Babamın dedikleri kafamda yankılanıyordu. Sefa, babasıyla konuşup eğer ailelerin izni olursa benimle evlenmek istediğini söylemiş! Ramazan amcadan , babama bunu söylemesini istemiş. Ramazan amca, babamın yanına geldiğinde gözleri doluydu. İstemeden onların sohbetinin ufak bir kısmına kulak misafiri olmuştum. Ramazan amcanın yıkık sesiyle "Yıllarca ben bunu, bu ânı bekledim ama asla böyle olacağını düşünmemiştim. Böyle biteceğini, söyle son bulacağını hiç aklıma getirmemiştim. Sefa, Hülya'ya ile evlenmek istiyor ama bilmiyor ki ben seninle ancak dertleşebiliyorum, kızını senden isteyemiyorum. Ah Rıza, sanırım hayatta benim en büyük imtihanım bu. Sefa istediği için sana mecburen söylüyorum ama sen reddetmiş ol, olur mu? İstersen Hülya'ya söyle, o reddetsin edecekse. Daha kesin olur. Çünkü benim Sefa'ya gerçekleri söylemeye cesaretim hâlâ yok. Yıllar geçtikçe iyice kırıldı o cesaret..."
Babam bize akşamleğin açmıştı bu meseleyi. "Sefa, Hülya ile evlenmek istermiş." dedi. Ben gündüz duyduğumdan şaşırmadım. "Ne dersin bu meseleye?"
"Aynı hâlâ cevabım, evlenmek istemiyorum." dedim. Geçen ay öğretmen bir akraba dostu talibimi de bu nedenle reddetmiştim. Çünkü gerçekten de hazır hissetmiyordum kendimi. Evet, yirmi dördümdeydim belki ama bu denli ciddi bir konuda hayatıma yön vermeye hazır hissetmiyordum. Evlilik yükümlülüktü, büyük sorumluluktu, ciddiydi, oyun değildi ve en önemlisi evlendiğin kişi bir ömür yanında olacak kişiydi. Bu yüzden çok önemlidir işte hayat arkadaşını seçmek. Düzinelerce yıl yüzünü görecek, sohbet edecek, zaman geçirecek, dert paylaşacak, bir sürü iyi kötü olay yaşayacaktım bu kişiyle. Kimse yoktu içime sinen, kalbime değen. Bu nedenle kalbimde o kıpırdanışı hissetmeden kim olursa olsun karşımdakine evet demeyecektim. Biliyordum ki Sefa'ya evet desem babam bana bilmediğimi sandığı gerçeği söyleyecek, bu şekilde yeniden karar vermemi isteyecekti.
Hayat çok acımasızdı. Sefa'nın kendinin bile bilmediği bir gerçek nedeniyle yoluna engeller çıkacaktı, o yuva kurmak istedikçe. Babamla olan kardeşlik ve ahbaplıkları bu kez kolayca sıyrılmalarına yol açacaksa da her isteyecekleri kıza böyle yapamazlardı sonuçta. Ona gerçeği söylemeleri gerekecekti. Sefa'nın bilmeden bedelini ödediği gerçekten hiç hoşlanmıyordum. Evet, Allahın vergisiydi lakin ben bu gerçekten onun adına nefret ediyordum. Yine de Allah vergisi diyerek isyan edemezdik elbette, her ne kadar sevmesekte...
Diğer mevzu ise benim şaşkınlığımdı. Evet, Ramazan amca oldu olası beni gelini diye görmüştü ama bu kez olan farklıydı. Sefa, kendi isteğiyle bu müsaadeyi istemişti onlardan. Yani Sefa benimle evlenmek istemişti. Yani Sefa beni seviyor muydu? Nasıl? Nasıl anlamamıştık? Nasıl gizlemişti? İçinde nasıl yatmıştı hisleri? Yahut mantıken mi bir karar vermişti? Bilmiyor ve merak ediyordum. Eğer seviyorsa bu her şeyi değiştirecek gibiydi. Gerçi, çok şey değiştirmeyecekti ki! Sonuçta son dört yıldır Sefa ile yalnızca karşılaşınca selamlaşıyor, arada kısaca hal hatır soruyor, gerekli bir mesele yoksa birbirimizle konuşmuyorduk. Sanki hiç birlikte büyüyen, aralarından su sızmayan iki insan değildik. Suskundu, sakindi, daha da vakurdu. Bakışları yerde yürüyordu, hanımlarla mesafesine dikkat ediyordu. Bağ bahçeyle ilgileniyor, tarımla uğraşıyordu ve bunu yaparken zevk alıyordu bildiğim kadarıyla. Zaten kazadan hemen önce de istediği okumak değil bu hayatı yaşamaktı...
İşte durum böyleyken, yıllardır bana karşı sükuta ve uzaklıklara bürünmüşken bir yandan da içinde sevda besliyor olabilme ihtimali garip geliyordu. Sükuta gizlenmiş hisler ha?
Hisleri mi mantığı mı bilmiyordum, Ramazan amcadan ve babamdan benimle evlenmek için müsaade istemeye onu iten. Her hâlükarda yolun sonunu çıkmazda buluyordum.
☼
☼
☼
☼
☼
Acır bazen insan, en derininden, en derinine... Sevdikleri acırsa kendi de acır mesela. Ondan çok acır belki de. Acı insanı pişiren olduğu kadar elini kolunu da bağlayandır. Nasıl anlar, apaçık görür çaresizliğini, acizliğini insan! Ah acı! Ah acz!
-s.k.
🍒
Gözlerimizdeki "kara leke"lerle bağlanıyoruz varlığa. Gözlerimizin karası gözbebeklerimizle ağlıyoruz dünyaya. Acınası bir şeyin görüntüsü düşmüşse gözbebeğimize, büyüyor gözbebeğimiz. Kocaman oluyor. O görüntü çarpmasa gözümüze, kara lekemiz küçülüyor, önemsizleşiyor. Sanki utanıyor. Göremediği için mahçup oluyor. "Saymayın beni!" dercesine gözden kayboluyor. İnsanın acıması ancak bir nesne üzerinden gerçekleşiyor.
Olmayana acımaz insan. Olmayanın olmayışına ağlamaya kalkmaz, kalkamaz. Hatta, var olduğu halde gözüne görünmediği için acı-ya-madıkları da vardır. Hatta, gözüne göründüğü halde, ilgilenemediği için acımaya vakit bulamadıkları da vardır. Hatta ve hatta, her gün her gün gözüne gözüne sokulduğu için ister istemez alışarak acımayı unuttukları da vardır. Gördüğüne bile acı-ya-mayan, görmediğine nasıl acır? Göz göre göre acımayı unutan, hiç var olamayana hiç var olmayışı yüzünden nasıl acıyabilir? Bir şeyin tamlığının bozulması, bir eksikliğinin gözümüze çarpması, acımızı uyandırır. İçimizi yakar. Kalbimizi dürter. Olması gerekenin onda olmayışı onu acımaya aday kılar. Olması gereken konusunda bir deneyimimiz vardır çünkü.
Daha önce de kuş görmüştüm; kanatları kırık değildi. Bunun kanadı kırık; ah! Yok olanın yokluğuna acıyamamak, ancak kıyılarında gezindiğimiz, içine ayağımızı sokamadığımız bir çelişki denizidir. Acımayı bile beceremeyecek kadar acınacak olduğumuzu bu çelişki sayesinde farkederiz. Biraz eksiği olana acırız da, eksiği art arta hepten yok olana acımayız. Oysa, en çok o vakit acınmayı hak ederdi o şey. Hepten eksik olan, bir tamamlanma vaadi sunmaz gözlerimize. Bir eksiği yoktur hiç olmayanın. Eksikliğini göremeyiz. Yoktur o kadar. Gözümüze takılmaz ki zaten. Gönlümüze niye takılsın?
Bu çelişkiyle yüzleşmeyi denemek hayalî bir kuşa mal olacak kadar bedava: Küçücük bir kuş gördük diyelim. Yavru kuş. Belli ki annesinden uzakta: acırız. Bir de farkettik ki yavru kuşun bir kanadı kırık: daha çok acırız. Az sonra gördük ki, diğer kanadı da kırık: daha da çok acırız. Meğer bir ayağı da kırıkmış: daha da daha da acırız. O da ne! Öteki ayağı da kırıkmış: daha daha daha da acırız. Az sonra kör olduğunu da farkettik: daha daha daha daha da acırız. Belki ağlamaya başlarız. Sonunda sağlam bir tek gövdesi olan kuşun ezilip gözden kaybolduğunu farz edelim. Öyle ki bizden önce asfalttan silinmiş olsun cesedi. Acır mıyız? Hiç sanmam! Olmayan kuşa niye acıyalım ki?
Acımamızı en çok hak ettiği anda, kuşun birden acınası olmaktan çıkması, acımasız olmasa da, acıma-sız eyler bizi. İnsanın şefkati, merhameti, acıması ille de bir nesne arar kendine. Nesne yoksa, acıma başlamaz, merhamet gerçekleşmez. Uzakta da olsa bir annesi bile olmayan, kırık bir kanadı bile olmayan, kırık da olsa bir bacağı dahi olmayan, kör de olsa bir gözü bile olmayan, hiç ama hiç ol-a-mayan bir kuşa acıyamıyoruz.
Oysa, Rahman'ın acıması, kuşun en acınası hali içindir: yokluğuna acır. Merhametiyle yoğu var eder O. Rahmetiyle olmayan kuşun dile gelmeyen varlık duasını kabul eder. Biz bir şeye var olduktan sonra, gözlerimize görünür olduktan sonra ancak acırken, O yokluğuna acıdıklarını var eder. İşte bu yüzden, kendi yokluğumuzda, kendi üzerimizde, kendi yokluğumuza kendimizin bile acımadığı bir dönemde, kendimizin bile farkında olmadığı yokluğumuza acıyan o merhamet bakışını görmeye çağırır bizi Rahman: 'Hatırlamaz mı insan ki bir zamanlar hatırlanmaya değer bir şey değildi.' (Bak. İnsan Sûresi, 1) Her birimizi özgeçmişine (ama öz-geçmişine!) gönderiyor bizi bu âyet. İnsan Sûresi'nin bu ayeti hiç hatırımızın sayılmadığı sıfır noktasından başlayarak göz önüne getiriyor şimdi alışkın ve bıkkın olduğumuz (ve ihtimal ki göremediğimiz) varlığımızı.
Kimsenin gözüne takılmış değildik doğum günümüzden en fazla bir yıl kadar önce. Kimse eksikliğimizi çekmiyordu dünyaya gelmemizin bir yıl kadar öncesinde. Kimse yolumuzu beklemiyordu. Bir işe lazım değildik: Lüzumsuzduk. Olsak da bir, olmasak da birdi! Yokluğumuz varlığımız kadar beklenir bir şeydi. Sanıyorum şimdi aynaya bakarken biraz daha açabiliriz gözbebeklerimizi. 'Hayret!' 'Ben bana sürprizim!' 'Çok değil onyedi yıl kadar önce kimsenin hesaplarında yer etmiyordum. Sevdiklerimin gündeminde değildim. Ama yaşıyorum şu an.' 'Bir zamanlar kimse eksikliğimi dert edinmediği halde, şu anda varım.'
Şaşırmalı insan kendi var edilişine. Yokken, kendisi bile yokluğunu farketmezken varlık için seçilişine hayret etmeli! Göz bebekleri büyümeli! En acınacak haline acıyanın sadece Rahman olduğunu fark etmeli. 'Rahman'ın gözbebeği' bilmeli kendini. Bakılıp geçilecek, gözden çıkarılacak, hemen silinecek, çöpe gönderilecek 'kara bir leke' kadar bile değilken, üzerindeki o 'bakış acısıyla' gözde olduğunu görmeli. Göründüğümüz için bize bakmış değil O. O baktığı için görünür olmuşuz biz.
Kaynak: https://www.risalehaber.com/bakis-acisi-10774yy.htm