dandelion || taejin

By controlvjin

133K 10.1K 7.9K

uyarı: hibrit au! Kim Seokjin gece vakti kapı tırmalanma sesleriyle uyandığında ve dış kapıyı açtığında karş... More

giriş
bir
iki
üç
dört
beş
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on üç
on dört
on beş
on altı
on yedi
on sekiz
on dokuz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi beş
yirmi altı
yirmi yedi
yirmi sekiz
yirmi dokuz
otuz
otuz iki
otuz üç
otuz dört - part bir
otuz dört - part iki
final

otuz bir

2.4K 240 323
By controlvjin


 Gözlerinin rengi değişiyordu.

Hava iliklerine işliyordu.

Soğuk bir yazdı, birbirini takip eden öteki günler gibi,

Lila gözler teninin altına işlemişti.

Sorun buydu; kalbini yeterince açamamıştı.

Ondan ayrı doğmuştu.

Gururlu uykusuz çocuk, ötekini takip etmişti

Ama artık içinde onu bulmak daha da zorlaşıyordu.

Dudaklarını kanatarak uykuya dalıyordu

Ama artık,

Artık,

Yere düşebilirdi.

Yere düşüp boşluğu doldurabilirdi.

"Sorun değil, düşmeyi sevdiğini biliyorum."

-seabear, cold summer (sadece birkaç cümle ekleyip değiştirdim)





-taejin, bir zamanlar



otuz bir: i know you love to fall



Annem küçük şeylerde bile takdiri bulan, güzelliği bir çiçekte ve o çiçeğe konan bal arısına adayan, neşe dolu bir kadındı.

Babam ise suratındaki gülümsemeyle insanları kibarlığa davet eden, çalışmayı çok seven ve bitkileri hayatı yapmış bir adamdı.

Ağabeyim biraz haylazdı, ilk evlat olmasının etkisiyle sorumluluklar bazen ağır gelir, kasabada adını duyuracak çılgınlıklar yapardı ama bu yalnızca onun daha da sevilmesine sebep olurdu. Kanına yerleşmiş yardımseverlik haylazlıklarına tatlılık katıyordu.

Bir de ben vardım. Annemin eteklerinin ardına sığınırdım, yabancılarla konuşurken gerilir, onları uzunca incelememden dolayı eleştiriler alırdım. Sessizdim ama her zaman böyle değildim. Çok az şeyle ilgilenirdim ama ilgilendiğimde o şeye sıkınca tutunur, bırakmazdım. Elime bir çiçek verdiklerinde sıkıca kavrardı parmaklarım, elimde kuruyup ölene kadar tenime hapsederdim.

İlkokula kadar çok fazla konuşmamışım. Ama okul beni açmış, insanlara karıştırmıştı. Herkes o ürkek, çekingen ve sessiz oğlanın kasabanın en dışında yaşayan iki katlı küçük külubede yaşayan Kim'lerin küçük oğlu olduğunu bilirdi –annemin eteğinin ardından saçımı okşarlardı.

Büyüyünce daha serpilmiştim; ağabeyimin yanında arkadaşlarıyla takıla takıla konuşmayı sökmüş, insanlarla yakın olabilmiştim. Ben daha ortaokuldayken lisede olan ağabeyimin yakın arkadaşı Yoongi hyung'dan hoşlanmaya başladığımda bende değişik bir şeyler olduğunu anlamıştım.

Diğerleri gibi değildim.

Yoongi hyunga baktığımda garip arzulara boğuluyor; ona sarılmak, onu öpmek, onun teninde boğulmak istiyordum. Her şey ben liseye geçmeden onun üniversiteye gidişiyle son buldu gerçi; ben daha da büyüdükçe çocukluk aşkının anlamını ve platonik olmanın ne demek olduğunu öğrendim.

Yoongi hyungla biter sanmıştım. Ama kendi cinsime olan hislerim asla geçmedi.

Yargılanmaktan korkmuyordum çünkü beni ben yapan buyken, neyden sakınacaktım ki? İnsanlara kibardım, kibarlığımla günahlarımı akladığımı düşünürdüm. İnce bir maske katmanına sığınıp kendimi sakladım ve böylece günahlarımı temizledim.

Ta ki lisede onunla tanışana kadar.

Jung Hoseok.

İlk aşkım, ilk öpücüğüm, ilk sevgim. Kumral saçlarını okşayıp da ellerini tuttuğumda kendimi tamamlanmış hissettiğim hyungum. Beni kabullenmişti; beni o sessizliğimle, garipliklerimle, gülüşlerimle benimsemişti. Elime çiçekler vermişti, onları sıkı sıkı tutmaktan öldüreceğimi bilse bile. Dudaklarımdan öpmüştü, ben onunkileri öperken tecrübesizlikten kanatsam bile. Beni kolları altına almıştı, bir gün bırakmak zorunda olduğunu bilse bile.

Anneme söylediğimde şaşırır sandım.

Ama beni kabullendi.

Babam bunları kafasına takmayan biriydi. Ağabeyim omuz silkmişti. Evimde rahattım, asla yargılanmadım.

Bazen belki hiç yargılanmadım, diye düşündüm. Belki de, belki de yargılanmalıydım.

Gözümü hırs bürüdüğünde ve üniversite için başka dünyalara yelken açıp yuvamdan kaçmak isediğimde belki yargılanmalıydım.

Ama onlar beni destekledi. Tüm hayatım boyunca yaptıklarını yapıp beni desteklediler; onlara oyuncu olmak istediğimi, medya ve televizyon okumak istediğimi söylediğimde bir saniye bile düşünmeden beni desteklediler. Kasabaya sığmıyordum, içim cıvıl cıvıldı ve onlar bu neşeme aşıktı –sevgileri asla ölmüyordu ve beni o hırsıma rağmen desteklediler.

Keşke desteklemeselerdi.

Hoseok hyung gibi.

Gitmemi istemiyordu. Onun ailesi benden daha katıydı; bu kasabadaki tek üniversitede, o küçük, eski üniversitede okuyacaktı. Kasabanın tek hastanesinde yönetici olacaktı, ki hastane babasına aitti. Gitmek yasaktı, kasabadan dışarı çıkması yasaktı.

Belki beni kaybetmek istemedi –o yüzden desteklemedi.

O sabah kasabadan ayrılırken beni görmeye gelmedi bile. Ben ise başvuru sonucumun kabulüyle havalarda uçuyordum; üniversiteye ziyarete gidecektik. Babam çok sevdiği bitkilerini iki günlüğüne yalnız bırakacaktı; annem bile tavuklarını bırakıp gelmeye razı olmuştu. Ağabeyim ise arabayı sürecek, bizim şoförümüz olacak ve bizi eğlendirecekti. Sevdiği müziklerden oluşan kaseti dinletmek için sabırsızlanıyordu, içinde hiç duymadığın şarkılar var Jinnie, demişti.

Evlenecek olduğu kız arkadaşı yapmıştı playlisti. Bu yüzden ona hep özenle davranırdı. Bir CD parçasıydı ama önem veriyordu.

Ailedeki herkeste olduğu gibi; küçük maddeler bizim için önemliydi. Annem ruhunu çiçeklere ve beslediği hayvanlara, babam seradaki bitkilerine, ağabeyim kız arkadaşının hediyelerine adamıştı.

Ben? Bomboştum. Ruhumu adayacağım dandelionlar daha ortada yoktu.

Bir salı sabahı şehre gittik. Kalabalık gözümü korkuttu ama aynı zamanda hararetle açtı. Büyük binalar, büyük arabalar, büyük insanlar. Hepsi benim ulaşamayacağım kadar yüksek geliyordu; bu yüzden her yeri gezmek istedim. Adımlarım şehre kazınsın, Kim Seokjin'in varlığını hatırlasın istedim.

Babamın hep gitmek istediği bir müzeyi gezdikten sonra üniversiteme gidecektik.

Çok saçma bir hataydı. Çok saçmaydı. Çok. Çok. Çok.

Ağabeyimin sürdüğü araba bir nakliyat kamyonuyla çarpıştığında ve paramparça olduğunda o arabadan hiç kimse sağ çıkamaz denmişti; benim annemin, babamın, hyungumun ölüm çığlıklarını ve verdikleri son nefesi duyduğumun bilincinde olmadan.

Gözümü açtığımda kazanın üstünden beş gün geçmişti.

Hepsini gömmüşlerdi; tenleri solmuş, karıncalar göz uçlarına toplanmıştı. Yerin altındaydılar; ben ise yerin üstünde, Yoongi hyungun yanımda olduğu bir hastane odasında çığlık çığlığa haykırıyordum. Doktorlar ve psikiyatristler sürekli gözleri önünde tuttu beni; intihar etmeye çalıştığımda odama gelip beni kurtaran doktorun endişeli gözleri deliler hastanesinde kaldığım aylarda gözlerimin önünden hiç gitmedi. Üç ay boyunca her gece aynı şeyi düşledim.

Geçmiş? Benim geçmişim berbattı. İntihar ve ölü çiçeklerle ve kanlarla doluydu. Taehyung'a bile anlatamadığım kabuslarım vardı o hastanede.

Zaman ölümcül bir şekilde ağır ilerliyordu ama aynı zamanda göz açıp kapayıncaya kadar her şey geçmişti. Yoongi hyung bir saniye bile yanımdan ayrılmadı, ellerimi tuta tuta beni kasabaya, evime geri getirdi. Haftalarca yanımda kaldı; saçlarımı okşadı, ağlamaktan konuşamadığım ve kendi salyalarımda boğulduğum günlerde benimle ağladı, kabuslarımdan sıçradığımda her zaman bir bardak suyla yanıma geldi.

Sonra bir gün, sevgisizlikten solduğum bir günde; kazadan üç yıl sonra, kollarımın altına bir yavru geldi.

Benim yavrum.

Küçük, minik, biricik kaplanım.

Taehyung'um.

Kucağıma sıçradı, kulaklarını okşamama izin verdi, dişleriyle tenimi öptü; lila gözleri bana hep sevgiyle ve hayranlıkla baktı.

O hastaneden çıkıp da eve geldiğim günden beri bir kere bile evimdeymiş gibi hissetmemiştim; kabuslar etrafımı sarıyordu, uyutmuyordu. Ailemin kaldırdığım eşyaları depoda bana bakıyordu, bana fısıldıyordu, beni boğuyordu. Ama o gün, o gün bana bakan lila gözlerle ilk defa evime dönmüş gibi hissetmiştim. Evimdeydim.

Taehyung benim evimdi.

Yuvamdı.

Kabuslarımdan kaçtığım sığınağımdı. Onun kollarında bir kere bile kendimi savunmasız hissetmedim; lila gözlerine ve büyük kaplan dişlerine güvenim öyle fazlaydı ki bizi incitmek isteyeceklerini, daha kötüsü bunu başaracaklarını asla düşünmedim.

Onu büyütmek bir bebek büyütmek gibiydi; benim değildi belki ama benimdi. Onun üstünü değiştirdim, mama verdim, ağladığı gecelerde dizlerime yatırıp saçlarını okşadım, kaplan formuna dönüşüp de oynamak istediğinde onunla birlikte ormanda koştum. Okumayı, yazmayı ve konuşmayı öğrettim.

Birini yetiştirdim.

Ben birini yetiştirdim –daha yirmi bir yaşındaydım ve kollarımın arasında her dört ayda bir büyüyen bir bebek vardı ve onu ben yetiştirdim.

Ebeveyndim. Hem babaydım hem anneydim. Hem hyunguydum hem arkadaşıydım. Hem tek dostu hem de en çok korktuğu insandım. Azarlanmaktan korkan bir çocuktu Taehyung; benden gizlice seraya inip de yıllardır benimle olan kedim Çarşaf'ı kovalar ama sonrasında ürkerdi.

Çünkü onun evdeki yokluğunu fark ettiğimde azarlayacağımı bilirdi.

Ama Çarşaf'ı kovaladığı için kızdığımı sanırdı. Bense benden habersiz dışarı çıkmasından endişelenirdim. Hibritlerin vahşice kullanıldığı bir dünyada türüne özgü, nadir bulunan bir hibrit olmak milyon dolarlar getirirdi. İnsanların onu benden almasından korktum. Belediyenin kapısında sabahladım onu nüfusuma geçirebilmek için; insanlara diz çöktüm ve yalvardım. Bir kere bile gururumu düşünmedim çünkü o lila gözlü yavru bana baktığında ve küçücük parmaklarıyla tek parmağıma tutunduğunda hiçbir şeyin önemi kalmıyordu.

Şimdi yavrumu çalmışlardı.

Yavrum gitmişti.

Taehyung'u çalmışlardı.

Onu benden aldıklarında sadece bir sevgili almamışlardı; benden çocuğumu almışlardı. Benden ailemi almışlardı. Benden yuvamı almışlardı. Benden arkadaşımı almışlardı. Benden yarenimi almışlardı. Taehyung benim her şeyimdi ve şimdi her şeyim yoktu.

Dokunuşlarını hatırlıyorum; parmakları tenime gömülüyor, incitmekten korkarcasına okşuyor uzun tırnaklarıyla kolumu. Beni uykumda daha da kendine çekip boynuma öpücük konduruyor, tatlı kıkırtısını işitiyorum. Taehyung'un dokunuşları hep özenliydi ama hep incitirdi. Ruhuna işlenmiş bir vahşilik vardı –o taptığım vahşiliği bazen beni de incitirdi. Kavga ettiğimiz zaman boynuma atladığında ve beni dişleriyle mahvettiğinde incinmiştim, yeniden parçalarımdan doğmak için.

Çocukken de öyleydi. Bu yüzden alışkındım; farkında olmadan incitmesine ama incittiği kadar da sevmesine. Taehyung benim alışkanlığımdı.

Biz birbirimizden bir günlüğüne bile ayrılmamıştık; şimdi ise ona dokunmak ve onu öpmek rüyalara kalmıştı, dokunuşlarını hatırlamak zihnimin çabasıydı.

Anılar değişiyordu.

Şehre ilk ve son defa gittiğimde; şehirdeki o masmavi denizi ilk defa gördüğümde kumsala girip ayaklarımı suya sokmak, ıslak kumların üzerinde yürüyüp neşeyle dolaşmak istemiştim. Sonsuzluğa uzanıyormuş gibi görünen mavi dalgalar hep cezbedici dururdu; o denizi hiç görmemiştim ve ayaklarım o temiz, tuzlu suya girmek için sızlanıyordu.

Annem onu ikinci gün yaparız demişti –ilk gün babanın çok merak ettiği şu müzeye ardından da üniversiteye gidelim, ikinci gün denize gideriz Jinnie demişti.

Oysa ben daha ilk gün o denizin dalgalarında kaybolmak istemiştim. O dalgaları tenimde hissedecektim, tuzlu su bileklerime çarpacaktı ve esen rüzgar sesinde huzuru bulacaktım.

Ruhumu denize adamayı düşünmüştüm ama o dalgalar asla gelmemişti; o kumsala hiç ayak basamamıştım, tuzlu yüzüme çarpan güneş ışığını hissedememiştim, deniz kabuklarını avuçlarıma alamamıştım, kulaklarımda o okyanusu hissedememiştim.

Taehyung da böyleydi işte. Elimi uzatmıştım. Dokunacaktım. Çok yakınımdaydı. Parmaklarımız birbirine değiyordu.

Ama onu benden çalmışlardı.

Arzuladığım şeyi elimden almışlardı.

Arzuladığım şey Taehyung ve onunla geçireceğim bir ömürdü; onun tatlı sırıtışı, lila gözleri, bana bakarken gözlerinde beliren sevgi ışığı, tatlı öpücükleri, tenime sarılışı, ellerimi tutuşu, belimi kavrayışıydı.

Yavrumu elimden almışlardı.

Kabuslar.

Asla dinmiyorlardı.

Hıçkırarak gözlerimi açtığımda karanlık bir odadaydım, kendi odamdaydım –yine çığlık atarak uykumdan sıçramıştım, yine tenime ölü karıncalar doluşmuştu, yine lila gözler yanımda yoktu.

Ağlamaya başladım çünkü uzun zamandır bildiğim tek şey buydu.

Bir bedenin bana sarıldığını hissettim –güçlü ve iri bir bedendi, beni kollarına çektiğinde güvende değil de boğuluyormuş gibiydim.

Gölge üstüme kapandığında karanlıklara sarıldım.

"Seokjin," diye fısıldadı acılı ses. "O gideli bir yıl oldu, ne zaman kabulleneceksin?"



"TAEHYUNG!"

Sımsıkı kapanmış gözler açıldığında terler tüm yatağa süzülmüştü; Seokjin'in tavana kilitlenmiş sıcak kahve gözleri acıyla doluydu, gözlerinin kenarından şakaklarına ıslak yaşlar akıyordu.

Kabustu.

Ama her kabusta da bir gerçeklik payı vardı ve aceleyle doğrulup kenardaki telefonuna baktığında içindeki korku kanına akıyordu; yeni bir mesaj, yeni bir arama, yeni bir şeyler bekledi. Takvimdeki sayılara odaklanamıyordu bile gerginlikten, sıcak yaşlar akan gözleri rakamlara odaklanmaya çalıştığında beyni idrak edemiyordu.

Ayın sonuna yaklaşmışlardı.

Derin bir nefes verdi ama birden bire oflayarak yeniden ağlamaya başladı.

Bir yıl olmamıştı...

Doğru...

Altı üstü iki hafta olmuştu.

Doğru.




:




Seokjin akşam sekizde odasından elinde bir sırt çantasıyla indiğinde onu durduran kişi Namjoon olmuştu. Tanrı bilir kaç kilo kaybetmiş, uyumaktan ve sakinleştiricilerden gözlerinin altı şişmiş ve yere yığılmaktan bir adım uzakta duran oğlanı görür görmez elinden tutmuştu.

"Ne oldu Seokjinnie?" diye sordu Namjoon, sakin bir tonda.

Oğlanın baygın kahve gözleri ona döndü. "Şehre gideceğim... Taehyung'u bulmaya..."

Namjoon bıkkın bir nefes verince Seokjin dudaklarının büzülmesine engel olamadı, neden iki haftadır bunu her söylediğinde aldığı tek tepki bu oluyordu? Hyungu elinden çantayı almaya çalıştığında güçsüz oğlan itiraz etmiş ama daha kendini ayakta tutacak hali yokken karşı koyamamıştı.

O sırada kapı açılınca ikisinin de başı o yöne döndü; Jungkook ve Jimin gelmişti.

"Hyung?" diye sorguladı Jimin, elindeki çantayı görünce.

"Şehre gidelim," diye sızlandı Seokjin, ağlamanın eşiğinde. Az önce gördüğü kabus içindeki korkulara yeni korkular eklemişti. "Lütfen. Onu arayalım-"

"Hyung, zaten yeterince kişi onu arıyor. Şehirdeki tüm hastanelere ve laboratuvarlara bakıyoruz-"

"Yeterli değil." Seokjin ağlayacağını hissetti. "Ben gidip arayayım, nolur."

"Hyung, elimizden geleni yapıyoruz-"

"YETERLİ DEĞİL!" Seokjin'in haykıran sesi odadaki herkesin sesini kesmesine sebep oldu; mutfakta yemekle uğraşıp şu ana kadar ses etmeyen Yoongi de onlara dönmüştü. "Yeterli değil!" Herkesin gözlerini üzerinde hissederken Seokjin kendi sesinde ve korkutucu düşüncelerinde boğuluyordu; hibritin yokluğuyla bu insan kalabalığı birleşince ruhunda yangınlar oluşuyordu.

"Sürekli sakin olmamı, elinizden geleni yaptığınızı söylüyorsunuz ama Taehyung iki haftadı r ortada yok!" Ağlayacaktı, boğazına dikenler batıyordu. "İki hafta! Hala hayatta mı bilmiyoruz bile..."

"Hayatta," diye ısrar etti Jungkook.

"Bilmiyoruz..." Seokjin gözlerini ovuşturduğunda yere çökmek istemişti. "Yemek yiyor mu? Ona iyi bakıyorlar mı? Korkuyor mu, bilmiyoruz... İyi mi, bilmiyoruz. Niye bir haber gelmiyor hala?" Çatallaşan ve titreyen sesine hıçkırıkları karıştı, başı çatlıyordu ve ne yaparsa yapsın hibriti geri gelmiyordu.

Jimin ne yapacağını bilemedi. "Hyung."

"O benim," diye sızlandı Seokjin. "Benim. Onu bana getirmeliler. Belgeleri bile var." Burnunu içine çekerek Namjoon'a baktığında öteki adamın suratında anlayış dolu bir ifade vardı. "Bak, belgelerim var." Sakince odada dolanıp buzdolabının üzerindeki küçük dolapta, en arkada sakladığı belgeleri çıkarırken herkes ne yapacağını bilse bile ses etmeden ona izin veriyordu.

Seokjin dolabın arka taraflarından, bir sandalyenin üzerine çıkarak birkaç belge çıkardı. "Bak," diye gösterdi Namjoon'a, sandalyeden inerken az daha yere yığılacaktı ama Yoongi hızlıca öne atılıp baygın bakışlı oğlanı tutmuştu. "Burada yazıyor," dedi Seokjin, Yoongi'yi görmezden gelip Namjoon'a belgeyi gösterirken. "Taehyung'un kimlik belgesi bu –kaplan hibriti olduğu yazıyor. Altına bak. 'Sahibi: Kim Seokjin' Anlıyor musun?"

"Anlıyorum."

"Benim o. Bu da diğer belge." Asla bakmak istemediği, bir utanç olarak gördüğü mal varlığı listesini çıkardı. Seokjin'in üzerine kayıtlı olan tüm materyaller oradaydı. Bu iki katlı ev, sera, dükkan... Hepsinin altında hibrit seçeneğinde bir fotoğraf vardı –Taehyung'un on beş yaşında çekilmiş olduğu bir vesikalık fotoğrafı.


Hibrit Sayısı: 1 (Bir)

Hibritin Türü: Kaplan hibriti

Cinsiyeti: Erkek

Kökeni: Bilinmiyor

Hibritin Adı: Kim Taehyung


"Evet, Jinnie." Yoongi usulca elindeki belgeyi almaya çalıştı; sarılaşmış kimlik belgesinde Taehyung'un fotoğrafına uzunca bakan Seokjin'in dudakları titriyordu.

"Hyung..."

"Söz, bulacağız."

"Ne zaman?" Yoongi belgeleri elinden aldığında ve küçüğüne sıkıca sarıldığında Seokjin sarsılarak ağlamaya başlamıştı –başını ötekinin omzuna gömmüş, ailesinin kaybının ikincisini yaşamanın korkusuyla titriyordu. "Ne zaman bulacağız? Bari gitmeme izin verin-"

"Hyung, şu an dışarı çıkacak gibi değilsin. Yemeklerini yemeye başlaman lazım yeniden; Taehyung geleceği zaman seni böyle görmek istemez. Lütfen, bugün akşam yemeği ye nolur." Jimin, Yoongi hyungunun yaptığı yemeği bir kaseye doldururken Seokjin ona cevap bile vermedi –tıpkı iki haftadır olduğu gibi yine akşam yemeği yemeden kanepeye çöktü. Başını dizine yaslarken hıçkırıklarını dindirmeye çalışıyordu.

Ya gerçek olursa, diye düşündü Seokjin, ağlayarak. Ya bir gün yine gözlerimi açarsam ve gerçekten de bir yıl geçerse?



:




-üç gün sonra


Telefon çalalı beş dakika olmuştu, Namjoon hyungu hala odanın köşesinde birileriyle konuşuyordu. Yorgun gözlerine parmaklarını bastırdı, dinlerken gerginlik doluydu. Üzerinde Taehyung'un birkaç parça kıyafeti vardı, o kıyafetler ona eğreti durmuştu ama önemli değildi.

Telefon kapandığında Seokjin'in öfkeli gözleri hyunguna çevrilmişti. "Bir şey var mı?"

Namjoon bir an ne diyeceğinden emin olamadı. "Sayılır," diye mırıldandı. "Seçenekleri beşe indirdik diyelim. Şehirde araştırmadığımız sadece beş semt kaldı; birkaç güne kesin bir cevapla gelecekler."

"On yedi gün oldu." Seokjin tısladı. "On yedi gün oldu ve benden hala beklememi istiyorsun, hyung."

"Seokjin-"

"YAVRUSU KAYIP OLAN SEN DEĞİLSİN!" diye haykırdı Seokjin. "Beni eve kapatarak daha ne kadar engelleyeceksiniz? Şehre gideceğim diyorum, nesini anlamıyorsunuz?!"

"Seokjin, bu kasabadan hiç çıktın mı?" diye geri savaştı Namjoon, sesini yükselterek. Seokjin duraksadı –cevap belliydi. "Şehirde nereyi araştıracağını biliyor musun?" diye devam ettiğinde hyungu, Seokjin sessizce koltuğa çökmüştü. "Semtleri biliyor musunuz? Kore'nin en kalabalık şehrinden bahsediyoruz, Taehyung'u aramak samanlıkta iğne aramak gibi! Hiçbir şey filmlerde görüldüğü gibi değil Seokjin, kayıp birini bulmak zaman alıyor! Özellikle de izlerimizin çoğunun benim tahminlerime dayalı olduğunu düşünürsek-"

"Geçen her dakikada daha da uzaklaşıyoruz!"

"Yapabileceğimiz bir şey var mı? Kaç detektif tuttuğumuzu biliyor musun? Kaç insan arıyor, haberin var mı?"

"Düzgün arasınlar. Arayamıyorlarsa bırak ben de arayayım o zaman!"

"Laboratuvarlardan hiçbir şey çıkmadı, şimdi kliniklere ve hastanelere geçtik. Herhangi bir klinik, güzellik salonu bile olabilir. Araştırıyorlar."

"Araştırmalarını sikeyim! Yavrum yok, Taehyung yok! On yedi gündür elle tutulur bir bilgi getirebildin mi bana hyung, bir şey var mı elinde? Hoseok'u görmem-"

"Hoseok'u öldürecektin," diye irkildi Namjoon. Dünü hatırlamanın etkisiyle.

Bir önceki gün Seokjin evden çıkıp Yoongi hyungunun evine gittiğinde bu sefer tek değildi. Yanında Jungkook'u da götürmüştü. "Tarif et," demişti Hoseok'a hırlayarak. "Adamın nasıl biri olduğunu tarif et. Jungkook, çizmeye başla."

Elindeki bıçak her şeyi daha korkutucu kılıyordu.

Seokjin'in karanlık tarafı gözler önündeydi; herkes şaşırmıştı.

Hoseok adamın yüz hatlarını yarım ağızla, gönülsüzce tarif etmişti. Uzun boyluydu, Namjoondan belki biraz uzun. Griye çalan saçları, uzun bir burnu ve Taehyungunkine benzer büyük, eşek gözleri vardı. "Ne bileyim, suratını mı inceledim," diye mırıldanmıştı Hoseok, Jungkook bu kadar küçük bilgilerle adamı çizemeyeceğini söylediğinde.

O sırada şehirde olan Namjoon, Seokjin'i Jimin ve Jungkookla baş başa bırakmaması gerektiğini anlamıştı. Jimin bir şekilde hyungunu oradan çıkarmış, geri eve getirmeyi başarmıştı ama Yoongi'nin düştüğü ikilem şimdilik en zorlayıcı şeylerden biriydi.

"Tanrım!" diye hırladı Seokjin. "Hala onu savunuyorsunuz bana."

"Kimseyi savunmuyoruz. Sadece sakin kalmanı söylemeye geldim; onu zorlaman bir işe yaramayacak. Yoongi'ye verebileceği tüm bilgileri verdi ve şimdi Taehyung'u aradığımız süre boyunca evde kilitli bir şekilde bekliyor, tamam mı? Artık zarar veremeyecek."

"Ben de bu evde kilitliyim!"

Seokjin bıkkın bir nefes verdiğinde kapı çalmıştı.

Bir saniye.

Kapı çalmıştı.

Kapı çalmıştı.

Seokjinle Namjoon birbirine baktı ve Namjoon, Seokjin'in gözlerindeki ölü bakışların saliseler içinde nasıl da parıltılı olanlara dönüştüğünü gördü.

Günlerdir Seokjin'in yanından ayrılmayan ve sürekli yerde yatan Jimin ve Jungkook biraz rahat uyuyabilmek için Seokjin'in yatağına kıvrılmışlardı, Yoongi hyungları şehirde hibriti arıyordu, Hoseok evde kilitliydi ve Namjoon ise Seokjin'in hemen karşısındaydı.

O zaman kim gelmişti?

"TAEHYUNG!"

Seokjin gözlerinden yıldızlar sıçratarak kapıya ulaştığında Namjoon her şeyin bu kadar kolay olmayacağını bilerek tedirginleşmişti. "Seokjin, bekl-" Kapıya koşan Seokjin'in peşinden giderken bir elini adamın eline uzatmıştı –herhangi bir tehlike durumunda hemen ardında çekebilmek için.

Ama Seokjin kapıyı açtığında karşısında beklemedikleri biri vardı.

Beklemedikleri ve tanımadıkları biri.

Bir hibrit kız hıçkırarak ağlıyordu. Sarı kedi kuyruğunu kendine dolamıştı. Sarı saçlarının üstünden büzülmüş iki kedi kulağı çıkıyordu ve beyaz teni ağlamaktan kırmızıya dönüşmüştü; büyük kedi gözleri acı çeker bir ifadeye bürünmüştü.

"M-merhaba," diye hıçkırdı hibrit kız. "Ben Heejin." Daha da şiddetli ağlamaya başladı. "N-nolur yardım edin. O- o adam Cha-chaeyoung'u da kaçırdı."






yn: insanlar ficlerimi okuyor ne yapacağımı bilmiyorum ben bunu hak etmiyorum teşekkürler okuduğunuz için yakında 900vote olacak ve belki ondan sonra 1000olur ve ondan sonra- 

aman tanrım şaşkınım bu saçmalığı okuduğunuz için teşekkürler tatlı insan taneleri

Continue Reading

You'll Also Like

50K 4.4K 91
Fakat herkesin bilmediği ve öğreneceği çok şey vardı.
39.8K 8.8K 10
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting
108K 9.9K 21
taehyung ve jungkook birbirlerinin yan komşularıydı. texting + instagram 03.02.24 This fiction is dedicated to the person I had to leave. |08.02.24|