someone's someone | minsung

By chogiwataeil

410K 41.3K 123K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... More

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
144
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
"arkadaşlarım olmadan"
yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)
pankreaslardaki bir iki kara delik
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?
**a mingi study ve hayatın içinden

ihtiyacım olan şey

9.8K 1.2K 5.7K
By chogiwataeil

parmenides kötülüğün olmadığını söyler. yani kötülüğün olmadığını temellendirir. ona göre yokluk var değildir ve varlıkta çokluk yoktur. bundan da kötülüklerin varlık olmadığını çıkarır.

eminim benim yıllardır en yakınımın sevgilisine aşık olduğum yetmiyormuş gibi bir de felix'in kertenkelesini kaybettiğimi duysa varlık felsefesiyle ilgili söylediği her şeyi geri alır ve antik yunanın yazlık bir ilçesine taşınırdı.

bir sürüngenin gidebileceği her yeri aramıştım. saatlerce aramıştım ama bulamamıştım. kimseden yardım isteyemiyordum ama felix'in gelmesine bir kaç saat kalmıştı ve benim aklıma eski usül "evcil hayvanı değiştirme" fikrinden başka bir şey gelmiyordu.

kimi arayacağımdan da emin değildim aslında. bildiğiniz gibi onca yıllık arkadaşlarımı görecek kadar kendime saygımı toplamam için zamana ihtiyacım vardı. bir de kimseye dünyadaki en basit işi berbat ettiğimi söylemek istemiyordum.

benim iç mücadelem tanrının hoşuna gitmiş olmalıydı ki çok sevgili arkadaşlarım beni aramaya karar verdi. en azından jeongin karar verdi daha doğrusu.

"hyung yarın okula gelmek zorundasın, tamam mı?" selam sabahla başlayan biri değildi jeongin bu yüzden direk konuya girdiğinde şaşırmadım. tabi tam sekizinci kez salondaki koltukların altını kontrol ettiğimden de şaşırmamış olabilirdim.

"neden?" diye sordum kanepemi çekmeye çalıştığım için telefonu omzumla desteklerken. "sunwoo'nun doğum günü ve hepinizi çağırdı. üstelik seninle hiçbir muhabbeti yok ve ben bundan rahatsızım. gelip onunla arkadaş olman lazım."

gözlerimi devirdim ama sebebinin jeongin olduğuna emin değildim. hayvan evde değildi ve ben bunu resmi olarak kabul etmek zorundaydım.

onu onaylamak üzereydim de üstelik. ama kazayla küfür ettim çünkü anksiyete seviyem yavaş yavaş artmayı kesip roket misali artmaya başlamıştı.

"ne oldu hyung?" diye sordu. ve dürüst olmak gerekirse artık anlatmak zorundaydım. birinin yardım etmesi gerekiyordu.

"felix'in aptal kertenkelesi yok."

"ne demek yok?" dedi cümleme karşılık. daha sonra da ben ona bir kaç detayı atlayarak gecemi anlattım. mingi ve kokain kısımlarını atladım yani. kendimden utandığımdan değildi de küçüktü bir kere jeongin, bilmesine gerek yoktu.

küçüktü falan ama yirmi dakika geçmeden kapımdaydı. felix, o geldikten ve benim onlarca kez kontrol ettiğim yerleri tekrar kontrol etmeye başladıktan bir süre sonra grup konuşmamıza gelmek üzere olduğuyla ilgili bir mesaj attı. ben de kertenkeleyi ve diğer her şeyi boşverip avrupaya yerleşme hissimle cebelleşiyordum.

"neden balkonu kapatmadın ki?" diye sordu jeongin. "söyledim sana acelem vardı."

"bu kadar acil nereye gidiyor olabilirsin hyung? hayvanı kafesine bile koymamışsın."

"jeongin acelem vardı diyorum sana." aslında şu an bana yardım eden tek insana bağırmak istemiyordum. ama o beni inatla yalan söylemeye itiyordu. alışık olmadığımdan değildi ama zaten yeterince kötü hissediyordum, bir de ona yalan söylemiş olmamın yüküne ihtiyacım yoktu.

"hyung." dedi ben belki önceki yetmiş üç bakışımda görememişimdir diye mutfak lavabosunun altını kontrol ederken. "burda değil işte." omuzlarımı tuttu ve kalkmama yardım etti.

size jeongin'le ilgili pek bir şey anlatmadığımı biliyorum. ama sorun şu ki jeongin her zaman beklenmedik biriydi. o istemeden ne düşündüğünü anlayamazdınız. yumuşak kalpli ve çok ilgiliydi evet, ama kalan arkadaşlarımın aksine aynı zamanda empati yeteneği çok gelişmiş biriydi de.

bu yüzden sanırım koltuğa oturduğumuzda elf gözlerim yanmaya başladı. jeongin bana öyle bir bakıyordu ki hangimizin büyük olduğunu unuttum. zaten jeongin ikilemimi anlamış gibi elini omzuma yerleştirdi.

"hyung, kendine işgence etme."

"felix çok üzülecek jeongin." dedim. peşinden de onu hayal kırıklığına uğrattığımı, tek görevimin o hayvana bakmak olduğunu ve bunu bile beceremediğimi söyleyip biraz söylenecektim.

ama jeongin her zaman beklenmedik biriydi dediğim gibi. bu yüzden gözlerini bir saniye bile benimkinden çekmeden ya da suratına hiçbir ifade eklemeden konuştu.

"iguanadan bahsetmiyorum."

ağzımı açacak kadar atp üretebilseydim eminim bir karış açardım. ama hücrelerim yepyeni bir grevdelerdi sanırım ki mitokondrilerim bile acı içinde kıvranıyordu.

"ne?" diyebildim sadece. ama jeongin'in cevap vermesine gerek kalmadı. sözlü bir cevaba gerek kalmadı en azından. kafasını hafifçe sağa eğdi ve onda daha önce görmediğim, dişlerini göstermeyen ve midemde küçük bir ağrıya sebep olan bir bakışla yanıtladı beni.

"biliyor musun?" küçük bir çocuk gibi kekelemiştim. ama açıkcası cümleyi kurabildiğim için bile şanslıydım. jeongin'se hafifçe kafasını salladı.

ne zamandan beri bildiğini sormak istedim. ben sakladığımı düşünürken jeongin ne kadardır en yakın arkadaşıma aşık olduğumu biliyordu? ne kadardır kendimi iyi bir yalancı zannediyorum acaba?

"dürüst olmak gerekirse o kadar belli etmiyorsun."

"hadi ya."

kıkırdadım. jeongin de kıkırdamıştı ama saniyeler içinde yeniden küçük ama ciddi bir tebessüme dönüştü gülüşü. "dün gece mingi hyung'la mıydın?"

öyleydim. ama söylemedim, zaten jeongin'in onu da anladığını düşünüyordum. bu yüzden ağlamamaya çalışmaya odaklandım. biri bana azıcık şefkat gösterince yumuşama huyumdan nefret ediyordum.

changbin aradı. felix'i alacağını ve sonra direk buraya geleceklerini söyledi. ben panikleyip evden kaçmaya çalıştım ama jeongin bunu engelledi.

daha sonra elimi yüzümü yıkayıp biraz daha taşikardi geçirmemek için tuvalete gittim. zaten o zaman buldum felix'in zavallı katil kertenkelesinin klozetimin arkasına sıkışmış ölü bedenini.

hassas bir yapım yoktu aslında. yani zorlanmadan grafik şiddet izleyebiliyordum ama sanırım yaptığım korkunç hatanın etkisi yüzünden bütün midemi boşalttım. arkadaşımın bana emanet ettiği evcil hayvanın cesedinin hemen yanına boşalttım.

jeongin kusmuğumu ve joe'nun cesedini temizlerken ben yüzümdeki sümükleri ve göz yaşlarını temizledim. aslında ardı arkaları kesilmiyordu ama titreyen ellerimin izin verdiği kadar denedim işte. minho'nun yanımda olmasını istedim, ama sonra aklıma bana nasıl bakacağı sorusu geldi. kocaman bir hayal kırıklığı olmalıydım. sikeyim, öyleydim hatta.

herkes evimde toplanmaya başlamadan hemen önce, gerçek anlamda hyunjin kapımı çaldığı sırada jeongin'in kolunu tuttum. "ne söyleyeceğim?"

"gerçeği." dedi. daha sonra da gülümsedi. benden daha olgun oluşuna hayret etmem lazımdı ama omzuma koyduğu eli yüzünden yeniden dolmaya başlayan gözlerim izin vermedi.

on dakika sonraysa felix ve changbin'i bekliyorduk. hyunjin benimle mutfaktaydı ve o daha ne olduğunu soramadan ben kollarının arasına girip ağlamaya başlamıştım. hyunjin'i diğerlerinden daha çok sevdiğimden değildi ama o diğerlerinden daha çok güven veriyordu bana. hayal kırıklığına uğratamayacağımı düşünüyordum onu. ya da belki uğratırdım, bu işte iyiydim çünkü, ama o beni sevmeyi bırakmaz gibiydi. her zaman bana sarılırmış gibi geliyordu.

ben mutfakta kurabildiğim sayılı cümlelerle hyunjin'e her şeyi anlatmaya çalışırken chan ve minho geldiler. beni ağlarken görünce de zaten herkesi ayağa kaldırdılar.

chan gelip kollarını belime dolamaya çalıştı ama ben hyunjin'e daha çok sokulup ona izin vermedim. chan'e sarılmak istemiyordum. yapabileceğim en yüzsüz hareket şu an ona sarılmak olurdu, felix'e sarılmaktan sonra tabi.

ama minho'yu gördüm. köşeye çektiği jeongin'e bir şeyler sorarken bana bakıyordu. şişmiş ıslak suratıma ve çekiştirmekten mahvettiğim saçlarıma.

büyük bir hipokrat olduğumu biliyorsunuz. sadece iki yüzlülük değildi bendeki, hayır en az yedi farklı yüzüm olmalıydı. çünkü kollarımdan bir tanesini hyunjin'den ayırıp çaresiz bir gerizekalı gibi minho'ya uzandım. adını da söyledim üstelik, ses tellerimin çıkarabildiği en zavallı tonu kullanarak. beni tutması için yalvarıyordum ve bu odadaki herkesin görüyor oluşu umrumda değildi.

kaç saniye sonra minho beni kollarının arasına aldı bilmiyordum. o beni küçük kardeşini kucaklıyormuş gibi sarmalarken neler oldu onu da bilmiyordum. çünkü ben o sırada kendi kendime kurduğum saçma hayal dünyamda minho'dan teselli buluyordum. saçlarımı sadece okşadığını değil, öptüğünü düşünüyordum mesela.

ama benim güzel anlarım kısa sürerdi. geçtiğimiz yirmi yılda toplam iki saat falan sürmüştü en azından. bu yüzden minho beni bıraktı ve mutfaktan da çıktı. sebebinin çalan kapım olduğunu anlamamıştım sadece.

bir kaç saniye sessizlik oldu ve ben felix'in sesini duydum. yere düşen bir şeylerin sesi de eklenince ne söylediğini seçememiştim. hyunjin de sahip olabilmeme rağmen haketmediğim şekilde harika bir dost olduğu için elini omzuma yerleştirdi.

chan hyung da mutfaktan çıktı. içeride bir şeyler konuşuyorlardı ve ben jeongin'in siyah spor ayakkabılarında bir çözüm yolu bulabilecekmişim gibi onları inceliyordum.

beklemek çok kötüydü. felix'in şu an olup biteni bilmesine rağmen hiçbir şey yapmaması tam anlamıyla bok gibiydi. bok gibi hissediyordum en azından. gelip bağırmalı ya da yumruk falan atmalıydı. ama yapmıyordu ve ben gerçekten şu an üstüme bir yıldırım düşsün istiyordum. büyük ve bol elektrikli olanlarından.

"jisung?"

ismimi duyduğumda tepki vermem gerektiğini biliyordum. basit bir 'efendim' veya 'geliyorum' diyebilirdim. en azından kafamı kaldırabilirdim. ama yapamıyordum. jeongin'in aptal ayakkabılarının aptal agletleri dışında bir şey düşünemiyordum.

"jisung?" daha sert seslendiler bu sefer. hyunjin de beni biraz itekledi hatta. ama ben daha bana seslenin kim olduğunu bile anlamamıştım.

bir süre sonra da, ki ben bu sürenin saniyeler olmasını umuyorum çünkü dakikalarca bana seslenmiş ve tepki alamamış olmalarının düşüncesi benim bile zihinsel sağlığımla ilgili endişe etmeme sebep olurdu, başka bir çift ayakkabı jeongin'inkilerin önüne geçti.

"jisung, bana bakar mısın?" bu sefer sesi tanıdım. en yakın arkadaşımın kalın sesini tanıdım. tek farkı biraz titriyor oluşuydu.

ve ben felix'e bakmadım. gerizekalı beynim gerekli organlarıma bağırıyordu. özür dilememi, gözlerinin içine bakmamı ve ne kadar pişman olduğumu söylemem gerektiğini haykırıyordu ama zaten bu yaşıma kadar hiçbir şeyi düzgüm yapamamış organlarım oralı değillerdi.

"jisung. kaldır kafanı." hyunjin'in yumuşak sesi beynimi daha da kızdırdı. herkes seni bekliyor gerizekalı diyordu bana kızmayı çok seven içimdeki bir jisung.

"kimse kızgın değil. sadece konuşmak istiyoruz."

minho kafasını felix'in ayakkabılarını kapatacak şekilde benimkine yaklaştırdı. ben de zayıf bir zavallı olduğum için minho'nun gözlerine kayıtsız kalamadım ve kaldırdım patlamasını istediğim gereksiz kafamı.

keşke yapmasaydım. bütün arkadaşlarımın etrafımda oluşturduğu hayal kırıklığı çemberini görmeseydim keşke. felix'in titreyen dudaklarının ve kızarmış gözlerinin zihnimden asla çıkmayacağına emindim.

ama konuşmayı denedim bu sefer. gerçekten denedim. "ben... dün..."

kekelemekten hiç bu kadar nefret etmemiştim. iki kelime kurabilmiş olmamdan ve onları bile doğru düzgün söyleyememiş olmamdan nefret etmiştim.

"ben... evde değildim..." diyebildim. ve kendime plaket taktim etmeye de hazırdım bu başarım için.

"nerdeydin?" diye sordu seungmin. yüzündeki bakışı kasten seçmediğini biliyordum ama havadaki kaşı belimden akan ter damlalarını hissetmeme yetti. ellerim tekrar titriyordu üstelik.

"dışarıdaydım. eve... dönemedim... eve dönmedim..."

"nerdeydin de eve dönmedin jisung? bu hayvanın susuzluktan ölmesi için ne kadar süre geçmesi gerekiyor biliyor musun sen?" chan hayatım boyunca benimle hiç bu kadar sert konuşmamıştı. daha önce hiç onun sesinden bu kadar güçlü bir öfke ve bu kadar büyük bir beklenti işitmemiştim.

bu yüzden cevap vermem uzun sürdü. cevabım vardı aslında, ben mingi'yle birlikteydim ve önceki gece sarılarak uyumak dışında bir şeyler de yaptığımız için eve dönmeyi akıl edememiştim.

ağzımdan bunun daha anlatılabilecek bir versiyonunu çıkarmaya çalışıyordum ve gergin vücudum iyice ısınmaya başlamıştı.

"boynundakiler ne senin?" bu sefer changbin'di sinirli sesin sahibi. ilk önce erkek arkadaşının yanından birini öldürebilecek bakışlarla boynuma bakarken daha sonra iyice bana yaklaşıp minho'yu ittirdi. minho da boynuma bakıyordu zaten. odadaki diğer herkes gibi.

elimle mingi'nin boynumda oluşturduğu ve benim varlıklarını unuttuğum morlukları kapatabilirdim. yapacaktım da aslında ama changbin çenemi kavrayıp boynumu iyice ortaya çıkarttı. hyunjin'in bedeninin arkamda hareket ettiğini hissettim.

"ensende de varlar."

"jisung, açıklama yapman gerekiyor." dedi chan. sesini sakin tutmaya özen gösteriyordu bunu biliyordum ama gözleri bir saniye olsun boynumdan ayrılmamıştı ve çenesini sıktığını görebiliyordum.

tezgahımın arkasından onaylamayan bir tıslama duydum. seungmin'in yargılayan bakışlarını da bu yüzden farkettim. kafasını iki yana sallarken dilini yanağında gezdiriyordu.

yok olmak istiyordum. arkadaşlarımın gözünde pantolonuna sahip çıkamayan bir aptal olduğum için kertenkeleyi öldürmüş olmak istemiyordum. minho'ya bakmak istemiyordum. benden ne kadar tiksineceğini görmek istemiyordum. kıskandığını bile hayal edemeyecek kadar uyuşmuştu beynim.

"jisung ağzını açıp bir cevap ver!"

"kiminle yattın da bu hayvanı unutacak kadar eğlendin?"

titrememin hızlanıp tüm vücuduma yayılması saniyeler bile sürmemiştir eminim. changbin ve chan'in bağırdıklarını ilk kez duymuyordum. sadece ilk kez beni aşağılıyorlardı. aşağılanmayı hakettiğimin farkındaydım ama aile olarak bildiğim insanlardan gelmesini kaldıramıyordum. ne zihnim ne de vücudum hazırdı buna.

"jisung. son kez soruyorum. nerdeydin?" chan tısladı. yemin ediyorum tısladı ve ben ani şokum yüzünden onunla göz göze geldim. sol omzunun arkasında bir elini ağzına kapatmış sessizce ağlayan felix'i görebiliyordum.

"ben-"

"han jisung yerli malı haftasındayız! kore'nin en kaliteli, yüzde yüz yerli otlarından getirdim."

evren büyük ve karmaşıktı. ama hiçbir astronomik varsayımın şu an açık kalmış kapıdan içeri giren dört bedeni açıklayamayacağına emindim.

en önde yuta ördüğü kırmızı saçları ve iki parmağının arasında salladığı içinde ot olan poşetle duruyordu. suratında kafasının çoktan iyi olduğunu gösteren mayışmış bir gülüş vardı üstelik.

hemen arkasındaysa juyeon ve hyunjae vardı ve yapabilecekleri başka bir şey yokmuş gibi öpüşüyorlardı. bir kaç saniye içinde hyunjae duvarıma yaslanmıştı ve juyeon dizi hala hyunjae'in bacaklarının arasındayken bana döndü.

"sen bizim koltuğumuzda mingi'ye verdiğine göre yatak odanda sevişmemize kızmazsın değil mi?"

"jisung?"

juyeon'a cevap veremedim çünkü herkesi ittirip mutfağıma girmiş mingi dikkatimi dağıttı. zaten gördüğüm kadarıyla ikili çoktan yatak odama geçmişlerdi.

"jisung?" mingi yeniden bana seslendi ama bu sefer daha endişeli çıkmıştı sesi. "mingi."

sesimin nasıl biraz önce minho'ya seslendiğim zamanki gibi muhtaç çıktığını anlamadım. ben yönetmiyordum zaten şu an hiçbir hareketimi. tamamen bilinç altı oto kontrolüm devredeydi ve mingi'yi istiyordu.

mingi, changbin ve chan hyungu umursamazca kenara ittirip önümde eğildi. yüzümü ellerinin arasına almıştı ve parmaklarının yanaklarımı okşayışı o kadar güzeldi ki gözlerimi kapatmadan duramadım. "iyi misin? ne oldu?"

"sana ne oluyor amına koyayım?" changbin ben daha cevap veremeden mingi'nin omzundan sertçe tutup onu benden uzaklaştırdı. fiziksel olarak titreme dışındaki ilk tepkimi de o zaman verdim zaten, mingi'nin temasını kaybetmemek için vücudum öne sürüklendi.

"asıl size ne oluyor amına koyayım. ne oldu da bu çocuk bu halde?" mingi aynı sert tonla changbin'in üstüne yürüdü. ikisi de burunlarından soluyarak birbirlerine bakıyorlardı ama mingi'nin bir eli benimkindeydi. ve ben elini sıktığımın farkında bile değildim.

"sana ne? kimsin sen de karışıyorsun?"

"erkek arkadaşıyım!" mingi ve changbin alınları birbirlerine değecek kadar yakınlardı ve mingi, changbin'den uzundu. çok daha uzundu.

"siktir git amına koyayım."

"mingi, seni ilgilendirmiyor." chan hyung aralarına girdi ve changbin'in elini mingi'nin yakasından indirdi. onun da en az ikisi kadar sinirli olduğunu ele veren tek şey ses tonuydu.

"ilgilendiriyor. köşeye sıkıştırmışsınız resmen çocuğu. titriyor farkında değil misiniz?"

"onunla yattın, değil mi? siktir jisung. gerçekten mingi'yle yattığın için aptal kertenkeleyi unutmuş olamazsın." dedi seungmin. bense evet bile demeye korktum.

changbin ilk önce boynuma daha sonra da mingi'ye baktı. sonra geri çekildi bir kaç adım. yuta'ya döndü bu sefer, çoktan sardığı sigarasını yakmış yaslandığı duvardan bizi izleyen yuta'ya. gülmeye başlaması da yuta ona göz kırptıktan sonra oldu zaten. dehşete düşmüş gibi bana bakıyordu ve ben bu görüntüyü biraz daha izleyemedim.

chan hyung'a baktım bu sefer o sadece mingi'ye bakıyordu. sinir ve hayreti aynı anda barındıran bir bakışla. bana dönmemesi için dua ettim. yediğim bunca bok yetmiyormuş gibi bir de ağlayarak mingi'yi tutan bana dönmemesi için bildiğim tüm tanrılara yalvardım. ama bana döndü, bana döndü ve dudaklarını araladı.

"felix'e bak jisung. bana değil." sesi o kadar ezdi ki beni, sadece fısıldıyor olmasına rağmen kusacak gibi hissettim. ve felix'e baktım. özür dilemek istedim. ağzımı açıp özür dilemek istedim ama yapamadım. aptal dudaklarımdan sadece almamış olmayı dilediğim kesik bir nefes çıktı çünkü.

minho'ya da baktım. gözlerinin bir çok insana böyle baktığını görmüştüm. ama bana değil, asla bana böyle bakmazdı. üç günlük bir lazanyaymışım ya da sivilcenin içinden çıkan iğrenç beyaz şeymişim gibi bakmazdı bana. benden iğrenmezdi hiç. asla asla dememeliydim, değil mi?

midemde başka bir kasıntı oluştu. hatta girdap falan oluştu çünkü hyunjin'in elinin artık omzumda olmadığını farkettim. arkamı dönüp ona bakmaya cesaret edemiyordum ama eli yoktu işte. çekmişti.

jeongin, felix'in kafasını kendi boynuna gömmüştü. bana bakıyordu. gözlerinde hiçbir ifade olmadan hemde. boş gözlerinin altında aynı şekilde boş bir gülümseme yerleşmişti. yutkunamıyordum bile.

"jisung." bugün adım o kadar çok söylenmişti ki sayamamıştım bile. ama adımı mingi'nin daha önce hiç duymadığım kadar yumuşak sesinden duyduğumda tüm düşüncelerim dağıldı. mingi yeniden karşıma geçmiş ve yüzümü ellerinin arasına almıştı.

"erkek arkadaşı falan değilsin. öyleysen de bu konuya karışabilecek biri değilsin mingi. jisung'u ne kadardır tanıyorsun ki?" dedi minho. sesindeki küçümseme o kadar somuttu ki hemen yanımızda, mingi'yle aramızda dikildiğini hissettim.

"jisung'la tanışalı o kadar olmadı, evet." dedi mingi yavaşça beni bırakıp minho'ya dönerken. "ama siz güya yıllardır hayatında olan insanlardan daha iyi tanıyorum onu. sizin aksinize kırgınlıklarını görmem için karşıma geçip anlatmasına gerek yok."

bu sefer minho'nun dibine girdi. eli hala benimkini tutarken minho'ya meydan okuyordu. "karışamayacağımı düşünüyorsun öyle mi? ben ne düşünüyorum biliyor musun? ona böyle davranmaya nasıl hala yüzünüz olduğunu. nasıl hala karşısına geçip ondan hesap soracak kadar düşüncesiz olduğunuzu düşünüyorum. bu çocuğun her gün sizin karşınızda acı çektiğini nasıl görmediğinizi düşünüyorum. kendinizi ne zannettiğinizi düşünüyorum."

mingi'nin korkutucu bir aurası vardı. onunla tanıştığımdan beri böyleydi üstelik ve şu an belki de en korkunç versiyonundaydı. sesi tüylerimin hepsinin, tüyüm olduğunu bilmediğim yerlerimdekilerin bile, titremesini sağlamıştı ama ben hiç bu kadar güvende hissetmemiştim. hala elimi tutuyor ve vücuduyla benimkini saklıyordu. hemen önümde aptal bir kazık gibi duruyordu ve benim sarsılmış bilinçaltım mingi'nin bir sığınak olduğunu söylüyordu. koşup her şeyden içinde saklanmak istediğim bir sığınak.

minho da korkutucuydu. cevap vermemişti ama gözleri mingi'ninkilerden bir saniye olsun ayrılmamıştı da.

aralarındaki gergin bakışmanın sonsuza kadar sürebileceğini düşündüm ama felix'in kuru hıçkırığı böldü onları. hepimiz aynı anda ona dönmüştük. changbin de zaten mingi'nin sol profiline diktiği bakışlarını hızla çekip felix'in yanına gitti.

mingi'nin elini bırakmadan içimde kalan gücümün son kırıntılarına ulaşmaya çalıştım. sanırım bacaklarımdan biraz almıştım çünkü ben ağzımı açar açmaz titremeye başladılar. "felix... özür dilerim... gerçekten- çok özür dilerim."

hıçkırıklarıma ve kekelememe rağmen sonunda ağzımdan çıkarabildiğim kelimelere şükrettim. dediğim gibi, felix beni yumruklasın istiyordum aslında en başından beri ama arkadaşım sadece hızlanan gözyaşlarının arasından kafasını salladı.

"ben özür dilerim." dedi mingi. ben dahil herkes ona dönmüştü ama o sadece bana baktı. felix'e dönmeden önce bana baktı ve yarım ağız gülümsedi. kötü çocuk gülümsemesi de değildi üstelik. en safından, en içteninden bir gülümsemeydi. onu öptükten sonra özür dilediğimde güldüğü gibiydi.

"jisung'u ben zorladım. kertenkelenin başına gelenler benim suçumdu, felix. gerçekten çok özür dilerim."

felix'in ağlaması kafasının karıştırdığını yansıtırcasına biraz yavaşladı. mingi de zaten üstten bakışlarını odadaki diğer herkesin üstünde gezdirmeye başlamıştı.

"juyeon!"

yatak odamdan gelen inleme sesi zamanlamanın ya da tanrının favorilerinin ben olmadığımı ispatlıyordu. sevişme seslerinin belki de bir süredir geri planda duyulduğuna emindim ama bu seferki o kadar yüksekti ki bütün apartman duymuş olmalıydı. zaten onu duymasalar bile iyice şiddetlenen yatak yaylarımın sesini kesin duymuşlardı. keşke abartıyor olsaydım. ya da yatağımı değiştirseydim.

"bence artık gitmeniz gerekiyor." yuta sigarasının sonunu mutfak tezgahımdaki kaktüsün saksısında söndürdükten sonra ellerini çırptı. suratında hala çapkın gülüşü duruyordu ama buna rağmen sesi hayırı cevap olarak kabul etmeyecekmiş gibi kesindi. beni kollamasını beklemediğim biriydi yuta. bu yüzden bütün arkadaşlarımı kovduğunda şaşırdım.

herkesi sadece bakarak nasıl dışarı çıkardığını izledim. changbin, felix'in elinden tutup gözlerini bir saniye bile yuta'dan çekmeden dairemden çıktı. yuta arkasından öpücük atmıştı üstelik. hemen sonra minho, chan hyung'u çekiştirdi. o mingi'ye bakıyordu çıkarlarken, chan hyung'sa bana. doğruca ruhuma bakıyordu ve o kadar kırgın gözüküyordu ki gözlerimi çekmemek için çok direndim. mingi elimi tutuyor olmasa çekerdim de büyük ihtimal.

jeongin başıyla küçük bir selam verdi çıkmadan önce. dudakları dümdüz bir çizgi halindeydi ve hiçbir şey söylemedi. sadece garip ama silik bir gurur vardı gözlerinde. sanırım benimle gurur duyuyordu ama bunun için bir neden bulamamıştım.

seungmin bana dönmedi çıkarken. masamın üstündeki sigara paketini aldı sadece ve bir saniye bile beklemeden çıktı.

hyunjin en son çıktı evimden. ona bakmaya korktum. içlerinde en çok hyunjin'den çekindim ama o bana baktı ve inatla gözlerim onunkiyle buluşana kadar bekledi. pek bir şey göremedim, chan hyung'daki gibi bir hayal kırıklığı, changbin'deki gibi bir sinir ya da minho'daki gibi bir aşağılama göremedim. üzgün gözüküyordu daha çok. gerçekten çok üzgünmüş gibi.

hepsi çıkarlarken de bir süre önce o çatısız evde tanıştığım garip pantolonlu, isminin vernon olduğunu öğrenmiştim, çocuk girdi. önce evimden çıkan arkadaşlarıma baktı biraz ama daha sonra elindeki siyah poşeti yuta'ya uzatıp o da içeri girdi.

"ben ne kaçırdım?"

"boşver abi. çarşafları ver de sarayım şunu." dedi yuta ve kapımı sertçe kapattı.

ben ani sesle yerimden sıçradım ama mingi hızlı davranıp bana sarıldı. zaten bacaklarım da artık ağırlığı kaldıramadıkları için o saniye pes etmeye karar verdiler ve ben mingi'nin kolları arasında yere düştüm.

biraz saçımı okşadı, biraz öptü, biraz da anlamsız şeyler fısıldadı. hiçbirini de chan hyung ve minho gibi yapmadı. ya da changbin gibi de değillerdi. çok başka ama çok benzer bir şeydi ve ben ihtiyacım olanın bu olduğunu da o an anladım. mingi'nin fısıldadığı şeylerin chan'inkilerden daha çabuk beni yatıştırdığını o zaman farkettim.

istediğim bu değildi. minho'ydu. ama istediğimiz şey değildi her zaman önemli olan. bazen ihtiyacımız olandı ve ben mingi'yi ilk gördüğümden beri neden bu kadar gerekliymiş gibi hissettiğimi sonunda buldum. ihtiyacım vardı ona. sadece onun tutabileceği şekilde tutulmaya ihtiyacım vardı.

"teşekkür ederim."

"lafı bile olmaz. yanındayım, gitmiyorum."

***
rip joe 🤭
aman neyse çok üzülmezsiniz bence kertenkeleye
nasılsınız ballar bu arada

Continue Reading

You'll Also Like

132K 13.6K 28
taehyung kırmızı defterini kaybeder 290423, tk ☁️
143K 16.2K 37
jeon jungkook en yakın arkadaşının amcasına aşık olmuştu.
22.6K 3K 19
O hep "kırılmadım sorun yok" diyordu, fakat ruhu yavaş yavaş ölüyordu. Texting&düzyazı
391K 32.6K 27
Melez Kaplan Taehyung, Melez Tavşan Jungkook ile sevgili olmak istiyordu Ha birde onu altında inletmeyi... [texting+düz yazı] #3 - taekook [13.08.202...