the profile || hood

By smokeinyourlungs

6.8K 773 2.2K

"Biz cesetlere baktığımızda katilin zihnini, olay mahalline baktığımızda zanlının karakterini görürüz. Çünkü... More

case one: in front of our eyes
case two: sinner women
case two: women are safe, luke is not
case three: psychopat and sociopath
case four: loved ones matter the most
case five: date night
case six: victim is our friend
case seven: he is back in business
case seven: a million mistakes
case eight: all criminals have weaknesses
case nine: almost lost it
case ten: a surprise person's past
case eleven: are there still beautiful things?
case twelve: happily ever after
case thirteen: not a case but definitely a case
case fourteen: i found my sweet escape
case fifteen: feels like our hands are tied
case fifteen: love changes us all
case sixteen: everyone's messin with us, including interpol
case seventeen: confrontation and chest ache

case eight: love overcomes logic

282 33 125
By smokeinyourlungs

Virginia, FBI Psikoloji Bölümü, 22 Kasım 2018, saat 08:59.

"Kendinize iyi bakın Ajan Hood." Doktor Darbus'a gülümseyip teşekkür ettikten sonra ofisinden çıktım. Sonunda seanslarımız bittiği için memnundum. Bir ay önce, kırık bir kaburga kemiği ve çatlamış parmak kemiklerimle hastanede yattığım sırada Ashton bana bir teklif sunmuştu. Ya bir ay görevden alınacak ve dokuz beş dosya görevi yapacaktım, ya da terapiye gidip davalarda kalacaktım. Masa başından nefret ettiğim için ikinciye atlamıştım elbette. Bir ay boyunca haftada üç sabahı Bayan Darbus ile geçirmiştim. Başta çok zordu, hiçbir şey anlatamıyordum. Holden Wade dediğim anda sanki kırık kaburgamdan vücuduma bir sızı yayılıyor gibi oluyordum. Ama zaman gerçekten güzel kabuk bağlatmıştı bana. Kendime gelmiştim. Stabil zihnime kavuştuğumu hissediyordum.

Omuz çantamın sapını ellerimle tutarak binadan çıktım ve bizim de birimin bulunduğu, ana binaya yürüdüm. Soğuk bastırıyordu lakin bu beni gülümsetti. Yılın en sevdiğim zamanı geliyordu.

"Calum Hood, üzerinizdeki kahverengi bir pardesü mü yoksa ben mi yanlış görüyorum?" Ani bir ses vücuduyla beraber yanımda belirdi. Masmavi sahte kürküne sarınmış olan ve yanımda kahvesiyle yürüyen Ann'den başkası değildi. Ona gülümsedim. Tepkisini anlıyordum. İlk defa bu kadar klasik bir şey giyiyordum ama hoşuma gitmişti. Tabi sebebi biraz da Jules'un klasik kıyafetleri sevdiğini söylemiş olmasıydı ama bu çok ufak bir etkendi.

Ona omuz silkerken cebimden kartımı çıkarttım. "Hayatımda değişiklikler yapmayı severim." Kartlarımızı okuttuğumuz ve asansörlere geldiğimiz süre boyunca canım arkadaşım söylediğime kahkaha attı. Tanrım, bu kadar mı düz ve alışkanlıklarla dolu bir insandım ben?

Beynimdeki düşünceleri duymuşçasına bana cevap verdi. "Sen hala öğrenci olduğun günlerde kullandığın aynı marka kalemleri kullanan, evinde aynı siyah kupadan yedi tane olan, hatta hep siyah çamaşır giyen bir insansın, beni kandıramazsın." Dedikleriyle şaşkınlıkla ona baktım. Asansöre girdiğimiz sırada konuştum.

"Çamaşırlarımı gördüğünü hatırlamıyorum?" Tepkim gülmesine neden oldu, neşesi o kadar gerçek ve bulaşıcıydı ki ben de gülmeme engel olamadım.

Bir süre durdu, cevap vermemesiyle jetonum düştü. "Jules bunu sana söyledi değil mi?" Kızararak başını salladığında derin bir nefes aldım ama dayanamayıp yine güldüm. "Ona söylersin o zaman," Kapı açıldığında ona baktım. "O da hep aynı noktayı öpmemi seviyor, yani en az benim kadar sıkıcı bir insan." Arkadaşımı kendi odasına gitmesi için ve dediklerimi sindirmesi için orada bıraktım ve gülümsememi saklamadan geniş açıklığa girdim. Birkaç kişiye günaydınlarımı ilettikten sonra çantamı masama bıraktım. Pardesümü de çıkardıktan sonra etrafa bakındım. Bizden kimse yoktu.

Başımı kaldırdığımda kapısı kapalı olan toplantı odasını gördüm. Hızlıca merdivenlere ilerledim. Ben olmadan hiçbir toplantıya başlamazlardı ki. Ya kötü bir şey vardı ya da bilmemi istemedikleri bir şey. Ki bu imkansız gibi bir şeydi.

Toplantı odasına yaklaştıkça açık perdelerden içeri baktım. Ekranda gördüğüm kişiyle bir an duraksadım. Rosalinda'nın fotoğrafı oradaydı. İki ay önce, kozumla zar zor içeri tıktığım Rosa'nın. Ama ben daha bunu sindiremeden görüntü gitti, karşımda bir anda Michael belirdi. Garipçe ona baktım. "Rosalinda ile ilgili bir şey mi var? O yüzden mi beni çağırmadınız-"

"Sakin ol dostum." Ellerini omuzlarıma koyduğunda gözlerine baktım. Rahatça bakıyordu, az önce kritik bir dava konuşan insanın gözleri değildi bunlar. Belki de gerçekten önemli bir şey yoktu. "Yeni vakada fikir üretmek için onun profilinin üstüden geçiyorduk. Hadi gel, içeride hoşlanacağın şeyler var."

"Michael eğer yine bana içinde parmaklar olan bir kutu vereceksen tanrıya yemin ederim ki seni şu masaya yatırır-"

Herkes bir anda bağırınca durdum. "Sürpriz!" Okuduğum laneti yarıda bırakıp önümdeki arkadaşlarıma baktım. Ortalarında, elinde ufak bir pasta tutan Jules vardı. Sol yanımda birini hissettiğimde o tarafa döndüm, Ann bana bakarak gülümsüyordu. Anı bölen Luke'un sesi oldu. "Cümleni bitirsene." Dediğine gülmeye başladık. Ama o gülmüyordu, tanrım, çok kıskançtı.

"Sadece gıdıklarım diyecektim, gerçekten." Gülmesini sağlamak için incelttiğim sesimle onu kırmayı başardım, güldüğünde yüzümdeki gülümsemenin daha da genişlediğini hissettim.

Üstünde adım yazan ve yanında kocaman bir kalp olan pastaya ilerledim. O sırada Ashton'ın sesini duydum. "Bugün terapinin son günü olduğunu biliyorduk ve kutlamak istedik. Bu süreci çok iyi atlattın Hood. Seni tekrar kendin gibi görebilmek çok güzel." Dolan gözlerimle sözde patronum olan ama aslında dostum olan adama döndüm. Dediklerinin ne anlama geldiğini biliyordum. Başlarda, gerçekten kendimi kaybetmiştim. Rüyamda Wade'i ve eskilerde beni öldürmek üzere olan diğerlerini görmeye başlamıştım. Onları görmemek için bazı geceler uyumadığım olmuştu. Bu elbette ruh halimi de çok etkilemişti. Ama o günler geride kalmıştı. Tabi hala bazen kabus görüyordum, en azından titreyerek uyanmıyordum.

Her birine sarıldıktan ve milyon tane teşekkürümü söyledikten sonra hızlıca bir fotoğraf çekildik ve pembe tabaklarımızdaki pastalarımızla masaya oturduk. Tabakları Ann özel olarak getirmişti, en sevdikleri bunlardı ve sadece bizim içindi.

Önümdeki dosyayı açtığımda mutlu anların sonsuza kadar sürmeyeceğini bir kez daha anlayarak geniş ekranın önünde vakayı anlatan Ann'i dinlemeye başladım. "New York. Bir haftadır kadınlar kaçırılıyor ve ertesi sabah ölü bulunuyor. Şu ana kadarki kurban sayısı beş. Polis departmanı az önce bize birinin daha kaybolduğunu söyledi."

"O yüzden değerlendirmeyi direkt jette yapacağız. Hadi." Ashton toparlanmamızı istediğinde elimden geldiğince hızlı hareket ettim. Belki, içimde bir umut vardı, birini kurtarabilirdik.

Jette, saat 10.01.

Jules'un bizim için yapmış olduğu kurabiyelerden birini yerken önümdeki dosyaya bakıyordum. Ayrıntılara odaklanmam gerektiğinin farkındaydım ama beynim fotoğraflarda mutlu gözüken bu kadınlara takılmıştı.

Başlarına ne geleceğine dair hiçbir fikirleri yoktu.

"Cesetler hep aynı yere, Brooklyn Köprüsü'nün ayağına bırakılmış ama kadınların son görüldüğü yerler hep farklı." Francais'in sesiyle dalmış gözlerimi onlara çevirdim. Hepsi gayet ciddi gözüküyordu. Ağzımdaki lokmayı yutup ben de dikleştim.

Aklımda bir fikri oluşturmaya çabaladığım sırada bu sefer Pablo'yu duydum. "Kadınların hepsi en son değişik barlarda görülmüş. Onları kolayca etkileyip eve gitme sözü vermiş ve işte," Omuz silktiğinde çoktan diyeceği şeyi anlamıştım. "Seks yerine onları öldürmüş olabilir." Başımı salladım. Bir tane fotoğrafı alıp masada ortaya kaydırdım.

"Bileklerde ve ayaklarda ciddi izler var. İçimde adamımızın çok spesifik bir fantezisi olduğuna dair bir his var." Dediğimi birkaçı başıyla onayladı.

Ashton otoriter sesiyle konuştuğunda hepimiz ona döndük. "Bunun için cesetlere bakmamız gerek. Hood, indiğimizde Clifford ile adli tıpa gidin," Ben ve yanımdaki Michael'a bakarak konuştuktan sonra Jules ve Rebecca'ya döndü. "Croft ve Fitzroy, siz de dedektiflerle cesetlerin bırakılma bölgesine gidersiniz. Kalanlarınız da benimle karakolda coğrafi profili hazırlayacak." Hepimiz ona başımızı salladık. Gözlerimi yanımdaki pencereye çevirdim, hızlıca altımızda akıp giden dağlara baktım.

İçimde iyi bir his vardı. Duygularımın beni etkilemeyeceğini biliyordum. Mantığımın geri geldiğini hissetmek güzeldi.

Adli Tıpa giderken, saat 11.21.

"Neden cesetlere ya sen ya ben gönderiliyoruz? Biz düz akademi mezunu insanlarız, ama mesela," Arabayı sürerken konuşmaya başladığında arkadaşıma baktım. Gülmemek için yanağımı ısırdım. Oyuncu tavrını ve dalga geçen tonunu hissedebiliyordum. "Luke'un biyolojide doktorası var, Jules'un kriminolojide yüksek lisansı var. Pablo bizden daha çok ceset görmüş hayatında, ki bu çok garip çünkü bir keresinde yüz tane cesedin olduğu bir depoya girmiştik, hatırlıyor musun?" Aklıma gelen görüntüyle iç çektim.

"Sanırım Bayan Darbus'u aramalı ve terapiye devam etmemiz gerektiğini söylemeliyim, ve yanımda arkadaşımı da getireceğimi eklemeliyim." Dramatik sesimle konuştuğumda kahkaha attı.

Eğlenen sesiyle yola bakmaya devam ederken konuştu. "Ne diyordum, ah tanrım Hood, o kadar komik ve harika bir insansın ki aklımı başımdan alıyorsun." Elimde olmadan güldüm. O da benim gibi güldükten sonra devam etti. "Ha şey, Pablo. Adam buna rağmen bizden fazla ceset görmüş. Francais... Tamam onunla ilgili hiçbir şey bilmiyorum. O kadın sahada çok iyi ve zeki ama geçmişiyle ilgili en ufak bir şey bilmiyorum." Dediği şeyle bir anda durdum. Haklıydı. Gerçekten onun hakkında bir şey bilmiyorduk. "Her neyse, işte bu insanlar varken bu salak cesetlere bakmaya niye biz gidiyoruz?"

Bir süre durdum. Tam konuşacağım sırada Michael arabayı durdurdu. Evet, New York'un kalbine indiğimiz sırada trafik başlamıştı. Asla şaşmazdı.

Bana baktığında ben de ona baktım ve konuşurken bir yandan da parmaklarımla saymaya başladım. "Birincisi, Luke eğer eklemleri kırılmış ve kukla gibi oynatılmış bir ceset görürse kalp krizi geçirir." Birkaç ay önceki vakayı hatırladığını belirtircesine yüzünü buruşturdu ama Luke'un tepkisini düşününce gülmeye başladı. Korna sesiyle hızlıca önüne döndü, sürmeye devam ettiği sırada ben de saymaya devam ettim. "Jules aslında birkaç kere benimle geldi, gözü çok keskin, beklediğin üzere. Ama Ashton onu sadece benimle gönderiyor çünkü üç ay önce buzdolabında organ bulduğumuzda bayılmıştı." Kahkaha atmaya başladığında ben de güldüm.

"Sense kahkaha atmıştın. Ah tanrım. O günü asla unutmayacağım. Akşam hiçbirimiz doğru düzgün yemek yiyememiştik çünkü menüdeki her şeyde et vardı." Başımı salladım. Çok manyakça bir hafta geçirmiştik. Gülüyordum ama o bir haftada hayatımda hissetmediğim çok şey hissetmiştim. Psikolojimin nasıl bozulmadığını hala bilmiyordum.

Bir süre ikimiz de konuşmadık. Ben dışarıdaki binaları izlemeye dalmıştım, o da bu lanet trafikte arabayı sürmeye. Sessizliğimizi bozan o oldu. "Gerçekten iyisin, değil mi?" Kendinden emin olmayan sesinden bunu sormak için cesaret toplamaya çalıştığını anlamıştım. Gözlerimi binalardan çekmeden ona cevap verdim.

"İyiyim sanırım. Eskiden çok kabus görüyordum ama artık sadece bir tanesini görüyorum. O da Holden'ın silahının alnıma değdiği an. İyi ki harika bir beynim var da o an beni hemen uyandırıyor." Gerginliği azaltmak için güldüm ama elbette etkisi olmadı. Michael'ın iç çektiğini duydum.

"İlk silah sesinde, sen Derek'i vurduğunda içeri girmeliydim. Ama ondan sonra da sesler devam etti ve biz seni pencereden gördük. O yüzden Ashton bize izin vermedi. Sana söz vermişti, yalnız olacaktın. Onu da anlıyorum ama gelmeliydim Calum. O pisliğe hiç fırsat vermemeliydik." Bir şey demedim. Boğazıma oturan yumrunun gitmesini bekledim. "Çok istiyordum burnunu kırmak ve zaten kırılmış olan ayağını bir daha kırmak, belki de aptal suratına birkaç yumruk atmak. Kimliğimi aldığında size çaktırmadım ama sinirden kudurdum. Bir kere dövseydim şu adamı keşke ya." Dediğine yine elimde olmadan güldüm.

Bir süre yine konuşmadık. Ama dayanamadım, sessizliği bozdum. "Sonra neden girdin içeri peki?" Bu sefer ona döndüm. Arkadaşlarım üzerinde profilleme yapmamalıydım ama elimde değildi. Hızlıca direksiyonu sıkan ellerine ve dikleşmiş sırtına baktım. O an benim için ağır olduğu kadar onun için de öyleydi.

"Dayanamadım. Bahçe kapısından girdim, Ashton beni tutmaya çalıştı ama sanki hissettim. Sanki," Duraksadı. Yutkunduğunu gördüm. Boğazımdaki yumru biraz daha oturdu yerine. "Birisi bana 'arkadaşının kıçı tehlikede' diye fısıldadı ve ben de girdim işte içeri." Ağlamamak için gözlerimi kapatırken dediğiyle kıkırdadım. Ona minnettardım. Her zaman da öyle kalacaktım.

"Tekrar teşekkür ederim Michael." Gülümseyerek hızlıca bana baktı.

"O küçük kıçını her zaman kurtaracağım Hood." Omzuna yumruk attığım sırada ikimiz de gülüyorduk.

Arabadaki konuşmamız oldukça iyi geldiğinden binaya girdiğimde gerçekten rahattım. Hatta Michael ile uzun zamandır yapmadığımız şeyi yapmış, gözlüklerimizi aynı anda çıkartmış ve yine aynı anda kimliklerimizi göstermiştik. Bunu yapmaya bayılırdık, ilk olarak birime atandığımızda her gün yapardık. Arada havalı hissetmek iyi geliyordu.

Cesetlerin yanına geldiğimizde pardesümün düğmelerini açtım. Normalde lacivert rüzgarlığımızı giyerdim ama biz karakola uğramadan direkt buraya gelmiştik, o yüzden Michael'ın da üstünde hala deri ceketi vardı.

"Calum, şuna bak." Michael'ın sesiyle arkama döndüm. İlk kurbanın yanındaydı. Elimdeki dosyayı avucumda kıvırırken yanına ilerledim. Örtüyü kaldırmış, karındaki ve göğüsteki izleri işaret ediyordu. Kaşlarımı çattım.

"Elektroşok?" Başını salladı. Onaylanmasını istemediğim nadir sorulardan biriydi.

"Şu 'spesifik fantezi' teorinin doğrulanması hoşuna gitmedi herhalde." Ortamı yumuşatmak için söylediğini biliyordum ama onu terslemekten de kendimi alamadım.

"Şu an başka bir kadın da bunu yaşıyor olabilir Michael." Başını salladı, ardından doktorun yanına ilerledi. Ben de kötü düşünmemeye çalışarak incelememe devam ettim ama başka hiçbir şey bulamadık,
raporlarımızla geri döndük.

*

Döndüğümüzde çoktan kocaman bir pano hazırlanmış ve bir kahve makinesi de masanın ortasına konmuştu. Herkes haritada işaretlenmiş olan cesetlerin bırakılma yerlerinden bir düzen, bir örüntü çıkarmaya çalışıyordu.

Adli tıp dosyalarını masaya bıraktığımızda odakları bizi buldu. Yavaşça herkes masadaki yerlerini aldı ve Ashton dosyalardan birine uzanırken konuşmaya başladı. "Calum, ilginç bir şey buldunuz mu?" Umutsuzca başımı salladım.

"İzler var sadece. El ve ayak bilekleri dışında karın bölgesinde elektroşok izleri de var. Sanırım özel fantezisi buydu." Başka bir ayrıntı bulamamak canımı sıkmıştı. Normalde kurbanlardan katil hakkında daha fazla şey öğrenirdik. Bıraktığı yaralardan onları tanıyıp tanımadığını, öldürme şekillerinden kişisel sorunlarını tahmin ederdik. Ama bunda sadece vücuttaki izler vardı. Bunlar da çoğu katilin sahip olduğu saçma birkaç fetişten başka bir şey değildi.

"Burada ölüm nedeni olarak açlık yazıyor?" Luke'un sesiyle gözlerim masadan ona döndü. Onu onaylayan Michael oldu.

"Bu benim ve Calum'ın da kafasını karıştırdı ama düşündüğümüzde buna dair bir şey bulamadık." Başımı salladım. Ben bunu düşünmemiştim bile. Ölüm nedenlerinden çok cesetler kurcalamıştı kafamı.

Ama atladığım şeyin önemli olduğunu Luke ayağa kalkınca anladım. Elindeki dosyanın ayrıntılı kısımları olan en arka sayfalarına bakmaya başlayarak konuşmasını sürdürdü. "Aklımda bir fikir var ve doğruysa... İşte bu. Ayrıntılı kan değerleri testini açın. Sondan ikinci sayfa." Sorgulamadan dediğini yaptım. Hepimiz pürdikkat ona odaklanmıştık. "Protein hariç tüm değerleri normal aslında. Aç bırakıldığını büyük ihtimal midenin durumuna göre yorumlamışlar. Ama protein hariç glikozunda ve kolesterolünde bir sıkıntı yok." Hepimize tek tek baktı. "Bunun nasıl olduğunu-"

Aklıma gelen şeyle heyecanla konuştum. "Onu serumla beslemiş olmalı. Bir süre hayatta kalmasını sağlayacak kadar. Dolayısıyla midesinde bir şey yok. Doktorlar da bunu gördükleri an açlığa yormuş olmalı." Dediklerimle Luke başını salladı. Ama hala oturmayan şeyler vardı. "Protein seviyesini nasıl açıklayabiliriz ki?" Sorumla Luke'un gözleri parladı. Elbette cevabı biliyordu.

"Biyoloji doktoramı yaparken beyin üzerinde çalışmıştım, özellikle proteinlerin beyindeki işlevi üzerine." Elindeki dosyayı masaya bıraktı ve anlatmaya devam etti. "Proteinler bizim sağlıklı düşünmemizi sağlayan şeyler aslında, en basit böyle anlatabilirim. Ve bence katilimizin kadınları proteinle beslememesinin sebebi de sağlıklı düşünebilmelerini engellemek."

"Onları kendine bağımlı yapmak yani?" Rebecca sorduğunda Luke başını salladı. Elimle alnımı sıvazladım. Bu, tahmin ettiğimden daha kötüsüne gidiyordu. Her zamanki gibi.

Bir süre kimse konuşmadı, Luke'un da sakince yerine geri oturduğunu gördüm. Herkes düşünüyordu. Düşüncesini ilk dile getiren Jules oldu. "Birinin kanındaki, vücudundaki proteini azaltmak çok da kısa süreli bir şey değil. Kadınları uzun zamandır elinde tutmadığı ne malum?" Çok doğru bir noktaya değinmişti. Sorusuyla herkesin benim gibi doğrulduğunu gördüm.

"Öldürmeye yeni başlamış olabilir," Francais'e döndüm, o kendine özgü güvenle aklındaki senaryoyu anlatırken Michael ile konuştuklarımızı düşündüm. Onu gerçekten tanımıyorduk ve ben nedense tanımamamızın spesifik bir nedeni olduğunu düşünüyordum. "Belki de bu kadınları uzun zamandır elinde tutuyordu ama asla kaybolmuş gibi göstermedi onları. Bir şekilde hayatlarına girdi, onları izledi, kendine bağımlı yaptı ve sonunda onları öldürdü." Dediklerini başımla onayladım. Bir süre yine düşüncelerimize gömüldük, bunu bozan Ann'i arayan Ashton oldu.

"Ann, kurbanlarımızın katilimiz tarafından uzun süredir takip edildiğini düşünüyoruz. Hayatlarındaki insanlara ve ortak noktalarına bakman gerek." Ann onu onayladıktan sonra biten toplantıyla odadan çıktım ve kendime gelmek için yüzümü yıkamaya gittim. Yine bir şekilde ağır hissetmeye başlamıştım ve bu iyi değildi.

Sabaha karşı beş suları

"Calum, Calum, Calum..." Kolumun dürtüldüğünü hissettiğimde bilincimin açıldığını fark ettim. Yavaşça gözlerimi açtım. Pencereden giren güneşin ilk ışıkları sayesinde yanımda doğrulmuş olan Jules'u görüyordum. Yüzündeki endişeli bakışı gördüğümde aklıma az önce gördüklerim geldi. Holden'ı görmüştüm, ama asıl sıkıntı Jillian'ı da görmüş olmamdı.

Oysaki iyileştiğime inanmıştım.

Doğrulup yatağın başına yaslandım. Ashton, bir ay önce FBI'dan konaklama için ek bütçe talep ettiğinden beridir gittiğimiz yerlerde artık sırtımız ağrımadan uyuyabiliyorduk. Ya da sadece kendimize özel bir alanda. Şu an bunun için minnettardım.

Elimle alnımı sildim, beklediğimden daha ıslaktı. Vücudumun böyle tepki vermesi gerçekten inanılır değildi. Tam yüzümü yıkamak için kalkacaktım ki yumuşak bir şey hissettim. Jules, kendime gelmem için soğuk suya tuttuğu havluyla yüzümü silmeye başlamıştı. Elimde olmadan gülümsedim. Elbette bu gülümseme Jillian'ın yüzünü hatırladığım an silindi.

Pislik herif geçmişime de bulaşıyordu artık.

Yüzümü silmeyi bitirdiğinde havluyu kenara bıraktı. Bir şey demeden tekrar uzandı, kolunu açtığında mesajı almıştım. Yanına uzanıp başımı boynunun altına koydum. İki koluyla da beni sardığında artık kabus görmeyeceğimi biliyordum.

Gözlerimi kapattım ve uykuyu bekledim. Ama uyuyamadım. Kollarının arasında çok huzurlu hissetmeme rağmen beynim bir kere açılmıştı, geri kapanmıyordu.

"Uyuyamadın mı?" Fısıltısını duyduğumda başımı iki yana salladım. Bir süre düşündüm, kabusumun onu da üzeceğini hissettiğimden ona anlatmak istemiyordum ama anlatmam gerektiğinin de farkındaydım çünkü ona bunları hiç anlatmıyordum. Bilmek istediğinin farkındaydım.

"Yine Holden'ı gördüm." Kararımdan dönmemek için hızlıca konuşmaya başladım. Sırtımdaki elinin yavaşça tişörtüm üstünde hareket ettiğini hissedince devam ettim. "Ve Jillian'ı. Onu öldüren Hernandez değildi ama, Holden'dı. Sikik herif tetiği çekmeden bana göz kırpıyordu." Saçlarımı öptüğünü hissettiğimde ağlamamak için dudağımı ısırdım.

Bir süre konuşmadık. Ama bu sefer uyuyakaldım; kolları arasında ve güvende bir şekilde. Rahatlamış olarak.

Karakol, 10.12.

Kendime kahve aldıktan sonra dün oturduğum yere oturdum. Rebecca, bizden önce gelmiş ve Ann ile konuşup yeni öğrendiklerini panoya eklemişti. Bu kızın erken kalkma, üstüne üstlük çalışma aşkı bizden bambaşkaydı.

Hepimizin odağının onda olduğunu gördüğü an panoya eklediği şeyleri göstererek konuşmaya başladı. Merakla onu dinledim. "Ann kurbanlarımızı araştırdı ve bir ortak yönlerini buldu, en azından en son kaybolan kadın hariç, o kadın gerçekten de en son barda görülmüş ve hiçbir medikal kaydı yok. Onun dışında hepsi aynı hastanede tedavi görmüş ya da görmekte olan kişiler, hepsinin de hastalığı aynı. Doğuştan metabolik bir rahatsızlıkları var ve genelde sıvı besinlerle ya da serumla besleniyorlar. Ve hatta," Panonun tam ortasındaki yakışıklı bir erkeği gösterdiğinde çoktan anlamıştım olayı. Rahatça bir nefes verdim. "Hepsinin evine giden ve beslenme takvimlerini hazırlayan hemşire de aynı. Chester Perez."

"Tamam hadi alalım adamı." Michael yerinden kalktığında ben de kalkmak için hamle yaptım ama Rebecca'nın yüzünü gördüğümde duraksadım. Bu işte bir şey vardı.

Derin bir nefes alıp yerine oturdu, Michael da sakince geri çökerken hepimiz açıklamayı bekledik. "Ann ile her şeyi çözdüğümüz an mutluluktan öldüm çünkü ilk defa bir davayı bu kadar kolay kapatacağımızı düşünmüştüm ama biz illaki bir şeylerle uğraşmak zorunda kalan insanlarız. O yüzden," Hepimize baktığında çoktan içimden sövmeye başlamıştım. Asla işimiz kolaylaşmıyordu. "Şöyle ki, Chester'ın adresi yok." Aklımdan geçen cümleyi Michael söyledi.

"Şaka yapıyorsun." Rebecca ona bakıp başını iki yana salladı. Bu ne kadar da saçma şeydi böyle? Sinirime hakim olamayıp konuştum.

"Burası Amerika. Burada bir parkta iki gün yatsan bile sistemde çıkar." Herkes dediğime katıldığını belli ettikten sonra ben de konuşmama devam ettim. "Ailesinin evi peki?" Arkadaşım başını yine iki yana salladığında az kalsın küfredecektim.

"Ailesinin evi Teksas'da. Buraya göç etmiş olmalı. Biz de çok şaşırdık çünkü her şeyden öte, o bir sağlık çalışanı." Sakince düşünmeye çalıştım. Diğer herkes gibi. Hepimiz bir anda duvara toslamış gibi olmuştuk. Harika bir şüphelimiz vardı ama strateji bulamıyorduk.

Kısa sessizliğimiz Pablo'nun sesiyle bozuldu. "Onu hastaneden alsak?" Hızlıca başımı iki yana salladım.

"Chester'ın aptal olmadığı ortada, hatta çok zeki. Elimizde kanıt yok. Hızlıca kaytaracaktır. Üstelik bence," Aklıma birden gelen bir şeyle duraksadım. "Yaşadığı yer ve kadınları öldürdüğü yer de aynı değil. Bir şekilde ona ulaşmamız gerek. Hayatına girmeliyiz." Hızlıca Ashton'a döndüm. "Bunu nasıl yapabiliriz?" Patronumun gözleri benden büyük panoya döndü. Gözlerinin kurban fotoğraflarında gezdiğini görebiliyordum. Bir süre onları inceledi, ardından tekrar bize döndü ama gözleri bende değil, Jules'taydı. Tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. Hemen itiraz ettim. "Hayatta olmaz."

"Son kurban diğerleri gibi hastalığı olmayan birisi," Benim itirazımı dinlemeden mantıklı bir şekilde durumu açıklamaya başladığında ellerimi birbirine kenetledim. "Onu gerçekten de iki gece önce bir barda bulmuş. Bence planladığı kişileri halletti ve yeni birilerine ihtiyacı var ama zevkine göre birisi yok. Dolayısıyla dışarıda avlanmaya başlamış. Kadınlara bakın, hepsinin birbirine," Tekrar Jules'a döndüğünde delirmek üzereydim. "Ve Jules'a benzediğini göreceksiniz." Bunu daha önce fark etmediğim için kendime kızdım. Güzel bir gülümseme, yeşilimsi kahve gözler, açık ten, uzun kahve saçlar; hepsi tamamen Jules'du.

Daha birkaç saat önce Holden'ın Jillian'ı öldürmesini izlemiştim, şimdi de Chester'ın Jules'u öldürmesini izleyebilirdim.

"Şu en son kaybolan kadının..." Francais'in sesiyle ona döndüm. Kendimi tutmaya çalışıyordum, düşüncelerimi kafamın içinde tutmaya çabalıyordum. "Mary Jones'un son görüldüğü bara gidebiliriz. Jules'a ufak bir mikrofon bağlarız. Her türlü plan işe yarar gibi gözüküyor."

"Ama bunu ne zaman yapacağız? Hangi sıklıkla avlandığını bilmiyoruz ki? Ve aynı yere dönceği de meçhul. Bu şehirde milyon tane bar var." Jules, Francais'e sorusuyla karşılık verdiğinde dayanamayıp ayağa kalktım. Koşulsuz kabul etmesi ağrıma gitmişti.

Hiçbir şey demeden dışarı çıktım ve bir yerden içeri giren bir dedektifi gördüğümde oraya ilerledim. Teras sayılabilecek geniş balkona çıktığımda demirlere yaslandım. Ellerimle yüzümü kapatırken düşünüyordum. Nasıl kabul edebilirdi ki? Kendini nasıl o psikopat herife bırakabilirdi?

Kapının sesini duymamla başımı ellerimden kaldırmam bir oldu. Asla karşı koyamadığım bakışlarıyla bakıyordu bana. Şimdi beni ikna edecekti.

Birkaç adımda karşıma geldi. Sıkıntıyla birbirine kenetlemiş olduğum ellerimi tuttuğunda gözlerine baktım. "Seni o adama bırakamam." Bir şey demedi. Sadece ellerimize baktı.

"Yapmak zorundayım. Onu ancak böyle kandırabiliriz. Zaafların bir katili, hem de psikopat bir katili yakalamanın tek yolu olduğunu biliyorsun. Aynısını sen de yaptın. Şimdi sıra bende. Hepimizin yapmak zorunda olduğu şeyler var. Doğru olduğumu biliyorsun. Ve kötü bir şey olmayacağını da. Hepiniz orada olacaksınız." Gözlerime baktığında hala itiraz etmek isteyen bir yer vardı içimde. Ama etmedim. "Bana güven. Çünkü güvenmezsen bir daha cesaretim olmaz, hiçbir şey için." Yutkundum. Yalan söylemesini istedim bir an, çünkü bu ağırdı; söyledikleri ağırdı. Ama kalbinden geleni söylediği aşikardı. Yenilmişlikle iç çektim.

"Elbette sana güveniyorum." Sakince konuştum. Bakışlarının o özlediğim parıltısı yerine geldiğinde ben de kalbimin biraz hafiflediğini hissettim. "Ve o adamı yakalayacağız." Başını salladı. Bana gülümsediğinde ben de gülümsedim.

Ona sonsuza kadar güveniyordum ama seri katillere güvenmemeyi çok önce öğrenmiştim.

Alnını öpmemden sonra içeri geri girdik. Ama toplantı salonu bıraktığımın aksine tam bir kaostu. Ceketini geri giyen Michael'ın kolunu tuttum. "Ne oldu?"

Üzgünce yüzüme baktı. "Mary Jones. Cesedini bulmuşlar. Ben ve Luke bakmaya gidiyoruz." Başımı salladım. Onlar giderlerken ben de Ashton'a döndüm.

"Bu gece avlanacak. Ve hatta yine aynı yere dönecek çünkü istediği cevherini orada buldu."

Manhattan, The Fox Gece Kulübü, 23 Kasım 2018, saat 22.30.

Bar taburesinde yalnız bir şekilde oturmuş olan sevgilime baktım. Soğuk havaya rağmen kısa kollu, dizlerinin üstüne gelen siyah bir elbise giymişti. Üşümediğini biliyordum. Kanı kaynıyordu. Aklından tüm ihtimaller geçiyordu; neler yapacağını, nasıl konuşacağını düşünüyordu. Bunları aslında biliyordu ama yüz kere de olsa bir daha düşünürdü çünkü aptal değildi. O tanıdığım en zeki insanlardan biriydi ve ben ona güvenmeliydim.

"Chester'ın buraya tekrar geleceğinden hala emin değilim." Luke'un sesini duyduğumda önüme döndüm. Masada, tam karşımdaydı. Yüzünde onun da garip bir ifade vardı. İçinde tilkiler dolanıyordu, hissediyordum.

Onu cevaplayan Michael oldu. "Son geldiğinde istediği tam olarak istediği şeyi buldu, burasının şanslı mekanı olduğunu düşünecektir. Takıntılı olduğunu söyledik profilde. Buna güvenmeliyiz." Luke başını salladı ama hala ikna olmamış gibiydi.

Birkaç dakika sonra kapıdan içeri giren adamı gördüm. Fotoğrafta olduğundan çok daha yakışıklı gözüküyordu. Bu kesinlikle işlerini kolaylaştırıyordu. İçimden gözlerimi devirdim.

"Kartal yuvada, tekrar ediyorum, kar- Neden bana vurdun ki!" Michael'ın heyecanlı sesi Luke'un ona vurmasıyla durdu. O sırada kulaklıklarımızda Ashton'ın Michael'a eğlenmemesi gerektiğini söyleyen sesini duyduk.

"Ciddi bir şey yapıyoruz şurada. Calum ile son zamanlarda profesyonelliğinizi kaybediyorsunuz." Luke haklı bir şekilde söylendi. Ben duygusal travmamı kapatmak için eğlenceli gözükmeye çalışıyordum, Michael da beni anlayıp ayak uydurmaya çalıştığı için. Ama Luke haklıydı. Kendimize gelmeliydik.

Chester'ın bara yaklaştığını görünce onların atışmasını dinlemeyi bırakıp oraya odaklandım. Barın diğer tarafındaki masalarda oturmuş Rebecca ve Francais'i görebiliyordum. Bizim gibi onlar da ciddi kıyafetlerinden çıkmışlar, renkli birer elbise giymişlerdi. Bizde de beyaz gömlekler ve ceketler vardı. Yakalayacak bir seri katilimiz olmasa bu halleremizle burada çok eğlenebilirdik.

"Şey çok saçma değil mi..." Aklıma gelen düşünceyle gözlerimi onlardan çekmeden konuştum. Birbirlerine laf sokma yarışına girmiş arkadaşlarım beni duyunca durdular. "O kadınların hepsi elindeydi; onlara istediği maddeleri veriyordu, evlerine girip çıkıyordu, ama yine de onları da herhangi bir bara götürdü ve ondan sonra onları öldürdü. Barlara bir takıntısı olduğundan eminim." Chester, Jules'dan birkaç sandalye öteye oturdu. Gülümseyerek barmene bir şeyler söylediğinde Jules'u gördüğünü çoktan anlamıştım.

"Ann, Chester'ın annesinin seks işçisi olduğunu söylemişti." Luke, önündeki sudan bir yudum almadan önce konuştu. Ve dedikleriyle Chester'ın psikolojisi gözlerimde canlandı.

"Anne sorunları. Babası denizciydi, uzun haftalar evde yoktu, o da annesiyle tek başınaydı. Annesi ise onunla ilgilenmek yerine para için erkeklerle zaman geçiriyordu. Hatta büyük ihtimal," Chester'ın aralarındaki boş sandalyelerden geçip Jules'un yanına gitmesiyle bir yudum su aldım. "O erkekleri eve getiriyordu ve Chester da böylece annesinden nefret etti. O yüzden de şimdi bu kadınları öldürüyor. İddiasına girerim ki annesinin de uzun, kahve saçları var," Jules'u izlerken kalbimin bir an hızlandığını hissettim. "Harika bir gülüşü, yeşilimsi kahve gözleri, anlayışlı bakışları-" Michael koluma vurduğunda durdum. Ona baktım, gözlerinden demek istediğini anlamıştım zaten. Konuşmasına gerek yoktu.

Chester ve Jules konuşmaya başladıklarında sakin kalmaya çalışarak onları izledim. Jules harikaydı. Bir süre sonra tamamen ona dönmüştü, muhabbetine ve cazibesine kapılmış gibiydi. Hatta Chester bir şeye güldükleri sırada başını eğmişti, tam o anda da Jules bir bacağını diğerinin üstüne atmıştı. Buradan bile Chester'ı avcuna hapsettiğini görebiliyordum.

"Hood." Kulaklığımdan Pablo'nun sesi duyuldu, hemen gözlerimi kahkaha atan ikiliden çektim. "Evlat rahatlaman gerek. Ashton birazdan seni yanımıza almakla ilgili şakalar yapmaya başladı çünkü." Luke ve Michael'a baktığımda tepkisizce içeceklerini yudumladıklarını gördüm. Pablo sadece benim kulaklığıma konuşuyordu. Ve şaka yapıyor olmasına rağmen ciddi olduğunu da biliyordum. Çünkü vücuduma tırmanan gerginliği damarlarımda hissediyordum.

Chester eğilip, sevgilimin kulağına bir şeyler fısıldadığında kendimi tutmayı bırakıp ayağa kalktım. Pablo beni uyaralı beş dakika olmamıştı halbuki. Michael'ın kolumu tutmaya çalışmasını hissettim ama umursamadan bara yürüdüm. Onlar da kalkmış, gitmek için hazırlık yapıyorlardı. Beynimdeki mantıklı kısım geri dönmem için bana yalvarıyordu ama Jules'un o adamın koluna girdiğini görünce o kısım da çenesini kapattı. Beynim kendini tamamen içgüdülerime bırakmıştı.

Onlara iyice yaklaştığımda beni ilk gören Jules oldu. Gözleriyle gitmemi işaret etse de umursamadım. Hemen oyuncu ifademi takındım, yanlarına vardığımda konuşmaya başladım. "Carmen, bir süre ortalıktan kayboldun, seni merak ettik." Yanındaki aşağılık adama döndüm, sanki anne sorunlarını bile bilmiyormuşum gibi. "Üzgünüm, sanırım böldüm ama onu merak ettik. Birkaç arkadaş gelmiştik. Ben Mark." Ona elimi uzattım. Bir yandan da yüzünü inceliyordum. Ne tepki vereceğini kestirmeye çalışıyordum.

Bir an duraksadı, bu geceki planının çökmüş olduğunu anlamıştı ama hiçbir şekilde yansıtmadı. Hızlıca elimi sıktı, genişçe gülümsedi. "Ben de Chester. Arkadaşınızı çaldığım için üzgünüm." Komik bir şey demiş gibi güldüğünde ben de güldüm. Yavaşça Jules'dan bir adım uzaklaştı. "Belki sonra görüşürüz Carmen, kendine iyi bak." Jules itiraz etmek için öne atıldı ama Chester çoktan bize el sallayıp çıkışa yönelmişti bile. O an kulaklığımın kesildiğini duydum. Ah siktir. Her şeyi nasıl batırdığım şu an yüzüme çarpmıştı.

Jules hiçbir şey demeden güvenlik odasının olduğu arka koridora yürümeye başladığında onu takip ettim. Diğerlerinin de buraya geldiğini görebiliyordum. Gerçekten batırmıştım. Bu adam bir daha buraya gelmeyecekti ve ona dair bir şey bulamayacaktık. Kadınlar da ölmeye devam edecekti.

Benim kıskançlığım yüzünden.

Güvenlik odasına girdiğimizde bana ilk patlayan Michael oldu. "Seni durdurmaya çalıştım Calum. Sense duygularına kapılıp her şeyi batırdın!" Gözlerine baktığımda kızgınlık yerine üzüntü gördüm. Operasyon patladığı için üzgündü, bir de ben aptal olduğum için. "Bir daha o adam bizi gizli yerine götürür mü sanıyorsun? Şimdi onu işten eve takip etmek zorunda kalacağız ki bu da dünyadaki en sıkıntılı şeylerden biri, çünkü sen de biliyorsun ki adam zeki ve bizi omzundan çok iyi silkeleyebilir. Yüzlerce kez bu adamlarla karşılaştık, onları hep zaaflarıyla vurduk. Mantıklı olan şeyi hepimizden daha iyi biliyorsun ama yaptığına bak." Dedikleri doğruydu. Ona cevap bile veremiyordum. O da bunu anlayınca derin bir nefes alıp Ashton'a döndü. Onun ise gözleri çoktan bendeydi. Evet, asıl azarım şimdi geliyordu.

"Hood'un üstüne gitmeyin," Dedikleriyle kaşlarım çatıldı. Bu adam ne dediğinin farkında değildi. "Bu benim hatamdı. Ona güvenmekle aptallık ettim." Gözlerini benden çektiğinde dayak yemiş gibi oldum. Merdivenlerden düşüp kaburgamı kırmamdan daha çok acıtmıştı bu. "Gidip uyuyun ve yarın iyi bir şekilde gelin. Yeni bir plan yapacağız." Başka bir şey demeden ceketini giyip kapıdan çıktı.

Ben de kapıya ilerledim. Ashton'ın dedikleriyle gerçekten duvara toslamış gibi olmuştum. Güvenini boşa çıkarmıştım. Belki de elimizdeki tek şansı çöpe atmıştım.

Arabaya vardığımda motoru çalıştırdım. Jules da yanıma oturduğunda sürmeye başladım. Kaldığımız otele varana kadar hiçbir şey konuşmadık.

Ama odaya girdiğimiz an beklediğim fırtına geldi. "Seni iki yıldır tanıyorum ve ilk defa aptalca bir şey yaptığını gördüm. Sana inanamıyorum Calum." Kapıyı kilitledikten sonra ona döndüm. Uzun kabanını çıkarmış ve yatağa atmıştı, gerçekten sinirli bir şekilde bana bakıyordu. Derin bir nefes aldım.

"Dediğiniz her şey doğru ama kendimi tutamadım Jules. O alçak sana öyle bir bakıyordu ki tüm o fantezilerini neredeyse duyuyordum." Sakince söylemeye çalıştıklarıma gözlerini devirdi.

"Amacımız da zaten o!" Atkısını boynundan çıkarmaya başladı, bir yandan da bana bakıp konuşmaya devam ediyordu. "Adam üstün zekalının teki olduğu için kendini tüm veri tabanlarından silmiş, ona dair elimizde hiçbir şey yok ve tek çaremiz onu kandırıp hayatını bize göstermesini sağlamak. Bunları sen de çok iyi biliyorsun, on dakika kendini nasıl tutamazsın?" En sonunda çıkardığında atkısını da kabanının üstüne attı. Kanımın ısındığını hissettim, bende de bir sinir vardı. Hissettiğimi görmüyordu, nasıl kıvrandığımı bilmiyordu.

Ellerimi saçlarımdan geçirip ona bir adım attım. Gözleri bendeydi, ne diyeceğimi merak ediyordu. "Dediğin her şeyin doğru olduğunu çok iyi biliyorum ama benim ne hissettiğimi anlamıyorsun. O adam elini omzuna koyup saçlarını parmaklarından geçirdiğinde ölecek gibiydim. O adamın kadınlara ne yaptığını ben gözlerimle gördüm Jules. Cesetleri tek tek gördüm, tüm izleri, tüm yaraları. Bunu daha nasıl anlatabilirim ki sana?" Yüzünün beyazladığını görünce derin bir nefes aldım. "Sabah Holden'ın Jillian'ı öldürdüğünü gördüm rüyamda." Yutkundum. "Chester'ın da aynısını sana yapmasını kaldıramazdım. Seni kaybetme-"

"Aynısını benim hissetmediğimi mi düşünüyorsun?" Sesi sinirden arınmıştı ama bu sefer de alaycı bir tona bürünmüştü. Kaşlarımı çatarak ona baktım. Yüzümü görünce başını iki yana salladı. "Senin söylemeye çalıştığın şeyi ben milyon kere yaşadım çünkü kendini tehlikeye atmaya bayılan birisin sen Calum. Rosalinda'nın başına silah dayadığı zamanı hatırlıyor musun?" Alaycı sesi tekrar sinirli haline döndü ama gözlerini ve yüzünü görüyordum. Hala bembeyazdı. Sinirini duygularını saklamak için kullanıyordu, bunu da bilinçli olarak yapmıyordu. "Sen o an sadece planını düşünüyordun ama ben senin dediğin şekilde 'ölüyordum'." Son kelimeyi parmaklarıyla tırnak içine aldığında derin bir nefes aldım. "Ya da Holden ile aynı evde kaldığında ilk silah sesini duyduğum an. Ya da omzundan vurulduğunda. Ya da geçen yıl Bay Çizik seni uyuşturucu komasına sokup ele geçirdiğinde. Daha devam etmemi ister misin?" Bay Çizik dediği an tüylerimin diken diken olduğunu hissettim. O adam gerçekten az kalsın hepimizi öldürüyordu.

Gözlerimi tekrar gözlerine çevirdim. Bana bakmıyordu. Elleriyle yüzünü kapamış, sakinleşmeye çalışıyordu. Ölmek üzere olduğum her anı beyninde tekrar tekrar oynatıyor olmalıydı.

O an anladım.

Hızlıca aramızdaki mesafeyi kapattım, tereddüt etmeden ellerini tuttum ve yüzünden çektim. Bakışlarını umursamadan onu öptüm. Anında beni ittirdi, ama bu hiç de beni bozmadı. Çünkü beni sevdiğini biliyordum. Az önce söylemişti. "İkimizin de aynı oyunu oynadığının farkında değil misin?" Sessizce konuştum. Gözlerime baktı, bir an gözlerinde bir sürü şeyin geçtiğini gördüm bu karanlıkta bile. Nefeslerini düzenlemeye çalışmasını izledim bir süre. Onun da kalbi benimki gibi koşuya çıkmış olmalıydı.

Tam geri çekilecektim ki ellerinin boynumu tuttuğunu hissettim, ardından da dudaklarını. Hızlıca ona sarıldım ve iyice kendime çektim. Onu bırakmak istemiyordum.

Batırdığım her şey kafamdan uçmuştu şu an. Elimi tuttuğunda ve beni yönlendirmeye başladığında aklımda sadece o vardı.

Onu da kaybedemezdim, ve de kaybetmeyecektim. Elimdeki her şeyi kaybetmeme neden olacaksa bile.

O hepsine değerdi.

______________________

Continue Reading

You'll Also Like

150K 15.5K 30
Ülkesine dönen delta ve kendi halinde takılan sessiz bir omega bir gece birlikte olur.
69.9K 7.6K 11
jjk: affedersin, tavşanımı hamile bırakan senin tavşanın mı? semetae / texting+18 (ağırlıklı) / text ~ #1-taekook {020524} #1-vkook {120424} {030524}...
200K 19.5K 22
Jeon Jungkook, 20 yaşına gelen herkesin dolunay gecesi kurt cinsiyetini ôğrenmesi şerefine düzenlenen baloda, kardeşinin kurt cinsiyetini kutlamaya g...
70.1K 14.7K 14
oğlum sadece en sevdiği oyuncakları kırıyor. ben onun yok ettiği kumdan kalelerin kralıyım omegaverse, etl texting