someone's someone | minsung

By chogiwataeil

410K 41.3K 123K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... More

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
144
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
ihtiyacım olan şey
"arkadaşlarım olmadan"
yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?
**a mingi study ve hayatın içinden

pankreaslardaki bir iki kara delik

11.3K 1.1K 3.1K
By chogiwataeil

kara delikler çok gariplerdi. üstelik bu tam olarak ne halta yaradıkları bilinmeyen hiçliklerin ne kadar garip olduğunu anlamanız için öyle uzaya falan gitmenize de gerek yoktu.

benim içimdeki de yeterli bir örnekti.

her şeyi yutuyorlardı, bunu kesin olarak söyleyebilirdim. çünkü içimde hiçbir şey kalmamıştı uyandığımda. ne bir endişe, ne bir duygu ne de iç organım vardı. acıkmamıştım bile.

chan hyung çalışma masamda uyuya kalmıştı. sandalyemde daha doğrusu. ne zaman dizlerindeki başımı kaldırıp da oraya geçti bilmiyordum. ama kafası geriye düşmüş uyuyordu karşımda. dönen sandalye de bana dönüktü üstelik.

huzurla uyuyor gibi de değildi. belki huzurla uyuyamadığını bildiğimdendir ya da sandalyemin ideal bir yatak alternatifi olmayışındandır ama rahat gözükmüyordu işte.

yatağımdan doğrulmak için önce içimde biraz enerji bulmam gerekmeseydi kalkıp onu kaldırırdım belki. ya da belki lisedeyken nasıl hayatında hiç minho'ya sarıldığı zamanki kadar rahat uyumadığını söylediğini hatırlayabilirdim. ama yapamadım ikisini de.

çünkü komodinimin üstünde duran telefon titremeye başladı. benim değildi. tabi ki benim değildi, beni kim arardı ki?

ve meraklı biri olsam da insanların telefonlarını karıştıran biri değildim. ama ekranı açıktı chan hyungun siyah telefonunun. minho'nun adı da, chan hyungun onun için seçtiği fotoğraf da bes belli ortadaydı.

ben de telefonun ekranına baktım. öylece baktım. minho'nun çatık kaşlarıyla kameraya baktığı fotoğrafı inceledim. elim gitmedi diyemem. gitti çünkü, az kalsın alacaktım elime telefonu. ama arama sonlandı. minho'nun suratı kayboldu ve titreme de kesildi.

bildirimleri vardı. sayamayacağım kadar fazla mesaj vardı alette ve yenileri gelmeye devam ediyorlardı. felix'in ismini görmüştüm mesajlardan birinde ama en sık gözüken kesinlikle minho'ydu.

sabah uyandığımda pankreasımda bir kara delik belirip tüm benliğimi yutmamış olsaydı eminim ağlamaya başlardım. neden ağlardım bilmiyordum, belki önceden benim telefonumun da bu bildirimlerle doluyor olmasına belki de o isimlerden hiçbiriyle konuşmuyor oluşuma ağlardım. ama kesin ağlardım yani.

minho bir daha aradı. telefon yeniden titriyordu ve ben bu sefer telefonu elime aldım. chan hyung hala uyuyordu, kontrol etmiştim. uyuduğunu biliyordum. sadece kontrol etme sebebimin rahatsız olmasından korkuyor oluşum olduğunu umdum. eğer minho'nun aramasını cevaplayabileyim diye uyanmasın istiyorsam korkunç biri olurdum. hala değilsem tabi.

açtığımı söylememe gerek yok sanırım. titreyen ellerimle, ki nasıl titremeye yetecek enerji bulmuşlardı bilmiyordum, telefonu elime alıp yeşil tuşa dokundum. gözlerim chan hyungun uyuyan bedeninden ayrılmamıştı sadece, onlar dışında kalan her şeyim minho'daydı.

minho'nun sesindeydi mesela. sinirli geliyordu ama sebebinin endişe olacağını bilecek kadar tanıyordum onu. kim bilir chan hyung partiden çıkarken ne söylemişti ona, aslında belki de haber bile vermemişti. "nerdesin sen?"

"hyung." başka bir şey diyemedim. 'hyung, benim jisung. chan hyung benim yanımda, endişelenme.' diyemedim. çünkü sesini özlemiştim. onu duymayı özlemiştim, bu kadar özleyebileceğimi bilmiyordum üstelik.

"jisung? sen... chan yanında mı?" diye sordu. sesi başta anlam verememiş gibi geliyordu ama sonra stabilleşti. sanırım sevgilisinin güvende olduğunu bilmek benim neden bu telefona cevap verdiğimi bilmekten daha önemliydi. onu nasıl suçlayacaktım ki?

"evet. uyuyor şu an. dün gece benim yanımdaydı."

"uyanınca beni aramasını söyleyebilir misin? okula gitmem gerekiyor teslim etmem gereken bir şey var. yoksa yanınıza gelirdim ama kaçıramam. sen söylersin aradığımı, olur mu?" korna sesi geliyordu. yoldaydı sanırım, ve ne zaman konuşmaya başladığımızı umursamamıştı. minho zaten umursamazdı ama işte aptal bir çocuk olduğum için biraz daha önemli olmak istedim onun gözünde. ne olduğunu sorsun istedim.

ama bir şey söylemeden onayladım onu. chan hyunga 'hyung sen uyurken sevgilin aradı, benim aşık olduğum sevgilin hani ve ben de açtım. onu aramanı istiyor.' diyebilirdim.

"sağol. jisung... iyi misin sen? yani konuşamadık. nasılsın?" dedi. ve ben gülümsedim. minho beni önemsiyordu ve o kadar olan şeye rağmen sesinden hala endişe duyabiliyorum. gözlerim chan hyungun dağılmış sarı saçları ve kapalı gözleri arasında gelip giderken minho'nun söyledikleri yüzünden gülümsedim.

"iyiyim sanırım." dedim. ama sonra kalktığım andan itibaren olmayacağını sandığım bir şey oldu. gözlerim yanmaya başladı. ve aptal bir hıçkırık boğazımda dolanmaya başladı. bir saniye önce gülümserken bir saniye sonra gözlerimden akmaya başlayan yaşları hissettim.

ve minho bunu duydu. ağladığımı duydu yani. "ağlıyor musun? jisung iyi misin? bir şey mi oldu?" dedi. bir şey olmuştu, birden çok şey olmuştu ve ben utanıyordum, acı çekiyordum, korkuyordum ama en çok özlüyordum.

hiç sahip olmadığın bir şeyi nasıl özleyebilirdin bilmiyordum. ama ben şimdi minho'nun kollarını özlüyordum, onun nefesini hissetmeyi özlüyordum. kendimi iyi hissetmeyi özlüyordum. mingi bana bunu biraz da olsa vermişti. ağladığımda beni tutmuştu ve şimdi o da yoktu. birini istiyordum. daha çok minho'yu istiyordum ve haddim olmaması umrumda değildi.

sonra ben ağzımı açmak istedim. minho'ya 'buraya gel hyung' demek istedim ama telefon nazikçe elimden alındı. chan hyung telefonu kendi kulağına yaslayıp yatağımın ucuna oturdu ve ben onu uyandırdığımı o zaman fark edebildim.

"minho?" dedi. yumuşacık sesiyle minho'yla konuşuyordu ve eşit derecede yumuşacık eliyle benim sırtımı sıvazlıyordu. hala ağlıyordum çünkü.

nasıl saatlerdir aralıksız ağlıyor olmama rağmen göz yaşlarım bitmemişti anlamadım. bitme şansları yok muydu bunların ya da bir şekilde onları aldırma şansım? sonsuza kadar onlar içinde boğulup durmak istemiyordum.

"hayır, iyi sen merak etme. okuldan sonra eve geç ben gelirim. biliyorum, minho. özür dilerim sevgilim, aramalıydım. jisung gelmek ister mi bilmiyorum. tamam, sorarım. seni seviyorum."

chan hyung telefonu kapatana kadar kafamı kaldırmadım. kızacağından korkmuyordum ama utanç vericiydi bir kere. minho'ya aşık olduğumu biliyor olmasına rağmen ses etmemesi utanç vericiydi.

sonra telefonu kapattı ve çenemi tutup başımı kaldırdı. gülümsüyordu ve ben ne söyleyeceğini çok iyi biliyordum.

"kahvaltı ettikten sonra bize gelmek ister misin? herkesi çağırırız. zaten hepimiz çok endişeliydik, seni görmek istiyorlar. hem minho da orda olacak." son söylediğiydi derim yüzülüyormuş gibi çığlık atmak istememe sebep olan, bunu biliyordum. kötü bir niyeti yoktu, hatta ben chan hyungun içinde kötü tek bir hücre olduğuna bile inanmıyordum, adam dün gece sevgilisine aşık olduğum için benden özür dilemişti, ama sinirlenmeden edemedim.

gururuma dokundu. chan hyungun sanki bana bir teselli ödülü veriyormuş gibi minho'yu öne sürmesi varlığını bile unuttuğum gururuma dokundu. ayaklarının altında eziliyormuşum gibi hissettim. bana sevgiyle bakan gözlerinde 'üzgünsen benim sevgilimin yanına gidebiliriz' egosunu gördüm. yoktu, hatta körler bile görebilirdi bunu ama ben chan hyung'un bana nasıl minho'nun onun olduğunu haykırdığını gördüm.

ama dediğim gibi kara delik izin vermedi benim kafamı çevirip bağırmaya başlamama.

iyi de yaptı.

tamam, korkaktım. tamam, çocuktum. ama o kadar aptal değildim. bizim chan hyungla "eskisinden daha iyi olacak" olan ilişkimizin başlamaya hazır olmadığını biliyordum. chan hyungun beni minho'nun yanına sokmaya hazır olmadığını da biliyordum. benim chan hyung ordayken minho'ya sarılmaya hazır olmadığımı da biliyordum. zaman gerekiyordu, uzun bir zaman.

bu yüzden gülümsedim. gerek olmadığını söyledim. hatta yalnız kalmak istediğimi de ekledim sonuna. chan hyung belki de her erkek arkadaş gibi haklı bir şekilde beni minho'nun yanına yaklaştırmak istemiyordu ama ben diyorum ya bu adam beni kendinden çok severdi. içtendi yani benim yanlış anladığım teklifinde. ben iyi olayım diye yapardı.

bu yüzden kısa süreli tartışmamızı uzlaşmaya vardırmak için chan hyungun hyunjin'i arama teklifini kabul etmek zorunda kaldım.

zaman görecelidir, bu yüzden chan hyung'un bana ekmek arası bir şeyler hazırlayıp son kez anlımı öptükten sonra eski sessiz filmlerdeki gibi yüzüme uzun uzun bakıp evimden çıkmasından ne kadar süre sonra kapımın çaldığını sizin hayal gücünüze bırakıyorum.

hyunjin geldi. korktum. gerçekten çok korktum kapımı açarken. en son bu evin kapısından girdiğinde başıma gelenleri hatırladım, nasıl en çok ihtiyaç duyduğum anda omzumdaki elini hissedemediğimi hatırladım.

ve yine de açtım o kapıyı.

gerizekalı olduğumu da bir kaç saniye sonra farketmiştim. hyunjin, daha ben gün yüzüne bakamadan beni kollarının arasına alıp bütün kemiklerimin tuzla buz olmasına sebep olacak kadar sıkı bir şekilde kucakladığında ne kadar yanlış birinin beni bıraktığını sandığımı anladım.

o da özür diliyordu bir de.

"jisung özür dilerim. çok özür dilerim bir daha asla seni bırakmayacağım. seni yalnız bıraktığım için çok üzgünüm, seni çok seviyorum." 

hayatımın aldığı şekil ne olursa olsun o kapıdaki sarılma anımızdan bir sonraki konumda buluyordum kendimi, yatağımın üstünde ve hyunjin'in kollarında. lisede aslında minho ve chan hyung'un ikinci yıl dönümleri yüzünden ağlayıp hyunjin'e babamla kavga ettiğimi söylediğimde de bana sarılmıştı geçen dönem felix üzerime şişeleri devirdiğinde de. şimdi de sarılıyordu. sırtım göğsüne yaslıydı ve bacaklarının arasında oturuyordum. ayaklarımın ucunda laptopımdan bir film açıktı ve hyunjin saçlarımı okşuyordu.

kalbinin büyüklüğüne hayret ettiğim ve göründüğünden çok daha hassas olan en yakın arkadaşım bana sormak istediği onca soru olmasına rağmen benim hazır olmamı beklemeye karar vermişti. ben konuşabilmek için gözyaşlarımın bitmesini beklerken o beni kucağında odama taşımış, sevdiğim bir filmi açmıştı ve şimdi duymadığımı sanarak benimle sessizce ağlıyordu.

"chan hyung'a söyledim." dedim. hyunjin bir şey söylemedi ama burnunu çekti. devam etmemi bekliyordu. "ben söylemedim aslında. changbin söyledi."

"changbin kafayı mı yemiş?" aniden belimdeki kollarını çözüp bağırdı. ben kızamıyordum ama hyunjin kızmıştı sanırım. "illa öğrenecekti."

nasıl söyledim bunu bilmiyorum ama artık yüzümü ona döndüğüm hyunjin'in gözleri yumuşacık oldu. sonra da tekrar sarıldı zaten bana. ben anlatırken o sessizce dinliyordu.

chan hyungun odaya gelişini anlattım, üstüme yürüyüşünü anlattım ve changbin'in onu susturmaya çalışışını da. hatta hızımı alamayıp onlar evimden çıktıktan sonra olanları da anlattım.

yuta'nın sicheng isimli çocuğa aşık oluşunu, hyunjae'in milletin sevgilisiyle takılma hevesi yüzünden dayak yediğimizi aklıma gelen her saçma detayı anlattım.

mingi'yi anlattım. onunla nasıl tanıştığımızı bile bilmiyordu. bana verdiği romdan bahsettim, beni evime getirmesinden sonra da sevişmemizden bahsettim.

ama bana nasıl dokunduğunu anlatmadım. ona sunacak hiçbir şeyim kalmamış olmasına rağmen yanımda oluşunu da anlatmadım. beni öptüğünde başlarda minho'yu öptüğümü hayal ettiğimi ama sonradan mingi'nin dudaklarına alıştığımı da anlatmadım. nasıl anlatabilirdim ki bunları birine? yani evet tamam kendimden utanırdım illa ama asıl sorun bunlara yetecek kelimem olmayışıydı. hyunjin'e mingi beni bırakırken öyle gülümsedi ki ben ilk kez biri için değerli oldum diyemezdim.

sormadı o da zaten. sadece dinledi. uzun süredir bu kadar konuşmamış olmamdan mı yoksa hyunjin'le konuşmamış olmamdan mı bilmiyorum ama bittiğinde kara deliğin geri döndüğünü hissettim. pankreasıma dönmüştü ve tekrar tüm hislerimi yutmuştu sanki. bir kaç saat önce kapının önünde hıçkırıklara ben boğulmamışım gibi saçımı boyamayı düşünüyordum.

kahverengiyi sevmediğimden değildi, seviyordum hatta. bugüne kadar on kere chan hyungunkiyle aynı tonda bir sarıya boyatma fikri aklımdan geçmişti ama arada sırada işe yarayan içimdeki bir jisung 'sarışın olunca da minho seni sevmeyecek' diyerek her seferinde benim elim boya kutusuna gitmeden durdurmuştu beni. chan hyungun mükemmel tonuna da ulaşamazdım zaten.

ama sarı bugün aklımdan geçmedi. aslında saçlarımı boyama fikrim de yoktu ama hyunjin bana felix'in yeni saçlarından bahsetti. griye boyamıştı sanırım ve benim normalde bırakın saçımı boyamaya oksijeni atpye dönüştürmeye hevesim olmamasına rağmen internetten saç boyalarına bakmaya başlamıştım.

hyunjin de hala sırtımdaydı zaten. birlikte bakıyorduk ve o kafasına göre bir renk söylüyordu.

sanırım ortasında uyuya kaldığım için hangi boyayı seçtiğimize emin değilim. ama uyandığımda zaten artık böyle bir kaygım kalmamıştı. böyle bir kaygıya yer kalmamıştı daha doğrusu beynimde.

çünkü felix aynı hyunjin'in anlattığı gibi artık gri olan saçlarıyla ömür geçmiş gibi gelse de saatler önce chan hyungun uyuduğu döner sandalyemde oturmuş telefonuyla oynuyordu.

hyunjin de yoktu üstelik görünürde. tamam kafamı kaldırmamıştım henüz ama burdaysa zaten yanımda uyuyor olması gerekiyordu.

sonra bir ses geldi. bir ses değil çok özür dilerim, seungmin'in bağırma sesi geldi. hemen ardından da akıllandım zaten ve olayı çözdüm, burdalardı. madalyamı taktim almak ve nasıl bu kadar akıllı olduğumla ilgili bir konuşma vermek istiyordum aslında ama olayın farkındalığıyla homurdandığımı fark edemedim.  felix'in gözleri hemen benimkilerle buluşmuşlardı.

felix'in gözleri. güvenini boşa çıkartıp bir özrü çok gördüğüm en yakın arkadaşımın gözlerine baktım. ne kadar kötü şey yaptıysam hepsini unuttum o an. o gün mutfağımda, iki yan odada yani, bana nasıl baktığını hatırladım. ne kadar üzgün gözüktüğünü ve buna rağmen tek bir şey demediğini hatırladım.

ve şimdi bana yine yoğun bir duyguyla bakıyordu ama kırgınlık değildi bu sefer. yani hala duyguları doğru okuyabiliyorsam bu sefer felix bana farklı bakıyordu, özlemiş gibi.

zaten çok düşünmedim üstüne, çünkü kalkıp bana sarıldı. kollarını boynuma dolayıp nefes almamı engelledi ve bana sanki bir kaç saniye sonra büyük, güçlü biri gelip beni burdan alacakmış gibi sarıldı. aslında bunun olmasını biraz isterdim bilirsiniz sorunlarımdan kaçmada yüksek lisans yaptım ben ama felix'i bırakmak istemeyi yakıştıramadım kendime.

komik kısmı şu ki leş gibi bir insan olmama ve kendime kimilerine göre çok daha kötülerini yakıştırmama rağmen felix gibi karıncayı bırak havadaki azot molekülünü bile incitmeyecek birini bırakmayı ayıpladım içimden.

ben de ona sarıldım. hiçbir şey de konuşmadık. gerçekten çok rahatlatıcı bir sessizlikte sarıldık ve kimse ağlamadı. ben bile, ben bile ağlamadım.

çünkü gerek yoktu. felix soluk borumu tıkamak dışında bir şey daha yapmıştı kollarını boynuma sararken, söylenmesi gereken her şeyi söylemişti. sarıldığında hem benim yerime özür dilemiş hem de kendi adına kabul etmişti.

ne kadar sürdü emin değilim ama yavaşça bıraktı beni. sonra da gülümsedi. yüzü sanırım kâküllerini rahat bırakmış olmasının da etkisiyle küçülmüş gibiydi. yani bir de uzun süredir bakamamıştım yüzüne, bunun da etkisi olabilirdi.

kapım açıldı, kapım açıldı ve içeri çok daha gerici bir isim girdi. kafasını uzattı daha doğrusu eşikten. changbin okuyamadığım bir ifadeyle kafasını uzattı ve felix elini yanağıma yerleştirip bir kaç saniye daha yüzüme baktıktan sonra çıkıp gitti. changbin de o çıkarken yanağından öpmüştü.

normal şartlarda duygusal istikrarsızlıkta ödüller almış yılın çiftinin karşımda gösterdikleri sevecen yakınlaşmalara farklı tepkiler verirdim. ama bu sefer kusuyormuş gibi yapmaya zamanım ya da psikolojik yeterliliğim olmadı.

çünkü kapı felix'in arkasından kapandığında changbin çoktan ayak uçlarımdaydı. "özür dilerim, chan'a söylememeliydim."

yanlış anlaşılmak istemiyordum, özellikle bütün arkadaşlarım beni korumak için kendilerini hiçe sayarken şımarık bir gerizekalı gibi duyulmak istemiyordum ama bir kişinin daha benden özür dilemesine tahammülüm kalmamıştı.

bu yüzden oturduğum için üstüme eğilmiş changbin'i ittirdim. sert ittirmedim ama ittirdim sonuçta. o sendelemedi. bunun yerine derin bir nefes alıp yanıma oturdu.

"hyunjin uyumamı fırsat bilip sizi çağırdığı için özür dileyecekse söyle zahmet etmesin. sinirim bozulmaya başladı." dedim. dürüst olma konusunda iyi olmadığım bir gerçekti evet, ama hatalı benken başkalarının özür dilediğini duymayı o kadar istemiyordum ki doğruyu söylemeye bile tamamdım.

"sinirin zaten bozuktu." tek kaşım havada changbin'e döndüm. "on yıldır falan sinirlisin."

"keşke sinirlenmek yerine senin gibi etrafımdakilere saldırsaydım ben de. minho'yu dövseydim keşke."

"keşke." dedi. ve güldüm. komik olduğundan değildi aslında ama changbin tek kolunu omzuma dolamıştı ve kara delik sağolsun gerildiğini farketmediğim kaslarım gevşemişlerdi.

"chan ne dedi?" diye sordu o da güldüğü için bir kaç saniye nefeslenmeyi bekledikten sonra. "kendisine sorsana."

changbin gözlerini benimkilerden çekti. üstümdeki kazağı inceliyordu ve kazakta hiçbir desen olmadığı için bir sorun olduğunu anlayabildim. "ne oldu?"

"chan burda değil. dünden beri konuşmadık daha doğrusu."

ne beklemiştim bilmiyorum. aslında farkındaydım, hemen bugün akşam buraya gelemeyeceklerini biliyordum, söylediğim gibi biraz zaman gerekiyordu. ama gelmemiş olmaları yine de canımı acıttı. her şeyin farkında olmama rağmen nasıl kalbimi kırabildim söyleyemem size. ama oldu işte. bu kapıdan çıkıp göreceli olarak küçük evime adım attığımda arkadaşlarım orda olacaklardı. chan hyung ve minho arkadaşım değillerdi, en azından eskisi gibi değillerdi.

yine ağlamadım. ben de changbin'le beraber kazağımı incelemeye başladım ve kafamı salladım. changbin yanımda bir şeyler daha duyabilmek için kıvranıyordu ama ona chan hyungla ne konuştuğumuzu anlatmadım. bunun yerine ayağa kalktım ve kolundan çekerek onu da kaldırdım. burada böyle oturup bir kez daha her şeyi anlatarak ağlamaya başlamak istemiyordum. çok merak ettiyse hyunjin'e sorabilirdi, kendi istihbaratlarını sıklaştırmalılardı.

mutfağımda kaos beklemeliydim aslında. çünkü bir kere seungmin ordaydı ve arkadaşım yemek gibi konularda çabuk sinirlenirdi. ama yine de felix'in az önce temiz olan tişörtünü hamur olduğunu umduğum bir şeyle kaplı görünce şaşırdım.

"on dakika önce çıktım abi mutfaktan." changbin beni yarı yolda bırakıp fırına ilerledi. bir fırınım olduğunu bile unutmuştum ben.

"kek yapmaya karar verdik." dedi jeongin. elinde telefonu vardı ve dudaklarının arasındaki kaşık yüzünden sesi boğuk çıkmıştı. sanırım felix'in üstüne bulaşmamış hamuru yiyordu.

"kek böyle yapılmıyor." dedim. o sırada üçü de bana dönmeyi akıl edebildi zaten. seungmin'in suratının yumuşadığını tam olarak söyleyemezdim ama dudakları kesinlikle kıvrıldı. jeongin de kaşığı doğruca kaseye bırakıp bana gülümsedi. nasıl bir tepki vereceğimi bilmiyordum, utanmıştım sanırım. bir insan arkadaşları ona gülümsediğinde utanmamalıydı aslında ama elimde değildi.

"partide jeongin ne yaptı biliyor musun?" dedi seungmin. tek kaşını kaldırıp jeongin'e dönmüştü ve en küçüğümüzün kaşları anında çatılmıştı. ama ben hayatımın en kötü gecesindeki partiyi hatırlayacak zaman bulamadım. seungmin de cümlesini tamamlayacak zaman bulamadı zaten. çünkü hemen arkamdan bir kol uzandı ve omuzlarıma dolandı. çok iyi bildiğim bir kol.

ve yine çok iyi bildiğim bir ses seungmin yerine jeongin'in partide yaptığı şeyi söyledi bana. "sevgilisiyle öpüşürken onlara baktığını idda ettiği birinin üstüne yürüdü."

kafamı yana çevirmeye hiç bu kadar korkmamıştım. minho'nun suratını görmek için yerinde duramayan hücrelerim bile temkinliydi bu sefer. çünkü burdaydı, gelmişti ve bana sarılıyordu. kolu omzuma dolanmıştı ve kendine has sırıtışının suratında olduğuna adım gibi emindim.

"görmen lazımdı jisung, zavallı adamı dövecek sandık." dedi. ve güldü, diyaframını sırtımda hissedebileceğim bir şekilde güldü. odadaki diğer herkes bana bakıyordu. seungmin hariç, o minho'nun benim omzumdan sallanan kolunu izlemeyi seçmişti.

ve ben ne kadar süre minho'ya aşık olursam olayım, ne kadar kırık olursam olayım, içimde kaç kara delik olursa olsun beni böyle tutmasına alışamayacağımı farkettim. hala aptalın teki gibi taşikardiye giriyordum.

hyunjin, beyaz atlı en yakın arkadaşım, aldı beni minho'nun elinden. sol kolumdan tutup kendine çekti ve sarıldı. sonra da garip olmasın diye güldü. "seni çok özledim."

zaten herkes bundan sonra bana hüzün dolu bakışlar göndermeye başladı. ondan artık kurtulamayacağım için de hyunjin'e biraz daha sokulup gülümsemeye çalıştım.

uzun sürmedi beni sevme dakikaları. şükürler olsun sürmedi çünkü jeongin zayıflamış gözüktüğümle ilgili konuşmaya başladıktan bir kaç dakika sonra çoktan tahammül seviyemi geçmişlerdi. bir şey söylemeden sakinleşmelerini bekledim ben de işte.

yapmamam gerekiyormuş ama bunu çünkü mutfak durulduğunda ve herkes işine döndüğünde minho kolumdan tutup beni çıkardı. odama sürükleniyordum ve ne hyunjin bir şey yapabilmişti bu duruma ne de ben. hyunjin'in dikkati felix yüzünden dağılmıştı ona tamam, ben de zaten minho'ya hayır diyemiyordum ki. kimin durdurmasını beklemiştiniz?

odama girdik ve minho kapıyı kapattı. odam aniden sıcaklaşmıştı sanırım, bilirsiniz küresel ısınma. ama tabi minho tek kaşı havada üstüme yürüdüğü için de gerilmiş olabilirdim.

"dün gece chan'la ne konuştunuz?" dedi. ben de aramıza mesafe koyabilmek için yatağımın ucuna oturmuştum. "hiçbir şey söylemeden peşinden geldi, buraya gelmeden önce de akşamdan kalma olduğunu söyledi. sevgilimi tanıyorum jisung, ne geçti sizin aranızda?"

sesi sinirli gibi değildi, kesinlikle baskındı ama sinir gibi değildi. sadece cevabımı duymak istiyordu sanırım.

hangi cevabı vermeliydim bilseydim bir saniye bile beklemeden verirdim. 'chan hyung dün bana orospu olduğumu söylediği için pişman olup kapıma geldi.' ya da 'o bana orospusun dedikten sonra changbin çok sinirlenip sana aşık olduğumu ağzından kaçırdı biz de son derece medeni bir konuşma yaptık.' iki en iyi seçeneğimdi.

"anlamadım hyung." dedim ama. çünkü gerizekalıydım, çünkü hala korkuyordum. tek gecede nasıl değiştirecektim ki bunu?

"chan bugün buraya gelmemek için bana yalan söyledi jisung. ne konuştuğunuzu öğrenmem lazım ki sevgilim neden biri onu otobüsle ezmiş gibi gözüküyor anlayabileyim."

hak verdim aslında. ben sevgilisi olmamama rağmen minho'nun normal şartlarda bile zor gülümseyen suratı asılınca uyku uyuyamıyordum. nasıl bir his biliyordum yani aşık olduğun kişiyi üzgün görmek.

canım acıdı mı derseniz size yalan söylemek zorunda kalırdım. çünkü minho'nun bir kere daha gözlerinin endişeyle parlaması ve chan bu evde bile olmamasına rağmen ona ne kadar aşık olduğunu hatırlatışı kalbimi parçaladı. sadece size söylemek istemiyordum bunu, uzun süre benim iç bunalımımı dinlemek canınızı sıkabilirdi sonuçta.

"bilmiyorum. dün biraz tartıştık biz, ama gece düzeldi. belki kavga ettiğimiz için gerilmiştir." dedim. minho zaten yanıma oturmuştu. ilgili gözleri beni izliyordu ve söylediğim her şeyin onun için önemini tahmin edebiliyordum. "yani başka bir şey olmadı." sana aşık olduğumu öğrenmesi dışında, ona da darlanmış olabilir kısmını es geçtim.

kafasını salladı. ama uzunca salladı. sanki bir şeyleri oturtmaya çalışıyormuş gibiydi. chan ve minho'nun ilişkisi konusunda uzman sayılmam ama bunca yıl içinde chan hyung'un bir kere bile minho'ya haber vermeden geceyi başka yerde geçirdiğini sanmıyordum. ya da ona yalan söylediğini.

benim için yapmıştı tabi. benim sırrım yüzünden yalan söylemişti. ve ben yine istemeden minho'yu üzmüştüm. çünkü elleriyle kafasını kapatmıştı ve kendinden beklenmeyecek kadar sessizdi.

daha az önce söyledim size onu böyle görmenin bana ne yaptığını değil mi? bu yüzden elimin omzuna gittiğini söylediğimde bana kızmamalıydınız.

"bir sorun olmadığına eminim..." sonrasını söylemeden önce derin bir nefes almam gerekti. ve minho'nun yeniden bana dönen gözleri yardımcı olmamıştı. "...belki de eve dönmelisin. chan hyung'un yanında olmak sana hep iyi geliyor."

çünkü istemiyordum ki. chan hyungun yanına dönmesini istemiyordum. benimle kalmasını istiyordum. burda minhoyla sabaha kadar oturmak, eskiden yaptığım gibi dizlerine uzanmak ve eğer izin verirse biraz ağlamak istiyordum.

ve minho güldü. espiri yapmadığıma emindim, tam tersine çok ciddiydim hatta. ama o güldü. minho'nun gülüşünü çok severdim, ilk duyduğum günden beri.

"o da aynısını söyledi. senin için yani. gelmek istemediğini ama benim kesinlikle senin yanında olmam gerektiğini söyledi."

tabi öyle söylemiştir diyemedim. çünkü başka bir şey fark ettim o an. chan, minho'yu bana göndermişti. bana iyi geleceğini bildiği ve büyük ihtimalle bana acıdığı için onu bana yollamıştı.

ne diyeceğimi ya da yapacağımı bilemedim. chan hyunga kızıp bağıra çağıra bana ne cüretle acıdığını sorabilirdim, beni bu kadar düşündüğü için ayaklarına kapanıp özür dilemeye başlayabilirdim ya da kafamı minho'nun göğsüne gömüp tüm her şeyden saklanmayı deneyebilirdim. üçüncüsünü yaptım, elbette üçüncüsünü yaptım.

yaptım ama saklanabildim mi emin değilim. minho'nun elleri hemen saçlarıma çıkmıştı ve her zaman yaptığı gibi, saf dostlukla beni teselli ediyordu. ben de bırakın saklanmayı kendimi daha da açıkta hissediyordum.

ama güzeldi. minho'ya sarılmak güzeldi. bu yüzden birazdan söyleyeceklerim için daha rahat cesaretimi toplayabilmiştim.

"hyung gitmelisin. bir sorun olmadığına eminim ama chan hyungun yanında olman gerekiyor. hep böyle olmamış mıydı zaten?" kafamda onun yerine cevapladım. çünkü kolay bir soruydu, chan hyungu seçmesi gerekiyordu.

ama minho yapmadı. kafamı kaldırdı ve yüzüm ellerinin arasındayken bana gülümsedi. "chan benim sevgilim jisung."

yemin ediyorum az kalsın suratına 'sağol hatırlattığın için' diye bağırıyordum. belki sonuna güzel bir küfür bile koyabilirdim ama dedim ya gülümsüyordu. gözlerimin içine baka baka gülümsüyordu şerefsiz ve ben ona aşıktım. elimden bir şey gelmezdi yani.

"sense arkadaşımsın. ve şimdi senin bana daha çok ihtiyacın var. üstelik sana haksızlık ettim. kalbin kırıldı ve ben bunun olacağını tahmin etmeme rağmen durdurmadım. yanında olmam gerekiyor, değil mi?" dedi. aslında haklıydı. kalbim kırılmıştı ama onun tahmin ettiği kişi tarafından değildi. hatta bir önemi var mı bilmiyorum ama mingi büyük ihtimalle biraz yapıştırmıştı benim kalbimi. ucuz bir uhu kullanmıştı evet, ama en azından iskeleti sallanmıyordu.

"ne yapmalıyız biliyor musun?"

"hayır, hyung." dedim. nasıl ağlamıyordum hala ben de bilmiyordum. çünkü gerçekten ne yapmalıyız bilmiyordum. hiçbir konuda ne yapmalıyım en ufak bir fikrim yoktu.

minho göz kırptı. sonra da saçlarımı karıştırdı hatta. küçüklüğümüzden beri yaptığı bir şeydi ve ben her seferinde gülümserdim. changbin yaptığında ona bağırmama rağmen minho her yaptığında kendimi sanki bir şey başarmış gibi hissederdim.

"sen kapıyı kilitlemelisin ve ikimiz birer sigara içmeliyiz."

bakın bana ne söylerseniz söyleyebilirsiniz, hatta kızabilirsiniz bile ama ben gülümsemeden edemedim. o kadar güzel geldi ki minho'nun bu fikri kulağa kara delik bile içime yayılan o aptalca ısıyı yutamadı. eskisi gibi olan bir şeydi bu çünkü. aynı lisedeki gibi benim odamın zemininde pencerenin önüne oturup sigara içişimizin çoktan rafa kaldırılmış o çirkin kapaklı kitap olduğunu zannediyordum, bir daha kimsenin açmayacağı. ama değildi. çirkin kitap şu an elimde eskiden kalan tek şeydi. ve minho'ya aitti.

bu yüzden ayağa kalkıp kapıyı kilitledim sonra da minho'nun yanına oturdum. pencere açıktı ve hava pek de ılık sayılmazdı ama minho cebinden çıkardığı bir dalı benim dudaklarımın arasına yerleştirdi. sonra da ilk içtiğim sigarada yaptığı gibi onu da yaktı.

nasıl bir hale gelmiştim de minho bana tek bir nutuk çekmeden sigara içirmişti bilmiyordum ama bunun için depresyona giremedim. bunun yerine kafamı minho'nun omzuna yasladım ve sigaramı içtim. yine ölü kaktüsümü küllük olarak kullandık ve ben yine minho'nun tamamen arkadaşça bana gösterdiği şefkatinden bambaşka teselliler buldum.

kara delik bunu umursamamı engelledi sadece. bu yüzden o ne işe yaradığı belirsiz şeyleri sevip sevmediğimi tekrar düşünmem gerekti. onun sayesinde düşünmedim çünkü. minho'nun aslında yine chan benimle olmasını söylediği için yanımda olduğunu düşünmedim. evimde bulunan diğer insanları düşünmedim. chan hyungun bildiğini ve eskiden sahip olduğum ilk güvendiğim kişiyi kaybettiğimi düşünmedim. minho'yu düşündüm, çünkü sanırım onu yutamamıştı.

•••
hello ballarım
geç oldu biliyorum ama söz verdiğim gibi jisungun toparlandığını gördüğünüz için bence kızmazsınız
bu geçiş bölümümüzü bana ilham veren bir sözle bitireceğim,
orospunun sigarasını pezevenk yakar...
iyi akşamlar canlarım

Continue Reading

You'll Also Like

407K 49K 33
alfa jungkook, en yakın arkadaşının kardeşi olan omega taehyung'a deliler gibi aşıktı.
102K 8.7K 29
Üniversitesinin serseri çocuğu jungkook, kız arkadaşını rahatlatmak için kayda aldığı inlemelerini yanlışlıkla yeni atanan rektörü Kim Taehyung'a ata...
20.6K 3.5K 12
Taehyung 20 yaşında age play seven bir bebekti, arkadaşı Hoseok'sa ona babacık bulmak için çabalayan birisi. Pek tabii Taehyung'un minik bir çarpışm...
147K 13.4K 22
taehyung ve jungkook birbirlerinin yan komşularıydı. there is no other universe then, stay with me texting + instagram 03.02.24 This fiction is dedic...