sentimental boys at ♡ [boyxbo...

By guccitwink

592K 21K 12.4K

☆ o özeldi. o her zaman özeldi. onu ilk gördüğüm an anlamıştım bunu. küçükken onu istediğimi düşünürdüm. beni... More

✨prologue✨
i
ii
iii
iv
v
vi
vii
viii
ix
x
xi
xii
xiv
xv
✨epilogue✨
meraba şey yeni bölüm değil

xiii

21.1K 924 671
By guccitwink

"Ne diyorsun be!"

"Acele et diyorum, ben giyindim bile."

"Bende--giyinmeye--çalışıyorum." dedi kesik kesik, bu arada tek bacağına geçirdiği pantolonla beraber odadan çıkmıştı. Tek ayak üzerinde zıplayarak önümden geçti ve kendini koltuğa attı.

"Oy, dar pantolon giymenin ne kadar zor birşey olduğunu unutmuşum."

"Dar mı?"

"Hee, dar."

"Niye?"

"Diğer bütün pantolonlarım kirliydi, e bu havada şortla da çıkmiyim istersen."

"Benimkilerden alsaydın," dedim kafamı çevirerek.

"Heeh, evet senin pantolonlarına ne yaptığını biliyorum; yıkamak yerine üzerlerine oda kokusu sıkıyorsun. Oğlum teyzen sırf sen kıyafetlerini yıka diye bütün fatura masraflarımızı karşılıyor."

"A demek o yüzden," dedim şakayla karışık sinirlice. "Bende ikimizinde anne babası ölü olduğu ve adam gibi para kazanamadığımız için karşılıyor sanıyordum."

"Çok komiksin." ve derin bir nefes verdi, sonunda pantolonu giymeyi başarabilmişti. "Gidelim hadi."

Binadan çıktığımızda kar yağıyordu.

"Allam hava buz gibi. Allam donuyom. Allam bu pis sokağın köşesinde donarak ölücem Mete."

"Sen kimin sokağına pis diyorsun piç!" bu beklemediğim atar komşumuz Hilmi amcadan gelmişti.

"Hilmi amca valla öyle demek istemedi."

"Amca mı, ben sana şimdi amcayı gösteririm ayıoğlu! Abinizin lan ben sizin!"

Tam elindeki çay bardağını tabağıyla birlikte fırlatıp İstiklal'le bana ikili kombo yapacaktı ki karısı Nurdan teyze imdadımıza yetişti ve olay yerini yavaşça terk ettik. Sokaktan çıkarken İstiklal bağırdı.

"E tabi insan seksen yaşında bile olsa hissettiği yaştadır derler!"

"Ebeni--!!"

Durağa gelene kadar pek konuşmamıştık; çünkü ağzımı açmayı bırak ne zaman kafamı kaldırsam kar taneleri yüzüme saldırıya geçiyorlardı. Yılbaşı gecesi olduğu için sokaklar ışıl ışıldı ve insan kaynıyordu. Bu insanların hiçbirinin dondurucu soğuğu ve fırtınayı sikliyormuş gibi bir halleri olmamasına rağmen soğuk benim iliklerime işlemişti ve İstiklal'in de aynı durumda olduğundan emindim.

"Üşüdün mü?"

"Evet. Bir arabamız olaydı otobüsle gitmek zorunda kalmazdık, şeye, ee..?"

"Gökalp."

"Hah ona. Bu namını çok duyduğum insanla tanışmak için sabırsızlanıyorum aslında."

"Emin ol çok seveceksin." O sırada otobüs gelmişti. "Atla hadi."

Otobüs beklediğimden daha doluydu, sanırım hiçbir yere tutunmasak da düşmeden ayakta durabilirdik. Yinede kendimi sağlama almak için tutacak bir yer buldum ve İstiklal de kolunu omzuma atarak bana tutundu. Otobüs hareket ettikten birkaç dakika sonra o kolun yavaşça aşağılara indiğini fark ettim. Önce sırtıma, belime ve sonra da kıçıma.

"Ne yapıyorsun?" dedim fısıldayarak.

"Benim olan şeyi sağlama alıyorum."

"Eğer cidden senin olan şeyi sağlama almak istiyorsan, ellerini kendi kıçına koy." bunu duyduğuna üzüldüğümü biliyordum, çünkü birkaç hafta önce bu konuda kavga etmiştik, ama konuşmaya devam etti.

"Neden sen de senin olan şeyi sağlama almıyorsun?"

Direğe tutunmadığım elimin parmaklarını sıkıp gevşettim, o zaman en başından beri onu belinden tutup düşmesini engellediğimi fark etti. Çünkü kolunu omzumdan indirdiğinden beri iki eli de boştaydı, onu tutmasam şimdiye birinin üzerine yuvarlanmıştı.

"Aldım zaten."

XXX

Kapıyı açmadan önce İstiklal'e son bir hatırlatma yaptım.

"Unutma, kızı veya eşinden söz etmek yok-" ve tam bu sırada kapı açıldı.

"Nasıl yani kızım ve eşimden bahsedemeyecek?" İstiklal'e döndü, "Gel şöyle yavrum, bu salak eşimin kızımı vurduktan sonra intihar ettiğini duyduğunda altına sıçtığı konusunun açılmasını istemiyor belli ki."

"Sana da merhaba," dedim çoktan İstiklal'le salona geçmiş olan kadına. Tam o sırada içeriden İstiklal'in çığlığını duydum.

"Metemetemete bunu görmelisin!" uçarak salona gittim. Bir yılbaşı ağacına süsler yerine minyatür içki şişeleri asılmıştı, hani şu uçaklarda verilenlerden. İstiklal de ağacın altında diz çökmüştü. "Cennetteyim!"

"Sakin ol," dedi Gökalp. "Onları öylece içersek hiç bir anlamı kalmaz. Bu bir oyun."

"Nasıl yani?"

"Onu sonra anlatacağım. Şimdi biraz sohbet edelim! Mete bana senden çok bahsetti."

XXX

Saate baktım ve köşede bana bakarak fısıldaşan gerizekalılara seslendim.

"Hey! Gökalp, oyunun ne olduğunu yeni yıla bir saat kala açıklayacağını söylemiştin."

"Aa evet evet!" İstiklal kafasını salladı. "Anlat hadi."

"Pekala, şimdi ağaçtaki şişelerin hiçbirinde marka olmadığını fark ettiniz mi? Markaları asılı oldukları dalda yazıyor. Sırayla oradan birer şişe alıp yanımızdakine içireceğiz. Yanımızdaki kişi tadına ve şişenin şekline bakarak içkinin markasını doğru bilemezse-"

"Soyunacak deme."

"-soyunacak."

İstiklal gülmeye başlamıştı. "Ne o, korktun mu?"

"Hadi ama, bu odada kimse birbirine atlamaz."

"Sen hani şampanyadan başka birşey içmiyordun?" dedim Gökalp'e.

"Bir geceden birşey olmaz."

Zaten o saate kadar İstiklal'le dörder şişe bira içmiştik, Gökalp'in de ez an bir şişe şampanyayı bitirdiğine emindim, bir içme oyunu tam ihtiyacımız olan şeydi cidden. Fakat bu gece yılın son gecesiydi.

"Peki." dedim, "Ama önce hepimiz birkaç kat kıyafet giyeceğiz." İki yanlışla out olmaya hiç niyetim yoktu doğrusu.

Nihayet oyuna başladığımızda üzerimde iç çamaşırlarımı da sayarsak üç kat kıyafet vardı. İki pantolonu üst üste giymek biraz zor olsada en azından dört yanlış yapma hakkımız olmuştu.

"Ben başlıyorum," dedim ve ağaçtan rastgele bir şişeyi çekip kopardım. Benim yanımda Gökalp vardı. Önce içindekini kafasına dikti, sonra şişeyi incelemeye başladı.

"Hımm, portakal ve mandalina tadı alıyorum. Absolut olmalı. Mandarin miydi, neydi?"

Kafamı salladım. Absolut Mandarin. Sıra ona geçmişti.

İstiklal'in şişeye bakarak bir J&B, tadına bakarak bir Rare olduğunu anlaması uzun sürmedi.

Sıra bana gelmişti. İstiklal'in getirdiği şişeye baktım. Tadına bakmama gerek yoktu. Ne olduğunu anlamıştım fakat kurallar gereği şişeyi bitirmemiz gerekiyordu. Cevabımı söyledikten sonra Gökalp konuştu.

"Pekala beyler, alışma turu bitti. Asıl oyun bundan sonra başlıyor."

O geceye dair hatırladığım en son şey üzerinde sadece baksır kalmış olan İstiklal'in televizyonu açışı ve geri sayımı dinleyişimizdi.

XXX

Kapının çalınmasıyla uyandım, neredeydim ki ben? Yatağımda doğrulup etrafa bakınırken diğer odadan İstiklal geldi.

"Kapıya baksana lan."

"Sen bak. Allah allah babanın uşağı mı var burda?"

Kapı bir kere daha çaldı.

İkimiz de odada oturmuş karşımızdaki duvarı inceliyorduk. Duvar eski gazete kağıtlarıyla doluydu, gazetelerin tarihleri çoğunlukla 1985 ve civarıydı.

"Dün gece ne oldu?"

"Hatırlamıyorum." Ve nerede olduğumuzu anlayabilmek için camın yanına gittim. Perdeleri kenara çektiğimde gördüğüm manzara şok ediciydi. İstiklal'i yanıma çağırdım.

Uzaktan bir fabrika bacasından çıkan duman görünüyordu, fakat fabrika dev gibi bir ilan panosu tarafından gizlenmişti. İlan panosunda 1980'lerde İngiltere Başbakanı olan Margaret Thatcher'ın resmi vardı.

"Hassiktir." dedi İstiklal camdan uzaklaşırken. "1985 yılında ve İngiltere'deyiz. 1985 yılında İngiltere'deyiz!"

Tam o sırada dış kapının ardında bir gürültü oldu. Birinin, "açsanıza şu lanet kapıyı!" diye bağırdığını duyduk ve ikimizde kapıya yöneldik. Kapının diğer tarafında orta boylu, yakışıklı bir adam vardı. Yüzü inanılmaz tanıdıktı. Tam da o yıllara uygun giyinmişti.

"İkinizinde uyuya kalması çok ilginç beyler," dedi şapkasını çıkarıp bana selam verirken. Sonra doğruldu ve, "Genelde Bay Watson hep erken uyanırdı," derken de onun önünde eğildi.

"Bay W--?" İstiklal'in devam etmesine izin vermedim çünkü olayı bozmasını istemiyordum. Bunun altından çok ilginç birşey çıkacaktı.

"Ne için gelmiştiniz?" dedim yüzü gitgide daha tanıdık gelmeye başlayan adama.

"Londra'nın arka sokaklarında bir cinayet daha, fakat bu seferkinin çok ilginç detayları var. Arabam aşağıda bekliyor, benimle gelirseniz müteşekkir olurum Bay Holmes. Ve Bay Watson da, tabiki."

"Bize bir saniye verin," dedim kapıdaki adama. Ve İstiklal'i çekerek diğer odaya götürdüm.

"Mete,"

"Evet?"

"Az önce o adam sana Bay Holmes mü dedi?"

"Ve sana da Bay Watson dedi." Tamamen bir Sherlock Holmes manyağı olan İstiklal için yaratılmış cennette gibiydik. O yüzden çocuk gitgide heyecanlanıyordu.

"Şimdi biiiz..?" dedi i'yi uzatarak. "Elhamdülillah müslümanız." dedim. Ne diyeydim?!

"Evet, Sherlock Holmes kitabının içine girdik, mutlusundur umarım. Peki napıcaz?"

"Amele gibi davranmamaya çalış, Lestrade bizi nereye götürürse oraya gidiyoruz."

"Lestrade şu polis olan mıydı?"

"Evet, kapıdaki adam büyük ihtimalle odur. Ve SAKIN bozma. Anlıyor musun?"

"Anlamam için bana bir öpücük lazım," dedim dudaklarına doğru eğilirken. Elimi ensesine koyup beni kendine çekti. Dudaklarımızı ayırdığımızda kulağıma fısıldadı, "Biraz cinayet çözmeye hazır mısın?"

At arabasına bindiğimizde Lestrade olayın detaylarını anlatmaya başladı.

"Birkaç hafta önce buna benzer bir ceset daha bulmuştuk. Cesedin alnında kandan bir hilal vardı. Ayrıca parmaklarından biri kayıptı. Cesetin bulunduğu yerde hiç kan yoktu, parmağı kesildiğinde bile kan akmamıştı veya ceset taşınmıştı."

Sözünü kestim. "Ceset nerde bulundu?" Sanırım bu işe alışıyordum.

"Kumsalda. Denizden bayağı uzak biryerinde. Ve daha garip olan şey ise kurbanın nasıl öldürüldüğüne dair hiç iz yok. Kıyafetleri o kadar düzgündü ki, sanki mezardan çalınmış gibiydi. Pekala parmağı kesildiğinde kan kaybından ölmüş olabilirdi fakat vücudu çok kan kaybetmemişti. Bizde zehir olabileceği ihtimalini düşündük. Bundan tam bir hafta sonra ikinci bir ceset bulundu, alnında aynı işaretten vardı, parmaklarından biri yoktu. Üst komşusu kokudan rahatsız olup ihbar ettiğinde sadece birkaç saat geçmişti. Kokuyu güçlendiren şey adamın köpeğinin de orada öldürülmüş olmasıydı. Köpek küvette, buz gibi suyun içinde boğulmuştu. Adamın saçlarının ıslak olması, katilin onu da köpekle beraber boğmaya çalıştığına bir işaret."

"Peki şu an nereye gidiyoruz?" dedi sevgili Watson'cığım.

"Bugün sabah saatlerinde bir ceset daha bulundu, herşey diğer iki kurbanla aynı; görgü tanığı yok, kurbanın ailesine dair hiçbir bilgi yok. Şu an cesedin olduğu yere gidiyoruz."

Aklımda birşeyler şekillenmeye başlamıştı ama şimdilik bunları kimseye söyleyemezdim. Arabadan indiğimizde genç bir bayan bize doğru koştu.

"Polis bey, ah polis bey lütfen şu cesedi en kısa zamanda buradan kaldırır mısınız?! Müşterilerimi rahatsız ediyor. Biliyorsunuz ben geliri pek fazla olan bir insan değilim ve bu olay--"

"Peki, peki bayan. Ortalığı en kısa zamanda temizleriz. Gelin Bay Holmes, ceset bu tarafta."

Cesedin etrafına toplanmış kalabalığı yararak geçtik ve yerde sırtüstü yatan herife ulaştık.

"İsti- öhöm, Watson? Etraftaki dükkanların sahipleriyle konuşup benim için bilgi edinir misin?"

Ve cesedi incelemeye koyuldum. Parmağı çok düzgünce kesilmişti, alnındaki hilalin bu parmakla yapıldığını düşünüyordum. Fakat bu sadece bir amblemdi. Bütün işleri aynı katilin yaptığından haberdar olsunlar diye koyulmuş gereksiz bir işaret. Etrafıma bakındım fakat aradığım şeyi bulamadım.

Lestrade'in yanına gittim, birkaç memurla konuşuyordu.

"Beyler, Bay Lestrade ile yalnız konuşabilir miyim?"

"Ne oldu, Sherlock?"

"Aradığım şeyi bulamadım, fakat ben söyleyene kadar bu cesedin gömülmesini engellemelisin."

"Ne arıyordun ki?"

"Ah, bak sevgili Watson da geliyor!" diyerek konuyu değiştirdim. "Watson, seninle evde buluşuruz, olur mu? Bir şeye bakmam gerekiyor."

Ve hızlıca uzaklaştım.

XXX

Eve geldiğimde saat onikiyi geçiyordu, bütün ışıklar kapalıydı. 'Yazık oldu' diye düşündüm. Salonun ışığını açtığımda ise İstiklal'i koltukta uykular halde buldum. Beni beklerken uyuya kalmış olmalıydı.

Yanına yaklaştım ve burnumu saçlarına sürttüm.

"Ben geldim."

Uyandı ve doğrulup gerindi. "Hoşgeldin hayatımın anlamı..." dedi gülerek. "Nerelerdeydin?"

"Bunları sabah konuşuruz, şimdi uyku zamanı." Ve onu kucağıma aldım. İstiklal bu durumdan hoşnut değil gibiydi.

"Ne yapıyorsun be! Bıraksana!"

"Niye?" dedim, "kucakta taşınmaktan utanıyor musun?"

"Utanmaktan değil gerizekalı, götün çıksa beni burdan odaya kadar taşıyamazsın. Ve eğer düşersem, en yakın arkadaşı tarafından öldürülen dedektif olarak tarihe geçersin söyliyim. Şimdi indir beni."

"Romantizmi öldürmeyi çok iyi beceriyorsun bravo."

"Romantizmi ben mi öldürürüm yoksa kırık kaburgalar mı?"

"Üf iyi tamam be. Geldik zaten. Yat zıbar."

"Sana da iyi geceler."

XXX

Ertesi sabah İstiklal'e etrafta soruşturma yaparken neler öğrendiğini sordum,

"Cesedin yanına giderken bize atar yapan kadının sokakta bir şapka dükkanı var. İşleri hep kesatmış. Zavallıcık birkaç hafta önce köpeği öldüğü için çok mutsuz. Kalp krizi diyorlarmış. Herneyse, onun karşısında bir kasap var fakat ben gittiğimde dükkanda sadece çırak kalmıştı, o da çok ters bir çocuktu, hiç birşey öğrenemedim. Ustasının mezata gittiğini söyledi bir tek, adam çiçeklere düşkünmüş. Onun yanındaki çiçekçi kadın amcasının cenazesine katılmak için Londra dışına çıkmış, nerede olduğunu kimse bilmiyor. Sokaktaki son dükkan ise bir suçluya ait, fakat adam suçlu olduğunu kendisi söyledi. Cinayete teşebbüsten 28 yıl hapiste yatmış, şimdi ise kendi yaptığı küçük bibloları satıyor. Pek yardımı dokunmadı gibi, ha?"

"Aslında çok yardımcı oldun," dedim bir kağıda birşeyler karalarken, "son hizmetin olarak bunu Lestrade'e ulaştırır mısın?"

İstiklal mesajı aldı ve çıktı, kağıtta; 'Saat birde bizim evde ol, olayı çözdüm. Cesedi de getir. TEK PARÇA olarak." yazıyordu.

Saat ikiye doğru kapı çaldı, aslında olayı çözdüğüm için çok heyecanlıydım fakat ikisini de sükûnetle içeri aldım. Tabi peşlerinden gelen siyah torba içindeki şeyi de.

"Geç kaldınız," dedim.

"Bu lanet şeyi morgdan çıkarabilmek için neler yaptım bir bilsen! Az kalsın işimden oluyordum be!"

"Olmamışsın, bir de bu tarafından bak. Şimdi cesedi şu masaya yatırmama yardım eder misiniz?"

"O masada yemek yediğimizin farkındasınız umarım."

"Evet evet biliyorum," dedim cesedi poşetten çıkarırken. Ve gidip mutfaktan bir bıçak aldım.

"Pekala beyler, hepimiz bu cesedin etrafında toplandık. Şimdi söyleyin; ha bir parmak, ha iki.. ne fark eder?" Bunu söylememle birlikte, Lestrade'in ve Watson'un bağırışları arasında cesedin bir parmağı daha vücuttan ayrıldı.

Bu sefer kan akmıştı. Akması gerekenden daha azdı fakat, bir problem olmadığını biliyordum. Mutfağa gidip ocağı yaktım ve parmağı ocağın üzerinde tuttum. Kan akışı hızlanıyordu.

"Sanki kan dondurulmuş gibi," dedi Watson.

"Evet!" dedim parmağı tezgâha bırakırken, "Şimdi size hikayeyi anlatabilirim sanırım."

"Bana ilk iki cesetten bahsettiğinizde ortak noktaları olarak suyu düşünmüştüm. Fakat üçüncü cesedin suyla hiçbir ilgisi yoktu; o zaman başka birşey olmalıydı. Cesedin bulunduğu sokak çok ilginçti, fakat en ilginç tarafı kasaptı. Kasapların etleri taze tutmak için dondurucu soğuklukta odaları olduğu bilinir; ayrıca soğuk, kan akışını yavaşlatır, yani parmaklar kesildiğinde kan akmamıştı çünkü vücut o kadar soğuktu ki, kan akışı durma derecesine gelmişti. Ayrıca bu, sonbaharda buz gibi olan denizin, ve buz gibi suyla dolu olan küvetin yanında ölü bulunan diğer cesetlerle bir ortak nokta sağlıyordu.

Fakat burda bir sorun vardı, kan akışı yavaşlasa bile bir insanı bu nedenden öldürmek zordu. O zaman için içine bitkiler girdi. Ginko bloba diye bir bitkinin varlığını duymadınız sanırım. Normalde kan akışını hızlandırır fakat eğer vücut donmuşsa damardaki kanı kurtulmaktan başka işe yaramaz. Bu sabah sevgili arkadaşım Watson, bana kasabın çiçeklerden hoşlandığını söylemişti, böylece bütün ipuçlarını vermiş oldu. Hani şapka satan kadının birkaç hafta önce ölen bir köpeği vardı ya, tahminimce kasabın ilk denemesinin kurbanı olmuştu. Katil onda hiçbir iz bırakmamıştı, fakat insan kurbanlarına gelince bizi onun peşinden götürecek bir ipucu bırakmadan edememiş; bu da kendi sonu oldu."

Lestrade'e döndüm, "Gidip o adamı tutukla müfettiş," dedim. "Bu cesedi de birlikte götür."

"Memnuniyetle," dedi genç adam, ve tekrar önümüzde eğildi. "Sizinle çalışmak bir onurdu Bay Watson, Bay Holmes. Cesedi adam gönderip aldırırım. Sağlıcakla kalın!"

Lestrade gittiğinde İstiklal bana döndü, "Etkilendim," dedi. Tam o anda Lestrade'in kime benzediğini buldum. Gökalp'e benziyordu tabiki!

"Hey hey," dedim, "bizim Gökalp diye bir arkadaşımız yok muydu?"

"Ve yılbaşıydı, ve biz içiyorduk ve.."

"Peki şimdi sana yüz puanlık uzman sorusu sorayım; Neden Londra'da yaşayan İngilizler Türkçe konuşuyordu?"

XXX

Uyandığımda ağzımın tadı berbattı, başım çatlıyordu ve gün ışığı beynimi yakıyordu. Doğrulmaya çalıştım fakat her tarafım tutulmuştu, sadece yere oturup neler olduğunu anlamayı denedim.

Her yer içki şişesi ve kıyafet doluydu. Meyve ve kuruyemiş kabukları, bisküvi paketleri de oradan burdan belli oluyordu. Gözüm hemen televizyonu buldu ve rahatladım. Günümüze geri dönmüştük. Peki diğerleri neredeydi? Arkama baktığımda birbirlerinin üzerlerine çıkmış uyuyan iki salağı gördüm. Ben rüya mı görmüştüm? Yanlarımdan yürüyüp lavaboya gitmek için kalktım fakat ayaklarım bana itaat etmiyordu. Gidip İstiklal ve Gökalp'in üzerine yuvarlandım. Benim ani düşüşüm ikisini de uyandırmıştı.

"Ha? Sherlock ve Watson'a ne oldu?" diyerek uyandı İstiklal. Gökalp ise, "Benim ceset torbama ne oldu?" diyordu.

"Bi dakka," dedim. "Şimdi ben rüya görmedim mi?"

"Katil kasaptı," dedi Gökalp, hala uykuda gibiydi.

"Evet," dedik İstiklal ile aynı anda. "Sen bulmuştun." diyip beni işaret etti. Sonra da dudaklarıma yapışıp üzerime çıktı.

"Bunu bir ara tekrar yapmalıyız," dedi Gökalp. "Belki bu sefer kendimizi Star Wars'da görürüz ha, kim bilir!"

İstiklal gülümsedi ve kafasını kalbimin olduğu yere koydu.

"Yine birlikte olalım da, hangi film olduğu hiç fark etmez."

XXX

Continue Reading

You'll Also Like

235K 12.8K 40
Siz: Selamünaleyküm beyefendi Hayırlı Doktor Kısmet: Aleykümselam, kimsiniz? Siz: Teravihte annenizin numaranızı verip, doktor oğlum diye övdüğü kişi...
130K 5.7K 36
KLASİK BİR GERÇEK AİLE/ABİ KİTABI (Küfür yok) Berbat bir hayat yaşayan İlgi başka bir kızla karıştığını öğrenirse ve tek kız olursa ne olur?
403K 4.2K 29
"Bu saatten sonra yer mekan fark etmez yüzbaşım." Yetişkin içerik !
56.8K 2K 20
deli dolu bir asistan doktor, kendinden ve ciddiyetinden asla taviz vermeyen asker...