someone's someone | minsung

By chogiwataeil

410K 41.3K 123K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... More

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
144
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
ihtiyacım olan şey
"arkadaşlarım olmadan"
pankreaslardaki bir iki kara delik
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?
**a mingi study ve hayatın içinden

yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)

11.3K 1.2K 4K
By chogiwataeil

'her şey düzelecek' lafını çok duydum. küçükken büyükanneme kanser teşhisi konduğunda duydum, büyükannem beş ya da altı hafta sonra öldü. annem evi ilk terkettiğinde de duydum, annem dönmedi.  changbin'le oyun oynarken yere düştüğünde de duydum, bacağı kırıldığı için ameliyat olması gerekti.

hiçbir şey düzelmiyordu yani. hiçbir şey asla düzelmiyordu. sadece bitiyordu. acı bitiyordu, ya da depresyon bitiyordu. ama geri alınamıyordu.

starburns'ün aptal partisinden ters giydiğim tişörtümle çıkarken de hiçbir şeyin düzelmeyeceğini biliyordum. bugüne kadar batırdığımı düşündüğüm zamanların hiçbirinde aslında batırmadığım gerçeğini yüzüme çarpıp duruyordu beynim ve ben nereye gittiğimi bile bilmeden koşuyordum.

peşimden gelmediler demek istemiyorum çünkü peşimden geldiler mi bilmiyordum. aslında bakarsanız etrafımda olup biten hiçbir şeyi bilmiyordum.

şehir merkezine o allahın unuttuğu evden nasıl indiğimi bilmiyordum mesela.

kalabalıkları sevmezdim aslında. ve burası kalabalıktı, gerçekten çok kalabalıktı. gecenin bu saatinde ne amaçla dolandıklarını bilmediğim sayısız bedenin arasında nefes alamıyordum. herkes bana bakıyormuş gibiydi ve normal şartlar altında kendimi bu kadar önemli görmesem de kimi sarhoş kimi sadece keyifsiz olan bakışların hedefi benmişim gibiydi.

sanki tanımadığım onlarca insan karşıdan karşıya geçmeyi, kahvelerini içmeyi ya da arkadaşlarıyla konuşmayı bırakmış beni izliyordu. sanki hepsi yıllardır minho'ya aşık olduğumu biliyordu ve beni yargılıyorlardı.

her yöne bakarak yürümeye çalışıyordum, bana bakan insanların hepsine karşılık vermek istiyordum ama çok zordu. bir şeylere ya da birilerine çarpmadan yürümek çok zordu.

beynimin sağlam kalan bir kısmına sığınmış zavallı bir jisung 'sana bakmıyorlar gerizekalı, sakin ol' diye bağırıyordu ama paranoya yüzünden yere yatıp ağlamaya başlamamı söyleyen jisung'lar yüzünden duyamıyordum onu.

biri beni burdan alsın istedim o an. üzerinde rolling stones tişörtü olan bir kıza çarpıp güzel ve yaratıcı bir küfür hakettikten sonra burdan çıkmak istedim.

kimi arayacaktım da gelip beni kurtaracaktı bilmiyordum. günlerdir görmezden geldiğim hyunjin'i, beni eline geçirse dinlene dinlene dövecek olan changbin'i, az önce odada bırakıp gittiğim mingi'yi, ya da dünyanın en bencil insanı olduğumu düşünen ve sevgilisine aşık olduğumu öğrenmiş chan hyungu arayamazdım.

aslında kimseyi arayamayacağımı farkettim o an. çünkü hiçbir işe yaramayan telefonum hayatımı mahveden partide, ağlayarak terk ettiğim odanın hemen alt katındaki vestiyerde kalmıştı. gerizekalı telefonumu gerizekalı olduğum için ceketimin cebinde bırakmıştım.

paranoyam ya da belki de panik atağım da bu sıralar büyüdü ve benim ayaklarım onları çok zorladığımı bana hatırlatmak istercesine çalışmayı kestiler.

yere düşmediğim için şanslıydım. kendimi büyük bir zorlukla kaldırımdan çekip aptal binalardan birinin sağ tarafına atabildiğim için şanslıydım. yere düşsem binlerce acımasız ayak tarafından ezilirdim çünkü. keşke kalbim de bedenim kadar şanslı olsaydı.

bir kaç adamın sigara içtiği köşeye çöktüm. hayır gerçekten çöktüm. titreyen bacaklarım ben bir şey söylemeden kırıldılar ve aptal bedenim kendini yerde buldu. kendi kendimi mümkün olduğunca küçülttüm, bacaklarıma sarıldım, hıçkırıklarıma rağmen suratımı onların arasına gömdüm. dünyada kapladığım yüzey alanını azaltmak için her şeyi yaptım.

ama tamamen kaybolamadım. biliyordum bunu çünkü birincisi, ağlama sesim eminim halkalar halinde en az 600 metre öteme kadar gidiyordu ve ikincisi üşüyordum. çok ama çok üşüyordum.

havanın sıcak olması gerekiyordu, en azından ılık olması ama ben donuyordum. ağladığım için yüzüm sıcaktı ve biraz onu kapattığım ellerimi ısıtıyordu ama vücudumun kalanı sanki buzla kaplı gibiydi.

burda ağlarken soğuktan ölsem ne olacağını düşündüm. ilk önce bitecekti, her şey bitecekti ve benim kimseyle, chan hyungla ya da mingi'yle ama en çok da kendimle, yüzleşmeme gerek kalmayacaktı. küçük bir tören yaparlardı. gerçekten küçük çünkü kafadan en fazla on kişi sayabilmiştim cenazeme gelecek. gelirlerse o da tabi. sonra belki bir kaç gün üzülürlerdi. anneme haber giderdi eminim ama geleceğini sanmıyordum. hyunjin düzenlerdi töreni sanırım çünkü bir kaç sene önce ona cenazemde çalmasını istediğim şarkıların olduğu bir playlistim olduğunu söylemiştim. bununla ilgilenirdi hatırıma eminim.

changbin odamı temizlerdi. atmayı çok istediği otantik sigara paketlerimi atar, eski kaykayımı da hala istiyorsa alabilirdi.

chan hyungun fotoğraflarımızı alacağını düşünürdüm normalde ama sanırım şu an onları istemezdi, çöpe atılabilirdi sanırım.

belki de playstationımı felix'e verebilirlerdi. telafi olarak işe yaramasa da felix'in yeni bir konsol için para biriktiriyor olduğunu hatırlıyordum.

seungmin benim çöplerimi istemezdi ama ona da eminim coldplay albümlerimi bırakabilirdim. ya da geçen sene aldığım fotoğraf makinasını, ikisi de işine yarardı.

jeongin'e gelirsek beğendiği her şeyimi alabilirdi sanırım, filtre kahve makinası bozulmuştu en son konuştuğumuzda. benimkini alabilirdi.

hyunjin'in odamdan ne alacağını zaten biliyordum. büyük ihtimalle bütün dolabımın yanında laptopımı alacaktı. o laptopı hep sevmişti zaten.

mingi de haklı olarak eğer istiyorsa evimi direk alabilirdi sanırım. ona yaptıklarımı ödeyemezdim.

sadece minho'ya neyimi verebilirim bilemedim. zaten hayattayken de bunu çözemeyip kalbimi vermiştim ona. o idare ederdi sanırım. kalbimi geri alamıyordum zaten.

ama bu planlarımı uygulamam için bir süre daha kazandım. yani sanırım kazandım çünkü ilk önce tam karşımdan gelen kısık bir öksürük sesi duydum daha sonra da omzumda bir parmak hissettim.

"ne yapıyorsun burada?" kız sesiydi. daha önce duymadığım bir kız sesiydi. ve ben meraklı bir insandım, yani kaldırdım kafamı.

kesinlikle tanımadığım biriydi. sarı saçlı çok da uzun olmayan bir kız tek kaşı havada bana bakıyordu. ben de kaldırdım kaşlarımı. "ölmeye çalışıyorum. lütfen rahatsız etme beni."

"soğuktan ölmek saatler sürer, hava da yalnızca 4 derece falan. yani bir kaç gün sürebilir bu." dedi.

"sikeyim." ağzımdan kaçmıştı. yabancıların yanında küfür etmezdim aslında ama ölemeyeceğimi öğrenmek sinir bozucu bir şekilde rahatlatıcıydı. korkaktım işte. ölmek istemiyordum ki. kendimden nefret ediyordum.

kız bir şey demedi gerçi. yanımdaki duvara yaslanıp sigarasını çıkardı. bana da uzattı hatta. nikotine ihtiyacım olduğunu da paketin açık ağzını görünce fark ettim. yalnızca iki tane kalmıştı ama görgü kurallarını umursayamadan aldım bir tanesini.

sarı filtreliydi sigara. sarı filtre içmezdim. minho sarı filtre içerdi çünkü.

çakmağını isteyecektim ama o benim konuşmama gerek kalmadan uzattı. "tişörtünü ters giymişsin."

"evet." dedim. yeni moda bu olabilirdi sonuçta. kolsuz tişörtlerinizi soğuk havada ters giymek trend haline gelmiş olabilirdi.

soğuk havayı bir kaç saniyeliğine unutabildim çünkü sigaramı yaktım. ilk iki nefesi de ard arda aldım hatta. ama üçüncüden önce ellerim titremeye başladı. ben de elimdeki sigaranın yanan ucuyla onları ısıtmayı denemeyi düşündüm. etkili bir fikir değildi ama bir fikirdi ve zaten uzun süredir iyilerinden bir tanesi yoktu bende.

sonra kafama bir şey düştü. ağır olmayan ama görüş açımı kapatabilecek kadar büyük olan bir şey. belki biraz kendimde olsaydım kumaş olduğunu anlardım hatta. ve ben tam çekecektim ki o şeyi burnumun ucunun ısındığını hissettim, nefes almam zorlaşmıştı ama kesinlikle sıcaktı.

istemeyerek kaldırdım o şeyi kafamdan. sonra ne olduğuna baktım, siyah ve pofuduk olmasını beklememiştim. kafamı kaldırdığımdaysa sigarasını ikram eden kızın üstünde artık bir mont olmadığını gördüm. bana bomboş bakıyordu.

"ne bu?"

"montum. ölmene gerek kalmadı." dedi. devam etmeden önce de derin bir nefes alıp yanıma çöktü. "ölmek için daha etkileyici yollar var. soğuktan ölmek hem bu şartlarda imkansız hem de biraz zavallı."

ne gördüm bilmiyorum. ama gözlerindeki renkli lensin arkasında bir şey gördüm. çok tanıdık bir şey gördüm hem de. bu yüzden cevap vermek ya da reddetmek yerine üzerime nasıl tam oturduğunu anlamadığım montu giydim.

ben montu giydiğimde gülümsedi. yine çok tanıdık gülümsedi ve ben o zaman neden bakışlarının da tanıdık olduğunu anladım. bana benziyordu, gözündeki tükenmişlik ve gülümsemesindeki yapaylık benimkine benziyordu.

"kim yerim."

"han jisung."

~

yerim komik bir kızdı. yani baya eforsuz komikti. her konuyla ilgili şaka yapıyordu ve hassasiyet ya da mahremiyet umrunda değildi.

gerçi hep böyle miydi bilmiyordum çünkü yarım saattir falan oturuyorduk ama yine de şimdiden bir kaç toplumsal tabuyla ilgili şaka yapmıştı.

bana kendinden de bahsetmişti, sormamıştım üstelik. üvey ablasından ne kadar nefret ettiğini anlatmıştı. ama nefret ettiğini sanmıyordum. sorunları yokmuş, hatta çok iyi geçiniyorlarmış ve onu öz annesinden daha çok seviyormuş. ama sevgilisiyle yatmış. uzun zaman önce de değil, geçtiğimiz gece -ben hyunjae'yle dayak yerken- ablasının sevgilisiyle yatmış ve şu an kendinden nefret ediyormuş. ve bahsi geçen sevgiliye bir şeyler de hissetmeye başlamış. "sıçtım yani." dedi hatta bu konuyla ilgili. sıçıp batırmış.

benim gibi sıçıp batırmış.

ben de ona anlattım. güldü, hatta benimkinin düpedüz orospuluk olduğunu idda etti. dediğim gibi ağzını pek tutmuyordu sanırım.

hangimiz daha kötü durumdayız bir kaç saniye karar veremedik sonrasında. ben en yakınımın sevgilisine yıllardır aşıktım ama bırakın minho'yla yatmayı, öpmemiştim bile onu. ama onun da ablasıydı söz konusu olan.

"bence ikimiz de eşitiz. suçlu bulamadım." dedi. sonra pakette kalan son sigarayı çıkardı.

"suçlu hala ablana yattığınızı söylememiş sevgilisi olabilir bence." dedim. yerim sigarayı yakıp bir nefes çekti. sonra güldü.

"suçlu minho'ya aşık olmana rağmen ismini unuttuğum çocuğa umut veren sen de olabilirsin." dedi. sigarayı da dudaklarımın arasına bırakıp yanağımı tokatlamıştı.

aslında gülmek istememiştim dediğine. çünkü birincisi haklıydı. kesinlikle haklıydı ve ben korkunç biriydim. gülmek istemememin ikinci sebepiyse mingi'nin aklıma gelişiydi. onu bırakıp gitmiştim ve biraz tanıdıysam beni arıyordu şu an. yine suçsuz birini boş yere yoruyordum ve burda tanımadığım biriyle sokağın ortasında sigara içiyordum.

yerim'e sigarayı geri verdim ve ayağa kalktım. mingi'yi bulmayı düşünüyordum ama nasıl yapacaktım ki? partiye dönemezdim, hayır dönmezdim. arabam yoktu, telefonum yoktu, cüzdanım yoktu hatta yerim'inkini saymazsan bir montum bile yoktu. bu yüzden geri oturdum. yerim de omzumu patpatladı.

"sen de ablanın sevgilisiyle yattın. azize sayılmazsın." dedim ama elini ittirmedim. o çekti gerçi. ve bir an haddimi aştığımı düşündüm. ama güldü. "değilim zaten. ama en azından onunla yattım."

"tebrik etmem mi gerekiyor?"

"bence han jisung, senin de biraz cesur olman gerekiyor."

~

mingi'yi bulmak istiyordum. çünkü yerim cesur olmam gerektiğini söyledikten sonra bana korkaklığın doğuştan olmadığını, kişinin rızası olduğunu söylemişti.

ne demek anlamamıştım. hayır gerçekten anlamamıştım ve bir kaç saniye suratına bakmıştım. o da tekrar gülmüştü.

"korkmak normaldir. ama korkuna sığınıp başına gelen her kötü şeyi 'korkak' olduğun için görmezden gelemezsin, bir bok yediysen gidip sorumluluğunu alman gerekiyor."

mingi'nin sorumluluğunu almam gerekiyordu. hatta chan hyung ve minho'nun, hyunjin'in, changbin'in, felix'in ve öldürdüğüm kertenkelesinin sorumluluğunu almam gerekiyordu.

ama şimdilik sadece mingi'ninkini alacaktım çünkü bir şekilde yıllardır yanımda olan insanlar daha korkutucu gözüküyordu.

yerim'e montunu vermeye çalıştım ama ablasını aradığını ve arabasıyla geleceğini söyledi. bende kalmasının sorun olmayacağını ve üzerime yakıştığını da ekledi. itiraz edecek halim yoktu zaten. bu yüzden teşekkür ettim.

"bazı şeyler düzelmiyorlar han jisung. bunu biliyorsun değil mi?" dedi bana sarıldıktan sonra.

"hiçbir şey düzelmiyor kim yerim."

~

bir şehir büyüktür. özellikle başkentse, ya da metropolse en azından. büyüktür.

seul büyüktür mesela. nerdeyse 10 milyon gereksiz insan yaşıyor burda. 10 milyon insan içinden birini bulmam gerekiyordu benim. büyük ihtimalle beni arayan birini.

yani ben ne kadar sürmeli emin değildim ama bir kaç saatimi almalıydı en azından mingi'yi bulmak. bir süre aramam gerekmeliydi.

bulunca ne yapacağımı biliyordum. yerim'in yanından ayrılırken özür dilemek vardı aklımda. tam on bir dakika sonra fikrimi değiştirdim. özür dilemek istemiyordum. ben mingi'nin verdiğini güveni seviyordum. bana dokunmasını, beni kollamasını, benim için minho'yu bile karşısına almasını seviyordum. mingi'yi değil ama bana hissettirdiklerini seviyordum. bu yüzden on altıncı dakikada ne yapacağıma emin oldum. mingi'yi bulup sarılacaktım ona.

adil değildi. alçakçaydı. biraz bencillik biraz çocukluktu. ama yapacaktım. birini kırıyordum ama ben de kırıktım zaten. bana nasıl kızabilirlerdi ki? hiç sevilmemiş birine bakıp kim senin sevilmeye hakkın yok diyebilirdi? kim bana bakıp buna hakkım olmadığını söyleyebilirdi?

kendim. kendim söyleyebilirdim. söyledim de. bencil olduğumu söyledim.

içimdeki çok sinirli bir jisung ne zaman bu kadar taş kalpli olduğumu sordu. başka bir tanesi de 'minho, chan hyung'a sarıldığında' diye cevap verdi. beynimdeki bu kavgaya girmeden yürümeye devam etmek daha güvenli geldi bana da. zira ağlayan jisung'lardan birini chan ve minho'nun anılarından şahitlik ettiklerimi delil olarak sunuyordu. beynimin içindeki kocaman bir projektörden hem de. her hücremin gördüğüne emin olmak istiyordu sanırım.

görmezden de gelemedim. zihnimde olan bir şeyi görmezden gelmeyi bilmiyordum. meşgul tutabilirdim kendimi sadece. bu yüzden biraz daha tenhalaşmış sokakta çizgilere basmadan yürümeye başladım. sekmeye falan hatta. çizgilerden kaçmak kendimden kaçmaktan daha kolaydı.

ve bir şey oldu. bilmiyorum ne ama bir şey oldu. çünkü henüz yirmi yedi dakika yeni olmuşken döndüğüm köşenin başında mingi'yi gördüm.

kader olabilirdi, tanrının bir oyunu olabilirdi ya da belki sadece denk gelmişti ama bir kaç metre ilerimde mingi elinde montumu tutarak dikiliyordu.

"mingi."

beni duyabileceğinden bile emin olmamama rağmen saniyeler sonra mingi beni kucakladı. bir elini saçlarıma atmıştı ve anlamsız bir şeyler söyleyerek sarılıyordu bana. ben de ellerimi onun beline doladım.

"özür dilerim." dedim. ve ben der demez mingi beni bıraktı. kaybettiğim temasımız biraz sarstı beni o sırada ama bir şey diyemedim çünkü gözlerimiz kitlenmişti. mingi bana bakıyordu.

"özür dileme."

kafamı salladım. onu endişelendirdiğim için özür dilemiştim aslında. neden dilememem gerektiğini bilmiyordum.

"benden özür dileme."

tam olarak kalbime değil ama kesinlikle vicdanıma bir kaç el ateş ettiler. sesi ilk önce, mingi'nin sesi biri ses tellerine balyozla vurmuş gibi çıkıyordu. gözleri de kırmızıydı. kafası iyi olduğu için olmadığını belli eden bir kırmızıydı.

"mingi, ben..."

özür dileyeceğimi fark ettiğimde durdum. dinlemeyi bile becerememeye başlamıştım sanırım. "çok fazla özür diliyorsun jisung. sanki hep senin suçunmuş gibi özür diliyorsun."

aramızda açtığı bir kaç adımı kapattı. neden ondan değil de arkadaşlarımdan korktuğumu anladım bu sayede. o elini yanağıma yerleştirdiğinde neden mingi'den korkmadığımı buldum.

"hiçbir şey yapmadın. özür dilenecek bir şey yapmadın..." yüzlerimizin yakınlığı arttığı için mi bilmiyorum ama gözlerinin sadece kızarmadığını o zaman farkettim. dolmuşlardı. song mingi ağlıyordu, benim yüzümden ağlıyordu.

"...kendine haksızlık ediyorsun."

"ama yaptım. bir dünya şey yaptım ben." dedim. ben de ağlamaya başladığım için mingi'nin yaşlarını artık göremiyordum. bu iyiydi. ben ağlamalıydım zaten o değil.

"jisung. keşke benim sende gördüğümün yarısını görebilsen kendinde. yarısına bile gerek yok, çeyreğini bile görsen yeter. nasıl biri olduğunu görebilsen keşke." dedi. nasıl biriydim ki ben? yalancıydım, bencildim ve bugüne kadar tek bir iyi şey bile yapmamıştım.

"ama göremeyeceksin. en azından şimdi." sonra yine bıraktı beni. geri çekilmedi ama sarılmıyordu artık, yanağımı okşamıyordu.

"mingi." aslında kendimi hiç böyle bir konumda düşünmemiştim. yalnız kalmaktan korktuğum için bir çok şeyi yapacağımı düşünmüştüm ama hiç bu kadar çaresizce birine sesleneceğimi düşünmemiştim. ve eğer doğru okuyorsam olanları hiç birine, minho olmayan birine, kalması için yalvaracağımı düşünmemiştim.

"mingi, yemin ederim minho'yu unutmaya çalışıyorum. yemin ederim deniyorum. lütfen, lütfen. gitme."

sanırım hıçkırıklarım onu yumuşattı. çünkü yeniden ellerini hissettim. kalması için ne kadar ağlamalıydım kestirmeye çalışıyordum sadece.

"onu sevmen değil ki sorun. beni sevmemen de değil, senden beni sevmeni beklemiyorum. sen kendini bile sevemiyorsun, kendini bile affedemiyorsun jisung."

göz yaşlarımı silerken beni daha çok ağlatacak şeyler söylemesi ironikti. ya da belki de yapması gereken şeydi emin değildim.

"yanlış yaptığına o kadar eminsin ki sadece pişman olmayı biliyorsun." dedi. ben hayatımda hiç bu kadar sert sözleri bu kadar yumuşak bir sesten duymamıştım. öyle ki neredeyse anlamlandıramıyordu bile beynim. mingi'nin ben kırılmak üzereymişim gibi nazikçe kalbime iğneler batırışına tepki veremiyordum.

yani şey, ağlamak dışında. bilirsiniz zaman mekan tanımadan ağlayabiliyordum ben.

"seni çok seviyorum, jisung. seni çok sevdiğim için seni bırakmam gerekiyor. beni anlıyorsun değil mi?" anlamıyordum. kesinlikle anlamıyordum. beni bırakmaktan söz ediyordu ama aptal beynim iki tane sesi bir araya getirip bir cümle çıkaramıyordu. kulaklarım uğulduyordu, kalbim bir kaç uzun tırnak tarafından tırmalanıyordu ama ben mingi karşımda bana ne diyor anlayamıyordum.

"jisung, yüzüme bak." dedi. yüzümü ellerinin arasına aldı hatta tekrar. ama gözlerim onunkilere odaklandı mı emin değildim. beynim dışında her organım olan bitenin farkındaydı aslında. kimi parçalarım anlamaya bile çalışıyordu ama benim bir sike yaramayan beynim sanki aptal bir lazer gösterisi izliyormuşumcasına gözlerimi bile bir yere odaklayamıyordu. "seni senin için bırakıyorum anladın mı? minho'yu sevmeyi bırakabilmen için değil, beni sevmeye başlaman için de değil. kendini affet diye bırakıyorum seni."

"bırakma." diyebildim. üstelik kusursuz bir telaffuzla söyledim bunu. sanırım o kadar istiyordum ki mingi'nin gitmemesini içgüdülerim devralmıştı vücudumu. "mingi, lütfen."

"böyle söylersen yapamam zaten ve ikinci erkek başrol oluşumun hakkını veremem. değil mi?" dedi. kıkırdadı. çok güzel güldüğünü hep söylemiştim size değil mi? ağlarken de güzel gülüyordu, tamamen bitmiş hayat sevinci içinden bir enjektörle çekilmiş gibi bakarken de çok güzel gülüyordu.

zaten o zaman ne yapmaya çalıştığını anladım. anladım ve yeniden özür dilememek için dilimi ısırdım. karşımdaki adma benden hiçbir şey beklemeden bana her şeyini vermişti ve şimdi ilk kez benden bir şey istiyordu. onu da kendimle beraber, yine bunu tek başına yapamayacak bir korkak olduğum için,  paraşütsüz sky diving'e çağırmıştım ve mingi şimdi çakılıyordu. benim daha çok yolum olduğunu bilerek üstelik. kalkabilmem için yalnız düşmem gerektiğini biliyordu.

ve bugüne kadar yirmi kez minnettar olduğumu söylediğim adama gerçekten minnet duymam gerekiyordu şimdi. bu yüzden ellerimin kontrolünü tüm konsolları yakmış beynimdeki jisung'lardan geri aldım. minnet güçlü bir duygu olmalı ya da en azından korkudan güçlü olmalı ki düşündüğümden kısa sürdü. ben de onun yaşlarını silmek istedim.

"mingi." dedim. "son kez dileyeceğim, tamam mı? son kez senden özür dileyeceğim. ve kabul etmen gerekiyor."

gülümsedi. başka aptal bir yaş sol gözünden kaçtı o sırada. daha yanaklarındayken onu da sildim.

"özür dilerim mingi. ve teşekkür ederim."

sonra mingi gözlerini kapattı ve beni öptü. başka bir ilk öpüşmemdi bu. daha önce hiç ağlarken öpüşmemiştim.

ve sadece bir kaç saniye sonra bıraktı beni. vücudumdaki ellerinin verdiği güveni kaybettim. ama sendelemedim. cesaret edemedim aslında sendelemeye çünkü mingi hala yaşlar içinde gülümsüyordu.

sonra montumu uzattı bana. ama gözleri bir kaç saniye üstümdekinde oyalanmıştı. "sevimli olmuş." dedi. göz kırptı ve gördüğüm en güzel gülümsemesi geri döndü. yarım ağız, 'ben kötü biriyim' gülümsemesi. en güzelinin bu olduğunu düşünüyordum çünkü bunu çalabilmemin imkanı yoktu ondan. zaten sağlam bir ruh gerektirmiyordu bu gülüşü ve ben büyük ihtimalle mingi'de kalan her ruh parçasını ezip çiğnemiştim.

bu yüzden ben de gülümsedim. onun ki gibi gevşekçe hem de. elinden de montumu aldım. az önce bir tarafın aşkını ilan edişine ve ağlamalara rağmen göz kırptı mingi'de bana. sonra arkasını dönmeden ilerlemeye devam etti.

"neden kendine ikinci erkek başrol dedin?" diye bağırdım. mingi'nin yarım ağız gülüşü de büyüdü. hala yeterince yakındı bana, büyük ihtimalle bağırmama gerek yoktu. yavaşça bırakıyordu mingi beni, daha fazla kırılmamam için özenle bırakıyordu. "minho birinci erkek başrol olduğu için mi?"

bu sefer kıkırdamadı, güldü. kafasını aşağı eğdi ve montunun ceplerine soktuğu ellerini iki yana açtı. "birinci erkek başrol sensin."

daha önce çok iltifat almadığımı biliyorsunuz, aslında beş tane falan almışımdır ve dördü gene mingi'dendir. ama bu açık farkla birinciydi. kendimi özel hissettirmede iyiydi mingi, ve beni bırakırken bile yapıyordu bunu. 

"bir şişe roma ihtiyacın olursa han jisung, ya da sadece sevebilecek birine, numaramı biliyorsun."

ben kafamı salladım. ellerim iki yanımdan sallanmasına rağmen onları tekrar kaldırıp yaşlarımı silecek güç bulamadım. ve mingi de bana öpücük attıktan sonra önüne döndü. beni boş sokakta yapayalnız bırakırken bir aptal gibi gülümsetti ve ben bir daha song mingi'yi görmeyeceğimi bilmeme rağmen peşinden gitmedim. şimdi tamamen yalnız kaldığımı biliyor olmama rağmen koşup onu durdurmadım. çünkü o bana bu kadar şefkatliyken ben onu bir daha kırmak istemedim.

bencilliğimden birini kurtarabilme seçeneğim vardı, ve mingi için kullanmış olmama çok sevindim.

~

eve dönüşüm zorluydu. en azından telefonum olduğu için taksi çağırabileceğimi düşünmüştüm ama telefonumu, rehberini bırakın kilitli ekranını bile açamadan kapattım. göreceğim, ya da belki göremeyeceğim bildirimlerden çok korktum. bir kaç data yüzünden dehşete düştüm ve evime yürümeye karar verdim.

iyi tarafından bakacak olursak iki montum vardı artık. kendiminkini içime giydikten sonra yerim'inkini üstüme geçirmiştim. daha az üşüyordum.

ama vücudumun aniden erdiği bu konfor beynime ve kalbime acı çekebilmeleri için daha geniş bir alan bırakmıştı.

ne yaptığımı biliyordum. ne olduğunu da biliyordum. belki anın şokuyla belki de sadece kendimi koruma iç güdüsüyle dinlememiştim chanhbin'in dediklerini başka bir hayattaymışım gibi gelen partiden çıkarken. ama changbin ne yapmıştı biliyordum.

ve onu suçlayamıyordum.

öğreneceklerdi. illa ki bir gün öğreneceklerdi ben bunun farkındaydım. zaten hiçbir zaman benim söyleyeceğimi düşünmemiştim. hadi ama ben daha kendime bile ne düşündüğümü söylemekten korkuyordum. chan ve minho'yu karşıma alıp nasıl yıllardır onlara yalan söylediğimi itiraf edebilirdim ki?

bu kadar erken olmasını beklememiştim. bu kadar korkmuşken olmasını beklememiştim. chan hyung'un daha olayı duymadan bana bağırmasını da beklememiştim.

ama olmuştu artık. bir kaç günlük görmezden gelme ve biraz mutlu olma vaktim dolmuştu ve şimdi her şey birbiri ardına yıkılıyordu. tam üstüme yıkılıyorlardı ve ben kümülatif dertlerimin altında eziliyordum.

eziliyor muydum yoksa çoktan ezilmiş miydim daha doğrusu? çünkü ben uzun yolu zamanı büktüğümü düşündürecek kadar hızlı tamamlamıştım. apartmanımın önündeydim. ve girişteki basamakların üstünde kafasını dizlerine dayadığı elleriyle destekleyen chan hyunga bakıyordum.

bir kaç saniyeliğine zamanı bu sefer dondurdum sanırım. bilim kurgu sevdiğim orta okul yıllarım bunu havalı bulmuştu ama yirmi yaşlarındaki emo jisung için aynı şeyleri söyleyemezdim. benim o bir kaç saniyede ne yapacağıma karar vermem gerekiyordu.

kaçabilirdim. zaten chan hyung beni farketmemişti şimdi arkamı dönüp aptal topuklarım aptal popoma vururken kaçsam bunu farketmezdi.

kalabilirdim de. o beni farkedene kadar sesimi çıkarmaz sonra da küçük bir çocuk gibi o ağzıma sıçarken sessizce bekleyebilirdim. hakkı vardı sonuçta, beni kendi kardeşinden ayırmamıştı, aslında öz kardeşi yoktu ama changbin ve benim özellikle hep kardeşleri olduğumuzu söylerdi, ve ben sevgilisine aşık olmuştum. aslına bakarsanız bana vursa bile haklıydı.

ama ben artık kendimi şaşırtmayacak şekilde düşündüğüm şeylerin hiçbirini yapmadım. biraz önce aldığım nefesi bile geri veremeden ağzımı açtım ve ağlamaktan mahvolmuş sesimi kullanmaya karar verdim. "hyung?"

chan'in kafası o kadar hızlı kalktı ki geriledim. kıpkırmızı gözleri sanki önceden programlanmış gibi benimkileri buldu ve okuyamadığım bir ifadeyle tuttu.

kollarımı bedenime sardığımda da şaşırmadım. üşüdüğümden yapmamıştım bunu, üşümüyordum dediğim gibi iki mont vardı üstümde. korktuğumdandı. biraz da ellerimle ne yapacağımı bilmememdendi. titremek istemediğim için kendimi tutuyor da olabilirdim.

"jisung." ayağa kalktı. kafasını iki yana sallayarak ayağa kalktı ve zaten üç dört adımlık mesafemizi kapattı. elleri saçlarındaydı başta ama sonra ağzını kapatmak için kullandı bir tanesini.

hiçbir şey söyleyemedim. daha yakınımda olduğu için hayrete düşmüş olduğunu görebiliyordum. gözleri kızarmışlardı evet ama kocamanlardı. nasıl şaşırmayacaktı ki? böyle bir ihaneti en son beklediği kişi bendim büyük ihtimalle.

bu yüzden yeniden ağlamaya başladım. bu gece kaçıncıydı emin değildim ama bir kere daha gözyaşlarım yüzünden nefessiz kaldım. başka bir şey yapmayı bilmiyordum sanırım.

"jisung. ben..." dedi. senden nefret ediyorum gelebilirdi peşinden. hayal kırıklığına uğradım da bir seçenekti. anama bile küfredebilirdi. ama yapmadı.

"...özür dilerim." dedi. diyemedi daha doğrusu çünkü ortasında o da yaşlara boğulmuştu. karşımda ikinci kez ağlıyordu ve bu sefer çocuk da değildik.

hıçkırıyordu. neden hıçkırıyordu chan hyung? "hyung ben özür dilerim." dedim. ve bildiğim bir sonraki şey chan hyungun omzumu yakalayıp kafamı göğsüne yaslamasıydı. kolları aptal bedenimi sardı ve ben uzun süredir hissetmediğim bir şey hissettim. chan hyungu hissettim. bu kadar alışık olduğum bir histen ne kadar uzak kalmıştım sayamayacaktım bile. hala özür diliyordu üstelik.

hıçkırıklarıma hem chan'inkiler ekleniyordu hem de yüzümün göğsüne gömülü oluşu. bu yüzden ne kadar doğru söyledim bilmiyorum ama konuşmaya çalıştım. "niye özür diliyorsun hyung?"

kafamı kaldırdı. iki elini yüzüme koyup ona bakmamı sağladı ama ben zorluk çıkarmamama rağmen bırakmadı suratımı. "minho'ya mı aşıksın jisung?"

cevap veremedim çünkü yine, yine unuttum sanırım ana dilimde konuşmayı. ama yerim haklıydı, sorumluluk almalıydım. bu yüzden kafamı salladım.

"jisung, minho'ya mı aşıksın?" dedi tekrar. o kadar yüksek sesle konuşmuyordu ama öyle bir ton vardı ki sesinde elim ayağım birbirine girmişti. ses çıkartmamı istiyordu ve karşımda her an patlayabilecek bir bomba gibi gözüküyordu. bacaklarım titriyordu ama chan hyung'unkilerin yanında sabitlermiş gibi gözüktüklerine emindim.

"evet." çıktı ağzımdan. üstelik net bir evetti. "minho'ya aşığım hyung."

chan hyung suratımı bırakmadı ama kendi gözlerini kapattı. bir kaç damla yaş da yanaklarından süzülmüştü ve ben nefesimi tutmak zorunda kaldım.

sonra gözlerini açtı. göz bebekleri hala kocamandı ve sanki biri derisini yüzüyormuş gibi gözüküyordu. acı çektiğini yüzünden görebiliyordum ve nefret ettim bu görüntüden. senelerdir arada sırada aklıma gelen chan hyungu yumruklama fikrine küfrettim. acı çekmesi güzel bir görüntü değildi ki.

"özür dilerim." dedi tekrar. ve ben az kalsın bağırıyordum. 'sen neden özür diliyorsun gerizekalı' dememek için kendimi çok zor tuttum. ben onun güvenine ihanet etmiştim, ben senelerce ona yalan söylemiştim, ben onun sevgilisine aşıktım. onun özür dileyecek bir şeyi yoktu.

ama sadece "neden?" diyebildim. diğer her şeyi yuttum ve odaklayabildiğim her organımı chan hyunga odakladım. hala kafam ellerinin arasındayken zor değildi zaten.

"fark edemediğim için." dedi. "yıllarca canını yaktığım için özür dilerim."

bu son damlaydı sanırım. en azından akıl sağlığımın tüm kırıntılarını da burda kaybetmiştim. bu yüzden ağlamamı kesemedim ama gülmeye başladım. be kadar manyak gözüktüğümü bile düşünemeden ardı arkası kesilmeyen yaşlarımın arasından kahkaha attım. hıçkırıklarımın izin verdiği kadar.

"bilsen ne yapacaktın hyung? ayrılacak mıydın minho'dan? sen onsuz ölürsün. kendini mi öldürecektin?" dedim.

"seni öldürdüm." bağırdı bu sefer. yüzümdeki elleri sıkılaştı ama canım yandıysa da farkedemedim. daha çok acıyan yerlerim vardı. "seni öldürdüm jisung."

"ben senden daha çok hak ediyorum ölmeyi zaten! ben canımın acımasını hak ediyorum hyung!"

"benim canım acımıyor mu sanıyorsun? nefes alamadım ben buraya gelirken jisung. ben iki saattir nefes bile alamıyorum acıdan. sen yıllardır alamıyormuşsun, sen yıllarca tek başına acı çekiyormuşsun. bunun benim canımı yakmadığını mı sanıyorsun sen? ben neler söyledim sana. sen benim için kendini hiçe sayarken ben neler dedim sana." gözlerinin odağı kaymıştı sanırım ama inatla benimkilere bakıyordu. ve hala bağırıyordu. sokağın ortasında bana bağırıyordu ve ben hayretle ona bakıyordum.

"ödeştik işte." dedim. çok daha kısık bir sesle. ama o beni biraz sarstı. baya sarstı aslında. o kadar sinirliydi ki ne kadar güçlü hareket ettiğini anlamıyordu sanırım. "ödeşemeyiz jisung. ben seni öldürmüşüm, ettiğim iki hakaretle ödeşemeyiz."

chan hyungun nasıl bir insan olduğunu anlayamıyordum. özellikle şu an karşımda geçirdiği sinir krizinden sonra da anlayamayacaktım. ben adamın bana yumruk atmasını beklerken vicdan azabı çekiyordu. benim kendi kendime minho'ya aşık oluşum yüzünden o vicdan azabı çekiyordu.

ve ağlıyordu. karşılıklı ağlıyorduk. iğrenç bir görüntüydü çünkü chan hyung her ne kadar yakışıklı sayılsa da ikimizde çirkin ağlardık. ağlıyormuşuz daha doğrusu çünkü dediğim gibi chan hyungun ağlamasını daha önce bir kere görmüştüm.

"nasıl ödeşeceğiz hyung o zaman? ben sana nasıl bir daha bakabileceğim? sen benim ne yaptığımın farkında mısın? sevgiline aşığım hyung ben. minho'ya aşığım. ve sessiz de kalmadım bununla ilgili! kalmadım. mesajları atanı kim sanıyorsun? hyunjin'in şaka yaptığına mı inanıyorsun gerçekten? kim, niye böyle bir şaka yapsın siz komple kafayı mı sıyırdınız? ben yazdım minho'ya, aşığım sana dedim. chan yanlış dedim! benim yüzümden kavga ettiniz hyung! benim yüzümden az kalsın ayrılıyordunuz ve ben ne yaptım biliyor musun? hyunjin'in suçu üstüne almasına izin verip yüzsüz gibi seni avuttum. ben kaç kere senin kollarında minho için ağladım biliyor musun hyung? ben kendimi öldürdüm, sen değil. ben öldürdüm ve az kalsın sizi de mahvediyordum." ben birbiri ardına nerden aldığımı anlamadığım bir gazla konuşurken chan hyungun yüz ifadesi yumuşamıştı, suratımdaki elleri de artık sıkmıyordu. yanaklarıma inmişlerdi hatta. ben üç kelimemde bir hıçkırıyordum ve chan hyung sabırla beni dinlerken yaşlarımı siliyordu.

"ben her şeyi mahvettim." dedim. sonra yine chan hyungun göğsünde buldum kendimi. saçlarımı okşuyordu ama hiçbir şey söylemiyordu. ve bu sefer o kadar kötü hissediyordum ki karşılık verdim. chan hyunga sarılıp hiçbir sonucu düşünmeden kendimi bıraktım.

ne kadar orda ağladım bilmiyordum ama bir süre sonra yeniden basamaklara oturmuştuk. ben hala chan hyungum göğsündeydim ve o da şimdi saçlarımı değil sırtımı sıvazlıyordu.

tek kelime daha konuşmamıştım. o da konuşmamıştı. sadece ağlamama izin veriyordu ve onu tanıdığım için biliyordum ki o da ağlıyordu. sadece o daha topluydu, benim gibi yırtınmıyordu.

"ne yapacağız hyung? geri alamayız bunu." dedim. saatlerdir bağırarak tüm mahalleyi rahatsız eden ben değilmişim gibi sessizce. biraz daha sokuldum sonra chan hyunga vücudumun güvende hissetmesi zavallı aptal kalbimi biraz da olsa rahat ettiriyordu.

"alamayız." dedi o da. korkunç bir şekilde o da sakindi. hatta hemen sonunda burnunu çekmeseydi ağladığı anlaşılmazdı bile. "bazı şeyler düzelmez."

tam hiçbir şey düzelmez diyecektim, çünkü biliyorsunuz bu gecenin ana düşüncesi buydu benim için ama chan sözüne devam etti.

"her şey düzelecek diye kendimizi avutamayız. düzelmez çünkü. ama belki biz düzeliriz." dedi.

kafamı kaldırdım. o da aynı anda benimkine yasladığı kafasını kaldırdı. "biz düzelebiliriz." dedi tekrar. ve o kadar inanmak istedim ki ona tekrarladım ben de. abisini taklit eden küçük bir çocuk gibi aynı şeyi söyledim. chan hyung da gülümsedi. o kadar kırık gülümsedi ki aynısını benim de yaptığımı bilmesem gözlerimi oyardım sanırım.

"minho'ya söyleyecek misin?" dedim bu sefer. hakkım yoktu tabi ki istiyorsa engellemeye ama sormadan edemedim. bu kadar hassas bir sahneden sonra bunu sormamam gerekiyordu bile hatta ama minho'nun öğrenirse chan hyungla aynı tepkileri vermeyeceğine emindim sonuçta.

"söylemek bana düşmez ki." daha geniş gülümsedi. hala kırıktı, hala canının acıdığını en az bir kilometre öteden belli ediyordu ama daha genişti işte. ve ben chan hyung için ölsem yine ödeşemeyeceğimize emin oldum.

sonra beni eve taşıdı. gerçekten taşıdı çünkü kafamı göğsünden kaldıramamıştım. hep diyorum ya chan hyung güveni ilk öğrendiğim kişiydi, ne yaparsam yapayım yine ona sığınıyordum. ve en önemlisi ben ilk öğrendiğim kişinin güvenini fırlatıp üstünden buldozerle geçmiş olmama rağmen beni reddetmiyordu.

gerçi chan hyung her ne kadar ailem olsa da beni sıkıca tutup odama götürürken öyle hissetmedim. o kapımı açtı ve beni yatağıma yatırdı ama benim tek hissedebildiğim nasıl artık kardeşim olmadığıydı karşımdaki insanın. artık chan hyung çıkartıp ön cephede savaşmaya bile cesaret edemediğim bir savaşta kaybettiğim bir şeydi.

ve haklıydım, geri alamayacaktık. bir daha asla benim chan hyungum olmayacaktı. ben de onun küçük kardeşi olmayacaktım. öncesi yok olmuştu. ben yok etmiştim.

ve çıkıp gideceğini sandım. çünkü onun da böyle düşündüğünü biliyordum. ne düşündüğümü bildiğini de biliyordum. üstümdeki iki montu ayrı ayrı kapımın arkasına asarken o ben yorganımın altından onu izliyordum. bitirip kapıyı açması, sonra da gitmesi gerekiyordu. ama yapmadı.

geri geldi, yatağa oturdu, kafamı yastıktan kaldırıp kendi dizlerine yerleştirdi. kalkıp ona bakmak istiyordum ama buna izin vermedi.

"eskisi gibi olamayız belki de..."

yatak başlığıma yaslandı devam etmeden önce. ve saçlarımda parmaklarını hissettim. haketmediğim şefkatini ve nezaketini hissettim. "...ama her zaman daha iyisi olabiliriz."

gözlerimi kapattım. onun da kapattığını biliyordum.

ve o da minho'ya aşık olduğumu biliyordu.

haklı olmasını çok istedim. eskisinden iyi olabilmemizi çok istedim. ama minho'yu sevmemek istemedim. ve belki de bu yüzden yine kendimi kandırıyorum sandım. küçükken changbin'in ayağı kırıldığında 'her şey düzelecek' diyen doktor gidince chan hyungtan teselli bulduğum zaman hissettiklerimi hissettim.

•••
of sayın seyirciler çok gerginim
neyse mingi'ye elveda ediyoruz hep birlikte ama merak etmeyin biraz toparlamaya başlıyo jisung
siz napıyosunuz nasılsınız hayat falan nasıl

Continue Reading

You'll Also Like

132K 13.6K 28
taehyung kırmızı defterini kaybeder 290423, tk ☁️
408K 49.1K 33
alfa jungkook, en yakın arkadaşının kardeşi olan omega taehyung'a deliler gibi aşıktı.
31.7K 1.7K 11
"kurtarıcısına aşık kız... klişe hikaye." "komşu kızına platonik aşık çocuk mu söylüyor bunu?" ya da asi'nin şebnem'in kızı olarak doğup büyüdüğü ve...
102K 8.7K 29
Üniversitesinin serseri çocuğu jungkook, kız arkadaşını rahatlatmak için kayda aldığı inlemelerini yanlışlıkla yeni atanan rektörü Kim Taehyung'a ata...