Kapak Modeli 🌙Yarı Texting🌙...

By __SAS__

4.3M 319K 64.3K

Kendi halimde Wattpad'de hikayemi yazıyordum. Ta ki fotoğraflarını kullandığım Amerikalı aktör, 'Ne hakla fot... More

Merhaba
Tanıtım
#1
#2
#3
#4
#5
#6
#7
#8
#9
#10
#11
#12
#13
#14
#15
#16
#17
#18
#19
#20
#21
#22
#23
#24
#25
#26
#27
#28
#29
#30
#31
#32
#33
#34
#35
#36
#37
#38
#39
#40
#41
#42
#43
#44
#45
#46
#47
#48
#49
#50
#51
#52
#53
#54
#55
#56
#57
#58
#59
#60
#61
#62
#63
#64
#65
#66
#67
#68
#69
#70
#71
#72
#74
#75
#76
#77
#78
#79
#80
#81
#82
#83
#84
#85
#86
#87
#88
#89
#90
#91
#92
#93
#94
#95
#96
ALFA YAYIN GRUBU'NDAYIM!
#97
#98
#99
Final (1. Kısım)
Final (2. Kısım)
Epilog

#73

28.4K 3K 1.3K
By __SAS__


Haftayı böylece kapatıyoruz canlar  

Sözümü tutamayacağımı iddia edenler olmuş, gözümden kaçmadı 😋


Pazartesi sabahı ofise giriş yaptığımda, çalışma arkadaşlarım New York ofisine geçeceğimi bir şekilde duymuş, muhtemel maaşımın Türk Lirası karşılığını hesaplamakla meşguldüler.

"Oo hadi iyisin"ler, "Bu da nereden çıktı?"lar, "Ne sinsisin, el altından ne işler çevirmişsin"ler birbirini kovaladı. Hepsini ustalıkla geçiştirdim; ne de olsa kariyerim her şeyden önemliydi benim için. Siz de pozisyon kovalasaydınız, sizin de olurdu!

Masama kurulduğumda, hiç uyumadan havaalanından direkt işe gelmiş olmak bu sefer depresif değildi. Mutlu olmanın verdiği sihirli güçler vardı; uykusuzluğu, fiziksel yorgunluğu bir kalemde silip atıveriyordun mesela! Güne başlama ritüeli olarak kahve aldım, emaillerimi kontrol ettim, sonra da işe koyuldum.

Ve buna benzer, aşşırı çalışmalı ama mutlu, enerjik günler birbirini tekrar etti. Sona yaklaşmış projelerimi bitirdim, gidişime kadar bitmesi mümkün olmayanları arkadaşlara devrettim. Jimmy söz verdiği üzere saçmalamadı; o bunalımlara girmeyince ben de girmemiş oldum.

Ufak veda turlarına çıktım bu arada. Aynı şehirde yaşayıp yıl olmuş görüşmediğim arkadaşlarımı gördüm. Ne var ki ev sahibime veda etmek hepsine veda etmekten daha zor oldu. Evden çıkacağımı öğrenince kendisi biraz homurdandı ama 'illa kal, n'olur kal' demeyi gururuna yediremediğinden beni ağustos sonu evi boşaltmak üzere azat etti sağ olsun.

Beyaz eşyalar ve mobilyalar için Esra bir depo ayarladı. Fazla bir şeyim de yoktu zaten. Kitaplarımı ve yanımda götürmeyeceğim kıyafetleri kutulayıp İzmir'e gönderdim. Arabayı mümkün olabilecek son ana kadar kullanmak istediğimden ilan vermeyi biraz geciktirdim.

Ağustos ortasına doğru tüm işlemlerim tamamlandı. Ağustos'un ikinci yarısı birikmiş bütün izinlerimi alacaktım; böylelikle eşyaları depoya kaldıracak, arabayı satacak, New York'a gitmeden önce kalan zamanımı da İzmir'de geçirecektim.

Ağustos'un ikinci cuması şirkette benim için ufak bir veda çayı düzenlediler. Hemen sokağın aşağısındaki börekçiden kıymalı kol böreği söyledik, ufak bir pasta kestik ve neredeyse üç yıldır çalıştığım ofisten, ilk kez bir iş günü akşam olmadan çıktım. Tam olarak ne beklediğimi bilmiyorum ama düşündüğümden kolay olmuştu. Gözyaşı filan yoktu. Cooper'la bu konuda fikir alışverişinde bulunmadıklarından, iş arkadaşlarım daha çok turistik bir geziye gittiğimi düşünüyorlardı ve "bizim için de gez", "gitmişken şunu şunu da yap" tarzı tavsiyeler verdiler uzun uzun.

Eve geldiğimde üzerimdekileri koltuklara fırlatmakta bir sakınca görmeyip en sevdiğim temizlik pijamalarımı giydikten sonra (bugün köşe bucak temizliği için iyi bir gündü!) koltuğuma çöktüm; önce halletmem gereken başka bir iş vardı zira. Zaman daralıyordu. Hiç istemesem de artık tek lüksüm, arabamla da vedalaşma zamanım gelmişti. Ucuna kadar beklemiştim ama iyi mi yapmıştım bilmiyorum; umarım iki haftada satılırdı araba!

Laptopumu kucaklayacaktım ki orta sehpanın üzerindeki telefonum titredi. Jimmy mesaj atmıştı.

Hey, ne yapıyorsun? Veda nasıldı? (Hey, what are you up to? How was the farewell?)

İyiydi. Şimdi evdeyim. Sonunda arabama da veda etmeye hazırım. İlan hazırlıyordum. Senden n'aber? (It was alright. I'm home now. I'm finally ready to bid farewell to my car too. Preparing an ad to sell it. What are you up to?)

Her zamanki şeyler. Nehirde bir sahne çekiyorduk. Sırılsıklam oldum! Duşa girmeden önce seni bir yoklayayım dedim. Sonra konuşur muyuz? (The usual. Was just shooting a scene in the river. I'm drenched! Wanted to check upon you before I take a shower. Talk to you later?)

Elbette. Hastalanmadan duşa gir x (Sure. Go before you catch a cold x)

Telefonu koltuğa atıp aldım laptopu kucağıma. Aklıma gelen tüm platformlara, eve çıkmadan az önce çektiğim fotoğrafları da ekleyerek, sempatik cümlelerle kaleme aldığım ilanı yapıştırmaya başladım. Biraz kalbim sızlamıyor değildi Düldül'ümü böyle görünce.

Öğle yemeğini pas geçtiğimden bir süre sonra karnım guruldamaya başlayınca, kalkıp yanıma soğuk dolma tenceresini aldım. Bir elimde çatal, o kolum mütemadiyen tencerenin içinde, bir elim klavyede kaldığım yerden devam ettim.

4'e doğru merdivenlerde olağan ayak seslerini duydum. Apartman görevlimiz Cafer Abi'nin geliş saatiydi. Evde olmama alışık olmadığından kapıyı çalmadan giderdi şimdi. Ayak seslerini duyduğum gibi fırladım yerimden. Araba fotoğrafı, köşe bucak temizliği derken gelirken markete uğramayı unutmuştum.

Kapıyı aralık bırakıp "Cafer Abi bir ekmek," dedim ağzım dolma dolu. Bir koşu portmantodaki cüzdanıma uzanıp kapının arasından başımı çıkardım dışarı parayı uzatırken. "Bir de yarım kiloluk yoğ-"

Cümlemin geri kalanını söyledim mi hatırlamıyorum.

Jimmy bir elimdeki kağıt on liraya, bir de bana baktı. "Üzgünüm pek Türkçe konuşmuyorum. Sanırım başka birini bekliyordun. *" (*Sorry I don't speak much Turkish. I guess you were expecting someone else.)

Seni beklemediğim kesin.

Bir müddet bekleneceği üzere kal geldi bana. Jimmy'nin omzunun üzerinden tavandaki patlamaya hazır kararmış ampule bakıp apartmanın dışarıdaki cehennem sıcağından çok daha serin, hafif rutubetli havasına bıraktım kendini.

Ağzım da doluydu ya benim! Dolmayla.

Bıyık altından gülerken "Bu kötü bir zaman mı?*" diye sordu Jimmy. (*Is this a bad time?)

Azıcık gürültülü lokmamı yuttum. Biraz zor geçmişti boğazımdan. Parayı cüzdana geri tıktım. Boğazımı temizleyip "Sen nasıl girdin içeri?" diye sordum. Şu an sorulması gereken en önemli soru bence buydu!

"Çok kibar bir hanımefendi içeri giriyordu, benim de içeri girmeme izin verdi."

Az önceki mesajlaşma aklıma geldiğinde oyuna getirildiğim ancak o an malum oldu. "Sırılsıklam olmuşa benzemiyorsun.*" (*You don't look drenched.)

Yüzünde gururlu bir gülümseme "Anlaşılan yalan söylemişim,*" dedi. (*Apparently I lied.)

"Öyle görünüyor.*" (*Apparently)

"New York'a kadar bekleyemedim. Ve benim de bir sürpriz yapmaya hakkım olduğunu düşündüm.*" (*And I thought I'm entitled to a surprise myself.)

"Hah," dedim hala durumu algılamakta güçlük çekerken. "O yüzden ta İstanbul'a kadar geldin?"

"Evet. Tam olarak o sebepten," diyerek hiç utanmadan benimle dalga geçti.

Hala idrak edemiyordum Güloğlu Apartmanı'nda olmasını ama ben. "Nasıl geldin ki?"

"Yapımcılardan birinin uçağıyla."

"Yönetmenin haberi var mı?"

"Pazartesiye kadar izinliyim. Pazar akşamı döneceğim."

"Hmm."

"Başka sormak istediğin bir şey var mı?"

Başka sormak istediğim bir şey var mı?

Kafamı kaşıdım. Sonra ne kadar şık olduğum geldi aklıma. Pijama altımın diz kısmında delik olup olmadığından emin olamadım.

Ben hala kaşlarım çatık, düşüncelere gark olmuş boşluğa bakarken, Jimmy "Beni korkutuyorsun," dedi. "İçeri girebilir miyim artık?"

Bir anda dank etti adamı kapının önünde ayakta diktiğim. "Tabii," dedim telaşla kapıyı ardına kadar açarken. "Elbette. Kusura bakma. Gir içeri."

İçeride kapının dibindeki paspası ve üzerinde dizili ayakkabıları görünce "Ayakkabılarımı çıkarıyorum değil mi?" diye sordu.

Karar veremedim ne diyeceğime önce. Koskoca Jimmy K. Simpson'dan böyle bir şey istenir miydi? Sonra "Evet," demekte karar kıldım. Her ne kadar hala inanamasam da Türkiye sınırları içindeydi artık. O ayakkabılar çıkacaktı. "İyi olur."

Jimmy K. Simpson ayaklarında sadece çorapları, sırt çantasını hole bırakıp salona geçti.

BENİM SALONUMA!

Üzerimdeki kal geçmişti geçmesine ama bu sefer de kalbim birden göğüs kafesimi delecekmiş gibi çarpmaya başlamıştı. Korktuğum her şey neden başıma geliyordu benim? Los Angeles'tayken iadeiziyaret yapma fikri bile kanımı dondurmuştu. Adam şimdi salonumda etrafı inceliyordu!

Peşinden giderken elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemedim. Etrafa fırlattığım kıyafetlerimi kaldırmak adına başka yerlere fırlatırken "Seni beklemiyordum tabii," dedim maraton koşmuş gibi soluk soluğa. "Biraz dağınık kusura bakma." Dağınık olmasa sanki bir saray yavrusuydu! Bunun bilincinde "Pek senlik bir yer değil..." diye mırıldandım.

Televizyon konsolunun üzerinde teyzesinin yaptığı biblolardan teyzesi olması gerekeni gülerek eline aldı. "Ben New York'ta bir model olarak tutunmaya çalışırken, evim bir dolaptan biraz daha büyüktü. Senin evin çok tatlı ve yaşanabilir bir yer. Ve kesinlikle bir dolaptan büyük.*" (*When I was trying to make it in New York as a model, my place was a bit bigger than a closet. Your place is extremely cute and habitable. And definitely bigger than a closet.)

Artık nasıl yüzüne bakıyorduysam "Ruhunu teslim edecekmiş gibi bakma bana öyle," deyip dirseğiyle dürttü beni. "Hadi gülümse. Ben de sana sürpriz yapmak istedim işte."

Allah'tan kalan eşyaları kutulamaya başlamamıştım. Başımı eğerken "Dairemi hiçbir zaman görmeyeceğini umuyordum da ben...*" diyerek dudak büktüm. (*I was really hoping that you'd never see my apartment...)

"Burada kalmaktan büyük onur ve memnuniyet duyacağım." Sonra biraz şüpheyle biraz da alayla bana baktı. "Tabii izin verirsen? Biraz izin vermeyecekmiş gibi duruyorsun açıkçası..."

"Beni cidden çok kötü bir zamanda yakaladın."

Baştan aşağı gülen gözlerle süzdü beni. "Pijama zevklerimiz biraz benziyor."

Ben de dizlerime baktım fırsattan istifade. Birkaç ufak delik vardı gerçekten. "Temizlik pijamalarım. Temizlik yapacaktım da..." Birden fark ettim ki salonun ortasında dikiliyorduk şimdi de. Korkunç bir ev sahibiydim! Arkasındaki üçlü koltuğu gösterdim. "Otursana."

Oturup koltuğa yerleştiğinde karşımda gördüğüm resmi anlamlandırmaya çalıştım. Onun fotoğraflarını kullanarak üzerinde hikâye yazdığım koltuktu bu. Instagram üzerinden ilk yazdığı mesajı bu koltukta okumuştum. Sonra ödül törenini, filmlerini izledim o koltukta. Daha kız arkadaşı bile değilken, aldatıldığıma kanaat getirip üzerinde hüngür hüngür ağladığım koltuk da kendisiydi ayrıca. Şimdi üzerinde Jimmy K. Simpson'ı ağırlıyordu.

Yanında da dolma tenceresi!

Dolma tenceresini Jimmy'nin yanından kaptığım gibi acilen kucaklamam gerekti.

Koltuğun tarihçesini ve üzerindeki dolma tenceresini düşünürken paniğim yeniden yükselmeye başladı. "Cidden buradasın. Ne yapacağım şimdi?" Soruları gelişine sallamaya başladım. "Dinlenmek ister misin? Yoksa dışarı çıkmak mı istersin? Ya da çıkabilir misin?"

Bayağı eğlendiriyordum onu. "Dışarıdan geliyorum." Kafasındaki beyzbol şapkasını ve sakallarını işaret etti. "Pek tanınacak halde de değilim."

"Yani çıkabilirsin. Tamam," dedim düşünürken. İlk soruma tam cevap vermemişti ki ama! "Yorgun olmadığından emin misin?"

"Eminim."

"Aç mısın?" Tabii ki kucağımdaki soğuk biber ve kabak dolmalarını yedirmeyecektim.

"Uçakta bir şeyler atıştırdım."

"Bir şey içmek ister misin peki?"

"İyiyim böyle."

"O zaman..." Koridoru işaret ettim. "Banyo şu tarafta." Arkamdaki kapıyı gösterdim. "Burası da yatak odası." Jimmy'nin omzunun üzerini gösterdim sonra. "Mutfak da şurası. Sen rahatına bak, ben de üzerimi değiştireyim. Sonra çıkarız?"

"Bana uyar," dedi iyice koltuğa yerleşirken.

"Güzel," dedim ama ne yapacağımı bir an bilemedim. Kendi evimde bir yabancıydım sanki. "Dolabım da yatak odasında haliyle." Tam yatak odasına yöneliyordum ki elimdeki lanet tencereye hala canım pahasına sarılmış olduğumu fark ettim. Hava da sallayıp "Şunu mutfağa bırakayım. Giyinip geliyorum ben o zaman," dedim hala nefes nefese.

"Tamam, onu mutfağa bırak, giyinip gel o zaman," dedi yüzünde muzip bir gülümseme.

Hala utanmadan dalga geçiyor. Seni de gördük James otelde kapının önünde! Hıh!

Tencereyi bırakıp koştur koştur yatak odama girdiğimde beynimden bin bir düşünce geçiyordu. Bir saniye bile sıkılmaması gerekirdi. Onun burada müthiş zaman geçirmesi gerekiyordu. Şarttı bu.

Pijamaları yatağın üzerine fırlatıp pantolonumu giyerken az kalsın yere kapaklanıyordum. Kolumu dolaba bacağımı yatağın kenarına çarptım.

Jimmy içeriden "Orada iyi misin?" diye seslendi.

"Evet. İyiyim," diye geri bağırdım.

Olduğu kadar. Olmadı kader.

****

Daha önce hayatımda bu kadar hızlı hazırlandığımı hatırlamıyorum. Beş dakika içinde apartman merdivenlerini iniyorduk Jimmy'yle. Üzerimde ne olduğundan bile emin değildim ya! İnerken bir yandan da aceleyle bir araya getirdiğim planımın ilk kısmını anlatmaya koyuldum. Onu önce Tarihi Yarımada'daki birkaç müzeye götürecektim fakat acele etmemiz gerekiyordu çünkü 6 civarı çoğu kapanıyordu. Hızlı bir tur olacaktı ama artık ne yapalım.

Dairesinin önünden geçerken kapısı otomatik açılan emekli öğretmen Gülay Teyze kapıda bitti. "Sen miydin Kübracığım?" Jimmy'yle birlikte olduğumuzu gördüğünde sert kavisli kaşlarından biri havalandı. "Demek bu yabancı oğlan sana geldi."

Demek Jimmy'yi içeri alan kibar hanımefendi sendin.

BANA demeyelim de biz ona... "Evet arkadaşım İstanbul'u görmek istiyordu ne zamandır. Şimdi fırsat bulmuşken birkaç gün rehberlik edeceğim ben de."

"Aman ne güzel." Jimmy'ye sevimli sevimli sırıttı. "Nereli?"

"Amerikalı."

"Öyle mi?" Başını aşağı yukarı salladı hevesli hevesli. "Velkam, velkam!"

"Teşekkürler," dedi Jimmy kibarca.

"Bizim acele etmemiz lazım, müzeye yetişeceğiz de!" diye aralarına girdim. "Yolumuz da uzun. Malum."

"Tabii tanıt ülkemizi arkadaşına." Eliyle kış kış hareketi yaptı. Ne ayıp. "E hadi koşun o zaman. Ben sizi tutmayayım."

Çok düşüncelisin Gülay Teyzeciğim. "İyi günler!" diye Jimmy'yi önden önden iteleyip merdivenlere zıplarken rahat bir nefes aldım. "Viyuuvvv. Tanımadı galiba..."

****

İş çıkışı trafiğine kalmamayı başardığımızdan, klasik Sultan Ahmet turuyla açılışımızı vakitlice yapabildik. Dakikalar içinde oradan oraya sürüklendiğinden, eminim Jimmy'nin başı dönmüştü ama şikâyet etmiyordu yazık. Hevesli hevesli gösterdiğim her şeyi yakından inceleyip sorular bile soruyordu.

İnsanlar da İngilizce konuştuğumuzdan bize bir kez baksalar bile ikinci kez bakmıyorlardı. Jimmy bu haliyle fark edilmeyecek gibi değildi ama kendine gerçekten de benzemiyordu anlaşılan; insanların ona baktıklarında gördükleri şey irice bir turist olmalıydı.

Böylece Topkapı Sarayı ve Yerebatan Sarnıcı kapanmadan yaptığımız ekspres turun ardından avluyu şöyle bir tavaf ettikten sonra -bir tek bize bir şeyler satmak isteyen esnafın dikkatini çekmiştik- akşam yemeği yemek üzere köftecide aldık soluğu.

Açık havada bize gösterilen masaya otururken Jimmy ve fonda gördüğüm manzarayı hala beynimde bir araya getirmeye uğraşıyordum. O da pek bir araya getirememiş olacak "Osmanlı İmparatorluğu'nun kalbinde olduğuma inanamıyorum,*" dedi. (*I can't believe I'm at the heart of the Ottoman Empire.)

"Al benden de o kadar.*" (*Makes the two of us.)

Garson siparişlerimizi almak için yanımıza geldiğinde kendime bir porsiyon, Jimmy'ye de iki porsiyon köfte söyledim. Yanına da ayran ve piyaz. Garson siparişlerimizle döndüğünde, Jimmy işaret parmağıyla masadaki piyazı işaret etti. "Bunu anlıyorum hadi de," dedikten sonra parmağını ayran bardaklarına sallarken uzaylılarmış gibi bakıyordu. "Şimdi bu sulandırılmış tuzlu yoğurt, öyle mi?"

"Bir sakıncası mı var?"

"Neden sulandırıyorsunuz ki?"

Soruya bak. "İçebilmek için."

"Neden tuzlu peki?"

Tatlı ayran fikri korkunç bir fikirdi. "Tatlı çok iğrenç olacağı için."

"Yoğurt tatlı olmaz mı ama?"

"İçine şeker koyarsan tatlı olur tabii. Hatırlamıyor musun Amerika'da da marketten almıştık? Yunan Yoğurdu. Tatlı değildi ama?"

"Ama onu yemeğin içine koymuştun."

Ayrandan kocaman bir yudum aldım. "Bunu da içiyorum?" Yemeğin içine koymam içemeyeceğim anlamına nasıl geliyordu?

Ayrana şüpheyle bakıyordu hala. "Bu hiç mantıklı değil."

Daha önce ayranın mantığını düşünmediğimden anlatmakta da başarılı olamadım. Ayran bardağını önüne ittim ben de. "Bir dene hadi."

Elinde bardak yavaş hareketlerle ayrandan tereddütlü ve haddinden fazla dikkatli bir yudum aldı. Ne var ki hem bıyığını hem sakalını batırmayı başardı ilginç bir biçimde.

Peçeteyle uzanıp sildim hemen. "Şimdi hemen bir köfte gönder yanına!"

Çatalına bir değil iki köfte takıp komple attı ağzına. Ağzı dolu dolu "Ayran hakkında hala şüphelerim var ama bu köftelerin tadı cennet gibi!" dedi. (*I still have my doubts about this Ayran thing but these meatballs taste like heaven!)

İnandım sözlerine. Çünkü takviyelerle birlikte dört porsiyonu buldu yediği köfte miktarı! Daha fazla şikâyet etmeden yanında bir bardak ayran da bitmişti.

****

Karanlık inmeye başladığında Bebek'e götürdüm Jimmy'yi; böylece o da cuma akşamı sahil trafiğini yakinen tecrübe etmiş oldu. Arabayı bin bir güçlükle park ettikten sonra yürüyüş yapmayı önerdim. O kadar köfte başka türlü erimeyecekti.

Dışarıda sele serpe oturan insanlara, karşı yakanın parlak ışıklarına bakarken Jimmy'nin yüzünde hayretle karışık büyülenmiş bir ifade vardı. "Bu beklediğim şey değildi.*" (*This's not what I expected.)

"Ne bekliyordun ki?"

"Ne beklediğimi bilmiyorum." Ellerini kot pantolonunun ceplerine daldırıp koca İstanbul'u içine çeker gibi derin bir nefes alırken, başını yıldızların yavaş yavaş belirmeye başladığı gökyüzüne kaldırdı. "Ama böyle bir şehir görmeyi beklemiyormuşum."

Ellerinden birini cebinden çıkarıp onu Kuruçeşme tarafına çektim. Bıraksam İstanbul'un güzelliğine çarpılmış öylece duracaktı orada. İlerledikçe etraf iyice hareketlendi. Barlardan, kulüplerden yükselen müzik sesi ılık yaz akşamına karışmaya başladı.

Jimmy ilgiyle etrafı, insanları izlerken "Biraz clubbing yapabilirdik ama buralar paparazzi doludur," dedim. Sahil kenarında yürürken görece karanlıkta çok daha güvendeydik.

"Kulüplerin içi merak ettiğim son şey," diye cevap verdi Jimmy umursamaz. "Dışarıda olmayı tercih ederim. Şehri solumak istiyorum."

Saatlerce bir aşağı bir yukarı yürüdük. Gece yarısına doğru artık yorgun düşünce boş bir banka oturduk.

Hava hala ılıktı. Tatlı bir meltem çıkmıştı yeni yeni. Gözlerini kapatıp deniz kokusunu içine çekti Jimmy. "Bu çok güzel. Çok huzurlu."

"Beğenmene sevindim."

Önündeki manzarayı gösterdi bakışlarıyla. "Bunu beğenmeyecek biri olduğunu sanmıyorum." Uzunca bir süre ben onu izlerken, o da dalgın dalgın karşı kıyıyı izledi. Neden sonra biraz çekinerek bana baktı. "İklim değişikliğinden mi bilmiyorum ama ben yine acıktım, Küb."

Kıkırdadım. "Aslını istersen ben de." Tabii ben ne planladığım kadar soğuk dolma ne de dört porsiyon köfte yemiştim. "Balık yemek ister misin?" Ben bir tekten fazla içemeyecek olsam da "Yanında da rakı?" diye ekledim.

Etrafa bakındı ama yemek yiyebileceği ya da rakı içebileceği bir yer göremedi. "Nerede yiyeceğiz ki? Arabaya bineceğiz deme lütfen."

Çok isabetli yerde duraklamıştık. "Hayır. Tam senlik bir yer. Şehri istediğin kadar solumaya devam edebilirsin." Biraz uzakta demirli ufak tekneyi gösterdim. "Bak orada."

Kalkıp sanki açlıktan ölmek üzereymişiz çünkü daha birkaç saat önce asla köfte yememişiz gibi aceleci adımlarla tekneye ulaştık. Kara tarafında etrafa serpiştirilmiş ufak taburelere çöktük. Hemen yanımızda biten ufak çocuğa siparişimizi verdim.

Jimmy tam ekmeğe gömüldüğünde, biraz acı çekermiş gibi "Haklıymışım," diye iç geçirdi. "Türkiye'de yaşasam aktör değil obez olurmuşum."

****

Eve sabaha karşı gelmemize rağmen ve hatta çeşitli aktivitelerde de bulunmamıza rağmen uyku tutmayınca, yorgun da hissetmediğimizden -mutluluk işte!- Jimmy'yi erkenden karşı yakaya götürmeye karar verdim. Çengelköy'de bir kahvaltı güzel giderdi. Böyle yeme üzerine kurulu bir düzen tutturmuştuk dünden beri.

Hazırlanıp parmak ucumuzda aşağı indik; neyse ki Gülay Teyze kapıya çıkmadı. O bile bazen uyuyordu galiba!

Tam sokak kapısından çıkarken "Şu muffin'lerin satıldığı dükkân neredeydi?" diye sordu Jimmy.

Yemelere doymuyordu maşallah! Muffin'leri de unutamamıştı anlaşılan. "Hemen köşe başında. Hatta arabayı önüne park etmiştim. Ama kahvaltıya gidiyoruz zaten? Emin misin şimdi yemek istediğinden?"

"Yolda yerim. Gideceğimiz yer uzak demedin mi?"

"Pekii." O arada açlıktan ölebilirdi maazallah. "Çok da uzak sayılmaz ama... Trafik de yoktur..."

Jimmy köpek yavrusu gözleriyle bakıp ikna olmayınca pastaneye gittik çaresiz. Elimiz kolumuz dolu, Jimmy'ye yolluk yetecek kadar(!) muffin alıp çıkarken, Jimmy kese kağıtlarından birini açmış ağzına muffin'leri tıkıştırmaya başlamıştı bile.

"Yakında rejim yapman gerekecek korkarım," diye mırıldanırken pastanenin önünde bu saatte olmaması gereken bir kalabalık dikkatimi çekti. Günün herhangi bir saati de burada böyle bir kalabalık olmazdı ya.

Ne olduğunu kavrayamadan, bir arada hiç görmediğim kadar çok fotoğraf makinesi ve kamera çıktı ortaya. Beynim ne olduğunu algılamaya çalışırken birbiri ardına deklanşör sesleri geldi. Bir uğultu yükseldi sonra. Kalabalık etrafımızı sararken bir şeyler söylüyor olmalıydılar, dudakları oynuyordu yani ama kelimeleri seçemedim.

Beynim sonunda 'paparazziler' diye alarm verirken, arabanın kapılarını açıp Jimmy'yi tişörtünün eteğinden çektiğim gibi arabanın ön koltuğuna attım. Kendim de insanları yara yara sürücü koltuğuna geçtim. Kornaya abanırken arabanın etrafına yığılan paparazzilerden birkaçını bonus niyetine toplamak pahasına gazı kökledim. Birilerinin ayağının üzerinden geçmiş olabilirim!

Nasıl olabilirdi böyle bir şey?

Jimmy lokmasını yuttu emniyet kemerini bağlarken. "Bu biraz çabuk oldu.*" Bana oranla oldukça rahat görünüyordu. (*Well, this was quick.)

Dikiz aynasından arkayı kollarken "Nereden bilebilirler?" diye soludum. Bir motor, bir de araba peşimize takılmıştı bile. "Evimin sokağını nasıl bilebilirler?"

Kuştepe'nin arka mahallelerini, Ayazağa'yı, Sarıyer sırtlarındaki gecekondu mahallelerini benim kadar iyi bildiklerini hiç sanmıyordum ne var ki.

En az bir saat boyunca türlü yollara daldım, dolaştım da dolaştım. Arada yakaladığım birkaç trafik ışığı farkıyla izimizi kaybettirdikten sonra da sahile indim.

Dakikalardır ilk kez rahat bir nefes alırken dikiz aynasına baktım. Nihayet görünürde kimse yoktu. "Atlattık."

Jimmy kaçma kovalamacanın sonunda ağzı açık camdan bakıyordu. Neye şaşıracağını şaşırmıştı galiba. Kaçıyor oluşumuzun yanında birdenbire beliren gökdelenlerin hemen ardından çıkan gecekondu mahalleleri ve şimdi sahildeki lüks yalılar karşısında dumur olmuştu. "Nasıl bir şehir burası?"

Buna verecek bir cevabım yoktu. Öyle bir acayip şehirdi İstanbul işte.

Bana dönüp muzip bir bakış attı Jimmy. "Böyle kaçma kovalamacalar için oldukça yetenekli bir şoförsün. Seni yanımdan hiç ayırmamalıyım bundan böyle!"

"Dalga geçme. Yüreğime inecekti!" Adrenalin etkisi azaldıkça az önce yaşadıklarımızın aslında ne anlama geldiği yeni yeni çöküyordu üzerime. "Çok da güzel gelmiştik buraya kadar oysaki!" Buraya kadar derken bütüün ilişkimiz sürecinden bahsediyorum.

Sahilden çevre yoluna oradan da köprüye çıktım. En azından sabah planlarında bir değişiklik yoktu; Çengelköy'e gitmemizin önünde bir engel görünmüyordu. Akşam eve gidemeyecektim ama olsundu!

Çengelköy'de bir mekâna girmek yerine arabayı deniz kenarına çektim. Magazincileri şimdilik atlatmıştık ama herkes her şeyi öğrenmiş olmalıydı an itibariyle. Ellerim buz kesmiş, başıma da bir ağrı saplanmıştı. Eve takmıştım bir kere kafayı. "Evimi nereden bilebiliyorlar?"

"Biri eve girerken görmüş olmalı." Bir düşündü. "Belki taksici?"

"Ama neden dün değil de bu sabah?"

Omuz silkti. "Bilmiyorum," dedi çaresiz.

Karşımda sahile vuran dalgaların hafifçe sarstığı kayıklara ve arkalarında uzanan Boğaz'ın mavisine baktım. "Apartmanda belki biri seni tanıdı? Belki apartman görevlisi Cafer Abi?" Gözlerim büyüdü bir anda. "Şu an feci şekilde Gülay Teyze'den şüpheleniyorum!"

"Bir tek o kadın gördü beni. Ki bence o da tanımadı..."

Korktuğum oldu.

Telefon böyle zamanlarda melodisinden bağımsız gerçekten acı acı çalıyordu. Ekranda gördüğüm ibareyle kulaklarım yanarken "Annem arıyor," diye fısıldadım.

"Haberi görmüş olmalı."

Buraya kadarmış. Kurtuluş yoktu artık. Telefonu açıp kulağıma götürdüm. "A-"

Anne dememe kalmadan, annemin sesi yüksek perdeden kulağımda çınladı. "Hemmen İzmir'e geliyorsun! Şimdi!" Bir an duraksadı. "O mağara kaçkınını da getir gelirken!"

Hobarey!  

Yabancı Damat jeneriğini bölüm sonuna çok uygun gördüm 

Jimmy Türkiye'ye hiç gelmeyecek sanmıştınız dimi?

Geldi de İzmir yollarına revan oldu bile!

Ve bir not: İstanbul'da Bebek-Yeniköy civarı teknede güncel rakı-balık durumları nedir bilemiyorum – ben kendi gençlik zamanımdan nostaljik hislerle yazdım efendim 

Üzerimden nasıl bir yük kalktı anlatamam! Sanki bütün mahalleye borç takmışım da hepsini bir çırpıda ödemişim gibi hissediyorum şu an!  🥳

Haftaya olması gerektiği gibi cumartesi görüşeceğiz artık 

Instagram'ı bu ara boşladım, orada ve burada mesaj kutularım da doldu taştı – yakın bir zamanda yine bir canlı yayın yaparız (haftaya Pazar mesela?), umarım bir boşlukta mesajlara da dönebilirim (öyle bir boşluk bir-iki aydır gelemedi bir türlü!). Normalde ben ara ara bir akşamımı komple mesajlarınıza ayırıyorum. Bu ara her şey gibi o iş de karıştı. Hikayelerim, kariyer, eğitim ile ilgili sorularınıza ya da genel geyik muhabbetlerimize benden henüz cevap gelmediyse, gelecek yakında.

Yalnız bir parantez açmak istiyorum (yazmakla ilgilenmiyorsanız ve bana bu konuda bir mesaj atmadıysanız buradan sonrasını okumanıza gerek yok).

Sevgili yazar olmak isteyen OkurCanlar:

Bu ara çok yoğun bir biçimde hikayelerinizi değerlendirmemi istiyorsunuz – (son birkaç haftalık bölüm paylaşma performansımdan da anlaşılacağı üzere) özellikle son zamanlarda öyle bir şey yapacak vaziyette maalesef değilim, kusuruma bakmayın lütfen (zaten bu konuda otorite olmak için de kırk fırın ekmek yemem lazım!). Wattpad'te hikâyeler okuyup değerlendirmek, hikayelerin ilerleyişi süresince de düzenli fikir beyan etmek başlı başına bir iş olurdu. Yeni yeni yazmaya başladığımda tek tük istekler alıyordum ve elimden geldiğince bir şeyler yapıyordum. Ama son birkaç yıldır başa çıkabileceğim seviyeyi çok aştığından bu istekleri geri çeviriyorum. Belki kızıyorsunuz, kırılıyorsunuz bana (fikri bile gerçekten çok üzüyor beni). Ama bu isteklerin üst üste biriktiğini düşünün bir de. Bir yandan kendi işlerim, bir yandan kitaplarımla cebelleşirken yetişemiyorum.

Sizlere verebileceğim tek tavsiye bol bol okumanız. Gerçekten yazmak hususunda ciddiyseniz, gelip geçici bir heves değilse, şehrinizdeki yazı atölyelerine katılabilirsiniz. Böylelikle (çok muhtemel benden çok daha) yetkin kişiler yazdıklarınız hakkında değerlendirmede bulunur. Wattpad'te yazmak da okurla etkileşim halinde olduğunuzdan faydalı olacaktır. Yazdıkça ve okudukça iyileşeceksiniz – başka yolu yok bunun.

Bir de haliyle okuyacak zaman bulamadığımdan hikâye tanıtımı yapmıyorum. Okumadığım bir hikâyeyi okurlarıma tavsiye edemem; etik açıdan doğru değil bu. Lütfen istemeyin bunu benden – hayır derken şekilden şekle giriyorum. Ama hikayelerimde ya da duvarımda sizin yaptığınız reklamlara karışmıyorum. Yine de bence en doğrusu gerçek okurun sizin hikayelerinizi bulmasıdır. Reklam için popüler hikâye kovalamak, takibe takip, karşılıklı oy vermek boşa zaman ve enerji kaybı bana kalırsa. Hikayelerinize odaklanın çünkü ihtiyacınız olan şey gerçek okur. Naçizane fikrim bu benim. Biraz sabretmek gerekiyor sadece.

Hepinize başarılar dilerim, inşallah hak eden hikayeler hak ettiği yeri bulur.

Bu da böyle bir notumdu.

Öpüldünüz canlarım!  😚😚

Gelen bölümlerden haberdar olmak, diğer hikâyelerim hakkında bilgi edinmek, arada da canlı yayınlarıma katılmak isterseniz şöyle buyrunuz:

Instagram: @sezen.aksin

Continue Reading

You'll Also Like

71K 5.1K 9
Yol Arkadaşım'dan tanıdığımız Dilek ve İlker'in kısa hikayesidir. Okumak için önce Yol Arkadaşım'ı okumanız gerekmez. Kapakta kullanılan çizim Pascal...
3.5K 265 5
Uzay boşluğunda, uçsuz bucaksız bir galakside evren enerjisinin dengesini sağlayan bir gezegen, Pearl... Gezegendeki canlılar dünya insanına benziyor...
14.9K 735 15
bebekler karışmış! hadi gelin ve mafya kızımız Alevin hikayesini okuyun!
10.4K 1.9K 41
WattpadRomanceTR Romantik Komedi Okuma Listesinde 07.08.21 Nouveau'nun en arkadaki cam kenarı kırmızı masanın düzenli müşterisi olan Pera, platonik a...