someone's someone | minsung

Autorstwa chogiwataeil

414K 41.7K 124K

[tamamlandı] "keşke sana her şey düzelecek diyebilseydim, ama düzelmeyecek. sen düzeleceksin." ••• texting... Więcej

unknown
joseph
onun dışında herhangi biri
acıyor musun ona?
benim yüzümden
lütfen beni engelle
yazlık ve ağzınızın tadını sikeyim
"çamaşır makinalarına güvenmiyorum" (ft.viski)
bedava kaldığın evde bulaşık yıkamak
hongjoong'un barında sweet chaos (cr: day6)
günah keçisi hyunjin
Jisung Alone çok angst bir bölüm (ft. Yukhei)
Chan Minho'ya bir şarkı yazmış
on üç yaşındaydım, on beş yaşındaydı
ilk kez öpüşmenin iyi ve kötü tarafları : mingi
aptal kertenkele ve balkon
ihtiyacım olan şey
"arkadaşlarım olmadan"
yerim'in montu ve kim kimi öldürdü polemiği (ft. chan hyung)
pankreaslardaki bir iki kara delik
ciğerler, saçlar ve mutfak
felix'in parmakları ve düşüp bayılanlar
"chan hyung olmasaydı" (aka jisung'un minho'yu öptüğü bölüm)
cennetin görüş saati (ya da öldükten sonra her nereye gidiliyorsa)
"istediğim şey"
sen ölüsün arkadaşım ama eğleniyoruz, değil mi?
**a mingi study ve hayatın içinden

144

17.9K 1.6K 3.4K
Autorstwa chogiwataeil

cumartesi gününün geri kalanı küçük arkadaş grubum için alışılmışın dışında geçmişti. normal koşullar altında kavga ettiğimizde yarım saat sürmeden toparlanırdık ama bu sefer kimsenin bırakın eğlenmeye odalarından çıkmaya gücü yoktu.

erken dönmüştük. gerektiğinden çok daha erken ve geldiğimizden az kişiyle dönmüştük.

hyunjin ve seungmin ne konuşmuşlardı ve günün sonunda yanıma geldiğinde hyunjin bana endişelenmememi söylemişti ama bunu nasıl yapacaktım ki?

konuşmuyorlardı. sadece onlar değil, benim bir saniye bile susmayan arkadaşlarım konuşmuyordu.

changbin yazlığı kilitlerken hepimiz dışarıda bekledik. sangyeon hyung bir elini omzuma koymuştu. "bana haber ver olur mu?"

kafamı salladım. beni güvende hissettiriyordu ve seul'e onsuz dönme fikri şimdiden bütün aptal kemiklerimin titremesine sebep olmuştu. "kendine dikkat et, hyung."

sangyeon beni kollarının arasına alıp yavaşça saçımı okşadı. aynı chan gibi kulağıma bir kaç yatıştırıcı fısıltı bıraktı ama neler dediğini hatırlamıyorum ne yazık ki.

changbin'in yazlık evinden seul'e dönüş yolumuzda sessizlik dışında hiçbir şey hatırlamıyorum.

bunların hepsi 6 koca gün önceydi. 6 gün, bu 144 saat ederdi. 144 saattir normalde susmak bilmeyen mesajlaşma grubumuza tek bildirim gelmemişti. changbin, hyunjin ve felix dışında kimsenin yüzünü 144 saattir görmemiştim. hyunjin ve seungmin 144 saattir konuşmamıştı. ve ben kendimden en çok nefret ettiğim 144 saati geçirmiştim.

"senin bir suçun yok. düzelecek jisung, bunu biliyorsun. sadece biraz zamana ihtiyacı var herkesin."

changbin'in bu cümleleri kaç kere söylediğinden emin değildim. şimdi de tam olarak odaklanamıyordum zaten. evimin geniş salonundaki gösterişli avizenin altında uzanırken sağımda yatan changbin'e odaklanamıyordum, solumdaki hyunjin'e de odaklanamıyordum.

hyunjin'e odaklanmamayı kendim seçmiş de olabilirdim tabi. beni korumak için çok büyük bir hatayı sırtlamıştı ve şimdi ilk aşkıyla konuşmuyorlardı.

"başka bir şey var. neden anlatmıyorsun anlamıyorum." saçlarının parmaklarının arasında dolaşışını gördüm. seungmin bağırmıyordu bile ama hyunjin titriyordu.

"söyledim sana, şaka yapmak istedim."

"hyunjin yaptığın şaka değildi. sen bunu yapmazsın." iç geçirdi seungmin ve ben onları gizlice dinlediğim kapıya biraz daha sokuldum.

"minho'ya aşık değilsin. yalan söylüyorsun."  hyunjin kafasını hızla iki yana salladı. müdahale etmeliydim, gidip anlatmalıydım ama patavatsız ve cesur jisung'a ulaşamıyordum. içimde yalnızca korkak jisung vardı. kendimden nefret ettim.

"tamam. şöyle yapacağız, ya bana anlatırsın, ya da ben bu gece otobüse binerim."

hyunjin ona anlatmadı. izin verdim, hatta anlatması için yalvardım ama yapmadı. her şeyi daha da karıştıracağını söyledi. ben minho'yu gömmek istiyordum sonuçta, ve hyunjin yapmamam gerektiğini düşünse de yanımda olacağına söz vermişti.

elimdeki otlu sigarayı changbin'e uzatırken gözlerim koltukta uyuyan felix'e takıldı. neler olduğuyla ilgili hiçbir fikri yoktu. sadece omzunun üstünde oturduğu yerden bana bakan kertenkelesiyle sakince uyuyordu.

"yatalım mı?"

hyunjin'in uzun süredir konuşmadığını kanıtlayan boğuk sesini duyduğumda ona döndüm. canı yanıyordu ve yüzündeki her kas bunu belli ediyordu. changbin dikleşip sigarayı küllük olarak kullandığım ölü çiçeğin saksısında ezdi ve ben kafamı salladım.

changbin'in uyuşuk adımlarla felix'in yattığı kanepeye tırmanışını izledim. kertenkeleyi iğneleyici bakışlarla arkadaşımın omzundan kaldırıp yerde duran metal kafesine bıraktı ve felix'i kendine çekti. büyük ihtimalle kafasını koyar koymaz uyuyabileceği için küçük bir mırıltı çıkarmıştı. iyi geceler dilemeye çalışıyordu.

hyunjin'e elimi uzattım ve ayağa kalkamasına yardımcı oldum. hiçbir şey söylemedim ama o ellerini omuzlarıma koymuş ve beni sarsmaya başlamıştı bile.

"senin suçun değil jisung. ben ne yaptıysam kendim yaptım."

evet, kendi yapmıştı. kendi kendine benim pisliğimin içine girmişti ama bu günün sonunda tüm arkadaş grubunun dağıldığını, minho'nun belki de bir daha onun yüzüne bakmayacağını ve seungmin'in onunla konuşmadığı gerçeğini değiştirmiyordu. ve her ne kadar o bu bataklığa gönüllü girmiş olsa da bataklık benimdi.

ben yaratmıştım. ben yaratmış, içimde güzelce büyümesine izin vermiş ve sevdiğim herkesi yutarken izlemiştim.

yatağıma yattığımda başım hala dönüyordu. rahatsız edici değildi, sadece zihnimin minho'nun görüntüleriyle dolmasına sebep oluyordu. surat astığı, gözlerini devirdiği, kedileriyle oynadığı ya da lisede hep oturduğumuz masada bizimkilerle kahkaha attığı görüntülerle.

hyunjin'in geçen seneki doğum günü de zihnimdeydi.

hiçbirimiz hiç o kadar sarhoş olmamıştık. jeongin zaten alkole alışık değildi, kalanlarımızsa kaldırabileceğimizden çok daha fazla içmiştik. chan'in küçük salonunda aptal bir çemberin içinde oturuyorduk. seungmin, omzuna yaslanmış hyunjin'in saçlarını okşarken felix'e izlediği bir videodan bahsediyordu. changbin ve chan gülerek eski resimlerimize bakıyorlardı. jeongin'e utanç verici orta okul fotoğraflarımı gösteriyor ve kıpkırmızı olmuş yanaklarıyla bana meydan okuyan bakışlar gönderiyorlardı.

minho yanımdaydı. soonie'nin kısırlaştırılması gerektiğiyle ilgili bir şeyler söylüyordu. dinleyemiyordum bile. biraz uzağımdaki kusursuz surata bakabiliyordum sadece. ağlamamaya çalışıyordum.

saniyeler sonra hepimiz mesai günlerinde çıkılmaması gereken bir sesle karaoke yapmaya başlamıştık. sarhoştuk ve birlikteydik. şimdi ikisine de sahip olamayacak gibi hissediyordum.

benimle hiç tanışmamış olmalarını diledim. hiçbirinin beni tanımamasını. kendimi başka bir uçurumdan atmak isteyebilirdim ama bu sadece biraz daha sorun çıkarırdı.

anksiyete ve yeni yeni güçlenmeye başlamış bardağın kesinlikle dolu bir tarafı olmadığına inanan içimdeki jisung mahvettiğimi söylüyordu.

çok güçlü bir karakter hiç olamamıştım. ben daha çok yardımcı komedi kastıydım. ve şimdi de geçen 6 gece gibi ağlayarak uyuyacak ve sabah başımın ağrısı yüzünden dakikalarca doğrulamayacaktım. direnmemin bir anlamı yoktu buna. çünkü doğruydu, bu sefer gerçekten, kelimenin tam anlamıyla batırmıştım.

ertesi sabah beklediğim gibi olmadı. arkadaşlığımızın en sessiz 7. sabahından bahsediyorum yani. başım ağrımıyordu. iyi miydi kötü müydü bu bilmiyordum bile.

changbin ve felix tam da gece bıraktığım pozisyondalardı. tek fark ayak uçlarına üşümüş bir yavru köpek gibi ilişmiş hyunjin'di.

üstlerinin örtülü olduğuna emin olduktan sonra mutfağa ilerledim. bir şeyler yemek iyi olabilirdi tabi dolapların birinde yemek namına bir şey olsaydı.

evden çıkmak istemiyordum. ve sorumlu olduğum tek kişi kendim olsaydım büyük ihtimalle de çıkmazdım. ama elimde kalan bir avuç dostum vardı ve açlıktan ölmelerine izin veremezdim.

joe, felix'in kimseden hoşlanmayan kertenkelesi, kafesine uzanıp suyunu değiştirmeye çalıştığımda beni ısırdı ve ben de bunun üzerine direk evden çıktım.

bir kertenkele yüzünden üstüme bir şey almamıştım ve soğuk hava titreyen ruhuma titreyen bir beden ekliyordu. market uzakta değildi. sadece bir kaç blok daha yürümem gerekiyordu. adımlarımı hızlandırmadım, daha ne olabilirdi ki? aptal bir grip bana daha fazla zarar veremezdi sonuçta.

marketin mor tabelasını gördüğümde her ne kadar itiraf etmek istemesem de rahatladım. kendime dikkat etmeye cüret etmek istemiyordum, herkesin hayatını alt üst etmişken kalın giyinmek gibi bir kaygım olmasına hakkım yok gibi geliyordu. ama soğuktu, çok soğuktu ve ben adam akıllı kendimi cezanlandırmayı beceremiyordum bile.

cam kapıyı ittirmek için elimi uzattığımda kapı açıldı. kalbim durmalıydı normalde ama gördüğüm siyah montunun fermuarını boğazına kadar çekmiş, dağınık saçları hafif rüzgarda dalgalanan beden 7 gündür ilk kez kalbimin atmasını sağladı.

iğrenç biri olmalıydım çünkü gözlerim minho'nunkilerle buluştuğu an bütün suçluluğum ve dertlerim yok olmuştu.

"sen kafayı mı sıyırdın jisung?" minho cümlesinin sonuna bir kaç küfür ekleyip ellerini ince uzun kollu tişörtümün kapattığı kollarıma yerleştirdi. ısınmam için hızla hareket ettiriyordu. "hyung."

hıçkırdım. yemin ederim hıçkırdım. ne söylediğimi anladığına bile emin değildim. hıçkırığımı duyduğunda biraz önce kollarımı bırakmış üstündeki montu çıkarmaya çalışan elleri durdu. tek kaşı havaya kalkmıştı ve yüzümü inceliyordu. o kadar ciddi bakıyordu ki ben gözlerimi kaçırmamak için dudağımı dişlemiştim.

gözlerini devirdi ve tek koluyla beni kendine çekip sarıldı. "gerizekalı." ağladığımı titreyen ellerim sayesinde farkettim. onları belinde birleştirmem zor olmuştu.

küçük marketin içindeki masalardan birine oturdum. minho yanıma geçmeden önce hazır kahvelerden iki tane almıştı. karton bardağı önüme ittirdi ve o da benim gibi trafiğin aktığı sokağı izlemeye başladı.

"o gün kötüydün. şimdi daha iyi misin?" bir elini montunun cebine yerleştirmişti ve diğeri dumanlar çıkan bardağı dudağının üzerinde tutuyordu. ben kendi kahveme dokunmamıştım bile.

değildim. iyi değildim. ve bunu söylediğimde kaybedecek bir şeyim de yoktu şu an. ama o an uzun süredir sessiz olan bir jisung diğerlerinin sesini bastırdı, iyi bir arkadaş olmaya çalışan jisung.

"hyunjin, çok üzgün."

minho'nun karşımızdaki cama sabitlenen gözleri bunu konuşmanın zamanının henüz gelmediğini yeterince belli ediyordu. ama günlerdir ölü olduğunu zannettiğim aptal-cesur jisung pes etmeyeceğimizi söylüyordu. 7 gün yeterliydi, 7 günlük cehennem kesinlikle bize bir ömür yeterdi. bugün kendi bataklığımı kurutmaya başlayacaktım.

"olmalı." sesi umursamazdı. aşık olduğum adam olmasaydı kendisi inanabilirdim bile. hyunjin'i sildiğini düşünebilirdim.

ama nefes alışı değişmişti ve bunu saklayamazdı, benden saklayamazdı. "ne olacak peki şimdi? sonsuza kadar birbirimiz yokmuş gibi mi davranacağız?"

gereğinden set konuşmuştum. üstelik bir yanım da üzgün olması gerekenin hyunjin değil ben olduğumu söylüyordu. o sesi kulak ardı ettim devam etmeden önce.

"seungmin'le ayrılmış olabilirler hyung." minho bu sefer bana döndü. kaşları çatılmıştı. onaylamak ve belki de vurgulamak için kafamı aşağı yukarı salladım. "ne demek ayrılmış olabilirler?"

"konuşmadılar. seungmin seul'e döndüğümüzden beri onu aramadı."

"çok saçma. neden bunu yapsın ki? gerçekten bana aşık değil." minho'nun sesi sinirini yansıtıyordu ve ben onu bu sinirin seungmin'in mantıksız davranışa olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordum. umursuyordu, kızgındı ama hyunjin'in kalbinin kırık olmasını istemiyordu.

"biliyorum. bu yüzden bir şey yapmalıyız."

"jisung, zamana ihtiyacımız var."

ellerim ben ne olduğunu anlamadan gürültülü sayılabilecek bir şekilde masaya çarptı. "zamana falan ihtiyacımız yok. kafalarımızı götlerimizden çıkarıp yüzleşmeye ihtiyacımız var."

nefes aldım. minho bana bağırmıyormuşum gibi bakıyordu ve bu rahatlatıcıydı. 7 gündür 10 cümleden fazlasını kurmamıştım ve konuşmam gerekiyordu. söyleyemeyecektim ama konuşmalıydım.

"herkes hata yapar. ama hataların bizi dağıtmasını istemiyorum. ben sizi kaybetmek istemiyorum."

cevap vermedi. uzun olarak nitelendirilebilecek bir bakışma yarışına girdik. o ciddiyetimi ölçerken ben ikna edici bakışlarımı kullanmaya çalışıyordum.

ve kazandım da . yani minho yüzünü ellerinin arasına alıp iç çekerken kafasını aşağı yukarı salladı en azından.

"chan'in evinde buluşalım. hyunjin'i getir ben seungmin'i hallederim." kahvesinden büyük bir yudum aldıktan sonra saçlarını karıştırmaya başladı. "aptallar bunun için nasıl ayrılmayı düşünebilirler?"

bana sormamıştı aslında kendiyle konuşuyordu ama katıldığımı belirtmek için mırıldandım. "bu akşam. herkesi getirelim işte, çözelim ve bitsin."

"chan'le iyi misiniz?" sesimdeki sorgulayıcı tonu bilerek seçmemiştim. sadece minho'nun yalan söylemesi gibi bir konuyu bile atlatabilmiş olmaları canımı yakmıştı. aşkın büyüklüğü gibi kavramların yalnızca karşılıklı aşklar için geçerli olduğunu düşünüyordum.

"iyiyi açıklasana bana."

tek kaşımı havaya kaldırdım. onu yargılıyormuş gibi gözüküyordum ve bunu istemiyordum. böyle baktıkları için gözlerimi yuvalarından çıkarmak istiyordum. "seviyoruz birbirimizi. konuşmamız gereken her şeyi konuştuk. şu an evde kahvaltı hazırlıyor ve yumurtaları getirmemi bekliyor."

kahvesinin sonunu içip karton bardağı yan taraftaki çöp kutusuna attı. daha sonra da gözlerimin içine baktı. "sen söyle, iyi miyiz?"

bana iyi gelmişti. minho'yla geçtiğimiz haftayı birlikte geçirmiş olma fikri zaten mükemmeldi, her şeyi konuşmuşlarsa iyilerdi değil mi?

minho'nun kim olduğumu bilmezken bana anlattıklarını düşündüm. chan'e aşık oluşu ama kendini kaybettiğini düşünmesi bildiğim şeylerdi. ve her ne kadar müdahale etmek istesem de yapamadım.

"hadi gidelim artık." konuşmadığım için minho ayaklanmıştı. ya da belki en başından beri bir cevap beklemiyordu, emin değildim. dokunmadığım kahvemi masada bırakmak yerine elime aldım, soğumuştu.

arka tarafımıza yerleştirilmiş atıştırmaklıklardan bir kaçını alıp kasaya ilerledim. minho beni kapının yanında bekliyordu. birlikte kapıdan çıktık ve soğuk hava yeniden titrememe sebep oldu.

omuzlarıma inen montla kafamı kaldırdım. minho yeniden gözlerini deviriyordu. "giy şunu donacaksın. neden böyle çıktın ki?"

montu üzerime geçirdim. ısınıyordum. minho montun altına giydiği sweatshirtünün kapüşonunu kapatıp yeniden bana baktı. "akşam halledeceğiz tamam mı?"

"tamam."

kendimi tutmak yerine kollarımın minho'nun vücuduna dolanmasına izin verdim. duygusal olarak bu kadar hassas bir haldeyken aşık olduğum adamın karşımda dikiliyor olması vücudumda irade diye bir şey bırakmamıştı.

iç çekti ama o da bana sarılmıştı. bir eli saçlarımdaydı ve buna o kadar ihtiyacım vardı ki suçlu bile hissedemeden biraz daha sokuldum ona. "kimsenin kimseyi kaybettiği yok jisung."

chan'in yaptıklarını minho yaptığında rahatlamıyordum. beni korumacı bir tavırla tutup şefkatle konuştuğunda bu bana iyi gelmiyordu. çünkü chan'le aynı sebepten yaptığını biliyordum, küçük kardeşini korumaya çalışan bir abi gibi hareket ettiğini biliyordum ama onun kolları beni öyle heyecanlandırıyordu ki sadece canım acıyordu.

daha iyi olduğuma karar verdiğinde beni bıraktı. akşam herkesin geleceğiyle ilgili bir kaç cümle kurdu ve eve dönmemi söyledi. daha sonra da arabaların arasından karşı kaldırıma geçmişti zaten.

onun sabit adımlarla uzaklaşmasını izledim ve bana verdiği siyah montun önünü kapattım. bataklığımı kurutamayacağımı minho görüş alanımdan çıkana kadar da anlamamıştım. artık onu göremediğim için huzursuzlanan kalbim de bunun en büyük kanıtıydı. ben minho'ya aşık oluşumun bataklığının beni yutmasında bir sorun görmüyordum ki.

eve döndüm. herkes hala uyuyordu. aldığım şeyleri mutfak masasının üzerine bırakıp koltukta birbirine dolanmış üçlüye ilerledim. devasa koltuklarım yoktu ve yanlarına sığacağımı sanmıyordum ama yine de felix'in yanındaki boşluğa uzandım ve yapabildiğim kadar ısınmaya çalıştım.

felix kollarından birini changbin'den çekip bana sarıldı. o uyanmaya çalışırken ben de bilekliklerinin birinin zinciriyle oynuyordum. sonunda gözlerini açtığında gülümsedim. "günaydın."

"joe'nun suyunu değiştirmeliyim." sesi sabahları normalden daha da derin oluyordu ve küçük bir kedi gibi gözükmeseydi bu korkutucu olabilirdi. gevşek birer yumruğa dönüşmüş elleriyle gözlerini ovuştururken ağzından küçük sesler çıkarıyordu.

"iyi şanslar, sabah beni ısırdı."

yattığı yerden doğrulurken alayla gözlerini devirdi. ben de onu taklit ettim ve kanepeden kayıp yere oturdum. iguananın kafesi sol tarafımda duruyordu. "joe kimseyi ısırmaz."

hayvana baktığımda tam da bir şeytan gibi sakince, hatta sevimli sayılabilecek bir şekilde etrafı izlediğini gördüm. felix'in aptal evcil iguanasının üstün zekalı falan olduğu idda etmiyordum ama kesinlikle çilli arkadaşım ortalıktayken bizi öldürecek gibi bakmıyordu.

gözlerimi devirdim. iguanayla inatlaşma işini changbin'e bırakıyordum. felix kalkıp joe'yu kafesinden çıkardı ve yüzünün hizasına çıkarıp sevimli günaydın dileklerini iletmeye başladı. katil olduğuna inandığım kertenkeleyse sanki yavru bir köpekmiş gibi felix'in yüzünde kuyruğunu gezdiriyordu.

felix kertenkeleyi tek eliyle destekleyip kalçasını sağ tarafına çıkardı ve bana döndü. "joseph'a iftira atma."

kertenkele kuyruğunu bu sefer felix'in bileğine dolamıştı ve ben arkadaşımın bir kertenkeleyi bana tercih edişine şaşırmadım bile.

mutfağa geçtiğimizde felix süt kartonlarından birini boşta ki eline alıp içmeye başladı. ben de kahve yapmayı mantıklı bularak su kaynatmaya başlamıştım.

"minho'yla karşılaştım."

felix ağzındaki kartonu hızla bırakıp bana döndü. heyecanlı gözüküyordu ve ben ağzındaki sütü büyük ihtimalle kutunun içine tükürdüğü için ona kızmadım. "harbi mi?"

kafamı sallayıp raflarda asılı olan kupalardan iki tanesini tezgaha bıraktım. "akşam chan hyung'a gideceğiz."

"hyunjin'i affetmiş mi?" felix hazır olan kahveyi benden önce davranıp bardaklara boşaltmaya başladı. ben de buzdolabına yaslanıp omuz silktim. "bilmiyorum. ama artık konuşmamız gerekiyor."

felix kupaları iki eline alıp yeniden salona ilerlerken beni onayladı. katil kertenkelesini mutfak tezgahında bırakmıştı ve ben güvenlik sebeplerinden dolayı o şeyle yalnız kalmak istemediğim için hızla peşinden çıktım.

"çok gereksiz uzadı zaten. bir an önce eski halimize dönmeliyiz. oğluma amcalarının nerde olduklarını açıklamak çok kalp kırıcı bir hal almaya başladı."

"felix aptal kertenkelenin bizi merak ettiğini sanmıyorum."

felix omzunun üzerinden bana döndü ve sinirle tısladı. "bugünlük joe'yla ilgili konuşma kotan doldu jisung. meleğime kötü davranıyorsun."

yeniden omuz silktim. dediğim gibi felix'in ilgisi için iguanayla kapışmak benim değil changbin'in işiydi. felix kupalardan birini koltuğun önündeki tezgaha bırakıp hyunjin'in yanına oturdu ve suratını parmaklarıyla eşelemeye başladı. işaret parmağını burun deliklerinden birine sokmuştu.

aynı taktiği changbin'in üstünde denemek için ben de onun yanına oturdum ve saçlarını çekiştirmeye başladım. "uyanın hadi."

"jisung elini çekmezsen elini kıracağım." changbin tehdirkar çıkan sesine rağmen burnunun önünde duran bileğime sürtündü ve bana daha da yaklaştı. "kahve yaptım."

hyunjin kafasını hızla kaldırıp felix'in elindeki kupayı aldı. "günaydın." uzamış saçları darmadağın olmuştu ve yüzü şişmişti. gözlerini tam açmadan kahvesini yudumluyordu.

changbin'de bir kaç saniye sonra kalkıp kahvesini aldığında onlara ayılmaları için biraz zaman verdik. minho'nun bana verdiği montu karşımızdaki pufların üstünde duruyordu ve ben de sanki montun varlığı minho'nun varlığına eş değermiş gibi montu izliyordum.

"akşam chan hyung'a gidiyoruz."

felix ne zaman getirdiğini anlamadığım iguananın kafasını okşarken changbin ve hyunjin'e baktı. "minho çağırmış."

changbin'le göz göze geldiğimde kafamı salladım. felix hyunjin'e bakıyordu ve tek kaşı havadaydı. hyunjin bana bakmadan kafasını salladı. "beni de çağırdı mı?"

"zaten senin için çağırdı." üçü de bana döndüğünde gülümsedim. markette karşılaştığımızı ve konuştuklarımızı anlattım. seungmin'den bahsetmemiştim sadece. hyunjin bu konuda ciddi gibiydi ve biliyordum ki seungmin, hyunjin'in ne sakladığını öğrenene kadar bu saçma ayrılığı sürdürecekti.

burası da benim devreye girmem gereken kısımdı. minho'yla yaptığımız plan arkadaş grubumuzun yeniden toparlanmasını sağlayacaktı ama ben seungmin'e hyunjin'in yalnızca beni korumaya çalıştığını anlatana kadar umursamaz çifti barıştıramayacaktık.

"herkes zaten birbirini görmek istiyor. minho'dan bir daha özür dilersin ve sonunda bu olay biter." felix arkasına yaslanıp joe'yu kucağına yerleştirmişti ve hyunjin'i rahatlatmaya çalışıyordu.

changbin de mantıklı gelmiş gibi felix'e katıldı. "böyle devam edemeyiz."

hyunjin doğruca bana bakıyordu. yani onay vermemi bekliyor gibiydi. o da arkadaşlarını kaybetmiş olmasına rağmen hala beni korumaya çalışması etkileyiciydi. 7 gündür onun bu kadar acı çekmesine izin verdiğim için kendimden tekrar nefret etmiştim.

hyunjin değişen bakışlarımdan anlaması gerekeni anlamış gibi kafasını eğdi. "tamam."

hepsi kahvaltı ederlerken mutfağın balkonuna çıktım ve saksıların arasında duran paketten bir sigara alıp dudaklarımın arasına yerleştirdim.

minho'ya güvenmediğim için değildi ama seungmin'i akşam getiremeyeceğini biliyordum. evet isteyince çok inatçı olabiliyordu ama benim de küçük bir şeyi aradan çıkarmam gerekiyordu yoksa bu plan yatardı.

telefonumu çıkarıp olmayan bildirimler yüzünden ağlamamaya çalışırken seungmin'in isminin üstüne tıkladım.

jisung :
akşam chan hyunga gel

yanıt gelmesi uzun sürmeyecekti. seungmin zaten günde 6 kez epostalarını kontrol eden biriydi, bir mesaja dönüş süresi en fazla 10 dakikaydı. tabi sizi görmezden gelmiyorsa.

şükürler olsun ki henüz onu beni görmezden gelecek kadar kızdırmamıştım çünkü ben daha sigaramı yarılamamışken telefonum titredi.

seungmin :
hayır

jisung :
seungmin gel
hyunjin de gelecek

seungmin :
zaten bu yüzden gelmeyeceğim

jisung :
sonsuza kadar hyunjin yokmuş gibi davranmak neyi çözecek peki

seungmin :
sonsuza kadar değil
o bana her ne saklıyorsa anlatana kadar

jisung :
anlatmayacak

seungmin :
bu onu ilgilendirir
ben söyleyeceğimi söyledim

jisung :
ben anlatabilirim ama

seungmin :
jisung
hyunjin bir yetişkin arkasını toplamana ihtiyacı yok
zaten o anlatmalıydı senin anlatman bir işe yaramaz

jisung :
benim yüzümden anlatmıyor ama

seungmin :
senin mi
sen ne alakasın ki

jisung :
eğer gelirsen
anlatacağım
söz veriyorum

seungmin :
şantaj bu

jisung :
olabilir

seungmin :
bu kadar aptal bir sonuç verecek ne yaptınız ki anlatamıyorsunuz amk

jisung :
o yapmadı
ben yaptım
gelecek misin şimdi

seungmin :
minho'ya çoktan hayır dedim

jisung :
sorun değil
gelmeni istiyor zaten

seungmin :
sikeyim ya
tamam
gelicem
her şeyi anlatacaksın

jisung :
merak etme
zaten duyduktan sonra hyunjin'e kızacağını sanmıyorum

seungmin :
sen öyle diyorsan öyle olsun
gitmem lazım

jisung :
görüşürüz

seungmin :
sen de mi kalıyor
hyunjin yani

jisung :
evet

seungmin :
napıyor

jisung :
az önce felix'in içine tükürdüğü kartondan süt içiyor

seungmin :
sizi özledim

jisung :
biz de seni
bu yüzden bu iş bugün bitecek

seungmin :
tamam
akşam konuşuruz

jisung :
tamam
✔️✔️

telefonumu saksıların arasına bırakıp sigaramı söndürdüm. rahatlamıştım.
mutfağa diğerlerinin yanına döndüm ve konuştukları mısır gevreği çeşitleriyle ilgili sohbete katıldım.

chan hyung'a gitmeden önce duş almıştık. bir süredir hiçbirimiz bu eyleme vakit ayırmıyordu bu yüzden evimdeki iki banyo için küçük bir kavga etmiştik.

saçımdaki havluyu omzumun üstüne atıp balkona çıktım. changbin ve felix aynı anda duş alıyorlardı ve benden sonra hyunjin girmişti. yalnızdım.

minho'nun montunu üzerime geçirmiştim ve nedenini bilmiyordum. aslında biliyordum. bizimkiler uyandıktan sonra o monta dokunacak yüz bulamamıştım ve şimdi kimsenin göremeyecek olduğunu bilmek iyiydi. bu sayede hyunjin'in gözlerinin içine bakıp sen beni korumaya çalışırken kendini parçalıyorsun ama ben hala minho'ya deliler gibi aşığım demeyecektim.

hepsinin hazırlanmasını beklerken bir sigara daha içtim. bu gece içemeyecektim bunu biliyordum bu yüzden ikinci bir sigarayı yakmak için kendimi ikna etmeye çalışıyordum.

ama ben başaramadan arkadaşlarımın kapının önünde montlarını giymeye başladıklarını belli eden sesler mutfağa ulaştı. istemeyerek minho'nun montunu çıkardım. bir sapık gibi onu koklamak istemiyordum. kesinlikle istemiyordum ve yine kesinlikle kokladım montu.

yanlarına gidip üzerime kendi montlarımdan birini geçirdim ve hep birlikte arabaya bindik. arkada felix'le birlikte oturuyordum ve ellerim dizlerimin üstündeki siyah montu tutuyordu.

kapıyı chan açtı. saçları nemliydi ve suratında tam çözemediğim bir ifade vardı. bir haftadır bu ikisi bu evde ne yaşamıştı bilmiyordum ama sabahki karşılaşmamızda minho'nun yüzünde gördüğüm ifadeye benziyordu.

hyunjin arkamızdaydı. yüzlerine bakmaya utanmış gibi üçümüzü önüne almıştı ama hepimizden uzun olduğu için büyük ihtimalle işe yaramıyordu.

felix sanki yıllardır görüşmemişiz gibi chan'in boynuna sarıldı. chan'in rahatlamayla karışık şaşkın derin nefesini duyduğumda gülümsedim. ne olacağını bekliyorduk ki? hepimiz özlemiştik birbirimizi.

"hyung, seni çok özledim." felix ingilizce ve koreceyi karıştırarak chan'e onu ne kadar özlediğini ve joe'nun sürekli onları sorduğunu söylüyordu. chan onu biraz kendinden uzaklaştırdıktan sonra saçlarını karıştırdı. changbin de yanlarına gidip chan'e sarıldığında bu sefer gözleri dolmuştu. sıranın bana geldiğini bildiğim için evin içine girdim ve elimdeki siyah montu kanepelerden birinin üstüne bıraktım. chan'e onu ne kadar özlediğimi söylerken sevgilisinin montunu tutmamalıydım.

özlemiştim de. yalan değildi ve bunu chan'in boynuna ben daha farketmeden dolanan kollarımdan anladım. "daha iyisin değil mi?"

içten sorusuna cevap vermek yerine gülümsedim. benden özür dilemek üzere olduğunu biliyordum çünkü. yanımda olamadığı için özür dileyecekti ve bir çok şeyi yapmaya yüzüm olmasına rağmen bu özrü duyacak yüzüm yoktu. chan'e son kez sarılıp ona tekrar konuşma fırsatı vermeden kenara çekildim.

hyunjin hala açık kapının önünde ayaklarına bakıyordu. chan'in dolmuş gözlerini sildikten sonra gülümsemesinin daha da merhametli bir hal alışını izledim. "hyunjin."

hyunjin kafasını kaldırıp chan'e baktı. yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi yanağını dişliyordu. chan kolunu kaldırıp eliyle yanına gelmesini işaret etti. ve hyunjin'in yavaş küçük bir adım attıktan sonra ileri atılıp onu kollarının arasına çekti.

"özür dilerim, hyung. yemin ederim şaka yapmaya çalışmıştım." hyunjin kafası chan'in boynuna gömülüyken konuştuğu için sesi boğuk çıkıyordu. chan kafasını kaldırıp yüzünü ellerinin arasına aldı ve gülümsedi. yani gözleri hala doluydu ama gülümsüyordu. "biliyorum. sen bunu kötü niyetle yapacak biri değilsin, artık özür dileme olur mu?"

hyunjin kafasını sallayıp chan'e biraz daha
sarıldı. hepimizin onları izlemesini üstüne geçirmeye uğraştığı sweatshirtle koridorun başında beliren minho böldü. "kapının önünde ağlamak yerine içerde ağlamaya ne dersiniz?"

felix bu sefer changbin'in ellerini bırakıp minho'ya koşmuştu. onu da aynı chan'e yaptığı gibi boğacak kadar sıktığını minho'nun suratından anlayabilirdiniz. felix'i itmek yerine ona daha sıkı sarılıp felix'in acı dolu bir ses çıkarmasını sağladı ama kısa sürmüştü. aptal kozlaşmaları bittiğinde gerçekten sarılıyorlardı ve ikisinin de suratında birbirlerini özlediklerini haykıran bir gülümseme vardı.

"sevgilim abi o benim." changbin yanlarına ilerleyip herkesin ciddi olmadığını bildiği bir tavırla felix'in vücudunu minho'dan ayırdı. minho da oynuna katılıp tek kaşını yukarı kaldırmıştı. "öyle mi?"

"bir daha sevgilime dokunmazsan senin için iyi olur." changbin kaşlarını abartılı bir şekilde çatıp elini minho'nun göğsüne koymuştu. ne olacağını bildiğimiz için izlemesi normalde keyifli olmazdı. changbin ve minho'nun köpek dalaşları çok sık yaşanırdı ve ikisi de terden ölene kadar birbirlerini kovalamayı kesmezlerdi normalde. ama şimdi sanki ilk kez görüyormuşum gibi içimi ısıtmıştı bu tavırları.

bu sefer uzamamıştı zaten. minho, changbin'in bileğini tutup ona sarılmıştı ve ikisi de kıkırdıyordu. ayrıldıklarında minho'yla göz göze geldim. çünkü yine bir sapık gibi o kıkırdarken onu izliyordum.

bana göz kırptı. daha sonra ilerleyip hemen chan ve hyunjin'in arkasındaki kapıya uzandı. hyunjin'e bakmamıştı ve bunu bilerek yaptığını biliyordum. kapıyı kapatıp onlara hiçbir şey söylemeden arkasını döndü. "merhaba demeyecek misin hyunjin?"

sesi soğuktu. az önceki sevimli konuşmalarımız ve kıkırtıların etkisi çoktan geçmişti. chan ve ben aynı anda hyunjin'in omuzlarına ellerimizi koyduk. hyunjin konuşmadan önce derin bir nefes almıştı. "hyung-"

"yerinde olsam özür dilemeden önce sarılırdım. sarılınca yumuşuyorum biliyorsun." minho hyunjin'i böldüğünde arkadaşımın bedeninin rahatlamasını gördüm. elimin altındaki kaslarının gevşediğini hissettim ve aldığı derin nefesin gülüşüyle birleşip çıkardığı sesi duydum.

hyunjin hala arkası dönük olan minho'ya ilerleyip ona sarıldığında ben de rahatladım. hyunjin çenesini minho'nun omzuna yaslamıştı. "hyung özür dilerim. seni üzmek istememiştim. bunu asla yapmam hyung, lütfen affet beni."

minho etrafını saran kolların arasında dönüp hyunjin'in suratına baktı. yine gözlerini devirmişti ama bu sefer içten olmadığını biliyordum. ağlamak üzere olduğunu saklamak için hyunjin'den bıkmış gibi bakıyordu.

ellerini hyunjin'in ensesine atıp kollarını omuzlarına doladı. kulağına bir şeyler söylemişti ama duyamadım. hyunjin'se  daha sıkı sarılmıştı minho'ya.

"bunun için ayrıldınız mı cidden?" minho aniden hyunjin'i ittirip hepimiz için tatlı anı mahvettiğinde hyunjin mahçup olmuş gibi kafasını eğdi. minho sinirli gözüküyordu.

"siz kafayı mı sıyırdınız hyunjin?" chan de yanlarına geçip minho'nun beline kollarını doladı. ikili beraber hyunjin'i azarlarken hiçbir şeyin değişmediğini farkettim. hala bu manzara canımı yakıyordu.

hyunjin açıklama yapmaya çalışıyordu ama zavallının diyecek bir şeyi olmadığını biliyordum. bunun için ayrılmamışlardı, hyunjin yalan söylediği için ayrılmışlardı.

şükürler olsun aniden çalmaya başlayan zil sesi hyunjin'i kurtardı. çünkü ben yine sadece korkak jisung'a ulaşabiliyordum, araya giremeyecektim.

minho, hyunjin'e son bir kez bakıp kapıyı açtı. jeongin üstündeki kocaman sweatshirtün kollarını katlamış telefonuyla uğraşıyordu. bir kaç saniye sonra kafasını kaldırdıktan sonra minho'ya gülümsedi. "sonunda yetişkin olduğunuzu farketmenize çok sevindim hyunglarım."

minho'nun yanağını hafifçe tokatladıktan sonra içeri girmişti ve hepimize sarkastik bir gülümseme gönderikten sonra benim minho'nun montunu bıraktığım koltuğa oturup telefonuyla ilgilenmeye devam etti. "bu yaptığınız en çocukça hareketti biliyorsunuz değil mi?"

"biz de seni özledik jeongin." minho ellerini jeongin'in saçlarına atıp en küçüğümüzün mızmızlanmasına sebep oldu. chan, hyunjin'in omzuna kolunu atıp jeongin'in yanına oturdu. felix ve changbin de oturuyorlardı. yanlarına geçicektim ama minho sakince kolumu tutarak beni durdurdu. "seungmin gelmeyeceğini söyledi."

"gelecek, merak etme." kolumu nazikçe elinden kurtardım ve gülümsedim. ama ben her ne kadar fiziksel temasımızı kesmeye çalışsam da minho mesajı almamış ve bedenimi kolunun altına yerleştirmişti. boş koltuklardan birine oturana kadar da beni bırakmadı.

hyunjin ve ben dışında herkes anlamsız sohbetlerden birinin içine girmişti. ben çok özlediğim arkadaşlarımla konuşmak istiyordum ama yine çok özlediğim minho'nun bir santimetre hareket etmeme izin vermeyen tutuşu bunu imkansız hale getirmişti. sadece saçlarımı karıştıran eline odaklanabiliyordum.

hyunjin de ayaklarını izliyordu. seungmin'in dinlemeyeceğini hatta belki de gelmeyeceğini düşünüyordu. biraz daha bu halde kalmasını istemiyordum. geçtiğimiz hafta boyunca ayık bir gün geçirmemiştim ve sanırım bu hyunjin'in biri sürekli boğazını sıkıyormuş gibi gözüktüğünü farketmemi engellememişti. daha önce müdahale etmiş olmalıydım.

ve ben seungmin'e anlatacaklarımı minho'ya elimde olmadan biraz daha sokulup planlamaya başladığımda kapı çaldı. daha diğerleri ne olduğunu fark edememişken ben ayağa fırladım. seungmin'le yalnız konuşmalıydım ve minho'nun bu içgüdüsel temaslarına devam etmesi benim kan pompalayan zavallı organım için iyi olmazdı.

"ben bakarım."

hyunjin'e gülümsedim ve tek kaşı havada bana bakan minho'ya göz kırptım. seungmin'i getirebileceğime inanmamış olmalıydı.

kapıyı açtığımda kollarını bağlamış seungmin'in bıkkın bakışlarıyla karşılaşmıştım. "anlat ne anlatacaksan."

aslında merak ettiğini biliyordum. ama seungmin böyle biriydi, duygusuz bir piç olmak onun en büyük özelliğiydi ve arkadaşım bundan geri adım atmazdı.

"şimdi geliyoruz."

içeriye doğru bağırıp cevap vermelerini beklemeden kapıyı kapattım. seungmin'i de ittirip chan'in dairesinin yangın merdiveninin önüne oturdum. uzun bir konuşma olmayacaktı ama anlatırken ağlamaya başlayabilirdim. dengesiz psikolojime güvenemem mümkün olmuyordu sonuçta ve şimdiden oturmam göz yaşları içinde yere çöküp dramatik bir sahne yaratmamı engellerdi.

"jisung, tüm gün oturalım mı böyle kardeşim?" seungmin yanıma oturmuştu ve sinirlendiğini belli etmek için söyleniyordu. derin bir nefes aldım.

anlatmaya nerden başlayacağımı bilememiştim ama hyunjin'i aklayarak etkili bir giriş yapabilirdim sonuçta. "hyunjin, minho'ya mesaj falan atmadı."

seungmin gözlerini devirdiğinde bunu zaten tahmin ettiğini anlamıştım. bu yüzden ona biraz daha söylenmesi için zaman tanımak yerine daha net bir sesle devam ettim. "ben attım."

gerisi aslında beklediğimden kolay olmuştu. ona changbin'den daha kolay anlatmıştım aslında. hyunjin'in beni korumaya çalıştığını çünkü en yakınımın sevgilisine aşık olduğumu öğrenirlerse olacaklardan korktuğumu çok daha soğukkanlı anlatmıştım bu sefer. yani sadece iki kere gözlerim dolmuştu ve ikisinde de hyunjin ve seungmin'i barıştırma görevime odaklanıp ağlamamı engelleyebilmiştim.

seungmin bana hayalet görmüş gibi bakıyordu ve ben karşılığında sadece acımı gizlemeye çalışan ama başarılı olamayan bir gülümseme verebilmiştim ona. anlatacak bir şeyim kalmadığındaysa elimi enseme attım ve çok saha kısık bir sesle özür diledim.

"benden niye özür diliyorsun?"

seungmin'in gözlerine bakıp bir cevap vermek istedim ama bilmiyordum ki sebebini. hyunjin'le neredeyse ayrılmalarına sebep olduğum için mi diliyordum?

"hyunjin'le aranızı bozdum." aslında bir cevaptan çok soru gibi çıkmıştı ama dediğim gibi, neden dilediğimi bilmiyordum. üstelik seungmin hiçbir tepki vermemişti. bana sarılıp iyi olacağını söylememişti ya da ne bileyim changbin, hyunjin ya da sangyeon hyung gibi bakmaya başlamamıştı bana. "başka bir şey söylemeyecek misin?"

sesim çekingen çıkmıştı ve seungmin ellerini dizlerinin üzerine çıkıp kafasında bir şeyleri tartıyormuş gibi yere odaklandı. "ne diyebilirim ki? eminim söylenmesi gereken şeyleri zaten biliyorsundur."

ona cevap vermeden beklemeye devam ettim. hala doğru kelimeleri arıyor gibiydi. "canın çok acıyacak jisung. bu kadar sert bir şekilde söylemek istemiyorum ama birinin söylemesi lazım. canın çok acıyacak."

sesi içtendi. ve zaten canımı daha çok yakmaya çalışmadığını ya da beni yargılamadığını biliyordum. "acıyor zaten."

"öğrendiklerinde ne yapacaksın peki?"

omuzlarımı silkip yangın merdivenine açılan kapıya başımı yasladım. öğrenmemelerini sağlamak dışında bir planım yoktu çünkü. "eninde sonunda öğreneceklerini biliyorsun değil mi? bu sonsuza kadar saklayabileceğin bir şey değil."

"biliyorum seungmin. hyunjin'le barışır mısın artık lütfen?" istemeden bağırmıştım. ama karşımdaki seungmin'di ve ben buna şükrettim. başka biri bağırdığım için üzülebilir ya da kızabilirdi belki ama seungmin yapmazdı. o insanların sınırlarını ve bu sınırlar zorlandığında neler olabileceğini biliyordu.

bu kadar üstelemesinin sebebi de buydu zaten büyük ihtimalle. beni azarlamaya ya da bana nutuk çekmeye çalışmıyordu, sadece soruyordu. birinin sorması gerektiğini bildiği için soruyordu.

cevap vermedi. bir kaç dakika daha sessizce oturduk ve ben neredeyse uyuyakalacağımı hissettim. ama seungmin ayağa kalktı ve elini bana uzattı. "minho chan'i seçtiğinde daha çok acıyacak jisung. buna hazır ol tamam mı?"

yutkundum. gözlerim her yerdeydi ve her kırptığımda göz kapaklarıma batarak canımı yakıyorlardı. seungmin bana gülümsedi, bu çok acıdığında da ben burda olacağım demekti.

kanı çekilmiş bedenimi ayağa kaldırıp tekrar kapıya ilerlerken beni de sürüklemesine izin verdim. zili çaldı ve jeongin'in söylenmesini duyduk.

kapı açıldığındaysa seungmin herkesi es geçip koridorun başında dikilen hyunjin'e ilerledi ve çenesinden tutup dudaklarını birleştirdi.

hyunjin'in şoktan çıkıp kollarını seungmin'e doladığını ve arkadaşlarımın onlara yastık fırlatmaya başlamasını izledim.

daha sonra minho ve chan'e baktım. kahkahalarının arasında onlar da öpüşüyorlardı ve ben seungmin'in haklı olduğuna emin oldum. chan'i seçecekti, beni öğrense bile chan'i seçecekti.

zaten bildiğim bu şeyi tekrar fark edebilmem mümkün müydü ki? üstelik söylemeye cesaretim bile yokken, herkese asla öğrenmesini istemediğimi söylerken chan'i seçecek olması benim neden nefes almamı engellemişti?

çünkü, istiyor muydum? evet, istiyordum. bencil ve minho'yla beraber olabileceğine inanan jisung, minho'nun chan'i bırakıp beni tutmasını istiyordu. bunu o kadar istiyordu ki bazen chan'i bırakırsa düşeceğini unutuyordu. ikisinin de düşeceklerini unutuyordu.

•••
gg jisung

Czytaj Dalej

To Też Polubisz

23.4K 1.3K 13
Oynanılan her oyun er ya da geç bitmeye mahkumdur..
20.6K 3.6K 11
"Başka birine aşık olmaktansa, fazlasıyla senin olmakla meşgulüm." "Bebeğim, ikimiz de biliyoruz."
392K 36K 32
Kore'nin nesillerdir düşman olan iki sürüsü; Kim'ler ve Jeon'lar aynı davete katılır. Beklemedikleri şey ise attığı yumruk ile ruh eşi oldukları orta...
2.5M 214K 33
okumayın for vanilla baby