someone's someone | minsung

By chogiwataeil

410K 41.3K 123K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... More

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
144
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
ihtiyacım olan şey
"arkadaşlarım olmadan"
yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)
pankreaslardaki bir iki kara delik
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?
**a mingi study ve hayatın içinden

on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı

13.2K 1.3K 1.6K
By chogiwataeil

ben küçükken chan hyung ağlamamı kesmek için bana şarkı söylerdi. tam olarak şarkı söylemek denmezdi aslında buna, mırıldanırdı daha çok. saçlarımı okşar ve kelimelerini bile seçemediğim aptal bir melodi mırıldanırdı. o zamanlarda hep chan hyunga bunun karşılığını nasıl vereceğimi düşünürdüm, çünkü o ağlamazdı. benim onu sakinleştirmeme ihtiyacı olmazdı.

minho yüzünden ağladı ilk kez. yani benim bildiğim kadarıyla ilk kez. minho'nun yırtık siyah pantolonundan kanayan dizlerini gördü ve gözlerimin önünde ağlamaya başladı. bana ihtiyaç duymadı göz yaşlarını silmek için, minho sarıldı ona. minho sakinleştirdi. o zamanlar kahverengi olan saçlarını okşadı. ve ben tam yanlarında ağlarken ilk kez chan hyung beni tutsun istemedim. ilk kez o gün canım yandı, evet. ama ben ne kadar bencil olduğumu da ilk kez o gün öğrendim.

kendi hissettiğim duyguya bir isim de ilk kez o gün koydum zaten. chan hyung'un minho'nun dizlerini kuru hıçkırıklarla temizlemesini benzer hıçkırıklarla izlerken ilk kez gördüm sevmeyi.

ben minho'ya aşık olduğumu bile chan'in gözlerinden öğrendim.

şimdi ben bu olaydan yıllar sonra yine ağlıyordum. ama minho parkta düştüğü ve dizleri kanadığı için değildi. minho kalkmıştı, kimsenin elini bile tutmadan düştüğü yerden kalkmıştı. bendim o günden sonra hiç kalkamayan. şimdi de bu yüzden ağlıyordum.

bahar dönemi başlamadan önce ayık gezdiğim çok az gün vardı. alkolik olmak için çok küçüktüm ama bütün hücrelerim sanki bir anda ortak bir karar almış, tüm fonksiyonlarını karşılamayı kesmişlerdi ve ben bir şişe viskiye ulaşamadan da yeniden çalışmaya başlamayacaklardı.

ellerim soğuktu. dakikalardır gözümden akan yaşları silmek için yanaklarıma dokunmama rağmen buz gibilerdi ve titriyorlardı. kontrol edemiyordum. aslında hiçbir organımı kontrol edemiyordum. dediğim gibi vücudum sadece biraz alkol istiyordu ve ruhum da viskinin onu sakinleştirmesini.

çünkü minho yapmayacaktı, chan'in yapma şansını da ben kaybetmiştim.

"sen iyi misin?" kabinin kapısı hafifçe tıklatıldı. aklım tam olarak çevremde olup bitenlerden haberdar değildi ama tok sesi duydum. cevap vermeyecek kadar ağlamakla meşguldüm sadece.

kapıdaki her kimse bir daha tıklattı ama bu sefer bir şey söylememişti. siyah ayakkabılarını kapının altından seçebiliyordum. gidecek gibi durmuyordu ve ben her ne kadar kendimi duyamayacak kadar ölü olsamda hıçkırıklarımın kulağa korkunç geldiğini tahmin edebildiğim için onu suçlayamadım. içerde ölüyor olmadığıma emin olmak istiyordu, ki buna ben bile emin değildim.

"anlaşılır bir şey söylersen seni rahat bırakacağım."

rahat bırakılmak istemiyordum. birinin beni ayağa kaldırmasını, ben susana kadar bana sarılmasını istiyordum. ama biri burda değildi. biri aşık olduğu adamla birlikte bir geleceğe başlamak için bütün ders programını doldurmuştu ve şu an kampüsün diğer ucundaydı. biri gelmeyecekti.

minho gelmeyecekti.

"iyiyim." anlaşılır bir şey söylemediğimi biliyordum. büyük ihtimalle ıslak ve anlamsız bir ses çıkarmıştım. kapıdaki siyah botlu kişi için yeterli olacağını ummuştum yine de.

"bir şey ister misin?"

eğer ben okulun ilk katındaki aptal küçük sayılabilecek bir tuvalette sanki işgence görüyormuş gibi ağlayan birini duysaydım en azından paniklerdim. dünyanın en normal konuşmasını yapıyormuşuz gibi çıkmazdı sesim. duygu barındırmayan bu sesi çıkarmak için yabancının bu sahneyi günde en az bir kere yaşıyor olması falan gerekiyordu.

ama onun için sorun yoksa benim için de yoktu. zaten ben şu an içinde bulunduğum duruma alışıktım. sadece yatak odamın rahatlığı dışında yapıyordum bunu. "viski istiyorum."

kapının ardından ses gelmedi. belki de hala kekelediğim ve hıçkırdığım için tam olarak ne söylediğimi anlamamıştı, ya da saat on birken ve okuldayken viski istememi yargılıyordu.

"kapıyı açacağım, tamam mı?"

bu sefer temkinliydi sesi. ve kapıyı açamayacaktı, kilitlemiştim. buna güvenerek zaten büyük ihtimalle kıpkırmızı olmuş ve sümüklerim mi göz yaşlarım mı olduğunu bilmediğim bir sıvıyla kaplanmış suratımı düzeltmeye çalışmadım.

içeri giremezdi.

ama içeri girdi.

yan tarafımdaki kabinden sesler geldi ilk önce. daha sonra da yukarıdan bir kol uzandı. aptal devlet üniversitesinin aptal kabinlerinin dar ve alçak olmasıyla ilgili herhangi bir şey düşünmemiştim daha önce. ama dövme kaplı kaslı sayılabilecek kol basit bir hareketle kabinin kilidini açtığında gerçekten yaratıcı bir kaç küfür bulmuştum bu konuya özel.

büyük ihtimalle kafamı kaldırsaydım dövmeli kolun sahibini görebilecektim. belki de yukarıdan bana bakıyordu şu an ama yapmadım. çünkü zaten saniyeler sonra kolayca açtığı kapıya yaslanmıştı.

suratında bugüne kadar görmediğim bir şey vardı. endişeli ya da korkmuş gözükmüyordu. gözleriyle beni süzüp eleştirecek ya da küçük görecek bir şey de aramıyordu. sadece bakıyordu işte. şimdi diğer kolunu da görebiliyordum. giydiği kısa kollu siyah tişört omuzlarına kadar iki kolunu da kaplayan dövmelere bakabilmem için seçilmiş gibiydi.

"viskim yok. ama rom var."

sırt çantasını yavaşça çıkarıp içini açtı. alkol dolu şişeyi görmek bile hücrelerimi derin bir nefes aldırırken o ayağa kalkmam için elini uzattı.

song mingi hayatıma böyle girdi. o kapıyı açışı kadar hileli ve o rom şişesi kadar gerekliydi kendisi de.

elini tuttuğumda beni kaldırdı ve güzel sanatlar fakültesinin ek binalarından birine götürdü. kimsenin varlığını bile bilmediğine emin olduğum bir balkonda daha öğlen bile olmamışken bir şişe cini içmemi izledi.

göz yaşlarımı silmedi, neden ağladığımı sormadı ya da o şişeden başka bir yardım teklif etmedi. sadece beni izledi.

~

motorsikletlerden anlamazdım. arabalardan da anlamıyordum aslında ama motorsikletlerle ilgili gerçekten hiçbir şey bilmiyordum. yıllardır amerikan filmlerine maruz kalan bilinçaltım sahipleriyle ilgili bana bir kaç fikir veriyordu sadece.

yine de bütün cin şişesini içtikten sonra mingi beni evime bırakmayı teklif ettiğinde karşı çıkmadım. başıma gelebilecek en kötü şey bu kafamla derse girmem ya da okulda dolaşmamdı ve ben bunu yapmak istemeyeceğime emindim.

mingi benden uzundu. aslında çoğu insan benden uzundu ama mingi gerçekten tanıdığım en uzun insandan bile uzun olabilirdi. arkasında yürüyordum ve karşıdan gelen birinin beni görmeyeceğine emindim. benden yapılıydı da, tüm vücudum mümkünmüş gibi daha da küçük hissettirmişti. tabi alkol ölçü algımı etkiliyor da olabilirdi.

"tutunabilir misin?"

şu an karşısında dikildiğim siyah motoru size daha iyi tarif edebilmek isterdim gerçekten ama söylediğim gibi motorlardan anlamıyordum. büyüktü ve siyahtı. mingi'ye benziyordu aslında bazı açılardan.

tutunabilir miydim bilmiyordum da üstelik. ama sonuçta yıllardır minho'nun küçücük, hiçbir anlam taşımayan hareketlerine tutunarak yaşıyordum. sarhoşken birine tutunmak çok da zor olmamalıydı. bu yüzden kafamı salladım.

"kaskım yok. bu yüzden düşmemen gerekiyor, anladın mı?" mingi uzun bacaklarının yardımıyla kolayca bindiği motorun üstünden bana bakıyordu. tek kaşı havadaydı ki burdan çıkarmam gereken şeyin ciddi olduğu olması gerektiğini düşünüyordum. gerçekten düşersem ölebilirdim sanırım. "kelimeler. kelimelerle cevap ver ki anladığına emin olayım."

"tutunabilirim." boğazımı temizlemeliydim. kesinlikle temizlemeliydim çünkü sesim o kadar bitik çıkmıştı ki ben bile anlayamadım ne söylediğimi. mingi sırıttı ama. bu anladığı anlamına geliyordu ve şükrettim. tek bir cümle bile kuracak halim yoktu. sadece odama gidip yatağıma girmek daha sonra da geçtiğimiz günlerde yenilediğim alkol stoğumdan bir kaç şişe bitirmek istiyordum.

motora binmek zor oldu. sarhoştum ve ağlamayı biraz önce kesmiştim çünkü. ve daha bacağımı bile kaldıramazken evime kadar nasıl mingi'ye tutunacağımı merak ettim.

üstünde çok düşünmedim ama. çünkü aynı anda hem düşünüp hem de kollarımı kaldıramıyordum. daha sarhoş olduğum günler olmuştu, daha yorgun olduğum pek günüm olmamıştı sadece. mingi'nin beline kollarımı doladım. elimden gelen en sıkı şekilde doladım hem de. bu da yetmezmiş gibi karnında birleştirdiğim ellerimi birbirine kenetledim, eklemlerim beyazlamaya başlamış olmalıydı.

bu kadar sık ölmeyi dileyen birine göre ölümden fazla korkuyordum çünkü. ve bu ikiyüzlülüğüm, zayıf ve istikrarsız kişiliğimin doğal bir yansımasıydı zaten. şaşıramadım bile.

mingi motoru çalıştırmadan önce bana döndü. iki saniye bile sürdüğünü sanmıyorum gözlerime baktığı o anın ama her ne gördüyse kafasını sallamasına sebep oldu. paramparça kalbimi görüp bunu onaylamış olabilirdi ya da belki sadece ne kadar sarhoş olduğuma bakmak istemişti.

biz otoparktan çıkarken midem hızımızın etkisiyle yanmaya başlamıştı. hiçbir şey yemediğim için kusmama yetecek kadar sarsılmamıştık ama mingi kesinlikle hızlıydı. yol biraz daha uzun olsa kusabilirdim. ama evim okula yakındı.

"nerde oturuyorsun?" mingi'nin sesi kulaklarımda uğultuya sebep olan rüzgarı delmişti. benim güçsüz sesimin aynısını yapamayacağını bilsem de kısaca adresimi söyledim. onun da kaskı yoktu ve belki de bu yüzden duymuştu beni çünkü hızımızı göz önünde bulundurursak tehlikeli sayılabilecek bir dönüş yaptı. ne tarafa döndü bilmiyordum, sarhoştum ben.

kafamı sırtına yaslarken çekinmedim. anlım kürek kemiklerinin biraz altında duruyordu ve vücudu sıcaktı. uykumu getirecek kadar sıcaktı, güzel de kokuyordu. gözlerimi kapatmak için vücuduma izin verdim. uyuyamazdım, çünkü uyursam ölürdüm, ama dinlenme dürtüsüne karşı koymak zordu. ruhumun da bir kaç saniye gözlerini kapayabilmesini diledim.

mingi sırtında nefes alış verişimi hissediyor olmalıydı. üstümüzde bizi rüzgardan koruyacak bir şey yoktu ve aslında dünyanın geri kalanını hissedebiliyorduk, yüksek bir hızda hissediyorduk hem de. ama sanki aptal bir balonun içindeydik aynı zamanda. nefes alış verişimi kesinlikle hissediyordu. "sakın uykuya falan dalma!"

diğerlerine kıyasla oldukça derin bir nefes aldım. uyumayacaktım zaten, ama mingi'ye cevap veremiyordum. zihnimde oluşan minho'ya odaklandım sadece.

minho'nun kahverengi gözlerinden başka bir şey düşünmedim mingi apartmanımın olduğu sokakta motoru aniden durdurana kadar. "hangisi?"

motordan indi mingi ve o inince dengesi bozulan bedenimi tutmak için ellerini belime yerleştirdi. sol elimi kullanıp biraz ilerideki gri apartmanı işaret ettim kafamın göğsüne yaslanmasına izin verirken. taşıyamıyordum artık. kafamı da içini dolduran minho'yu da taşıyamıyordum.

beni sadece gerektiğinde konuşturarak evime getirdi mingi. benim yerime nerde olduğunu söylediğim anahtarlarımla kapıyı açtı ve odama götürdü. daha sonra da hiçbir şey söylemeden gitti.

~

bir kaç saat sonra uyandım. telefonumda bir kaç tane cevapsız arama ve okunmamış mesaj vardı. aslında changbin veya hyunjin'den olduklarını bildiğim için birazdan mesajlara dönmeyi planlamıştım ama kapım çalmaya başladı.

ağrıyan başım hızlı hareket etmemi veya hızlı düşünmemi engelliyordu. bu yüzden elimde ekranda changbin'in adını göstererek çalmaya başlayan telefonumu bıraktım ve odadan çıktım.

mingi'yi beklemiyordum. yani beklememin sebebi evime gelmesine şaşırmam değildi, mingi'nin varlığını unutmuştum nerdeyse. büyük ihtimalle sırıtan suratını kapının önünde görmeseydim hatırlamazdım da.

"bana borçlusun."

o bedenimi ittirip evime girerken benim ağzımdan garip bir ses çıkmıştı. mingi şükürler olsun ki kafamın biraz daha karışmasına izin vermeyip salonuma da girerken açıklama yapmaya karar verdi.

"bir şişe rom borçlusun. ayrıca seni buraya kadar getirdim, benzin ucuz bir şey değil. yani bana borcun var. ödemen için geldim."

"seni ben zorlamadım, bunları kendin yaptın." sehpamın üzerine uzattığı ayaklarını ittirdikten sonra gözlerimi ovuşturma ihtiyacı hissettim. yüzümü bile yıkamamıştım.

"demek konuşabiliyorsun. endişelenmiştim açıkcası."

hala sırıtıyordu ve ben yavaş yavaş daha da ayılıyordum. nasıl bir borcum olduğunu düşündüğünü merak ettim doğrusu. ben kendi başıma ağlarken zorla içeri giren de, benimle içkisini paylaşan da, eve getirmeyi teklif eden de oydu. bunları yapmasaydı ben pekala ağlama krizimi okulun tuvaletinde kesebilir ve hiçbir şey yokmuş gibi günüme devam edebilirdim.

sertleşen bakışlarımın bir etkisi olup olmadığını bilmiyorum ama mingi oturduğu koltuğumdan kalktı ve karşıma geçti. günün önceki saatlerinde üstünde olmadığına emin olduğum bir deri ceket giyiyordu şimdi ve ben istemeden onu biraz daha etiketlendirdim. motor kullanıyor, okula alkol sokuyor ve bir de deri ceket giyiyordu, amerikan dizileri için mükemmel bir klişe örneğiydi.

"şaka yaptım. sadece seni dışarı çıkartmaya geldim. aklımda gidebileceğimiz harika bir yer var." sesini de sabah algılayamamıştım. kalındı, evet ama ne olduğu çözemediğim bir ton da vardı. gülümsemesiyle birleştiğinde kesinlikle az önceki klişe örneğine uymuyordu. sadece görünüşü bir senaryo için yaratılmış gibi hissettiriyordu. güldüğünde gerçek bir insan olduğunu anlayabiliyordun bir tek. gözlerine o kadar yansıyordu ki gülüşü sanki dünyayla işi bitmiş, çoktan ölmüş birine bakıyor gibi oluyordun. tek bir endişesi dahi yokmuş gibi gülüyordu.

ben bu gülümsemeyi bilirdim. babamın dudaklarında senelerce asılı kalmıştı. bana da geçtiğini söylerdi annem önceden, babam gibi güldüğümü.

babamın son halini bildiğim için gülümseme kısmını aklımdan attım. mingi'ye odaklanmıştım tekrar. bana bakıyordu. "ne diyorsun?"

gözlerimi devirdim cevap vermeden önce. gerçekten beklentiyle bakıyordu ve reddedecek enerjim yoktu. üstelik her ne kadar ona borçlu olduğumu düşündüğü şeyleri ben istemeden yapmış olsa da minnettardım. kesinlikle minnettardım. "tamam. bekle üstüme bir şey alayım."

evden çıkmadan önce telefonuma baktım, yeni bildirimler eklenmişti ama onlara dönmedim. yeniden mingi'nin motoruna yeniden kasksız bindim. ayık halimle bunun ne kadar tehlikeli olduğunu daha net anlamıştım ve yine de bindim.

~

mingi'nin arkadaşları da kendisi gibiydi. geldiğimiz çöplükten pek bir farkı olmayan ve ev olduğunu tahmin ettiğim yer alışık olduğum mekanlardan farklıydı. çatı yoktu bir kere. üstümüzde çatı yoktu, tenteye benzer bir şey vardı ve soğuğu geçiriyordu. zaten sanırım bu yüzden ortamızdaki tenekede yaktıkları bir ateş vardı.

ilk yarım saat ordakilerle kaynaştım. sizi kimsenin tanımadığı bir yere girdiğinizde rol yapmak daha kolaydı. minho'ya aşık olduğumu ve sürekli mecazi aptal bir el  boğazımı sıkıyormuş gibi hissettiğimi gizlemek çok daha kolaydı.

bu yüzden arkadaş olduk. bir grup kafası güzel hippi kılıklıyla yarım saatte ne kadar arkadaş olunabilirse o kadar arkadaş olduk.

ben ve mingi dışında beş kişi vardı. saçları uzun ve kırmızı olan benden büyük bir japon, amerikalı olduğunu tahmin ettiğim kesinlikle sorgulamak istemediğim çok renkli bir pantolon giyen sarışın bir çocuk, geldiğimizden beri elindeki bira sayısı sayamayacağım kadar değişmiş biri ve birbirlerinden ayrılmayan ve kafaları güzel olduğu için bana kendilerini tam dört kere tanıtan iki çocuk vardı. bir tek onların isimlerini öğrenebilmiştim zaten. juyeon ve hyunjae. aklımdan çıkamayacak kadar çok kez tekrar etmişlerdi.

telefonum çalıyordu. uyandığımdan beri telefonum çalıyordu ve ben bırakın açmayı, mesajları okumamıştım bile. mingi sürekli çalan telefonumu farkettikten sonra elimden almıştı aslında. karşı çıkmadım ve neden yapmadım bilmiyorum. mingi telefonumu kendi cebine koyarken bana boşvermemi söylemişti. ben de boşverdim. her şeyi, herkesi boşverdim. telefonumu kapattığında da bir şey demedim zaten.

"sigara?" hyunjae yanıma oturmadan önce paketi bana uzattı. alkol almaya başladığım anda herkesten uzak bir duvarın dibine oturmuştum ve onlarda beni ellememişlerdi. sanırım vücudumun kotası doluyordu. alkole mi yoksa üzüntüye mi tahammül edemiyordu bilmiyordum ama kesinlikle tükeniyordu.

paketten bir dalı aldım. ben daha çakmak isteyemeden hyunjae yakmıştı bile.

sessizce sigara içtik ve sessizlik iyiydi. diğerlerinin açtığı müziği ve sarhoş konuşmalarını beynim zaten susturmuştu ve sadece minho'yu düşünmeme izin veriyordu bu.

ben ilk kez minho'yla sigara içtim. on üç yaşındayken ve annem gideli sadece bir kaç ay olmuşken sevgili hyunglarım beni yalnız bırakmamak için bir sistem kurmuşlardı.

babam zaten yaşayan bir ölüydü o sıralar. zombilerden bahsetmiyorum, hayır o kadar distopya-vari değildi. sadece sürekli sarhoştu ve evde oluşuyla olmayışı arasında bir fark yoktu. bu yüzden her gece chan hyung ve changbin hyung benimle kalıyordu.

bazen de, sadece bazen minho yanımda kalıyordu. favori gecelerimin bu geceler olduğunu söylememe gerek yoktu sanırım. bu minho ve chan'in çıkmaya başladıkları seneydi ve chan her ne kadar aşık olduğu çocuğa güvensede beni yalnız bırakmaya içi el vermediği için gitmiyordu.

bir gün, salı günüydü, benim odamda oturuyorduk. chan ve changbin o zamanlar çok sevdiğimiz ve benim şimdi adını bile hatırlamadığım bir grubun yeni albümünü dinliyorlardı. bizim de dinliyor olmamız lazımdı aslında ama ben minho'nun yüz hatlarına dalıp gitmiştim.

küçüktüm ve daha minho'yu nasıl uzaktan seveceğimi tam öğrenememiştim. şimdi de öğrenebildiğimden değildi ama işte, o zamanlar daha kötüydüm.

"gece benim kalmamı ister misin?" minho tuşlu telefonunu ikimizin arasına bırakıp kulağıma eğilmişti. heyecanlanan şimdikinden daha ergen bedenim tüm yüzümün kıpkırmızı olmasını sağlamıştı. utanıyordum, küçük sevimli bir utanıştı. minho'yla yalnız kalma fikri benim midemdeki kelebekleri ortaya çıkarıyordu ve ben bu saçma salak hissi daha yeni öğrenmiştim o zaman.

kafamı salladım sadece. ne kadar çok istediğimi söyleyemedim. ama minho anlamıştı ve ne yaptı bilmiyorum ama iki saat sonra chan ve changbin'i gönderdi.

chan çıkmadan önce benim saçlarımı, minho'nun da dudaklarını öpmüştü. onlar da o zamanlar daha ergen oldukları için sürekli öpüşüyorlardı. benimse bu konuda ne hissettiğimi söylememe gerek yok sanırım.

minho yeniden yatağıma, yanıma oturdu. ben de dizlerine uzanmıştım. ve ben gecenin sonuna dek minho saçlarımı okşayacak sansamda minho biraz sonra doğrulmuştu.

"jisung, bir şey yapsam chan'e söylemezsin. değil mi?" sesi çatlamayı bırakmıştı. büyüyor olduğundan böyle olduğunu düşünüyordum. kafamı tekrar salladım ve minho bu sefer kotunun arka cebinden buruşmuş bir sigara paketi çıkardı.

"hyung!" sigara içmek kötüydü. sigara içmek sağlıksızdı, seni hasta ederdi benim gözümde. ve sanırım henüz on üç yaşımda olduğum için bunu bilmeme rağmen minho'nun zarif parmaklarında duran sigarayı beğenip hiçbir şey söylemedim. o kadar yakışmıştı ki eline o aptal dal, o kadar hoşuma gitmişti ki çakmağı tutuşu ben sadece bakabilmiştim.

o sigarasını karşımda içmeye ve baş ucumda duran kaktüsü küllük olarak kullanmaya başlarken ben sadece izledim. nerden aklıma geldi, nasıl bana da yakışacağını düşündüm, bunun ikimiz için özel bir şey olacağını nerden çıkardım bilmiyorum. ama minho'nun omzunu dürttüm.

"bana da verir misin?"

sesim çok kısık çıkmıştı eminim. ve minho'nun bakışları da çok sertleşmişti, bunu da net hatırlıyorum. daha sonra aramızda bir şeye dönecek bakışma düellolarımız o gün başladı. sesim kısık çıkıyordu, onlardan küçüktüm ve her anlamda içe kapanık bir çocuktum ama her zaman inatçı olmuştum. bu özelliğimi yolda bir yerde kaybettim sanırım büyürken.

"lütfen hyung."

ilk düellomuzu ben kazanmıştım. minho bana bir dal verirken hala sinirli gözüküyordu. elimi uzatmış ve ondan sigarayı almaya çalışmıştım ama minho elini bir anda çekerek bunu engellemişti.

"önce söz ver." dedi. "ben yanında yokken içmeyeceksin tamam mı?"

minho'ya söz vermiştim. bu bozduğum ilk sözümdü ona verdiğim. ama bunu bilmediği ve her zamanki gibi bana güvendiği için dalı sakince dudaklarımın arasına yerleştirdi. sonra da kendininkini yaktığı gibi benimkini de yaktı.

ben on üç yaşındayken henüz on beş yaşındaki minho bana ilk sigaramı içirdi. ve ben on beş yaşıma gelene kadar bir daha sigara içmedim. ama minho ne zaman içecek olsa beni yanında götürdü. onu izledim, onun için birileri, özellikle chan, geliyor mu diye nöbet tuttum. sigara bizim için özel bir şey haline geldi.

ilk içtiğim sigara boğazımı yakmıştı ve öksürmeyi kesememiştim. gözlerim de dolmuştu ve minho'nun nasıl bu kadar rahat içtiğine anlam verememiştim. ama ben de on beş yaşıma geldiğimde ve minho sigarayı bıraktığında öfkelendim. ikinci kez de o zaman içtim zaten. minho bize özel bu şeyi mahvettiği için sinirlenmiştim belki, ya da beni ilk kez bıraktığı için sinirlenmiştim. bilmiyordum nedenini işte ama ben o zaman başlamıştım sigaraya.

şimdi mingi'nin beni getirdiği bu yabancılarla dolu yerde bulabildim bunun cevabını. ben minho'ya tutunabilmek için sigaraya başlamıştım. o küçücük, özel anımız yaşasın istemiştim. bunu farketmek yarısını bile içmediğim sigaramı yere atmama sebep oldu.

ama üstüne basamadım. çünkü kaç yaşıma gelirsem geleyim ben o minho'ya aşık küçük çocuktum ve hala bırakamıyordum.

eve dönmedim o gece. mingi orda kalmamızı söyledi, ertesi gün okula gidebileceğimizi. bu sefer hayır diyemeyecek kadar sarhoştum. yarın sabah arkadaşlarımın ne kadar korkmuş ve kızgın olacaklarını bilerek mingi'yle dans ettim. yanında uyuya kalana kadar dans ettim. mingi de bir şey sormadan izin verdi.

•••
on üç yaşında sigara içmeyin demekten başka bir notum yok güzel insanlar...
iyi akşamlar bi de

Continue Reading

You'll Also Like

36.4K 4K 21
"MİNHO EZ BENİ"
70.4K 3.1K 27
Yabani evrenindeki çiftimiz Asi ve Alaz'ın hayatları farklı bir şekilde kesişeydi, mesela Asi, Soysalan Üniversitesi'ne bomba gibi düşseydi, nasıl ol...
20.2K 3.4K 12
Taehyung 20 yaşında age play seven bir bebekti, arkadaşı Hoseok'sa ona babacık bulmak için çabalayan birisi. Pek tabii Taehyung'un minik bir çarpışm...
22.6K 3.1K 60
Hep aynı yıldıza bakarsan yolunu asla kaybetmezsin...