi de yoktu.

ben banyonun kapısında yere çökmüş ağlarken biraz içerden gelen sesleri dinledim. sonra kapı çaldı. chan hyung seslendi bana, kapıyı açmamı istedi. açtım, bana uzun bir konuşma yapmasını bekledim ama o hiçbir şey demedi. sadece bana baktı. ben de kendimi onu nazikçe ittirip hyunjin'e sarılırken buldum.

size bunu niye anlattığımı sorarsanız, ki sormanız çok normal, en uzun süreli kavgamın 4 saat olduğu en yakın arkadaşımdan bir şeyler saklamanın ne kadar zor olduğunu daha iyi anlayın istedim sadece. yani çok büyük bir sırrı saklamıyordum aslında ama ciğerlerimin çalışmadığını söyleyememek bile kendi başına zordu.

üstelik seungmin'le konuştuğumuzu da biliyordu hyunjin. yani en azından bir şeyler döndüğünü anlamıştı.

"kabul eder mi?" diye sordu bana. omuz silktim. çünkü seungmin'in hyunjin'den gelecek olan birlikte yaşama fikrine ne diyeceği belliydi. "yıllardır birliktesiniz hyunjin. niye kabul etmesin ki?"

"çünkü büyük bir adım bu. ve bugüne kadar hiç konuşmadık bile." dedi. kafasını göğsümden kaldırmıştı ve somurtuyordu. belki iyi hissetsem yanaklarını tokatlardım. "nerden çıktı o zaman birden bire?"

kaba bir şey söyledim mi anksiyetesini hyunjin'leyken geride bırakmıştık şükürler olsun ki. ama onun sevimli sayabileceğim somurtmuş suratı kayboldu ve elini ensesine attı. ben de oturduğumuz eski kanepemde doğrulup bağdaş kurdum. çünkü tanıyordum onu, söyleyeceği şeyi söylemek istemiyordu.

"herkes büyük adımlar atıyor..." haklıydı. ben hariç herkes büyük adımlar atıyordu hayatlarında. ya da en azından ilerliyorlardı. minho ve chan avusturalya'ya taşınıyorlardı bir kere. hyunjin'in liseden beri birlikte olduğu seungmin'le eve çıkması neydi ki bunun yanında? yutkunmak zorunda hissettim kendimi.

"sormayı denemezsen bilemeyeceğiz." dedim. çünkü ben de hyunjin'e layık bir arkadaş olmak istiyordum. kendi problemlerim yüzünden onun heyecanlı anlarını mahvetmek çok kötüydü. olmam gerektiği gibi iyi bir dost olmalı ve hyunjin'i desteklemeliydim. zordu ama o benim için daha da zorlarını yapmıyor muydu?

hyunjin'e gülümsedim. aslında ukala bir gülümsemeydi ama onun karşılığında kıvrılan dudakları içtendi. bu yüzden düşünmedim üstüne.

biraz daha oturduk. sanırım onun kendine güveninin gelmesini bekliyorduk. ben pek anlamazdım ama sevgiline birlikte yaşamak isteyip istemediğini sormak biraz gericiydi sanırım.

sanki bir fikrim varmış gibi hyunjin'e tavsiye verdim bir de. "kabul edecek zaten. ama sen yine de kendinden emin ol. al karşına dümdüz söyle." dedim. yani dediğim gibi bilmiyordum ama kötü bir şekilde bitemezdi zaten bu. öyle umuyordum daha doğrusu.

mümkün olduğunca az karıştım tabi olaya çünkü bildiğiniz gibi, hatta tüm dünyaca biliniyor bile olabilir bu, elimi attığım sabah çıkamıyordu. zaten bir kere zorlamıştım hyunjin ve seungmin'in kişiliklerinin aksine sakin olan ilişkilerini, bitirmemin anlamı yoktu.

hyunjin evimden çıkmadan önce yanaklarını tokatladım. korkağın teki olduğum için cesaretlendirme işlemi nasıl yapılıyor bilmiyordum ve filmler bu kadar göstermişti. verecek güzel bir konuşmam yoktu zaten.

aslında gerilecektim. nasıl geçmiş olabileceğini düşünüp kendi kendimi yiyecektim ama evde içki kalmamıştı ve hızlı düşünüp markete gitmekle yatağımın altında olduğuna emin olduğum dolu sigaralarla yetinmek arasında seçim yapmalıydım.

bu yüzden kırk beş dakika falan sonra telefonuma mesaj geldiğinde ben salonumda yerde oturmuştum. görünen o ki, ben dünyanın en büyük ikilemini çözmeye çalışırken seungmin, hyunjin'le eve çıkmayı kabul etmişti. aldığım mesaj bunu söylüyordu en azından.

gerçekten sevindim. karnım kasıldı, beynimin bir komut vermesine gerek kalmadan gülümsedim. hatta küçük bir çığlık bile atmış olabilirim. tek sorun bunların dört saniye sürmesiydi. en yakın arkadaşım için dört saniye sevinebilmiştim.

bencilliğime şaşırmadım aslında. ama ağlamaya başlamama şaşırdım. çünkü olmamıştı bir süredir. beni şaşırtacak kadar uzun süredir olmamıştı. ama salonumda biraz dumanlı kafamda kendi dizlerime sarılıp ağladım işte.

bütün gecemi böyle geçirebilirdim. yetişecek bir şeyim yoktu, okul zaten benim için bütün önemini yitirmişti, aynı evi paylaşma kararı aldığım bir sevgilim yoktu ya da beni özleyen biri de yoktu. salonumun kesinlikle süpürmem gereken halısından başka bir yerde istenmiyordum.

ama kapım çaldı. ilk seferinden görmezden geldim ama bir kere bölmüştü ağlamamı zaten. ikincisinde de denedim. ama zilimin sinir bozucu tonu yerini yumruklara bıraktığında vazgeçtim. belki sonunda biri bana acıyıp canımı almaya gelmişti ve onu sinirlendirmeme gerek yoktu.

yüzümü sildim açmadan önce kapımı. yani eminim ağladığım belliydi ama en azından denediğim için pek takılmadım. eğer geleceği görebiliyor olsaydım takılırdım ama. bir kaç mini saniye sonra minho'nun şişmiş ve sinirli suratıyla karşılacağımı bilseydim kesinlikle aptal avucumu gözlerimin üstünde gezdirmekten fazlasını yapardım.

"minho?" dedim. yani aptalmışım gibi çıkmıştı sesim ama çok saçmaydı. gecenin bir yarısı kapımda böylece dikiliyor olmasının bir anlamı yoktu. "sen... ne işin var hyung burda?"

"içkim bitti. iki sokak var aramızda ve sen de her zaman içki vardır." vücudumu ittirip evime girmişti konuşurken ve ben bir kaç saniye tepki veremedim. o doğruca mutfağıma ilerlerken ben ona 'hyung bende de bitti ama gel ot var' falan diyemedim.

"jisung geçen hafta doluydu bu raf nerde o kadar şişe ya?"

söyleniyordu galiba. ama beynim kapıyı bile kapatmak yerine -minho'nun buraya neden geldiğini düşünmek yerine- bu eve taşındığımdan beri burda olan halımın daha ilginç olduğuna karar vermişti. cevap beklemiyordu, dediğim gibi o söylenirken mutfak dolaplarımı sertçe kapatıp açıyordu, ama ben yine de cevap veremediğim için suçlu hissettim.

sonra da montumu kafamda hissettim zaten. minho da ben onu kaldırıp sonunda gözlerimi halımdan çektiğimde kapımdan yeniden çıkıp parmaklarını şıklattı. "gel hadi. açık benzinlik bulabileceğimize eminim."

hiçbir şey söylemeden montumu giydim ve anahtarlarımı bile almadan evimden çıktım. bu daha sonrasının derdi olabilirdi. şimdi beynim sadece minho'nun verdiği komutlara uymak istiyordu çünkü.

~

araba yolculuğumuz sessizdi. benim sık sık gece içkim bittiği için hangi benzinlik kaçta kapandığına dair bir bilgim vardı ve altımızda da araba olduğu için her şey çok kısa sürmüştü. yani beynimin yeniden çalışmasına yetecek kadar uzundu ama kısaydı işte. minho'yla geçirmek istediğimden çok daha kısa bir zamandı.

gözlerinin kızarık olduğunu farketmiştim. sesi de çatallamıştı galiba ama apartmanımdan beri konuşmadığı için emin olamıyordum.

ne söylemem gerektiğini bilmediğim için dikiz aynasından ona bakmaya devam ettim ve eğer göz göze gelmeseydik arabayı park edene kadar da bunu yapardım. "saçını mı boyadın?"

"ben mi?" beynimi kaybetmiş olmalıydım. sonunda beynimi tamamen kaybetmiş olmalıydım çünkü minho saniyeler önce saçlarıma bakmış olmasına rağmen, soruyu bana bakarak sormuş olmasına rağmen, aptal arabada ikimizden başka kimse olmamasına rağmen sordum bunu. ama şükürler olsun ki minho yalnızca kaşlarını kaldırdı. neden kafamı azıcık çevirip doğrudan yüzüne bakmıyordum bilmiyordum ama dikiz aynasından bunu izledim.

"evet." kafasını salladı. ve ben ne kadar aptal olduğumu bir kez daha anladım. çünkü bekledim işte. 'güzel olmuş jisung' demesini, belki biraz daha uzun bakmasını bekledim. ve hiçbir şey söylemeden önüne dönmesine rağmen hızlandı kalbim. o kadar hızlandı ki nefesim kesilir diye bile korktum. ama minho'nun yanımda oluşu onu da yatıştırdı. yani hiçbir ilerleme kaydedemediğim, hala minho'ya aşık bir aptal olduğum gerçeği arka koltuğa oturup bizimle benzinliğe kadar geldi.

minho her rafı es geçip en arkaya yürürken ellerimi montumun cebine koyup onu takip ettim. o bir viski şişesini kaldırıp bana gösterdi ama omuz silktim. ne aldığı umrumda değildi.

umrumda olan gözleriydi. ya da suratı ya da işte her yerinden fışkıran 'canım sıkkın' aurasıydı. "hyung?"

bir şey söylemedi. hala şişelerin fiyatlarını inceliyordu ama mırıldandı. ben de bunu devam etmem için bir işaret olarak kabul ettim. "neyin var?"

gerçekten minho'nun umursamaz olduğunu biliyordum ama direk ona bakarken beni görmezden gelebileceğini düşünmemiştim.

"niye gece 2de viski alıyoruz hyung?" dedim. gözlerimi devirmek istiyordum aslında ama karşımdakine aşık olduğum için yapamıyordum.

"çünkü içkin bitmiş." hala bana bakmıyordu. alt taraftaki rafları daha iyi görmek için eğilmişti hatta. bu yüzden ayağımı yere vurdum. sabrım yoktu, minho'ya bile tahammülüm yoktu ve her ne olduysa bir an önce söyleyip zaten olmayan  psikolojik stabilliğimi sarsması gerekiyordu.

"hyung." bu sefer biraz önceki pasifliğim yerini agresifliğe bıraktı. çünkü kolunu tutup ayağa kaldırdım minho'yu. gözleri büyümüştü şaşırdığı için ve dürüst olmak gerekirse onu suçlayamadım. ben de şaşırdım çünkü. "ne oldu?"

"bitti. ve ben konuşmak değil içmek istiyorum. bu yüzden güzel lacivert kafanı önüne eğ ve ben parayı öderken arabada beni bekle, olur mu?"

hiçbir şey söyleyemedim. hareket de edemedim. sebebi minho'nun kolunu benimkinde kurtarıp dibime girmiş olması mıydı yoksa yanıma gelmeden önce ne kadar bağırdığını belli edercesine hala çatlayan sesini şimdi daha rahat algılayabilmem miydi emin değilim. ama söylemedim işte bir şey.

bir kaç saniye daha ona baktım sonra da -artık kendime kızmaya bile enerjim olmadığı için rahatlıkla- güldüm. "bitti mi? chan hyung ve sen mi bittiniz?" sesli söylemek daha komikti. ben de doğal olarak daha çok güldüm. yani neşeden uzak olduğuna eminim ama güldüm işte. "sen ağzından çıkanı duyuyor musun hyung? kaç kere bitti dedin sen? bitmedi. siz ayrılmadınız."

minho galiba bu süreç boyunca bana bakıyordu. ama son söylediğimi duyduğunda, ki ben de düşünmeden konuştuğum için ilk kez onla aynı anda duydum, gözlerini devirdi. "bitmediğini ben de biliyorum jisung. arabada bekle beni, lütfen."

'sen de biliyorsan neden burda sana acıyoruz' diyebilirdim. hatta derdim şu an nasıl olsa düşünmüyordum. ama demedim. çünkü minho'nun gözünden küçük, aptal ve nefret ettiğim bir yaş akıyordu. üstelik 'lütfen' demişti. rica etmeyen, ağlamayan ve kesinlikle umursamaz olan minho bana yüzyılların sihirli sözcüğünü kullandığında benim sinirim geçti.

arabada bekledim. o elindeki siyah poşetle benzinliğin otomatik kapısından çıkıp boş eliyle gözlerini silerken onu izledim. arabaya yürürken de izledim. biz eve dönene kadar onu izledim.

salonda da onu izlerim diyordum ama anahtar almamıştım. bunu binaya girdiğimizde hatırlamama rağmen asansöre binip benim küçük dairemin önüne gelene kadar söylemedim minho'ya.

"jisung?" dedi. ben hemen onun arkasında yeri inceliyordum. "efendim hyung?"

"açsana kapıyı."

"anahtar almadım ki." dedim. sesim de çok normal çıkmıştı. ne düşündüğümü sormamasını umuyordum çünkü o sırada düşünmediğimi söyleyemezdim sanırım. "süper. aferin sana."

ben omuz silktim o da sinirle kapımın önüne çöktü. hala bana bakıyordu üstelik. cidden sinirliydi de. sanırım tek istediği koltukta içip sızmaktı. ama anahtarımız yoktu. bana sorarsanız çok komikti bu yüzden gülmeye başladım.

minho bana kızar diye korktum. yani şimdi kızdığından daha çok kızar diye ama o da gülmeye başladı. poşeti yanına bırakıp deli gibi gülmeye başladı. ben de buna kayıtsız kalamayacağım için aynısını yaptım. tepesinde dikilip rahatsız ettiğimiz komşularımı umursamadan kahkaha attım.

sonra minho sakinleşti. saçlarını karıştırdı ve şişeyi poşetten çıkarıp kapağını açtı. ben hala öylece bekliyordum. aldığı büyük yudumun boğazından geçişini aynı bir sapık gibi izledim.

şişeyi bana uzatana kadar da oturmadım yanına.

"çok mu bitti dedim ben?" diye sordu. kafamı ona çevirdim ağzımdaki viskiyi yuttuktan sonra. "her kavganızda bitti diyorsun."

ve bu sefer minho'yu alttan alamıyordum. o belki farkında değildi ama bir, benim kafam zaten güzeldi ve iki, kalbim çok kırıktı. kalbim, ruhum, ne bileyim bir insanın sahip olabileceği soyut her şeyim paramparçaydı.

"diyorum. siktir. ben her kavga ettiğimizde evi terk ediyorum jisung." dedi minho. elimden şişeyi geri almıştı. tam olarak ne olduğunu bilmediğim bir farkındalık yaşıyordu sanırım. bu yüzden 'evet' demedim. o şişeyi bırakıp poşetten bir sigara paketi çıkartana kadar bir şey söylemedim. ve sanırım apartmanımın içinde sigara içmeye izin yoktu ama iş işten geçmişti artık.

"nasıl avusturalya'ya taşınabileceğimizi düşündüm ben? ne yapacağım? en küçük kavgamızda evden çıkıp dünyanın öbür ucunda ne yapacağımı düşündüm?" dedi. hala komik buluyordum bunu ama kendimi tuttum.

"düşünmedin sanırım."

minho bana döndü. hayretle bana döndü hemde. bugün herkesi şaşırtıyordum tepkilerimle galiba. ama umrumda değildi ki.

minho'nun da değildi. yani biraz şaşırdı başta ama biz orda o şişeyi paslaşırken başka bir şey söylemedi.

sorun değildi çünkü onunlayken ne yaparsak yapalım ben iyi hissediyordum. kapımın önünde kıçlarımız donarken, gerçek anlamda donarken mermer soğuktu çünkü, sigara ve içki içmek peri masalı gibiydi. gerçek olmadığını bildiğim ve birinin birazdan kitabı kapatıp ışığımı söndüreceği bir peri masalı gibi.

"jisung?" dedi. ben kafamı omzuna yaslamıştım ve gözlerim açık olmasına rağmen uyukluyordum. bu yüzden kelimelerimi kullanacak enerji bulamadım sanırım. "uyuma sakın. seni taşıyamam."

"nereye taşıyacaksın? anahtar yok." sesim çok kısık çıkmıştı. ve beynim minho'nun beni kucağına aldığı sahnelerle dolmuştu ama sesimin kısıklığını buna yormak istemiyordum.

"yine de uyuma..." başka bir şey daha söyleyecek gibi durdu. sanki söylemek istemiyormuş gibiydi ve ben de içimde bir yerlerde hala "minho'yu memnun et" oynayan bir jisung'a sahip olduğum için hemen kaldırdım kafamı. bana bakmıyordu bunu da o zaman gördüm. ayakkabılarını izliyordu.

"...yalnız kalmak istemiyorum." ona bakmamdan mı güç buldu, bugüne kadar ona bir kere bile hayır dememiş olmamdan mı emin değilim. ama minho benim her gece yalnız başıma ağladığım salonumla aramızda yalnızca iki metre ve aptal bir kapı varken bu cümleyi kurmaya cüret etti.

"eve gitsene hyung. chan hyung seni bekliyordur." onu kovmak istemiyordum. özellikle kalbi kırıkken ve bu şekilde bana sığınmışken onu kovmaktan nefret etmiştim. ama haklıydı, sonsuza kadar bunu yapamazdı. her kızdığında chan hyungun suratına kapıyı çarpıp çıkamayacaktı. her kavgalarında bana gelemeyecekti.

bence bir mahsuru olduğundan değil de, başka bir ülkeye taşınıyordu adam. yapamazdı yani.

"bizi çok yargılıyorsun değil mi?" kafamı yeniden omzuna indirdim. o kendi iç monoloğunu bana yapmaya hazırlanıyordu ve bu olurken yüzüne bakmaya dayanamazdım. o birazdan chan hyunga ne kadar aşık olduğunu farkettiğinde benim kafamın boynuna gömülü olması ikimiz içinde en sağlıklısıydı.

"hayır." yalan değildi. ben minho'yu veya chan hyungu yargılayacak konumda değildim. en yakınımın sevgilisine aşıkken 'çok sık tartışıyorlar bunlar' diyemezdim.

minho güldü. az öncekiler gibi gülmedi ama. bana inanmıyormuş gibi güldü. "ben bile bizi yargılıyorum jisung. emin misin?"

"onu seviyor musun hyung?"

soruyu sorduktan çok kısa saniyeler sonra pişman oldum. gerçekten kendimi en yakın kuyuya atıp sonsuza kadar orda çürümeyi beklemek istedim. bir de bunu yaparken kafamı kaldırdım. ne olacağını bilmeme rağmen kafamı kaldırdım. ve minho'nun gözlerine baktım. parlıyorlardı dememe gerek yok sanırım.

onayladı beni aslında. 'her şeyden çok' ya da 'kendimden fazla seviyorum' gibi gecelerce kabuslarıma girecek bir şey söyledi. beynim kabul etmedi sadece.

ama gerek yoktu zaten ne dediğini hatırlamama. tabi ki seviyordu. minho, chan hyung'u çok seviyordu. aynı benim onu çok sevmem gibi.

"önemli olan da bu." dedim. buydu çünkü. ben anlayabilirdim birini sevdiğinde neler olabileceğini ve bunlar bile yeterince derin şeylerdi. o kişi de seni sevdiğinde kim bilir neler olurdu?

"sen niye yetmiş yaşında gibi konuşuyorsun. benden küçük olman lazım."

minho'ya omuz silkip apartmanımdaki küçük pencereye döndüm. o da yaptı aynısını. önce viskiden bir yudum daha aldı sonra cama dönüp kalanını bana uzattı.

biraz sonra da bir kolunu omzuma dolayıp beni kendine çekti. kafamı göğsüne yaslayabilmek için içimdeki bir jisung'a biraz yalvardım. kırmadı beni, en zalimlerden biriydi ve bir keresinde minho'yu tokatlamamı söylediğine yemin edebilirdim ama o bile acıdı sanırım halime.

ve artık sarhoştum. tam olarak neyle bilmiyordum ama sarhoştum.

bir iki mini jisung bana 'hayatımızdaki en kalp kırıcı 10 an' temalı bir slayt gösterisi hazırlamışlardı. onları düşünüyordum. minho'nun parkta chan hyungu kaldırdığı gün gelene kadar bir dünya canımı yakan şey izledim. size bugün bahsettiğim hyunjin'le ettiğim kavgayı, chan hyung'un bana hakaret ettiği geceyi, mingi'nin beni bırakışını, minho'nun chan hyung'a söylediği bir kaç seni seviyorumu izledim. ama o parktaki o aptal günü hatırlayınca nedenini bilmediğim bir şey oldu.

midemde başladı olan her neyse. kusacak gibi hissettim. sonra sigara tuttuğumu bile bilmediğim elim titredi ve sigarayı düşürdüm. en sonda da ciğerlerim çalışmayı unuttular.

vücudum nasıl kasıldı bilmiyorum ama minho bana döndü. ona bakıp güç alacağımı zannettim. gerçekten beni yine tutup sakinleştireceğini sandım. ama işe yaramadı. o bana baktı ben de kendi kendimi yaka paça gözlerimi kapatmaya zorladım.

kendi kendimi aynı o gün ağlarken yaptığım gibi susturmayı denedim. başta işe yaramadı. daha çok canım yandı hatta. kendimi pek sevmediğim için hem elimi tutup kaldırasım gelmiyordu hem de uzattığım ele güvenip tutasım. 

ama yaptım. bir şekilde kendime 'sorun yok' dedim. içimdeki bir jisung nefes alabilmem için elimi tuttu bir diğeri saçımı okşadı. psikolojik mastürbasyon gibi bir şey yaptım ama kendimi düzelttim.

"jisungie?"

minho'nun bana ne kadar seslendiğini de bilmiyordum. korkmuş olmalıydı. kriz geçirmiştim yanında. ama duyamamıştım ki onu. kulaklarım uğulduyordu benim. "jisung, iyi misin?"

"hayır." dedim. sonra biri hislerimde elektrik süpürgesi açmış gibi oldu. içimde büyük bir gürültüyle bir şeyler yer değiştirdi. yeniden minho'ya döndüm. tek kaşı havada bana bakıyordu ama gözlerindeki endişeye haksızlık edemezdim. "hayır, hyung. ben iyi değilim."

minho'nun endişesi daha da ciddi bir hal aldı. tam olarak nasıl yaptığımı bilmediğim bir şekilde ağlamadan devam ettim ben de.

"ben hiç iyi değilim hyung. benim canım acıyor. her gün canım acıyor. şimdi de canım acıyor, markette de canım acıyordu sen gelmeden önce halımda ot içerken de canım acıyordu. artık sadece canım acıyor. o kadar acıyor ki artık neremin acıdığını bile bilmiyorum."

omzumda bir eli duruyormuş. o sıkılaştığında fark ettim bunu. kafasını hafifçe sağa eğip devam etmemi bekledi ben susunca da. bilmiyordu aslında ama sanki anlamıştı söylemem gereken bir şeyler olduğunu. benim de anlayabilmiş olmamı diledim. nerde duracağıma dair en ufak bir fikrim bile yoktu.

"artık acısın isteyemiyorum. artık bitsin istiyorum hyung. artık aptal bir korkak olmak istemiyorum. kendime katlanabilmek istiyorum. biri beni sevsin istiyorum." dedim. minho'nun kafası daha çok karışmıştı galiba. çünkü tek santim bile oynamamıştı yerinden ama gözleri kısılmışlardı.

"hayır. biri beni sevsin istemiyorum." çıktı ağzımdan. tutamadım. vurgumu kontrol edemedim.

minho'nun suratı da değişmedi zaten. hala ne dediğimi anlamıyormuş gibi bana bakıyordu. ve ben omzumdan dünyaların yükünü kaldırıyormuşum gibi hissediyordum. yüzüp yüzüp kuyruğuna gelmişim, rahatlamam çok yakınmış gibi hissediyordum. devam etme isteği o kadar ılık o kadar tatlıyken duramazdım. minho'nun suratı benimkine bu kadar yakınken duramazdım.

nasıl bir saniye önce sarhoş ve yorgun olan bedenim bana danışmadan hareket etti de ben ellerimden birini minho'nun ensesine attım bilmiyorum. nasıl onu bu kadar korkarak, bu kadar yavaş yakalamama rağmen o gafil avlandı onu da bilmiyorum. ama ben minho'yu tutup yarın, sikeyim yarını bir dakika sonrası, yokmuş gibi kendime çektim. sonra da hayalini bile kurmaya izin vermediğim dudaklarını kendiminkilere değdirdim.

size bunu nasıl anlatacağımdan emin değilim. minho'nun dudaklarının hareket bile etmiyor olmalarına rağmen benim küçük aptal kalbime yaptığını kelimelerle ifade edemem sanırım. çıkan tek sesin dalgalar olduğu bir sahilde gün doğumu izlemek gibiydi. ama aynı zamanda hiçbir koruman yokken fırtınada koşturmak gibiydi de. hem çok sakinleştiriciydi hem de hayatımda yaşadığım en korkunç şeydi. ve hareket etmiyorduk diyorum ya, sadece dudakları benimkilerin üstünde duruyordu.

gözlerimi açmaya korktum. minho'nun suratında görebileceğim şeylerden korktum. ama beni hala itmemişti. hala yumruklamamıştı. hala bana bunu nasıl yapabildiğimi sormamıştı. bundan cesaret aldı benim asit yağmurlarında banyo yapmayı seven ruhum da.

biraz hareket ettim. diğer elimi yanağına koydum ve bu sefer hakkını vererek öptüm minho'yu. ona biraz daha sokuldum kafamı eğdim ve tuhaf açıyı düzelttim. bundan önce sadece mingi'yi öpmüş olmama rağmen elimden geleni yaptım.

minho karşılık vermedi. hiç hareket etmedi hatta. nefes bile almadığına eminim ben onu öperken.

ama sorun değildi. evet içimde bir iki jisung heyecanla minho'nun belimi tutup beni öpmeye başlayacağı anı beklediler ama o yapmadı. ben de elimde olan bu tek şansı değerlendirmeyi denedim. felix'in sarılarak yaptığı gibi minho'yu öperek ona bir şeyler anlatmayı denedim.

yapabildim mi bilmiyorum. çünkü ben ne kadar sürdüğünü bilmediğim öpüşmemizi zar zor bitirdiğimde minho'nun dümdüz bakışlarından başka bir şey göremedim.

"ne zamandan beri?"

"en başından beri."

gülümsedim. nasıl o karşımda gözlerini kapatıp ellerini saçlarına daldırırken gülümsedim bilmiyorum ama gülümsedim. anlatabilmiştim en azından. en azından bunu becerebilmiştim.

"jisung... jisung sen... sikeyim." dedi. ya da buna benzer bir şeyler. elleri suratındaydı artık ve çok derinden konuşuyordu. "neden söylemedin?"

gülümsememi de bu söylediği böldü. sinirlenmedim. chan hyung sorduğunda olduğu gibi yüzümü ekşitmedim. sadece öylece baktım.

"söylesem ne değişirdi ki hyung?"

o da bir şey söylemedi. çünkü ikimiz de biliyorduk ki hiçbir şey değişmezdi. minho beni sevmezdi.

"jisung eğer... eğer farklı olsaydı, bir şeyler farklı olsaydı, ne bileyim. başka bir hayatta olsaydık... eğer, eğer..."

"eğer chan hyung olmasaydı." kendi cümlelerini düzgün kuramazken onunkini nasıl bitirdim bilmiyordum ama minho alt dudağını ısırdı karşımda. kendi suçlu hissettiğinde yaptığı gibi biraz önce öptüğüm dudağını ısırdı.

"eğer chan olmasaydı." dedi. ne hissetmem gerektiğinden emin olamadım. doğruyu söyleyip söylemediğinden bile emin olamadım. bu yüzden yutkundum. "biliyordum bunu zaten. kendini kötü hissetmene gerek yok."

önemsizmiş gibi davranmak, omzumu silkmek istedim. minho kendine kızabileceği için ya da ben bu kadar acınası gözükmek istemediğim için sesimi monoton tutmaya çalıştım.

"jisung, bana bak." minho ellerini yanaklarıma koydu. dediğini yapmaktan başka çare bırakmadı yani. en kötüsü de her zamanki şefkatli abi dokunuşuyla yaptı bunu. "seni seviyorum. seni çok seviyorum."

"sadece o şekilde sevmiyorsun." dedim. ben hala ağlamıyordum ama minho'nun gözleri dolmuştu. hiçbir şey söylemiyordu ama eminin ben bir kere hıçkırsam burda gözyaşlarına boğulurdu. beni seviyordu çünkü, yalan yoktu.

"sen bilim kurgu seversin değil mi?" söylediğine kaşlarımı kaldırmak istedim ama yapamadım. çünkü o gülümsedi ve bu bir göz yaşının yanağından süzülmesine sebep oldu. o aptal damla çenesine inene kadar onu izledim.

"bir evrende, buna paralel bir tanesinde belki de, eminim seni çok seviyorumdur jisung. o şekilde seviyorumdur." yaptığı metafor son damlamdı. gözlerim aniden yanmaya başladılar ve ben yaşlarımı tutmaya çalışmadım. benim kendimi avutmaya çalıştığım cümlelerle beni avutması kalbimin bambaşka yerlerini kırdı.

bu yüzden bir şey söylemedim. sadece ona bakıp ağladım. bana kızmamış olmasına bile sevinemedim. o sabırla her akan yaşımı silerken ve bana kendi de ağlamasına rağmen gülümserken ben bir şey yapamadım.

sonra sustum. çünkü önemli bir şey söylemem gerektiğini hatırladım. gerçekten çok önemli bir şey. "chan hyung biliyor."

minho yeniden gözlerini kapattı. sanırım bu son zamanlardaki saçma sapan durumların nihayet kafasında yerlerine oturmalarına sebep olan o son parçaydı çünkü yüzümü bırakıp ellerini tekrar kendi saçlarına attı. "tabi ki biliyor."

"sana söylememesini ben istedim. ona kızma."

minho kıkırdadı. derin bir nefes alıp burnunu çekti ama bana dönmedi. "ona kızmadım jisung."

"bana kızdın mı?" dedim. ağzımdan kaçmıştı aslında ama zaten bu gece her şey ağzımdan kaçtığı için sorun yoktu.

kafasını iki yana salladı. gerçekten kızmamış gibi gözüktüğü için üstelemedim ben de. "kimseye kızmadım."

hiçbir şey söylemedik. o yeniden kapıma yaslandı ve ben de kafamı yeniden pencereye çevirdim. güneş doğuyordu. ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordum ama güneş doğuyordu.

sonra minho kafamı sakin ama kararlı bir şekilde yeniden omzuna yasladı. bana dönmemişti ama kafamı çekmeyeceğime emin olana kadar elini çekmedi.

"burda kal desem kalamazsın değil mi hyung?" minho bu soruyu sorarken neyi kastettiğimi düşündü bilmiyorum. kapımın önünü mü kastetmiştim, koreyi mi yoksa kendimi mi nasıl anladı bilmiyorum.

"kalamam." dedi. bu sefer yüzünü bana çevirdiği için ben onun neyi kastettiğini çok iyi anladım ama. 'ben chan'i seviyorum' dedi bana. 'seni sevemem jisung' dedi.

"çok isterdim jisung. gerçekten çok isterdim ama yapamam." beni sevmeyi çok isterdi. 'bu da bir şeydir' dedi içimdeki bir jisung. hepsi her kriz anında olduğu gibi kontrolü bırakıp beynimi tahliye ettiler zannediyordum ama bu sefer olmamıştı. en azından kendi kendimi terk etme huyum yok oluyordu.

"ne zaman gideceksin?" dedim bu sefer. minho da "sabah çilingir çağıracağım ve sen yatağında uyuyana kadar gitmeyeceğim." dedi.

bunu ister miydim bilemedim. isterdim büyük ihtimalle. ama bir gecelik kendi istediğimi yapma kotam bitmişti bu yüzden kafamı omzundan kaldırdım. "şimdi git."

sesimin onu kovar gibi çıkmadığına emindim. ama minho yine de şaşırmış gibi gözüktü bir an. "sen eve girebilene kadar gidemem."

"hyung şimdi git. lütfen şimdi burdan kalk ve paketini bana verip chan hyungun yanına git."

beni susturmak için adımı falan söyledi ama dinlemedim. iyice doğrulup ellerini tuttum. sanki bir daha bunu yapamayacakmış gibi tuttum ve komik kısmı şuydu ki yapabilecek miydim bilmiyordum bile. "şimdi gitmezsen ben seni gönderemem hyung. şimdi gitmezsen çok acır."

"böyle de acımayacak mı?" diye sordu. üstelik bunu kendine has tek kaş yukarı bakışı ve iğneleme dolu sesiyle sormuştu. o kadar kendi gibi sormuştu ki ben o iğnelerle gözlerimi oymak istedim. "hyung. git lütfen. chan hyung uyumamıştır."

onu chan'i kullanarak vurmak istemezdim ama elimde başka seçenek yoktu. chan hyungu hatırlamazsa söylediği gibi ben uyuyana kadar burda kalırdı ve benim canım belki şimdikinden daha çok acırdı.

"seni bırakmak istemiyorum jisung." dedi. az önceki ironiyi bir kenara bırakmıştı ve şimdi sadece içtendi. çok ama çok içtendi.

"sorun değil." dedim ama 'alışığım' diyemedim. ya da 'beni bırakman için önce tutman lazım' da diyemedim. çıkmadı onlar.

minho bir süre suratıma baktı ve gitmeyeceğini anlamama yetti bu. istemiyordu. eminim küçük kardeşini kalp kırıklıklarıyla kapısının önünde bırakmak pek cazip değildi.

"lütfen." dedim. sesim titredi kısacık kelimenin ortasında ve iğrenç bir ses çıkardım. minho'nun suratının buruşmasının sebebinin bu olmamasını umuyordum. suratımdaki acı dolu ifadeye buruşturmuş olması daha iyi olurdu.

bir süre gözlerime baktı sonra da pes etmiş gibi nefesini verdi. "yalnız mı kalmak istiyorsun?" diye sordu şakaklarını ovarken. "jeongin'i ya da hyunjin'i arayabilirim."

kafamı iki yana salladım. o da beni anladığını belli etmek için aşağı yukarı salladı. aslında garip bir sessizlikteydik ama çok normal hissettirmişti. bana en azından, bana normal hissettirmişti.

"tamam öyleyse. eve girebildiğin anda bana haber ver olur mu?" dedi. ben de çok küçük bir tamamla karşılık verdim.

ve minho bir iki saniye saha oturduğu yerde kıvranıp ayağa kalktı. önümde diz çökene kadar da gerçekten hiçbir şey söylemeden gidecek sandım.

"seni seviyorum. bu benim için bir sorun değil jisung. chan için de olmadığına eminim. kendine yüklenme, olur mu?" yeniden gülümsemek istedim çünkü bunu düşünmesi, onlarla konuşmayacağımdan korkması çok sevimliydi. "tamam."

sonra anlımdan öptü. çok komikti ama minho anlıma saçma sapan ve son derece alaturka bir öpücük kondurdu. bu kadar saçma bir şey için benim niye kalbim sıkıştı emin değildim.

"avusturalya güzel olacak hyung. çünkü sen her kapıyı çarpıp çıktığında pişman oluyorsun. iyi olacaksınız."

"teşekkür ederim." dedi. sonra da hala yanağımda olan elini çekip hızlı adımlarla merdivenlere yürüdü. asansöre binmedi, bana ne için teşekkür ettiğini anlamam için bir fırsat vermedi ya da dönüp bakmadı.

ben kapımın önünde bir şişe viskinin ardından lee minho'yu öptüm ve o son kez chan hyung'u seçti.

ben de yalnızca ayağa kalkıp kapımın yanındaki yangın söndürücünün altından yedek anahtarımı alıp eve girdim. sigaram sönmüş bir şekilde salonda beni bekliyordu ve çakmağım da hemen yanındaydı.

•••
ballarım selam
size bi iki haberim var iyiler mi kötüler mi bilmiyorum...
finale yaklaşıyoruz. baya yaklaşıyoruz kafamdaki hesaba göre 3 bölümümüz falan kaldı ama siz sormamışsınız ben de söylememişim...
diğer haberim şu ki bu hikaye için ilk yazdığım sahneyi finally sizlerle paylaşabildim...
bu kadardı çok da haberim yokmuş...
hepinizi çok öpüyorum

Continue Reading

You'll Also Like

31.6K 1.7K 11
"kurtarıcısına aşık kız... klişe hikaye." "komşu kızına platonik aşık çocuk mu söylüyor bunu?" ya da asi'nin şebnem'in kızı olarak doğup büyüdüğü ve...
The 42 By kachow

Fanfiction

51.9K 7.5K 17
"Bizden ne komşu, ne düşman, ne de arkadaş olur." university & dorm au! ! 15.01.2024
234K 22.2K 24
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...
35.9K 4K 21
"MİNHO EZ BENİ"