Save Me | TAEKOOK |

Galing kay Glasting_

5.8M 331K 2.2M

'' Ateşe merak duyan 4 kelebeğin hikayesini bilir misin? '' TaeKook__VKook Higit pa

|Korkak|
|Kabuslar|
|Poker face|
|Sessiz çığlıklar|
|Ceza|
|Karşılık |
|Anka kuşu|
|Cehennem |
Kurtar beni..
|Güven |
|Geçmiş|
|Whalien 52|
|Kontrolsüzlük|
Ruh eşi..
|Kelebek|
|Değişim|
|Girdap|
|Karların düştüğü ilk gün|
|Küçüğüm|
|Plan|
Birbirimizindik..
4 kelebek hikayesi..
|İlk yalan|
|Kibrit çöplerinden yapılmış sığınak|
|Deniz feneri|
Fırtına öncesi...
Kırmızı başlıklı kız?
Ressam..
Oyun..
|Kar|
Euphoria | Kalopsia
Cinayet..
İntikam..
|Fanustaki kırmızı gül|
|Geçmişteki masum beni bul|
|Yalancının yarattığı kalopsia|
|Kendine ihanet|
|Kaderin en acımasız cezası|
|7 günlük ömür |
|İstenilen Cesaret|
|Sen ateştin, ben ise bir kelebek|
| ?¿ |

| Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar|

165K 7.5K 67.6K
Galing kay Glasting_

Final part II






İyi okumalar~



17 Aralık
Saat: 23.35

Yok olmuşluğun mutluluk getireceğini düşünmediğim tek bir an olmamıştı. Tek bir kez bile bunun doğruluğundan şüphe etmemiştim. Hissettiğim acılar, gözlerimi kapattığım her saniye, annemin cesedinde gördüğüm o acının soluşu ve kulaklarımda yankılanan acı dolu çığlıklar bana bunun ne denli doğru olduğunu kanıtlıyordu.

Ruhumda hissettiğim yaralar ve çatlaklar bu dünyevi bedene hapsolmuşluğun eseriydi. Bu dünyanın iğrençliğinden nefes alamıyordum ve bunun farkına varmışlığım, beni bu halde getiren, ölüme doğru ittirip o uçurumdan aşağı göndermeye çalışan yegane şeydi.

Gerçeklik ise kalbime, zihnime ve ayaklarımın altına cesareti serdi. Korkumla savaşmayı bana öğretti. Bu dünyadan gittiğimde beni mutluluğun bekleyeceğini fısıldadı.

Gülümsedim ve aklıma o geldi yine. Güzel yüzüne ve gözlerine her baktığımda mutluluğu tattığım insan geldi.

Taehyung...

Benim biricik ruh eşim. Hayat denen bu kısa ana güzel renkli kanatlarının eşliğiyle can getiren sevgilim...

Onu özlüyorum. Onu özlediğim gibi bir an önce ona kavuşmak istiyordum. Fakat kollarımı bile hareket ettirmekten acizken bunu yapmama izin vermeyeceklerdi.

Bunu benim sağlığım için yapmama izin vermediklerini söylemeleri kadar saçmaydı şu an olduğum durum. Çünkü şu an çektiğim acının farkında değiller. Şu an aslında nefes alamadığımın farkında olmadıkları gibi ruhumun bedenimden kaçmak için can çekiştiğinin de farkında değiller.

Yutkundum ve tükenmiş enerjimle kollarımı ve ayaklarımı hareket ettirmeye çalıştım. Bedenimin hareket etmesini engelleyen kelepçelerden bileklerimi kurtarmaya çalıştım fakat yapamıyordum. Gözlerimi kapatırken cılız bir nefes kurumuş dudaklarıma çarptı ve çıktı yavaşça.

Gökyüzü boğuk bir şekilde gürlerken gözlerimi açıp tavana baktım. Her gün, hiç durmadan ve hep olan gibi aklıma dolan tek şey anılar olmuştu. Bu tavana bakıp kaç kez anılarımı düşündüm bilmiyorum. Fakat bunu yapmak bana sadece acı ve ardından onu takip eden bir özlem sunuyordu.

Boş ve cansız bakışlarımı tavandan çekip içinde bulunduğum karanlık odada ki pencereye kaydı. Yağmur yağıyordu yine. Her gün durmaksızın yağıyordu. Sanki benim gibi içten içe ağlıyordu gökyüzü. Ağlıyordu şiddetle şimşeklerini çakıp gürlüyordu isyan edercesine bu halime. Hala bana ne yaptığımı soruyor tüm öfkesiyle.

Ona ve öfkesine olan tek cevabım ise kollarımın ve ayaklarımın bu şekilde  kelepçelenmesiydi belki de. Ya da belki de bedenimi gram hareket ettirilmesine izin vermeyen ağır uyuşturucu ilaçlardı.

Bilemiyorum. Ne zamandır bu lanet hastanede olduğum hakkında bir fikrim yok. Günlerden ne olduğu ve hangi saat diliminde olduğum hakkında da bir fikrim yoktu. Gerçi bir önemi de yok artık.

Çünkü bunlar benim için gerekli olan şeyler değildi. Artık değildi. Zaman, anılar, arkadaşlık, nefret, insanı insan yapan bütün değerlerden soyutlanmıştım kendimi.

Geriye sadece çürüklerle dolu bu beden kalmıştı ve onu da yok ettiğimde ruhum özlemini duyduğu özgürlüğe kavuşacaktı. Sevdiğim kişiye kavuşacaktım.

Gözlerim dolarken bu bedenin içinde tutsak kalmış ruhumla nefes alamadığımı hissettim bir an. Sonra mırıldandım hep yaptığım şeyi yaparak. Ateşler içinde yanan ruhuma bir damla su serptim dudaklarımı hareket ettirerek.

'' Hiçbir şey düşünme, hiçbir şey söyleme. Sadece bana gülümse...''

Bu şarkıyı ona söylediğim gün aklıma geldi ve devam ettim gülümseyerek.

'' Hala inanamıyorum, tüm bunlar bir rüyaymış gibi. Kaybolmaya çalışma...''

O gün gözlerinin içinde bakarak bu şarkıyı söylediğimde ağlamıştı ve ben, gözyaşlarının her birinde boğulmak istediğimi fark ettiğim ilk anları o gün yaşamıştım. Ona ruh eşim demiştim. Ona aslında onu sevdiğimi söylemiştim. Bir olduğumuzu söylemiştim...

'' Gerçek mi- Gerçek mi? O kadar güzel ki korkutuyor...''

Sesim o kadar cılızdı ki sessizlik bile daha gürültülü ve güçlüydü. Gözlerimden gelen yaşlar ağırca aktı ve şakaklarımın arasına sızıp saçlarımda kayboldu. Fakat dudaklarımda onu hatırlamanın verdiği garip bir gülümse vardı.

'' Gerçek değil... Gerçek değil... Sen, sen, sen...''

Nefeslerim ciğerime batarken gözlerimi kapadım. O güzel yüzünü gözümün önüne getirdim. Açık kahverengi saçlarını, dokunmaya kıyamadığım yüzünü, her zaman bana güzel bakan gözlerini hayal ettim.

'' Benimle kalabilir misin? Bana söz verebilir misin? Elini bırakırsam, uçacaksın diye, parçalanacaksın diye korkuyorum...''

Çatlayan ve özlemle titreyen sesim cehennemi andıran bu dört duvarın arasında yankılandı ve tekrar dönüp kulaklarımdan sızıp kalbime çarptı. Küçücük bir isyanla ve özlemle yankılandı kalbimin dört bir yanında.

Kirpiklerinin arasında saklanan beni ve gülümseyen yüzü canlandı zayıf zihnimin kuytularında. Gülümsedim.

'' Zamanı durdurabilir misin? Bu an bittiğinde, hiçbir şey yaşanmamış bir gün olacak diye, seni kaybedeceğim diye k-korkuyorum-''

Hıçkırığım sesimi bölerken gözyaşlarım saçlarımın arasında kaybolmaya devam etti. Gözlerimi açmadım. Görüntüsü gözlerimin önünden gitmesin diye, onu daha fazla göreyim diye.

O kadar güzel ve o kadar naifti ki onun bu dünyadan var olmadığına inanmıştım hep. Beni sevdiği için çok şanslıydım ama beni sevdiği için şansız olan o'ydu.

Beni sevmeye devam etmek istemesi onun en büyük zayıflığıydı belki de. Benim gibi birisiyle bu acılara göz yummayı kabul etmesi ona acı verecekti. Acı çeken ruhunu daha da yok edecekti benim hastalıklı zihnim.

Bu yüzden onun ruhunu özgür kıldığım için pişmanlık duymuyordum. Onun benim yüzümden çekeceği acıların önüne geçtiğim için pişmanlık duymuyordum. Ondan nefret eden saplantılı zihnimin ona artık zarar veremeyecek olmasından dolayı pişmanlık duymayacaktım.

Fakat bu beni katil yapıyordu değil mi?

Onu öldürdüğüm için bir katil sayılırdım. Peki ya bizi öldürenler? Peki, bizi öldürüp hala yaşayanlar? Bizi böylesi bir duruma sokup yaşamaya cüret edenler neden insanların arasında dolaşıyordu? Neden onlara katil denmiyordu? Bu dünyanın cehennem olduğunu kanıtlamaz mıydı?

Adaletsizliğin, kötülüğün, ön yargıların ve anlayışsızlığın hüküm sürdüğü bir toplulukta iyi olmaya çalışmak, koca bir okyanusta nefes almaya çalışmak gibiydi. Biz ise çoktan boğulmuştuk bu cehennem gibi derin sularda.

Bu yüzden beni bu lanet yere tıkmışlardı. Dahasını yapacağımı düşünüyorlardı. Babamı öldüreceğimi düşünüyorlardı fakat onun, ölüm gibi bir kurtarılışı hak ettiğini asla düşünmüyordum. Eğer o gün kar yağmamış olsaydı belki de gidip ona bu mükemmel ödülü kendim verecektim.

Fakat o gün karların düştüğü ilk gündü. Onun çocuksu ve masum sevgisinin kanıtı gibi bir gündü o gün. 30 aralık doğumunun ve ölümünün günüydü.

Bunu hatırlamamla hıçkırıklarım artarken gözlerimden gelen yaşlar yastığımı ıslattı. Dudaklarımı ısırırken göğsümde ki özlemin ağırlığından nefes alamadım. Ama devam ettim. Beni izliyorsa sesimi duysun istedim. Onu özlediğimi bilsin istedim. Onu sevdiğimi duysun istedim.

'' Kelebek-... bir kelebek gibi. Bir kelebek gibi, tıpkı bir kelebek gibi...''

Ağlayışlarım devam ederken bunu yapmamam gerektiğini kendime söyleyip duruyordum. Beni böyle görmeye dayanamazdı o. Benimle oturup ağlardı. Biliyorum.

Bu yüzden gülümsedim ağlayışlarım arasından ama kapının kilitlerinin açıldığına dair metalik sesleriyle yüzümde ki gülümsemeyi sildim yavaşça. Bakışlarımı o tarafa çevirdiğimde her zaman benimle ilgilenen hasta bakıcı, hemşire ve ardından gelen doktorla gözlerimi tavana çıkardım ağırca yine.

" Şu manyak herif görmeden çabuk şu kelepçeyi çıkar."

Doktorun söylediği şeyi takmazken yanıma gelmişlerdi. Kadının bana baktığını hissetsem de dönüp bakmadım. Hemşire gelip yine kolumu kavradığında direnmedim. Çünkü buna karşı çıkacak bir halde değildim. Yorgundum. Çok fazla yorgundum.

Öyle yorgunum ki bütün dünyanın ağırlığı üzerimdeymiş gibi. Ne yaparlarsa yapsınlar, ne derlerse desinler umrumda olmayacak bir bitkinlik vardı. Etrafımda ki her şeye ve herkese karşı hissizlik beni sarmalayan tek şeydi. Tek hissettiğim şey ise o'ydu.

" Umarım şu an biraz daha sakinsinizdir Bay Jeon."

Tenimi delip geçen kaçıncı iğneydi bu? Bilmiyorum. Bilmiyordum kaçıncısıydı uyuşturulmamın. Fakat bembeyaz olan tenim morarmış ve delik deşikti. Kemiklerimin sayıldığı derim artık sadece ilaçlarla doluydu. Şimdi ise bir yenisi ekleniyordu.

Damarlarıma sızan ilaç bitmiş olmalıydı ki çıkardı iğneyi ve hasta bakıcı olan adam kollarımı, ayaklarımı serbest bıraktığında yine onlara saldırmam ihtimaline karşı yanımda duruyordu ama öyle uyuşturulmuş hissediyordum ki ağzımı açacak halde değildim.

Kalbim atmıyor ve beynimdeki düşüncelerim uykuya yatırılmış gibiydi. Duygularım sanki gittikçe siliniyor, siliniyor ve silindikçe yok oluyordu. Buna karşı gelecek gücüm bile yoktu.

Fakat bu bana hatırlattı yeniden, eğer o burada olsaydı ve bu halimi görseydi ne denli acı çekeceğini. Bu halimi görseydi şayet tadacağı tek şeyin mutsuzluk ve hastalığın ağına takılmış zihnimden gelen nefretimin onu ne denli yıpratacağını.

'' Saat kaç?''

Sesim bir fısıltıdan ibaretti. Dışarıyı inleten hastaların çığlıkları ve ağlayışları zihnimde yankılanırken yutkundum. Su istiyordum ama konuşacak halde değildim.

'' 23.17''

Gece yarısı iğne için gelirlerdi. Yine bunun için mi gelmişlerdi? Görmüyorlar mıydı işte hareket edemeyeceğimi?

'' Onu böyle mi dizginliyorsunuz yani?''

Kulaklarıma uğultu gibi gelen tanıdık sesle bakışlarım kapıya döndüğünde neredeyse her hafta gelen Yoongi ile göz göze geldik.

Gözleri kızarmıştı ve teni soluktu. O kadar zayıflamıştı ki gözleri içine çökmüştü. Fakat onu bu hale getiren de bendim. Biliyorum.

'' Bay Min, dün olanları size telefonda anlattığımı hatırlıyordum. Çalışanlarımıza saldırmıştı ve-''

'' Çıkın dışarı. Sonra konuşacağız bu konuyu sizinle.''

Yoongi'nin bitkin ama soğuk, keskin sesiyle durmuş olsalar da çıkmışlardı. Kapı ardımızdan kapatılırken hala kapının yakınlarında duruyordu. Baygın bakan gözlerim ona bakmaktan yorgun düşmüştü. Gözlerimi çektim ve ellerime indirdim.

Yanıma gelip oturduğunda ona bakmadım. Ellerimdeki etleri çekiştirirken üzerime binen ağırlıkla yutkundum. Fakat bunun ilaçtan olduğunu anlayabiliyordum. İstemsizce güldüm bu halime.

Sessizliği korkutan sessiz gülüşüm hafif bir kıkırtıya dönüşürken gözlerim dolmuştu. Kendime ve bu olan duruma öyle acıyordum ki artık buna dayanamıyorum. Kalbim artık hiçbir tepki bile vermiyordu. Hissedemiyordum.

'' Benim bu halde olmama sen izin verdin,'' derken göz yaşlarım ellerime düşüyordu fakat burnumu çekip yutkundum ve devam etmek için ağzımı açtım ama daha fazla ağlamış olmam beni susturmuştu.

Yüz ifadesini bilmiyordum ama eminim o da bana acıyarak bakıyordu. Eminim bu halim ona çok aciz geliyordu. Sessizliği bölen şey derin bir iç çekme olurken ardından titreyen sesini duydum.

'' 2 yıl oldu...''

Sesi yorgunluğunun eseri olurken bana hatırlattığı bu zaman dilimi sadece bana acı vermişti. Bu cehennem gibi yerde tıkılıp kaldığım lanet zamanı hatırlatmıştı. 2 yıldır onsuzum. Koskoca 2 yıldır kayıp ve 2 yıldır nefessizim.

'' 2 yıl oldu ve şu haline bak Jungkook. Sen hala yaptığın şeyin farkında değilsin. Hala-...'' derken sözlerini kesen şey ağlamamak için verdiği çabaydı.

'' Hala seni çıkardığın o yangından kurtardığım için beni suçluyorsun ve hala ölmek istiyorsun Jungkook!''

Gözlerimi silerken güldüm ve o günü hatırladım yine. Tıpkı bir tuvali boyamak gibiydi. Gecenin karanlığını, parlayan ruhumuzun külleriyle boyamak istedim. Kanatlarımızın renkleri aydınlatsın istedim geceyi. Ancak bu yakışırdı bedenlerimize. Biliyorum.

Bu yüzden onu kollarımın arasına alıp beklemiştim alevlerin beni de sarmalamasını umarak. Onun hemen arkasından geleceğime dair söz verdiğim kelimelerimi hatırladım yine. Bu işe son vereceğimi hissetmiştim o saniyelerde. Mutluluğu ve özgürlüğümüzün kanat çırpışının sesini duymuştum o gün.

O gün benim güzel kelebeğimle birlikte yanacağımız gündü fakat o beni bundan mahrum etmişti. Ve hala farkında değildi. Bitkin gözlerimi ona çevirdim. Ağlıyordu. Tıpkı benim gibi ağlıyordu ve bu durumuma acıyordu. Bakışlarında ki o hayal kırıklığı 2 yıldır oradaydı. O umut ve beklenti oradaydı yorgunca.

Ne bekliyordu sahi? İyileşeceğimi mi düşünüyordu? İyi olup, hiçbir halt olmamış ve yokmuş gibi davranmamı mı istiyordu benden? Bu ağ tutmuş ve benden bir şeyler çalan hastalıklı zihnimin normale dönüşeceğini mi umuyordu yoksa? 

Fakat umudun olduğu yerde büyük bir ümitsizlik ve ümitsizliğin olduğu yerde acı vardır. Sadece acı.

'' Asıl ne halde olduğumu göremeyen kişi sensin. Beni ne tür bir cehennemin içine tekrar çektiğinin farkında değilsin. Sana gerçekten iyi oluyormuşum gibi mi geliyor?''

Yoongi başını eğerken gözünden düşen yaşları görebiliyordum fakat susmak istemiyorum. Ondan istediğim şeyi bana sunacak tek kişi kendisiydi biliyorum.

'' Ben gittikçe acı çekiyorum. Yutkunamıyorum... Onu düşünmediğim tek bir anım yok. Onu düşünürken özlemden yok olmak istemediğim tek bir anım yok. Ruhumun hapsedilmemiş hissettiği tek bir an yok. Nefes alamıyorum ben Yoongi,'' dedim gözlerimden gelen yaşlarla ve ağrıyan göğsümü tuttum.

'' Nefes alamıyorum artık anladın mı?'' 

Tekrar gözlerini kaldırıp bana baktı ve yüzünü buruşturup kafasını sağa sola salladı.

" B-benden ne istediğinin farkında mısın?"

Bu durum ona zor geliyordu. Ondan istediğim şeyin asla kolay olmadığını biliyordum ama ancak bana istediğim şeyi verdiğinde mutlu olacağımı da biliyordu.

" Senden mutluluğumu istiyorum. Senden beni özgür kılmanı istiyorum Yoongi. Y-yalvarırım beni çıkar-"

Hıçkırığım sözümü keserken yutkundum ve ellerini tuttum.

" Beni buradan çıkar nolursun- Beni çıkar ve serbest bırak- yalvarırım..."

Bana bakmadı ama kaşlarını çatmıştı. Ayağa kalkarken koluyla gözlerini sertçe sildi ve kızarmış gözleriyle bana baktı. Fakat öfkeliydi. Ne demesini gerektiğini bilmez bir şekilde birkaç saniye durdu ve sordu.

" Seni kendi ellerimle ölüme göndermemi mi istiyorsun yani?"

Titreyen sesinden çıkan sorusuyla kalbim attığında tepki vermedim. İtiraz etmedim. Sessizliğimle onayladım onu.

" Bu kadar acımasız olamazsın... Bu kadar mı bizi düşünmüyorsun!? Seni sevenleri arkanda bırakmak mı istiyorsun gerçekten!?"

Yüksek ve öfkeli sesi odadan taşıp dışarı çıkarken gözlerimi ondan bir kez olsun çekmedim.

" Eğer beni seviyorsan acıma son vermeli-"

" Kes sesini! Kes tamam mı!? Sadece kendi acıların hakkında konuşuyorsun!" derken üzerime doğru geldi ve omuzlarımı sarstı sertçe.

" Peki ya bizim acılarımız? Seni ölüme gönderdikten sonra benim çekeceğim acı hakkında düşündün mü hiç!?"

Gözümden süzülen gözyaşları, onun öfkesiyle yarışıyordu. Öfkesine, için için bağırıyordu göz yaşlarım. Önünde ayaklarına kapanıp öfkesinin onu anlamasını diliyordu. Kalbimden dökülen gözyaşlarım, acı çektiğimi haykırıyordu. Tıpkı kalbim ve gözlerim gibi.

" Sen-... gerçekten çok acımasızsın."

Yoongi nefret, hayal kırıklığı ve üzüntüyle benden uzaklaşırken, bakışları ne yapacağını bilemez bir şekilde boşlukta süzülüyordu.

" Ben- ben seni ölüme gönderemem. B-bunu yapamam. Hayır. Yapmak istemiyorum."

Yoongi yavaşça kafasını sallarken benden uzaklaştı ve gerisin geriye doğru giderken gözleri korku doluydu. İsteksizlikle ağzında aynı kelimeleri tekrar ediyordu.

" Ü-üzgünüm..."

Kızarmış gözlerinden akan yaşlarla arkasını dönüp çıkarken tek yaptığım arkasından bakmaktı. İtiraz edemedim. Ona daha fazla yalvarmak istedim ama sadece hissettiklerimi hissedeceği günü bekliyordum. Ona yüklenemezdim. Çünkü o da o gün birini kaybetmişti.

Jimin ile olan ilişkisi o gün, Taehyung ile birlikte yok olup gitmişti. Taehyung'dan sonra ise tamamıyla ortalıktan kaybolmuştu.

Onun için üzgün olan kalbim her şeye rağmen pişmanlık duymayacak bunu da biliyordum. Bunun doğruluğuna inanmaktan yılmayacaktım.

Kuruyan gözlerimi kapatmak isterken, gök yeniden gürleyip içeriyi aydınlattı. Yutkundum ve yatakta geriye doğru gittim. Ayaklarımı topladım ve kollarımı etrafına sardım usulca.

Kendimi korumak istiyordum bu dünyanın kötülüğünden. Bana acı veren her şeyden saklamak istiyordum kendimi. Fakat ben ne annemdim, ne de kalbi fedakarlıkla dolu olan Taehyung'dum. Ve ikisi de yanımda değildi.

Ne acınası bir durum ama! Kendi kendimi sarmalıyordum. Bu halimi görselerdi o bütün güzellikleri barındıran kollarıyla beni sarmazlar mıydı?

Düşüncesi bile beni gülümsetirken birden varlığını hissettiğim kişiyle gülümsememin yüzümde donması bir olmuştu. Kalbim hızla çarparken gözlerimi kapadım usulca.

Hayır...

Fakat seslendi.

'' Hyung."

Sesi kulaklarımdan beynime sızarken dişlerimi birbirine bastırdım.

" Artık bizimle konuşmuyorsun. Neden?''

Sesi nefesimi keserken dişlerimi birbirine bastırdım. Kalbime öyle bir acı saplanmıştı ki yemin ediyorum nefes alamıyordum.

'' Babam bizi dövdü yine... Annem acı çekiyor. Görmüyor musun?''

Sesi ve sözleri öyle acımasızdı ki geçmişim beni nankörlükle suçladı. Yediğim onca dayakla sızladı bedenim. Dudaklarımda cansız bir gülüş belirdiğinde gözlerim doldu.

'' Hyung?"

Bana seslenen ona bakmadım. Bakmak istemiyordum. Çünkü bu canımı yakıyordu. Yüzünde ki o ifadeyi görmek istemiyordum.

Şuan ki durumumuzun sebebi olan kişinin yüz ifadelerini görmek istemiyordum. Ama onu ne zaman görmezden gelmeyi denesem de bir türlü peşimi bırakmıyordu. Tıpkı Jin gibi. Tıpkı Bay Miller ve Marie gibi. Tıpkı onun gibi.

Ruhsuz bakışlarım odağını kaybetmeden sertçe pencereye çarpan yağmur tanelerindeydi. Yine sesini duydum. Bana seslendi.

'' Ellerim kanıyor hyung... Bana yardım edemez misin?''

Sesi beynime saplanan bir bıçak gibiydi. Nefeslerimi kesiyordu. Bu tanıdıklık hissi kafayı yememi sağlıyordu. Onun benim hayal ürünüm olduğunun farkına ne zaman vardığımı bilmiyorum ama bedeninden hiç eksik olmayan yaralar mantıksız olan kısımlardan belki de birkaçından biriydi.

Çünkü o yaralar asla iyileşmiyordu. Asla düzelmiyordu ve asla kanamadan durmuyordu. Marie'nin yüzündeki yaralar, ellerindeki ve tırnaklarının içinde ki o lanet kanlar asla gitmiyordu ve o yaralar tıpkı annemi son görüşümün aynılarına sahipti.

Bu yüzden ona yardım etmek istiyordum. Bu yüzden onu gördükçe geçmişim ve acılarım önümde bir dağ gibi duruyor ve dahasını görmemi engelliyordu. İçimde ona karşı olan hisle yüzünde ve vücudunda ki yaraları sarıp sarmalamak istiyordum.

Tekrar seslendi.

'' Bana yardım et."

Titrek bakışlarım zaafım olan kişiye döndü yavaşça, korkakça, ve olabildiğine bir cesaretle...

Göz göze geldik. Gözlerimi kaplayan yaşlara rağmen görüntüsü o kadar netti ki yutkundum. Yüzü yaralar içindeydi. Onu gördüğüm günden beri hiç geçmeyen yaralar ve morluklar hala aynıydı. Yine gülümsedim.

Gülümsedim çünkü... bu Taehyung'un küçüklüğünün görüntüsünden başka bir şey değildi.

Jaiden aslında beni kollarının arasına alan o'nun küçüklük görüntüsüne sahipti. Ona atfettiğim değer o kadar büyüktü ki zavallı zihnim, geçmiş halimi onun görüntüsüne bulamıştı. Sığındığım yüz o'ydu...

Her zaman sevdiğim kişinin gözlerinin içine bakarken bilinçaltım bu tuhaflığın farkında olarak beni uyandırmak, bulmak istedi. Fakat bulanık zihnim bir perde gibi gözlerimin önüne çekilmişti. Hiçbir şey göremiyordum. Duyamıyordum. Fark edemiyordum. Benliğim ve o ana ait bütün anılar silinmiş ve gömülmüştü zihnimin karanlığına.

" Tavşan Hyung, bana Küçük Prens'i okur musun?"

Ve o an, işte o an Jaiden birden Taehyung'un son halinde ki suretine büründü yaralarla birlikte ve gülümsedi onu en son suya batırmadan önce ki gülümsemesi gibi.

İşte o an her şey en sert bir şekilde kalbime ve aklıma acımasızca savruldu. Bütün düşüncelerimi ve hislerimi bir toz gibi etrafa savuşturup acımasız gerçekliği ve karların düştüğü ilk günü geride bıraktı...













30 aralık
18.07

Bir insanın gözlerine bakıldığında kaç kez ölünürdü? Kaç kez kalbine bir bıçak saplanırmış gibi hissederdi? Kaç kez... Kaç kez cenneti görürdü?

Cennet bakışlım...

Gözlerinin güzelliğinde köle olmuş bana, tenezzül edip baktığı her an utanıyordum kendimden. İğrençlikle kaplı dünyamdan.

Ve baktığı her an beni dünyamdan çekip kendi dünyasına alıyordu. Kendi cennetine. Kendi güzelliğine...

Fakat şu an, kendimden utanmamı sağlayıp acı veren gerçeklikleri belirtir bir güzellikle bakıyordu. Masum, fazla masumdu.

Öyle masum ve gerçekçiydi ki bunun gerçek olmadığını, ona dokunmaya çalıştığımın her seferinde parmaklarımın arasında kaybolan görüntüsünden anlıyordum. Onu ne zamandır görüyordum?

Ne zamandır gördüğümü hatırlamakta güçlük çekiyorum ama onu görmediğim tek bir günüm kalmamaya başlamıştı. Başlarda onu görmek çok güzeldi ama sonrasında değişen ve yaşadığım yanılsamalar zihnimin bir işkencesi olmuştu.

Bu öyle çarpıcı ve acıydı ki delirdiğimi gerçekten bu anlarda hissediyordum. Ona dokunmaya çalıştığımın ve bazen bunu yapabildiğimi hissettiğimin her bir seferinde bu gerçek yüzüme bir tokat gibi çarpıyordu.

Şu an ise karşımdaydı. Duvarın dibine çökmüş, kolları dizlerinin etrafını sarmıştı.

Gülümsedi hafifçe. O gülümsediği an da gözlerim doldu ve tuzlu soğuk gözyaşım aktı yanağıma ve cehennemin en kuytu çukurlarında yanan kalbime.

" Biliyor musun," dedi sessizce ve devam etti sessizliği gülümseten sesiyle.

" Bugün benim doğum günüm."

Başımı kaldırıp derin bir nefes alıp verdim. Yemin ediyorum ciğerlerime dolan tek şey zehirdi. Öyle bir yakıyordu ki, öyle bir acıtıyordu ki söküp atmak istedim kalbimi.

Yakmak istedim her şeyi. Bu benim için cehennemde yanmak gibiydi. Ona baktığımda yüzünde gördüğüm kanlarla çevrili yaralar benden dayanma gücümü söküp alıyordu öfkeyle. Ona sarılmak istiyordum. Onu öpüp koklamak istiyordum ama yapamıyordum. Artık dayanacak gücüm kalmamıştı.

Ama sonra ona baktım ve hafifçe gülümsedim bende her şeye rağmen, şu an hissettiklerime rağmen, artık tamamıyla gerçeklikten kopmaya yakın ve yorgun olmama rağmen.

" Biliyorum," derken sessizlik oldu. Ve ben yine gülümsedim gözlerinin en diplerine kadar bakarak.

" İyi ki doğdun cennet bakışlım."

Söylediğim şey ile gözleri kederlendi. Ve yine içimi okurcasına bana bakıp sessiz kaldı. Biliyorum. O günü hatırladı yine. O günü düşünüyordu. Onunla sözleşmiş olmama rağmen neden hala burada olduğumu, neden hala yanında olmadığımı sormak istiyordu.

Bakışlarımı çekinerek ve biraz da utanarak pencereye çevirdim ve gözümden yaşlar süzülürken gülümsedim.

" Bak... İlk kar yağıyor yine," derken yeniden ona çevirdim bakışlarımı. O da dışarıdaki bakışlarını çekmeden gülümsedi hüzünle.

" Karların düştüğü ilk gün..." diye mırıldandığında yutkundum.

" Bugün güzel bir gün," dediğimde gülümsedi ve bana baktı.

Ne demek istediğimi biliyordu. Çünkü bugün ona yıldızlarda bir ev bahşetmiştim. O yıldızların birindeydi ve beni bekliyordu. Güllerimizi suluyordu sessizce belki. Onları korumak için üzerine bir fanus yerleştirmişti belki de. Belki de altın tanelerini sayıyordu bensiz geçen zamanlarında fakat beni beklediğini biliyordum.

Göz kapaklarım hüznünün dalgasıyla titrediklerinde bende gülümsedim gülümsemesiyle.

" Bugün güzel bir gün cennet bakışlım."

Gülümsemesi yüzünde kaybolurken ardından görüntüsü de dalgalandı bir serap gibi. Gittikçe soluklaşan görüntüsüyle göz kapaklarım titredi ve gözümden gelen yaşlarla elimi kaldırıp ona dokunmaya çalıştım.

Tıpkı küçükken sahip olduğum ve yıllardır gerçekliğini bir an bile olsa sorgulamadığım Jaiden'ın yaralarına sahipti. Ellerim yüzüne çıktığında parmaklarım havada asılı kaldı. Dokunamadım. Çünkü o hala bana saf bir sevgiyle bakıyordu.

Derin bir iç çekerken birden kalbime giren ağrı nefesimi keserek beni olduğum yerden sarstı. Nefesimi zorlukla verirken gözümdeki yaşı sildim.

" Gerçek değilsin... B-biliyorum."

Konuşmadı. Cevap vermedi. Sustu. Yokmuş gibi sustu. Yine hangi buhranın içine girdiğimi bilmiyorum fakat onun bana böyle bakması adil değildi. Başım ağrıdan çatlamak üzereyken nefes borumu yakan havayla sesli bir şekilde soludum.

Dayanamayıp ayağa kalkarken şişmiş gözlerimi ona çevirdim ve kafamı sağa sola salladım.

" Bana böyle bakma-... B-bana-" derken derin ve güçlü  bir nefes alıp verdim. " Lanet olsun! Bana böyle gülümseme!"

Hala ve hala öyle bakarken gözümden gelen yaşların ardı arkası kesilmiyordu. Sanki onu ben öldürmemişim gibi. Sanki hala buradaymış gibi. Ortam gittikçe kararırken soluduğum hava bile siyah bir dumana bulanmıştı sanki. Tek düşündüğüm şey ise o'ydu.

'' Yalvarırım... Gülümseme bana ve git buradan.''

" Neden? Bu yaralara bakmak, bu yüze bakmak sana gerçek benliğini mi hatırlatıyor yoksa?"

Sesi birden bire değişirken yüzü korkunç bir hal almaya başladı ve kafasından akan kan yüzüne doğru bulaşmaya başladı. Gözlerine baktığımda ise gözlerinin içinden dışarı doğru siyah kanlar akmaya başladığında gözleri karardı.

Yüzü gittikçe şekil değiştirirken karşımda gördüğüm kişi ile tüm bedenim titredi. Kalbim ağzımda atarken dehşetle gözlerim büyümüştü.

Çünkü bu bendim... Yüzü, kaşları, gözleri her şeyiyle bendim bu. Karşımda bir ayna vardı sanki. Derin derin nefesler alırken ayağa kalktı. Korkuyla geri geri giderken titremeye başlamıştım.

" Neden sana böyle bakmamasını istiyorsun? Neden böyle gülümsemesin istiyorsun?"

Ona bakarken düşüncelerim öyle birbirine girmişti ki duyduğum dehşetten konuşamıyordum. Sesim soluğum çıkmıyordu ve beynim bulanmaya başlıyordu.

'' Neden?''

Gözlerine baktığımda gördüğüm kötülük ile şaşkınlığım birden bire silinirken yerini alan büyük bir öfke çukuruna atlamıştım.

" Neden olduğunu çok iyi biliyorsun," diye devam ederken gülmesiyle kaşlarımı çattım.

" Sen-"

" Ben ne?'' derken üstüme doğru geliyordu ama yine de devam etti. '' Evet. Ben senim. Bende gördüğün her şey senin kopyan ve sen bir katilsin Jungkook."

Söylediğiyle daha da öfkelenirken tüm vücudum titriyordu. Kontrolümü kaybetmiştim ve gözlerine baktığımda ise gördüğüm büyük korkusuzluk karşısında gözüm seğirmişti.

" Sana gülümsemesini ve böyle bakmasını istememen pişmanlığını tetikliyor değil mi-"

" Kes sesini!"

Bağırma ile birlikte dibime kadar geldiğinde arkadaki duvara yapışmıştım.

" Bunun tek nedeni senin katil olman. Onu arkadaşından ve yaşayacağı güzel şeylerden ayırman. Sen anneni koruyamayan ve üstüne sevdiğin insanı kendi ellerinle öldüren bir korkaksın. Tıpkı baban gibi-"

" Kes sesini dedim!"

'' Gerçeği inkar eden bir yalancısın! Babanı öldüremediğin için onu ve kendini öldüren bir yalancı-''

Ellerim büyük bir nefretle boğazına yapıştığımda yere düşmüştük. Yüzüne birkaç yumruk atıp tekrardan karanlık nefretimle boğazını sıktım.

" Kes dedim! Sikeyim! Kes! Ne biliyorsun sen!? Ne biliyorsun da böyle konuşuyorsun!?"

Boğazım parçalanırcasına bağırırken yüzü gittikçe kırmızılaşıyordu ve yüzümü tırmalayan elleri beni durdurmaya çalışıyordu. Umrumda değildi. Onu ve o lanet varlığını yok edecektim! Bu kişi ben olsam dahi yok edeceğim! Onu öldüreceğim!

" Ben babam değilim! Ben asla onun gibi olmadım! Babam gibi olmamak için yaptım! Onu seviyorum! Onu sevdiğim için bunu yaptım! Onun daha fazla acı çekmesine izin mi vermeliydim?! Siktiğimin hiç bir şeyini bilmiyorsun! Bilmiyorsun!"

Çırpınışları gittikçe zayıflarken gözleri kaydı yavaşça ve elleri boşlukta süzülerek yere düştü. Derin nefeslerim odayı doldururken yüzüme sahip, tıpatıp bana benzeyen cesede bakarken hissettiğim bu dehşet hisle gözlerim doldu. Midem bulanıyordu.

Ellerimi kaldırıp avuçlarıma bulaşmış kana baktığımda yüzümü buruşturdum. Kalbim hızla çarparken başımın döndüğünü hissediyordum. Ellerimde ki kandan bakışlarımı tekrardan altımda ki cesede çevirdiğimde gördüğüm yüzle gözlerim büyümüş ve bedenim dehşetle sarsılmıştı.

" T-taehyung?"

Korkuyla soluduğumda onun kanlar içinde ki cesediyle kesik bir nefes dudaklarımdan çırpınarak çıktı. Bu nasıl olur? Az önce burada yatan benim cesedimdi ve şimdi boğduğum kişi o muydu?

Tüm bedenim bu karmaşanın yelleriyle şiddetle titrerken gözlerimden düşen yaşlarla kana bulanmış ellerim havada asılı kaldı.

Cansız ve kanlar içinde ki bedeniyle altımda yatarken, titreyen ellerimle yüzünü tuttum ve bana çevirdim. Cansız gözleri şimdi bana bakarken göğsüme tonlarca bir ağırlık binmişti. Yüzüne bulanmış kanlar ve altımda yatarken aklıma babam geldi. Kafamı sağa sola doğru sallarken gözümden düşen yaşlar bedenine düşüyordu.

'' Taehyung? Ben babam değilim... Ben o adam gibi değil-''

Ellerimi yüzünden korkarak çektiğimde başı ruhsuzlukla yana devrildi ve gözlerim ellerine kaydığında tırnaklarına baktım.

Tırnaklarının içinde ki kırmızı kanla aklıma gelen annem ile durdum. Ölürken gözlerimin önüne düşen elleri ve cansızlıkla solan gözleri tıpkı böyleydi. Babam da tıpkı benim gibi böyle üzerinde duruyordu. Tıpkı onu benim boğduğum gibi boğmuştu. Tıpkı benim yaptığım gibi onu öldürmüştü.

Gözümden düşen yaşlarla bakışlarımı onun yüzüne çıkardığımda ellerim kalbini buldu. Atmıyordu. O ses yok olmuştu. O sesi yok etmiştim. Hiçbir sese değişemeyeceğim o sesi tekrardan duymak istedim. Gözlerini hareket ettirsin veya kırpsın istedim ama kahverengilerinden çalınan ve solmuş renk bana gerçeği hatırlattı.

" U-uyan-" hıçkırığım sesimi bölerken onu sarstım. " Lütfen-... Yalvarırım uyan Taehyung-..."

Cansız bedeni hareketsizce önümde yatarken hıçkırıklarımı kesemiyordum. Kesmek istemiyordum.

" Küçüğüm... Y-yalvarırım-... Uyan. Yemin ederim seni kurtarmak istemiştim. Bizi kurtarmak istemiştim. Ben-" Yutkundum ve haykırarak inkar ettim.

'' Ben o adam gibi değilim! Sikeyim değilim! Değilim...''

Fakat inkarlarım boştu. O ölmüştü. Nefes almıyordu artık. İnkar etsem de içimde ki ses buna izin vermiyordu. Ona sığınmayı dileyerek başımı göğsüne yasladım. Atmayan kalbinin her bir saniyesinde, atan kalbim utandı saklandığı yerden. Hala atmaya devam ettiği için yok olmak istedi kaburgalarımın arasında. Solmak ve çürümek istedi bu sessizlik karşısında.

" Taehyung..."

Adını fısıldarken gözyaşlarım yüzümü ıslatıyordu. Hıçkırıklarım nefesimi kesiyor ve kalbim ise köşesine çekilmiş etrafını saran gözyaşlarımla boğuluyordu. Keşke gerçekten bunu yapabilseydim. Keşke kendimi bu şekilde boğabilseydim. Keşke yok olup gitseydim bu dünyadan. Bu bedenden. Keşke ama keşke ona kavuşabilseydim...

" Aman Tanrım! Jungkook!"

Birden etrafımda duyduğum bir ses kulaklarıma ulaştığında çoktan omuzlarımda ki eller beni olduğum yerden kaldırmıştı. Ne olduğunu anlayamazken gözlerimin odağına takılan Yoongi ve Mark ile durdum. Gözlerimi kırpıştırırken bakışlarım az önce ki Taehyung'un cesedini aradı fakat gördüğüm kanlarla yutkundum.

" Hemen ilk yardım için bir şeyler getirin!"

" Hyung-"

" Tamam. Bir şey yok. Ben buradayım. Biz buradayız ve sen iyisin," derken elime doğru tuttuğu çarşafla bakışlarım oraya kaydı.

Ellerimden boşalan oluk oluk kanlarla kaşlarımı çatarken ne olduğunu anlayamaz bir şekilde Yoongi' ye baktım.

" Taehyung,'' dedim acizlik kokan sesimle ve devam ettim. '' O buradaydı. Çok yaralıydı ve ben-... ben onu öldürdüm. Yine..."

Dehşetle sarmalanmış fısıltım ona ulaştığında Yoongi dolu gözleriyle bana baktı.

" Her şey güzel olacak. Biliyorsun," derken tek elini kaldırıp saçlarımı okşadı ve sonra devam etti.  " Fakat ilk önce yaralarını saralım."

Söyledikleriyle kaşlarımı kaldırırken gözlerim etrafta gezindi yine. Nereye gitmişti? Az önce cansız bedeni buradaydı.

" A-ama ben az önce onu öldürdüm. Boğdum... Onu kurtarmalıyız Yoongi," deyip ellerimi sardığı çarşafın arasından sıyırırken gözümden boşalan yaşları durduramadım.

'' Jungkook-... Dur lütfen-''

'' Buradaydı. Onu az önce b-boğdum. Ölmüştü...'' derken olduğum yerde çöküp kanların üzerinde ellerimi gezdirdim.

'' Jungkook...''

Mark'ın sesiyle yerde ki bakışlarımı kaldırıp ona baktığımda dolu gözleriyle karşılaştım.  

'' Biliyorsun. O öldü.''

Kaşlarımı çatarken durdum. Öldü mü? Onu her gün görmem peki? Gerçek değil miydi? Onun atmayan kalbini dinlemiş olmam da mı gerçek değildi şimdi?

Söylediği şeyle gözlerim sinirden seğirmişti. Az önce cesedi buradaydı! Gözlerimin gördüğünü bana yalanlayacak mıydı yine?!

'' Bu kanlar ne o halde?! Bunu ben yaptım! Ben! O buradaydı diyorum sana!''

Hızla ayağa kalkarak omuzlarını tuttum. Bana inanmasını dileyerek. 

" Onu öldürdüm! Ben- B-ben gözlerinde ki renkleri çaldım..."

Yoongi'nin gittikçe artan acıma duygusuyla harmanlanmış gözleri üzerimde gezinirken kollarımı tuttu.

" Ellerini iyileştirelim ilk önce."

Ellerimi kaldırıp baktığımda gördüğüm kızıl renk ile durdum ve sonra güldüm zorlukla.

" Bu elleri mi iyileştireceksiniz yani?"

Başım hala dönerken Yoongi' nin sesi titremeye başlamıştı. Doktor ve yanında ki görevliler de geldiğinde Yoongi elimden tuttu.

" Lütfen Jungkook. Yapma böyle-"

" Uzak dur benden!"

Onu hızla ittirirken bir an bedenimde ki kontrolü kaybettim ve ayağım yerden kayacak gibi oldu. Yanımda ki duvara tutunurken Yoongi korkuyla yeniden yanıma geldiğinde gözlerimin önü gittikçe kararıyordu. Duvara yaslanarak aşağı doğru güçsüzce çöktüğümde gözlerim yine o yere kaydı.

Onun cesedini görmeyi beklerken karşımda gördüğüm kendi cesedimle birden gözlerim büyüdü. Fakat bu sefer ağzımı açabilecek bir durumda değildim ve bilincimin kapandığını hissettiğim o saniyeler bana girdiğim bu çıkmaz anının ne denli boktan olduğunun kanıtı gibi serildi önüme. Kendi cansız bedenimi görmek ise karanlığıma bir karmaşa olarak düştü dehşetle...











22.30

Tenimi delip geçen soğuk, uykuya dalmış bilincimi sessizce uyandırırken, o sese kulak verdim. Yorgun zihnim bedenime komut vermekte gecikiyordu fakat kulağıma dolan uğultu beni kendime çekiyordu usulca.

Gözlerimi yorgunlukla açıp kapatırken dudaklarımı yalayıp güçlükle tekrar açtım. Bulanık görünüşümü gözlerimi ovalayarak düzeltmeye çalışırken kulağıma dolan rüzgar sesiyle yutkundum ve olduğum yerden doğruldum kaşlarımı çatarak.

Bakışlarım etrafı tararken beni tıktıkları bu boş ve midemi bulandıran dört duvarın arasında olduğumu görmek beni şaşırtmamıştı ama duyduğum bu rüzgar sesini aramak için hemen gözlerim pencereye döndü.

Gözlerimin gördüğü kar ile sarsılan camlar beni kendime getirirken yutkundum. Ayağa kalkmak istedim ama hareket eden tek şey başım olurken kafam yatağa geri düştü.

Bakışlarım beni yine kelepçeledikleri kollarıma kayarken duraksadım. Bu kelepçe işinin etik olmadığını gayet iyi biliyordum. Aynı şekilde Yoongi'nin veya Mark'ın bundan haberinin olmadığını da.

Fakat şunun da pekala farkındaydım ki, bunu yapmak çalışanların gram umurlarında değildi. Onlara göre ben delinin tekiydim değil mi? Üzerlerine saldırıp duran delinin teki. Ve aklıma kazınmış bir söz şu anımın özeti olmuştu.

' Kötülerin yaptığı şeylerle baş etmek için, iyilerin psikoloğa gitmesi gerektiği tepetaklak bir dünyada yaşıyoruz.'

Kötülerin yaptığı şeylerden dolayı acı çekiyorum. Kötülerin yaptığı şeylerden dolayı bu haldeyim. Kötülerin yaptığı şeylerden dolayı kaçmak istiyorum...

Uzunca bir süre düştüğüm bu lanet durumu düşünürken sargıya sızmış kanlı ve yaralı ellerime bakan gözlerim bir an olsun kıpırdamıyordu. Bu sessizliği bölen tek şey kulaklarımdan sızarak camı gıdıklayan rüzgarın sesiydi.

Gözlerimi oradan çekip tavanda gezdirirken düşüncelerimden ötürü güldüm kendi kendime ve nefret ettim bu halimden yine ve yine. Kalbim bu acınası halimden öyle nefret ediyordu ki dayanamadım.

Ellerimi bilinçsizce sıkarken sargıdaki kanlar daha da yayılmıştı. Ruhumun derinliklerinden ise duyduğum tek şey bunu yapmaya devam etmemdi. Bu kabuğu yakıp kül etmem gerektiğini fısıldıyordu. Özgürlük için yalvarıyordu adeta.

Ne yapmalıyım? Nasıl kaçmalıyım bu cehennemden? Sana nasıl kavuşabilirim Taehyung?

Ruhumun dili olan göz yaşlarım, acısını anlatırcasına yanaklarıma süzülürken yutkundum. Derin bir nefes alırken toparlanmaya çalıştım ama birden sağ elimden süzülen kanla birlikte bakışlarım tekrar oraya kaydı. Bakışlarımı çekecektim ki birden durup kaşlarımı çattım.

Aklıma gelen şey ile birlikte ellerimi daha da fazla sıkıp ellerimden kan gelmesini sağlarken elimi yukarı kaldırıp kanların bileklerime akmasını sağladım.

Kanlar yavaşça bileğime doğru süzülürken kelepçe tamamıyla kanlar içinde kalmıştı. Bileğimi kelepçeden çekip çıkarmaya çalışırken ıslanan kısım daha da kayganlaşmış ve bana kolaylık sağlamıştı ama hala zorluyordu. Kanlar daha da artarken son bir denemeyle hızla çekip çıkarırken derin bir nefes verip şaşkınlıkla soludum.

'' Yaptım?'' 

Şaşkınlıkla solurken bakışlarım şüpheyle kapıya kaydı ama bunun gerçekleşmiş olmasıyla anında aklımda planlar ardı ardına sıralanmıştı. Düşüncelerimin hızına yetişemezken kalbim hızla çarptı.

Bu ufak ve aciz çarpıntının sebebini biliyordum. Bu korku veya yakalanma telaşı ile ilgili bir şey değil. Bu ona kavuşma ihtiyacımla yanan kalbimin büyük heyecanıydı. Ona kavuşma umudumla sarsılan ve yerinde zıplayıp duran kalbimin sesiydi. Biliyorum.

Diğer elime geçip aynısını buna da yaparken sağ elimi de kullanarak fazlasıyla zorlayıp ondan da kurtuldum. Şu an yapabildiğim şeye inanamazken ayağıma geçip bağladıkları basit bezleri de söküp kurtulduğumda ayağa kalktım.

Hala yaptığım bu şeye inanamıyordum fakat şaşkınlığı bir kenara atmak zorunda olduğumun bilincinde olarak hızla kapıya doğru yürüdüm. Kapının dikdörtgen şeklindeki gözetleme penceresinden koridora bakıp etrafı taradım.

Hastaların çığlıkları kulağıma dolarken bazılarının kahkahaları koridorda yankılanıyordu. Yani bu da her gece yaptıkları yatıştırıcıları henüz yapmadıkları  anlamına geliyor. Bakışlarım saat ararken koridorun sonundaki dijital saati buldum.

22:40

Kaşlarımı çatarken bunun garipliği karşısında duraksadım. Çünkü yatıştırıcıyı vermek için genelde 22.30'da başlarlardı. Tam başka planlar üzerine hemen düşünecektim ki ileride ki bir odadan çıkan bir hemşire ve hasta bakıcıyla kenara kaydım hızla.

Tamam, ilaçlar genelde tekerlekli masanın üzerinde oluyor. Bunu en sessiz şekilde yapmam gerekiyordu ve iğneleri ikisine de saplamam gerekiyordu. Hemşireyi halledebilirim ama devasa boyuttaki hasta bakıcıyı nasıl halledebileceğim hakkında bir fikrim yok. Gözlerim etrafta bir şey arıyordu onu bayıltmak için ama benim için tehlikeli olabilecek her şeyi kaldırmışlardı çoktan.

Gözlerimin takılı kaldığı kelepçe ile dururken ona sertçe vurup iğnelerden birini ona batırabilirsem şayet sonrasında hemşireyi halledebilirim gibi. Fakat kapıdan geri kaçıp diğerlerini uyarabilirler. O halde bana en  yakın oldukları anda tüm bunları yapmalıyım. Odanın tam içinde olmalarını sağlamalıyım.

Aklıma gelen şeyle onları son kez kontrol edip hızla yatağın dibine, yere geçip uzandım. Kelepçelerden birini elimde tutarken sanki bunlardan kurtulmaya çalışmışım ve bunu yaparken bayılmışım izlenimi vermeye çalıştım.

Muhtemelen beyaz çarşafları kızıla boyamış olan kanlarla buna kanacaklardır da. Yine de başıma toplanıp gelmeleri ve o anda verecekleri tepkiyle bunu anında yapmalıyım. Çok az bir sürem olacak.

Derin bir nefes bırakıp sakinleşerek gelmelerini bekledim. Kelepçelerden kurtulduğumda ki ilk çarpıntı yoktu. Yerini öyle büyük bir soğukkanlılık almıştı ki buna şaşıramıyordum bile. Çünkü bir gün bunu yapabileceğimin her zaman bilincindeydim. Her zaman bu anın gelmesini umut ettim. Hep ve hep.

Fakat bilinçli yanım ve bilincimi ele geçirmeye çalışan tarafım bir çatışma halindeyken burada tutulmam beni herkese karşı saldırganlaştırmıştı. Biliyorum. Fark ediyorum bazen. Bu yüzdendir ki Yoongi, Mark ve buraya gelmek isteyen tüm diğerleri bana verilen etik dışı sakinleştiricilerden bihaberlerdi veya bu metal kelepçelerden.

Ellerimde ki kan yerlere boşalırken dışarıdaki sesler kulağıma doldu. Buraya yaklaşıyorlardı. Sırt üstü yattığım zeminin soğuğu beni daha da sakinleştirirken kapımın kilidi açılıyordu.

'' Evet. Bundan sonra lanet bir deliyi daha susturacağız ve sonra noel arifesi hazırlıklarımıza tam eğlenceyle devam.''

Noel arifesi mi? Bugün 30 aralık mıydı? Ve bugün kar yağıyordu öyle mi? Yani her şey o güne benziyordu...

'' Eğlence mi? Yarın yine bunların çığlıklarıyla uğraşmayacak mıyız ki? Her neyse içkiler hazır değil mi?''

Hemşire ve hasta bakıcının arasında geçen umursamaz ve bencillik dolu konuşmanın iğrençliği o kadar berbattı ki kusmak istedim. Fakat hayatın kendisi bu konuşmanın iğrençliği kadar basit ve bir o kadar da derin değil miydi ki zaten?

'' Aman Tanrım! Jun Hyuk!''

'' Hay sikeyim! Napmış bu kendine böyle?''

Başıma geldiklerini hissederken bileklerimi tutup hemen ardından tampon yapmışlardı anında.

'' Ölmüş mü?''

Hemşirenin sesiyle başımdakinin hasta bakıcı olduğunu anlarken boynumdan baktıkları nabzımla anında ölüp ölmediğimi kontrol etmişlerdi.

'' Hayır. Kelepçeleri çıkarmaya çalışırken kan kaybından bayılmış olmalı. Sikeyim... Etrafın haline bir bak şöyle.''

'' Tam duruldu derken yine başladı deli. Off neden benim nöbetimde oluyor tüm bunlar? Ve neden yılbaşı arifesinde? Birde rapor vereceğim bununla ilgili. Neyse şunu ölmeden kurtaralım. Başıma kalsın istemiyorum.''

Konuşmaları gram umrumda olmazken içeri giren tekerlekli masanın sesiyle başımda konumlanmalarını bekledim. Araba başımın yanında dururken ikisi de bileklerimde ki bandajları çıkarmaya başlamışlardı.

'' Çok fazla kan akıyor Minha... Bu normal mi?''

'' Fazlaysa da sıkıntı yok. Yarın gece yılbaşı gecesi ve sadece sorunsuz bir şekilde buradan çıkmak istiyorum. Hadi çabuk ol.''

Kalbim sinirle dolarken derin bir nefes alıp bıraktım ve gözümü açtım. Yumruk yaptığım elimi hızla hasta bakıcının çenesine geçirirken adam geriye doğru dengesini kaybetti.

Hemşirenin çığlığını takmadan saniyesinde arabadan az önce gözüme kestirdiğim iğnelerden birini alırken adam kendine gelip ayağa kalkmaya çalışıyordu.

Dizimi tekrar çenesine geçirdim ve geriye düşmesini sağladım. Elimdeki iğneyi boynuna sapladım hızla. Adam buna rağmen beni bacağımdan yakaladığında kaşlarımı çattım.

'' G-git yardım iste.''

Adamın kısık sesi hemşireye ulaşırken kafamı çevirip ona baktığımda dehşet dolu gözlerini benden çekip koşmaya başlamıştı.

'' Sikeyim!''

Öfkeyle ayaklarıma dolanmış bu heriften kurtulmaya çalıştım ama bırakmıyordu. Ve o hemşireyi hemen yakalamam gerekiyordu. Adamın üstüne çıkıp kafasını tutarak yere vurduğumda adam acıyla inlemişti.

Kafasını tutup bir kez daha bütün gücümle yere vurduğumda resmen bütün odayı doldurmuştu bağırışı. Son kez bütün gücümle kafasını kaldırıp vurduğumda sertçe kafasından gelen kan ile gözlerindeki bilinç kaybolmaya başlamıştı. Muhtemelen bu yaptığım fazlaydı ama umrumda da değildi.

Onu anında bırakıp bir iğne daha kaparak hızla koridordan çıktığımda hemşirenin arkasına dönmesiyle korkudan yere düşmesi bir olmuştu. Kadının kapıya birkaç adım uzaklıkta olduğunu fark etmemle bütün enerjimle ona doğru koştum.

O ise yere düşmüş personel kartını alırken aramızda birkaç adım kalmıştı. Hızla kalkıp kartı okutmaya çalışırken onu saçından tutup geriye doğru fırlatmamla kadın gözyaşlarının arasından büyük bir çığlık koparmıştı.

Kanım ellerimden saçlarına bulaştığını gördüğümde, yüzünde ki korku dolu ifade öyle hoşuma gitmişti ki güldüm ve kapıya yaslanarak yere oturdum. Oturdum çünkü gücüm tükeniyordu.

Bileklerimden gelen kanlar çok fazlaydı ve eski gücüm yoktu. Öyle zayıflamıştım ki etlerim kaburga kemiklerimi tek tek ortaya sermişti.

'' B-bana bir şey yaparsan eğer-"

'' Ne yaparsın? Bağırır mısın?'' derken başımı kaldırıp ona baktım nefes nefese ve daha sonra gülerek gözlerimi etrafta gezdirdim.

'' Nerede olduğunun farkında değilsin hala değil mi? Bağır çağır. İstersen burayı yık dök,'' diyip ayağa kalktım ve ona doğru ilerledim. Yerde gerisin geriye doğru sürünerek gitmeye başladı.

'' Jun Hyuk! Yardım edin! Git başımdan seni lanet deli! Git!''

Kadının başına geldiğimde ayaklarıyla beni tekmeleyip kameralara doğru bağırıyordu hala. Üstüne çıkarken kollarını tuttum. Kadın pür dikkat titreyerek bana bakarken gülümsedim anlayışla ve yanağını okşadım.

'' Yazık...'' derken gözlerim istemsizce dolmuştu.

Ellerimdeki kan kadının yanağına bulaşmışken devam ettim gülümsememi yüzümden silerek.

'' Seni buradan duyamazlar. Duysalar da gelmezler. Çünkü buradaki herkes, her gün ve her saniye yardım çığlıklarıyla seslerini duyurmaya çalışıyor. Tıpkı şimdi senin yaptığın gibi ' Yardım edin. Kurtarın beni... Beni kurtaracak kimse yok mu? Sesimi duyan kimse yok mu?' diyerek her gün yalvarıyorlar.''

Elimdeki iğneyi boynuna saplarken kadın çığlık atmış ve beni ittirmeye çalışmıştı gözyaşlarının arasından fakat umursamadım. Dizlerimin üzerine çıkıp saçlarından geriye doğru çekerken ona doğru eğildim ve gözlerine baktım.

'' Fakat çözüm bizim gibiler için hep basitti aslında. Acılarını gördüğünde kabullenmen ve kabullendiğinde ise cesaret göstermen gerekiyor. Mutluluk kanatları yalnızca biz cesaret edenlere bahşedilmiş bir olgu. Sizler ise mutlu olduğunuzu sanarak kendinizi kandıran zavallılarsınız. Korkaklığınıza acıyorum sadece."

Kadının gözleri çoktan kapanmışken bir süre sadece kapanan gözlerini izledim. Sonra ise yorgunlukla üzerinden kalktım ve onu kolundan tutarak beni kilitledikleri o lanet odaya doğru sürükledim.

Bayılttığım adamın kafasından gelen kanları gördüğümde duraksadım anlık. Çünkü normal bir kanama değildi ama bu da benim umurumda değildi.

Kadını içeri bırakıp derin bir nefes bıraktım ve ne olur nolmaz diye yanıma birkaç tane daha iğne alıp gözüme kestirdiğim cerrahi bıçağı da alıp kapıya doğru ilerledim. Tam çıkacaktım ki arkamı dönüp yerde baygın yatan ikisine de bakarak gülümsedim samimiyetle.

'' Mutlu noeller.''

Kanlar içinde yatan ikisini de geride bırakıp dışarı çıktığımda koridorun sonunda ki kapıya tekrar geldim. Yerdeki kartı alıp okuttuğumda kapılar açılmıştı. Bakışlarım koridoru taradığında kimsenin olmamasıyla gözlerim kameralara takılı kaldı.

Fakat bunu da umursamadım. Çünkü hastane görevlilerinin noel günlerinde burada olmayıp izinli olduklarını ve olsalar dahi şu an hastalarla ilgilenme işini bu ikisine bıraktıklarına emindim.

Yangın merdivenleri gözlerime iliştiğinde ilerleyip oradan çıktım. Yukarı doğru giden merdivenleri tırmanmaya başladığımda yüzümde bir gülümseme oluştu. Gücüm yoktu ama bedenim bile artık tükenmişti ruhum karşısında.

Bu yüzden adım atarken heyecanlıydı. Heyecanlıydık. Çünkü artık sevdiklerime kavuşacaktım. Anneme ve ellerime cesaretini bırakmış o'na. Sevgilime... Güzeller güzeli kelebeğime.

Bu yüzden attığım her adımın cennetime giden adımları olduğunun bilincindeydim. Çünkü evet, artık varmıştım. Sonunda varmıştım bu yolun sonuna.

Ne yaptığım hakkında bir fikrim olmazken mutluluktan sarhoş olmuş gibiydim. Kaç kat çıktım ve kaç basamak çıktım onu da bilmiyorum fakat birkaç kapının ardından açtığım büyük demir kapıyla durdum.

Yüzüme gelen kar taneleriyle tüm bedenim titrerken durdum bir süre ve sonrasında gülmeye başlamıştım. Gözlerimi gökyüzüne kaldırdığımda milyonlarcasının düştüğünü gördüm ve durup seyrettim.

'' Rüya gibi...'' 

Öyle gibi ama değildi biliyorum. Yüzüme narin bir şekilde düşen kar taneleri öyle olmadığını bana anlatıyorlardı. Kar tanelerinin anlattığı tek şey bu değildi. Bana ilk kar'ın ne denli kıymetli olduğunu, iki yıl önce ki bu geceyi, o gece ellerimde çırpınan onu ve sonrasında ki derin özlemi anlatıyorlardı.

Tertemiz ve bir çarşaf gibi yeri örten kar'a çıplak ayaklarımı attığımda gözümden düşen yaşlar gülümsemelerimin arasında kaybolmuştu. Sanki ona kavuşmuşum gibi bir sevinç vardı içimde. Ona dokunmuşum gibi yanıyordu tenim. Heyecanla çarpıyordu kalbim.

Fakat bu onun yadigarı değil miydi zaten? İlk kar günü onun için özel bir gün değil miydi?

Çıplak ayaklarım kar'ın üzerinde izler bırakmaya başladığında onu sevdiğimi söylediğim an aklıma doldu. Seni seviyorum cümleleri dudaklarımdan ilk kez çıktı. İlk kar gibi düştü kalbimden dilime çünkü kimseye onun kadar güvenmemiştim. Çünkü kimsenin bu cümleleri hak edecek kadar temiz olacağına inanmamıştım. İnancımı yitirmiştim kötü insanlar yüzünden. Babam yüzünden...

Taehyung, inançsızlıklarıma bir darbe gibi inip hayatıma anlam kattı. Hissedebildiğimi bana gösterdi. Sevginin bedenden çok ruha ait olduğunu öğretti tertemiz ruhuyla. Hayatımı süsledi kanatlarının güzel renkleriyle.

Süsleyip gözlerimin önüne serdi fakat ben öyle bir karanlığın içindeydim ki gözlerim karanlıktan başka bir şey görmüyordu. Onunla daha mutlu olurum sanmıştım. Onu mutlu ederim sanmıştım. Onu sevgiye boğarım sanmıştım ama ben sadece yanılmıştım.

Eğer hala burada olmuş olsaydı bu karanlığım gittikçe büyüyecek, büyüyecek ve büyüyerek onu içine çekip renklerini solduracaktım. Siyaha bulayıp kalbini köreltecektim.

Ona, babamın anneme yaptıklarını yapacaktım. Ona, yıllardır yaşadığı şeyleri kendi ellerimle tekrar yaşatacaktım. Bana duyduğu aşkı ve ona duyduğum aşkı kirletecektim. Tıpkı babamın anneme yaptığı gibi.

Fakat artık bunların bir önemi yoktu. Çünkü işte buradaydım. Onu görmeyi dilediğim noktadayım.

Kulaklarıma dolan acil durum sirenleri ile bakışlarım arkama döndüğünde çoktan önümdeki yükseltiye varmıştım. Beni fark etmişlerdi ve zaten adımı seslenip duruyorlardı. Ama acele etmedim.

Kana bulanmış ellerimi karların arasına koyduğumda bembeyaz kar kızıla boyanmıştı ve biliyordum ki yer gök bu renkle yıkanacaktı bugün. Bu renkle süslenecekti bedenim. Bu yüzden ilk kez kan'ı sevdim. Annemin bedeninde görerek nefret ettiğim kan şimdi bir tablonun rengiymiş gibi beni kendine çekiyordu.

Doğru.

Bugün veda tablomu resmedecektim. Birazdan insanların cesedimin etrafına toplanıp vereceği inanılmaz o yorumu izleyecektim ve hoşnut olacaktım bu tablonun parçası olduğum için.

Biliyorum, unutulacağım ama önemi yoktu. Ruhum yaşadıkça önemi yoktu tüm bunların.

Ellerimden destek alıp kendimi yukarı çektiğimde çıplak ayaklarım bu sefer karların arasında kalmıştı. Aşağı baktığımda etrafta koşuşturan görevlilerden bakışlarımı çektim ve en sevdiğim manzaraya çevirdim gözlerimi. Etrafı masum beyazlıklarla süsleyen gökyüzüne ve yıldız gibi parıldayan şehrin ışıklarına baktım.

Onunla gittiğimiz çatı katı aklıma geldi ve gülümsedim. Tıpkı o gün ki gibi duruyordum işte bu yükseltide. Kollarımı açıp gözlerimi bir süreliğine kapattığımda o gün onunla nehir boyunca yürüdüğümüz anlar canlandı gözümde ve sesini kulaklarımda çınlandı.

'' Bir gün ölüm bizi başka bir yıldıza götürecek...''

Sesi o kadar geçekçi gelmişti ki sanki o anları yine yaşıyormuşum gibi hızla gözlerimi açıp yanıma baktım. Sanki yine oradaymış gibi varlığı bir an beni yokladı ama sonra duyduğum ses ile durdum.

" Jungkook."

Bana seslenen Leo'yla kaşlarımı çatacak gibi oldum ama şaşırmadım da . Bir şekilde burada olmalarını bekliyordum. Yine de yutkundum ve arkamı dönüp onlara baktım.

Marie, Jaiden, Leo ve hatta aylardır görüp durduğum Bay Miller bile karşımdaydı.

" Evlat. Sana yardım edebilirim. Biliyorsun."

Bay Miller'ın sesini duymak dahi istemiyordum ama o şimdiye kadar beni bu noktaya taşıyan en büyük etkendi. O benim nefretimin eseriydi. En büyük düşmanım ve en büyük yaşam kaynağımdı.

" Hyung... Lütfen yapma bunu. Bunu yaparsan bizi kaybedersin. Yalvarırım yapma..."

Jaiden sessizce bunu söylerken gülümsedim. İşte şimdi yıllardır kafamda ki arkadaşlarım karşımdaydı. Hem de hepsi. Onlar benim zayıflıklarım. Onlar benim yaşama tutunma umutlarım. Onlar bendim. Ben ise onlar fakat burada ayrılma zamanımız gelmişti.

Bakışlarım Jin'e döndü. Yüzünde ki gülümseme bana yaptığım şeyin doğruluğunu kanıtları nitelikteydi. Hiçbir şey demedi ama sessizliğinin ardında yatan binlerce düşünceyi biliyordum. Bu yüzden derin bir şekilde soludum ve rüzgarla birlikte dalgalanan görüntülerinde gözlerimi gezdirip mırıldandım.

" Ben sizi kaybetmemek için kaybettim hep. Sizler benim ayağıma vurulmuş prangalarsınız. Artık bitti."

Görüntüleri yavaşça silikleşirken gözlerim doldu. Yoongi'yi, Mark'ı ve diğerlerini düşündüm. Kalbim acıyla burkuldu ama böylesinin benim için iyi olduğunu anlayacaklar. Anladıklarında artık üzülmeyi bırakacaklar biliyorum.

" Üzgünüm."

Onları düşündükçe nefes alamazken çaresizce bakışlarımı onlardan çekip gökyüzüne kaldırdım. Yağan kar geceyi aydınlatırken çok güzel diye düşündüm istemsizce. Bu berbat dünyaya ait en güzel şey dünyanın kendisiydi. Ve baktım son kez.

Çünkü son kez görecekti gözlerim bu dünyaya ait güzel gökyüzünü. Son kez hissedecektim tenimi ve ayaklarımı kesip geçen soğuğu ve son kez soluyacaktı yıllardır bu yolun sonunu görmeyi dileyerek nefes almaya devam eden ciğerlerim.

Bugün kutlu bir gün. Bugün veda günüm fakat bugün benim özgürlüğümün günü ve özlemimin bittiği gün. Acılarımın uçup gittiği ve ruhumun şad olduğu gündür.

Ve son kez derin bir nefes çekerken kendimi usulca boşluğun sıcak kollarına bıraktım.

Gözlerimden gelen sıcak yaşlar ve sonunda hatırladığım tek anı, kalbimin ve ruhumun aitliğinin başlangıcıydı. Hayatıma kattığım en güzel şeyin kalbime işlediğinin farkında olmadan konuştuğum yabancı küçük bir kelebekti...










***


'' Aşk ne ki? Bir tür hastalık mı?''

Masumluğu karşısında ondan yavaşça ayrıldığımda gözlerine baktım. O kadar ağlamış ki gözlerinin kenarları kıpkırmızıydı ama gözlerinde gördüğüm bu tuhaf his beni güzel hissettiriyordu. Bu çok garipti ama öyleydi de. Ben şimdi ona bu kirli hisleri nasıl anlatacaktım ki?

'' Aşk, bir tür hastalık. Bana sorarsan, hastalıktan da kötü bir şey. Kurtulamıyorsun, bütün kötülüklere izin veriyorsun, canın yansa da, acısa da sessiz kalıp kabul ediyorsun ondan gelen her şeyi. Aşık olduğun kişi, seni başka şeylere tercih etse bile susuyorsun, hatta seni öldürse bile kabul edecek gibisin. Çocuğun olsa bile bunu unutuyorsun. Aşk çok tehlikeli bir şey ve annem babama aşıktı...''

Annem aşkı yüzünden bizi bu hale getirmişti. Ona kızıyorum ama onu özlüyorum da. Fakat öldüğü için üzüldüğüm tek bir an yoktu. 

'' Aşık olmak istemiyorum. Bu kulağa çok korkutucu geliyor.''

Söylediği şeyle ona gülümsediğimde konuştum.

'' Evet, sandığından daha korkutucu. Bu yüzden kesinlikle aşık olmamalısın. Anladın mı?'' dediğimde kafasını salladı usulca.

Ona aşık olduğun zaman sonunda ölümün de olabileceğini söylemek istedim ama korkar diye sustum. Çünkü ben şu an aşktan öyle korkuyor ve öyle nefret ediyordum ki bunu o  da yaşasın istemedim. Annem gibi olabileceğini söylemek istemedim.

Tenime değen parmaklarla ona baktığımda konuştu.

'' Anneni düşünüyorsun şu an, onu özlüyorsun değil mi?''

'' Evet. Onu özlüyorum ama onun için iyi hissediyorum.''

'' Nasıl yani? Üzgün değil misin o burada olmadığı için?''

Kaşlarımı çatıp gülümsedim ve heyecanla aklıma geleni söyledim.

'' Hayır. Çünkü onun daha iyi bir yerde olduğunu biliyorum,'' derken bunu ona göstermek için hemen arkamızda kalan çantamı aldım.

Annemin bana, babam duymasın diye her gece sessizce okuduğu kitabımı çıkarırken ona doğru uzattım ne tepki vereceğine bakarak. O da sevecek miydi bu kitabı benim gibi?

'' Küçük Prens?''

'' Evet. Bu kitapta annemin daha iyi bir yerde olduğu yazıyor.''

Kocaman çekik gözleri daha da büyürken kitaba baktı ve sonra yeniden bana. Bu sevimli haline gülmek istedim. Kaç yaşındaydı bu sevimli çocuk?

'' Eğer senin annenin iyi bir yerde olduğu yazıyorsa babamın da nerede olduğu yazar mı?''

Heyecanla bağırırken gülümsedim bende onun gibi heyecanla ve mutlulukla. Seveceğini biliyordum! O bana benziyor. O da babasını kaybetmişti ve o da acı çekiyordu. Babasının iyi olduğunu bilmeye hakkı vardı! Yıldızların arasında olduğunu bilmeliydi. Elinde ki kitaptan en sevdiğim kısmı açtım ve ona gösterdim.

" Bak işte burada, burada yazıyor işte," dedim heyecanla.

" İyi dinle. Okuyorum."

" Dinliyorum.''

– İnsanlar yıldızlara başka başka gözle bakarlar. Yolcuların gözünde yıldızlar birer kılavuzdur. Kimi, yıldızları küçücük ışıklar sanır. Bilginler için yıldızlar birer problemdir. İş adamının gözünde yıldızlar altın taneleridir. Ama bunların hepsi yıldızları sessiz bilir. Senin yıldızın başka, bambaşka olacak...

– Ne demek istiyorsun?

– Sen gece yıldızlara bakınca, ben onların birinde olacağım için, onların birinden sana güleceğim için, sana bütün yıldızlar gülüyor gibi gelecek. Senin yıldızların gülen yıldızlar olacak, dedi...

Okumayı bitirip ona baktığımda kocaman gözlerle beni dinlediğini görmüştüm.

'' Baban, tıpkı annem ve küçük prens gibi yıldızların birinde yaşıyordur eminim. Bizi izleyip gülümsediklerine eminim.''

Karşımda ki küçük çocuk mutlulukla gülümserken onu daha fazla güldürmek istedim.

'' Yani onlar bizi izliyor. Peki yıldızlara bakarsam bende onu görebilir miyim?''

Sorusuyla yüzümde ki gülümseme gitti. Keşke olabilseydi...

'' Maalesef...''

Söylediğim şeyle gülümsemesi silinirken alt dudağını sarkıtmıştı. Yine üzülmüştü. Oysa gülsün istiyordum. Hemen omuzlarını tuttum. Bana baktığında konuştum hemencecik.

'' 'Önemli olan şey gözle görülmez.' Bu kitapta yazan bir diğer şey. Onun iyi olduğunu bilmek ve gece kafanı kaldırdığında yıldızların arasında olduğunu bilmek seni mutlu etmez miydi? Tıpkı küçük prensin, ayrı kaldığı gülünün orada olduğunu bilip mutlu olması gibi, mutlu olmaz mıydın?"

Kafasını salladı ama gülümsemedi. Onu sevmek istedim annemin beni sevdiği gibi bir an. Küçüğüm demek istedim ona annem gibi...

'' Hem bak, annem kitabımın son sayfasına ne yazmış," deyip kitabın son sayfasını açtığımda annemin yazısıyla durdum. Bir an kötü hissettim ve onu öyle özledim ki yutkundum ve sessizce okudum.

'' Bir gün ölüm bizi başka bir yıldıza götürecek, Küçüğüm...''

O da benimle birlikte okurken gözlerimi ona çevirdim. Göz göze geldiğimizde az önce hissettiğim ağırlık üstümden kalkmış gibiydi. Az önce saçlarımı okşadığı gibi bende yavaşça saçlarını okşadığımda, hissettiğim tek şey bu küçük sevimli çocuğun sonsuza kadar benimle kalmasıydı.

Böylece kalıp ona bakmak ve gülümsemesini görmek istediğimdi. Aynaya baktığım her an gördüğüm gözler gibi bakıyordu. O duyguyla bakıyordu gözlerime. O tıpkı ben gibiydi. Ben ise, o. Ve sonra fısıldadım küçüğüm olmasını dilediğim çocuğa...

'' Yıldızlar problem değil. Yıldızlar kılavuz, altın taneleri değiller. Biliyorsun artık Küçüğüm...''














Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar. Ölümleri olur zaferleri, öpüşürken yok olan ateşle barut gibi...



~Son~

Ipagpatuloy ang Pagbabasa

Magugustuhan mo rin

1.5M 123K 35
yüzbaşı alfa kim taehyung'un başı feminist omega jungkook ile dertteydi -Enemies to lovers
2.4M 211K 33
Ama New York'a geldiğimden beri bir kokusu var. for vanilla baby
224K 21.6K 24
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...
300K 28K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...