KUZGUN

By filizpuluc

681K 47.8K 55.2K

Corvus geceleri, kendi doğrularına ters düşen suçluları avlayan, kendi yöntemleriyle kanıt toplayan, failleri... More

1. BEN BİR FİKRİM
2. KURTARICI VE AVCI
3. GECE GEZENLER VE UYURGEZERLER
4. OLAY YERİ VE KÜRKÇÜ DÜKKÂNI
5. YARALAR VE KABUKLARI
6. İHANET VE SADAKAT
8. TUZAKLAR VE HAMLELER
9. İNSAN VE İÇİNDE BİR ŞEYTAN
10. KÖR VE EBE
11. KAHRAMANLAR VE KENDİNİ PELERİNİNDEN ASANLAR
12. SORGULANAN VE SORGUYALAN
13. SAVAŞ YA DA KAÇ
14. TERAZİ VE ÜÇ KÜRE
15. CENNET VE KIZIL KIYAMET
KORKULUK | BÖLÜM 1
KORKULUK | BÖLÜM 2
KORKULUK | BÖLÜM 3
KORKULUK | Bölüm 4
KORKULUK | BÖLÜM 5
KORKULUK | BÖLÜM 6
KORKULUK | BÖLÜM 7

7. SUÇ VE YASA

26.6K 2.2K 1.9K
By filizpuluc


İyi akşamlar  <3

Kuzgun'un 7. bölümüyle buradayız. Eğer halledebilirsem yarın da 8. bölümü paylaşacağım sizlerle. Elimden geldiğince hızlıca birinci kitabı sizlerle paylaşıp ikinci kitaba geçmek istiyorum. Arka planda yazmaya uğraşıyorum ikinci kitabı fakat birinci kitabı okurken de notlar alıyorum bu yüzden birinci kitabı ne kadar çabuk düzenlersem o kadar çabuk geri döneriz. 

Oy ve yorum bırakırsanız mutlu olurum. 

Instagramda filizpuluc ve kuzgunserisi hesaplarını takip edebilir, Twitter'da #Kuzgun etiketiyle hikayemize destek olabilirsiniz <3

Keyifli okumalar dilerim...

Bir mum yak kendin için...


BÖLÜM 7: SUÇ VE YASA

♪  Cloudy Waltz - Eric Cadogan

♪ my dear, i will think of you - Juno roome

♪ Night Trouble - Petit Biscuit

♪ One Summer Day - Joe Hisaishi

♪ Believe in Me - Edmund Jolliffe


Mutlu, güzel bir aile kurmuş, ölümü tüm vicdani rahatlığıyla kucaklamaya hazır bir yaşa gelmiş olarak hayata veda edeceğimi hiçbir zaman düşünmedim. Zamansız öleceğim, biliyorum. Bu düşüncem uğraşlarımın ve arzularıma yönelik davranışlarımın sonuçlarının getirdiği tehlikeden mi kaynaklanıyor bilmiyorum ama genç yaşta öleceğimden neredeyse eminim. Geçmişim karanlık, yarınsa belirsizlik içinde benim için. Ben yatırımımı elimden geldiğince bugüne yaparım. Kafemin ismi Carpe Diem. Anı yaşamak, yapamadığım fakat oldukça heves ettiğim bir eylem. Benim günlerim anı yaşamaya değil, anı planlamaya yönelik. Ölüme bu kadar yakın hissederken, ölmeden önce iyi şeyler yapmak, güzel yaşamak ve tadını çıkarmak istiyorum. Sanki yarın ölecekmişim gibi bir hayat sürerken, öldüğüm anda aklıma gelecek birkaç huzurlu anım olsun istiyorum.

Bir sokak lambasının altında, kafemin koyu kırmızı tabelasına bakarken tüm bunlar aklımdan geçiyor, her düşünce arkasında bir keşke bırakıyordu. Anı yaşamayı bu kadar arzu eden biri için fazla mecburiyetim vardı. Ada Korkmaz her gün bu kafeye geliyor, kendini odasına kapatıyor, daha iyi hissedeceğine duyduğu inançla, yardıma ihtiyacı olan insanlar için çabalıyordu. Anı yaşayabilmek için rahatlayabiliyor olmak gerekirdi ve ben hep diken üstünde hissediyordum kendimi. Eğlenmeyi o kadar bilmiyordum ki, beni tam olarak neyin mutlu edeceğini bile keşfetmiş sayılmazdım. Gün içinde boş vaktim olursa bomboş dolanıyor, bu boşluk önünde sonunda gözüme batıyor ve kendimi tekrar işe veriyordum. Her şekilde bir meşguliyet arıyor, buluyor ve üzerine gidiyordum.

Gözlerimi koyu kırmızı tabeladan çekip dışarıdaki boş masaya çevirdim, kafeye geldiğinde Egemen'in oturmayı tercih ettiği masaya. İçeri girmek yerine orada oturup çay içmeyi ve caddeyi izlemeyi tercih ediyordu ve neredeyse bir haftadır hiçbiri buraya uğramamıştı. Çocuk kaçakçısını yakaladıktan sonra birçok baskına destek ekip olarak katılmışlar, arama ve kurtarma ekibine destek olmuşlardı. İşleri başlarından aşkındı. Polis merkezine gittiğim saatte bile henüz dönmemiş oluyorlardı.

O çocukları tek başıma kurtarmam mümkün değildi fakat polis ekipleri bu işin üzerinden el birliğiyle gelmişlerdi. Bu yüzden mutluydum, bir yandan da öyle bir suçluluk duygusuyla kuşatılmıştı ki ruhum, onların uyuyamadığı her saati kendi uykumdan kesiyor, bir şekilde borcumu ödemeye çalışıyordum. Onlar çocukları kurtarmakla ilgilenirken, belki yardımım dokunur diye düşünerek operasyonlarını uzaktan izlemiş, Ahmet Gümüş'ü bulmaya yoğunlaşarak geçirmiştim bugünleri. O rezil karşılaşma üzerineyse düşünmemeye çalışıyordum.

Derin bir nefes aldım ve aldığım nefesi yavaşça geri verdim. Güneş omuzlarımdaki siyah deri ceketi ısıtarak tenimi kavurmaya başlamıştı. Güneş tepede dik konumdaydı, gözlerini bana dikmişti, geceleri yaktığım mumların hesabını soruyordu sanki.

O sırada olduğum kaldırımın kenarında bir araba durdu. Dikkatim ona yöneldi, kurşun rengi bir Mercedes'ti, camları filmle kaplıydı. Araba tanıdık değildi, gözlerim içgüdüsel olarak plakasına çevrildi. İstemsizce plakayı aklıma not ederken yolcu koltuğundan Hasan, şoför koltuğundan da Egemen indi. İkisini gördüğüme şaşırmış bir halde merakla baktım onlara. Hasan'ın gözlerinde siyah, yuvarlak camlı güneş gözlüğü, Egemen'inkilerdeyse birtakım düşünceler vardı. Gözlerini etrafı incelemek için kullanmadan telefonuna çevirdi ama beni fark ettiğini anlamıştım.

Son karşılaşmamız, beni tanıyan herhangi birinin orada olduğumu görmesini asla istemeyeceğim bir yerde ve yanımda olmasını hiç istemediğim bir adamlayken gerçekleşmişti. Bu durumun verdiği rahatsızlığı henüz üzerimden atmış değildim ama artık sızlanmıyordum da. Anlaşılmak istiyor oluşum, anlaşılmamaya alışkın olduğum gerçeğini değiştirmiyordu.

Hasan'ın yüzünde bir gülümseme belirdi beni görünce, arabanın kapısını kapattı ve yavaş fakat uzun adımlarla yanıma adımladı. Yüzündeki gülümseme hiç beklemediğim bir şekilde içimi rahatlattı ve bu mimiklerime de yansıdı. Tutuk değil doğal bir gülümseme yerleşti yüzüme. Gözlerini göremiyordum ama hakkımda kötü bir şey düşünmüyor gibiydi. Yalancı gülümsemelerin yüze oturuşlarını ve her bir çizgisini adım gibi bilirdim.

"Tünaydın," dedi tanıdık, neşeli sesi.

Onca iş, stres ve yorgunluğa rağmen onu neşeli görme kendimi daha iyi hissettirdi. "Tünaydın."

Sesimiz Egemen'in dikkatini bize vermesine neden oldu. Hâlâ öylece arabasının yanında dikilirken kapısını kapattı ve telefonunu cebine atıp yanımıza ilerledi. Fakat Hasan gibi neşeli değildi. Düşünceli bir hâli vardı ve onun da bu ifadesi artık tanıdıktı. Sert yüz hatları, ifadesiz yüzünde daha belirgin duruyordu. Canı muhtemelen işten dolayı sıkkındı fakat bana gülümsemeyişini o geceye bağlamaya meylim vardı. Arashi'nin söylediği her kelimenin canımı acıtmak için olduğunu bilsem de yalnızca Egemen'in değil kimsenin hakkımda o şekilde düşünmesini istemezdim. Beni orada öyle görünce kafasında benimle ilgili olan imajım yerle bir olmuştu belki de.

"Selam," dedi yanımıza varınca fakat karşılık vermeme fırsat vermeden devam etti. "Yağmur burada mı?"

Buraya iş için uğradıklarını anlayarak sırtımı dikleştirdim. Yağmur'un ismi hafiften kaşlarımın çatılmasına sebep olmuştu. Tahmin ettiğim gibi, Yağmur'u mu araştırmaya başlamışlardı?

"Bilmiyorum. İçeri girmedim henüz," dedim dürüstçe. Gözlerimi üzerinde gezdirdim, beyaz bir gömlek, siyah bir kumaş pantolon giymişti. Onu geçtiğimiz gece uzaktan izlediğim için tıraş olup üzerini değiştirdiğini fark edebildim ama uyumuş değildi. Dün bütün gece yanlarında durmuş ve onlar için birkaç işi halletmiştim ama bunu bilmiyorlardı.

Egemen cevap vermeden sadece kafasını sallayarak onayladı beni. "İçeri bakalım o hâlde," dedi Hasan'a.

Bana başıyla selam verip yanımızdan ayrıldı ve kafenin giriş kapısına ilerledi. Merak içindeki bakışlarımı Hasan'a çevirdim; önemsiz bir şey der gibi, kafasını iki yana hafifçe salladı. "Prosedür gereği halledilmesi gereken birtakım işler var."

Yağmur kahvaltısını hep evde yapar, beslenmesine dikkat ederdi. Eğer onu evde bulamamışlarsa, bu ziyaretten önceden haberdar olmuş ve kafeye gelmiş olmalıydı. Onları eve almak istememişti muhtemelen. Arashi'nin savcıyı nasıl bir ipucuyla Yağmur'a yönelttiğini bilmediğimden merak içindeydim ben de. Onu hangi açıdan araştıracaklarını bilmiyordum, o da henüz bilmiyordu fakat ucunun bana dokunacağını tahmin etmek zor değildi.

"İçeri geçelim mi biz de?" diye sordu Hasan nazik bir sesle.

Kafamı sallayarak onayladım onu, birlikte kafeye adımladık.

"En son karşılaştığımızda olaylar biraz tatsızdı," diye mırıldandığında Hasan'a baktım. O da bana bakıyordu ve yüzünde yargılar bir ifade yoktu. "Umarım korkmamışsındır."

Ne sesinde ne de yüzünde beklediğim imayı ya da yargılamayı bulmamak içimde elimde olmayan ve karşı koyamadığım bir mutluluğa sebebiyet verdi. Ağzımdan laf almak istiyor gibi bir hali de yoktu. Gerçekten samimiyetle sanki yakın bir arkadaşıymışım gibi hâlini hatırını soruyordu o an. Benim için endişe etmişti sanki. Bu bana kendimi daha kötü hissettirdi.

Minnetle baktım yüzüne. "Hayır, korkmadım... Siz nasılsınız peki? O günden sonra sizi buralarda görmedim hiç."

Derin bir nefes aldı dertli dertli. "Uzun ve zor bir haftaydı ama bu yaşananlar; yaptığımız işi neden yaptığımızı bir kez daha anlamamı sağladı. Bir şekilde hallediyoruz, merak etme," deyip dişlerini gösterecek şekilde gülümsedi tekrar. Uzanıp kafenin kapısını açarken gözlerime baktı. "Merak ettiğin için teşekkürler."

Açtığı kapıdan içeri girerken vicdanım gölgeme dönüştü. Hasan arkamdan içeri girdi, birlikte ilerledik. Yağmur her zaman oturmayı tercih ettiği bölümde, bir masada oturuyordu. Bordo bir takım içine beyaz bir gömlek giymiş, altın rengi ince çerçeveli gözlüğünü takmıştı. Siyah saçları alnına dökülmüştü biraz, sağa meyilliydiler. Egemen onu bulmuştu. Karşılıklı oturuyor ve resmi durmayan bir konuşma gerçekleştiriyorlardı.

Adımlarım dururken Hasan'a yerlerini gösterdim. Bana teşekkür ederek onların yanına ilerledi. Ona eşlik etmedim ama Yağmur'un yüzünü net bir şekilde görebileceğim bir masaya oturdum. Bir ihtiyacım olup olmadığını soran bir garsondan Yağmur'un yediklerinin aynısını istedim. Garson yanımdan ayrılırken gözlerimi Yağmur'un dudaklarına kilitledim. Dudak okumada çok iyiydim.

"Tabii... Anlıyorum... Elbette... Bir yardımım dokunacaksa elbette yaparım. Adaletin yerine getirilmesi benim de en büyük temennim... Teşekkür ederim, kendi arabam var."

Onunla iş birliği yapmak ve bu konuda yardımını almak istediklerini anlamak zor değildi. İsteseler Savcının emrini uygular onu zorla da götürebilirlerdi fakat Yağmur'dan rica etmeleri incelikti. Yağmur yalan söylemekten en az benim kadar nefret ederdi ama gerçekleri saklamayı yalan söylemeden en az benim kadar becerirdi. Bu, mesleğinin bir getirisi olduğu kadar, benim gibi bir kardeşi olmasının mecburiyetiydi de aynı zamanda. Bununla gurur duymuyordum ama mecbur olduğum gerçeğini de göz ardı etmiyordum. Bir gün herkes günahlarını teraziye koyduğunda ben de her bir sırrımı da koyduğumdan emin olacağım. Bu adil olmalı.

Gözlerini kısa bir anlığına bana çevirdiğinde Yağmur'un yüzünde otomatik, içten bir gülümseme oluştu ve göz kırpıp karşısındaki adamlara geri döndü. Göz kırpışı Egemen'in dikkatini bana çevirmesine sebep oldu. Yüzü ifadesizdi fakat yeşil gözlerine meraklı bakışlar eşlik ediyordu ona. Gözleri sadece birkaç saniye üzerimde durdu, ardından dikkati başka bir yöne kaydı ve gözlerinde bariz bir öfke gördüm. Dikkatini çeken şeye çevirdim ben de gözlerimi ve o şey tam karşıma oturarak Egemen'i görmeme engel oldu. Arashi Sato, yine istenmeyen bir yerde, istenmeyen bir zamanda ortaya çıkmış ve tam karşıma oturmuştu.

Söylenebilecek pek çok söz ve verilebilecek pek çok tepki vardı ama tüm bunlardan daha çok sorum vardı; burada ne işi vardı? Neden ortaya çıkmıştı? Bunları planlı mı yapıyordu, yoksa anlık hazlar mı duymak istiyordu? Bir haftadır ortalıkta yokken ve şimdi Egemen ve Hasan da buradayken ortaya çıkıyorsa tesadüfi olamazdı bu, kafasında bir şey olmalıydı.

Yüzünde her zamanki, sevimli sayılabilecek fakat altı bütün çirkinliklerle dolu gülümsemenin dışında, bir hafta önce attığım yumrukların ne izi ne de lekesi vardı. Yaralarını kapatmayı da onlara iyi bakmayı da çok iyi biliyordu. Hatta zevk alıyordu.

"Seni keyifsiz gördüm," dedi normal bir sesle.

Beyaz çizgili lacivert takım elbisesinin içindeki buz mavisi gömleğin üstten üç düğmesini açık bırakmış, koluna pahalı marka bir saat takmıştı. Takım elbisesi de oldukça pahalı duruyordu. Türkçesini, intikamı uğruna yattığı o hücrede geliştirdiğini tahmin etmek zor değildi fakat parayı nereden bulduğunu merak ediyordum. Ama ona sormadım bunu, bilmek istemiyordum, muhtemelen canımı sıkacak bir hikâyeye sahipti.

"Benim yüz ifadem böyle," deyip, onunki gibi samimiyetsiz bir gülümseme yerleştirdim yüzüme.

"Bir haftadır istediğim her an seni bulamadım. Koyduğum böceği bulmuşsun. Yalan söylemeyeceğim, bu kadar kolay bulman canımı sıktı. Neredeydin?"

Bunu öyle normal bir şeyden bahseder gibi söylüyordu ki sinir bozucuydu ama bunu bilmesine izin vermedim. Bunu bilmek onu mutlu edecek bir şeydi. Arabama koyduğu takip cihazını bulmam zor olmamıştı; arabalarla, onları anlayacak kadar çok zaman geçirmiştim. Aynı hamleyi bir daha tekrar etmeyi sevmediğinden arabama bir daha takip cihazı yerleştirmediğinden yerimi bulmamış olmalıydı. Bir hamlesi geçersiz kılınırsa daha iyisini geliştirdi, hastalık bir zihni ve kişiliği vardı.

Daha iyi ne gibi bir hamle geliştirecekti emin değildim ama beni takip edebileceği bir hamle geliştirmezse beni bulması çok zordu ve bunun farkındaydı. Türkçesi iyi olabilirdi, zekiydi, kaynağı belirsiz bir şekilde para bulmuş da olabilirdi ama ben bu şehri ondan daha iyi tanıyordum. Burası onun değil benim çöplüğümdü. Ben buranın yerlisiydim, o ise bir turistti ve bunun farkındaydı. Bu konuda benden geriye düştüğü için sinirleniyor olsa da oyuna heyecan kattığı için zevk de alıyordu.

Yapmacık bir şekilde gülümsemeye devam ederek sorusuna cevap verdim. "井の中の蛙大海を知らずSöylesem bile nerede olduğumu anlamazsın."

(Japonca okunuşu: I no naka no kaeru taikai-o shirazu. Türkçe anlamı: Kuyudaki kurbağa okyanusu bilmez, anlamına gelen Japonca bir atasözü.)

Söylediğim şeyin onu sinirlendirdiğini gözlerinde gördüm ve bu, onu bu kez gerçekten güldüren ilk şey oldu.

"O hâlde dur tahmin edeyim? Polis arkadaşlarının yanında mıydın, onlar da yoklardı?" Söylediği cümleyle yüzü aydınlanırken, sesi imalı bir hâl almıştı. Bu ima kötü hissetmem içindi, arkadaşım sandığı kişileri hayal kırıklığına uğrattığımı ima ediyordu yine.

"Ne istiyorsun, Arashi?" diye sordum sıkılmış bir sesle.

Bunu sormamdan nefret ediyordu fakat gülümsemeye devam etti. "Arkadaşlarınla tanışmak," dedi ve başıyla Egemen'le Hasan'ı işaret etti.

Bu kez kaşlarımın çatılmasına engel olamadım. Aklından ne geçtiğini bilmiyordum ama söylediği hiç mantıklı gelmemişti. Japon bir arkadaşımın olması okları bana çevirebilirdi, beni ele vermek mi istiyordu, yoksa ele verileceğimden korkmamı mı anlayamamıştım. Anlamadığımı belli eden bir ifadeyle ona bakarken, bir sır verecekmiş gibi öne eğildi.

"虎穴に入らずんば虎子を得ず" dedi, tıpkı benim ona yaptığım gibi bana Japonca bir atasözüyle cevap vererek.

(Japonca okunuşu: Koketsu ni irazunba koji o ezu. Türkçe anlamı: Kaplanın inine girmezsen yavrusunu yakalayamazsın, anlamına gelen bir Japon atasözü.)

Ben cevap veremeden bir hareketlilik oldu ve Arashi Sato'nun omuzlarının ardında Egemen, Hasan ve Yağmur yükseldiler. Arashi sanki bunu hissetmiş gibi sırtını dikleştirdi, benimle olan mesafesini açtı ve nezaketten bihaber oturduğu masadan bir centilmen olarak kalktı. Pahalı takımının ceketinin bir düğmesini ilikledi. Bana başıyla bir selam verip bana arkasını döndü ve Egemen'le ortak bir noktada karşı karşıya geldiler.

Gözlerimi istemsiz bir şekilde Yağmur'a çevirdim, tıpkı onun da bana çevirdiği gibi. İkimiz de Arashi'nin aklından ne geçtiğini bilmiyorduk. O hastalıklı zihninde neler döndüğünü kendisi bile olaylar yaşanırken öğreniyor gibiydi. Onu tehlikeli yapan buydu işte, ne yapacağını asla kestiremiyordum. Kafasında yüzlerce tilki cirit atıyordu ve hiçbiri ölmüyor, aldığı ölümcül darbe onları birken iki yapıyordu. Ayağa kalkarak, gerekirse müdahale edebilmek için yanlarına ilerledim ben de. Her adımımı ondan nefret ederek attım.

Büyük bir nezaket içinde elini Egemen'e uzattı ve yüzüne samimi bir gülüş yerleştirdi. İyi bir oyuncuydu, onun içindeki şeytani yanı görmüyor olsam sevimli olduğunu bile söyleyebilirdim.

"Ben Arashi," diye tanıttı kendini. "Birkaç gün önce tatsız bir şekilde karşılaşmıştık."

Tüylerim ürperdi. Yine yan yana duruyorduk ve yine Egemen karşımızdaydı ve onu hatırlamış gibi duruyordu. Arashi'nin uzattığı eli sıkarken gözlerinde merak ve öfke vardı. Ondan hoşlanmamıştı. Kimse hoşlanmazdı.

Egemen yalnızca, "Egemen," diyerek tanıttı kendini.

Gözleri kısa bir süreliğine bana döndü, diyecek hiçbir şeyim yoktu. Yeşil gözleri gözlerimde bir cevap arıyor gibi bakarken, elleri ayrıldı ve Arashi tek elini cebine atarak hafifçe yan döndü ve sevecen bir ifadeyle bana gülümsedi. Bu gülümsemenin altında bir sürü şey gizliydi.

"Şehre yeni geldim. Ada'dan beni gezdirmesini istemiştim fakat yanlış tercih yapmışım. Öyle bir yere gitmek istediğim için beni fırçalarken bir anda ortalık karıştı. Daha sonra sizden bahsetti. Size karşı onu mahcup ettiğimi düşündüm. Varsa bir yanlış anlaşılma düzeltmek istedim."

Kendisini benim arkadaşım olarak tanıtıp bir de onlarla yakın arkadaş olduğumuzu düşünüyormuşum gibi lanse etmesi bir yana bir de beni temize çıkarırken, aynı zamanda sanki özellikle Egemen'in beni yanlış anladığından endişe etmişim gibi konuşuyordu. Amacını anlamıyordum fakat bu durum hoşuma gitmemişti. Evet, benim hakkımda kötü düşünmelerini istemiyordum ama sanki bunu Egemen'e özelmiş gibi lanse etmesinin altında hiçbir iyi niyet yoktu. Onlarla yakın olmak canımı sıkar, banak kötü hissettirdi yalnızca. Üstelik oklar üzerime dönmüşken Asyalı bir arkadaşım olarak ortaya çıkması da bir tehditti. Gözlerime baka baka beni Yağmur'la tehdit ediyordu.

Egemen bana baktı bir anlığına. Gözlerindeki öfkeyi merakı gölgeledi. Yeşil gözlerini ilgiyle tekrar Arashi'ye çevirdi. "Nereden geldiniz?" dedi oldukça nazik bir sesle.

Bunu bir polis olarak sorduğunu hepimiz biliyorduk ama Arashi aptala yatmayı seven ve bunu çok iyi beceren biriydi. Sorusunu aptal bir gülümseme ve gereksiz bir samimiyetle cevapladı. "Osaka, Tokyo."

Egemen anladım der gibi kafasını salladı. "Türkçeyi çok iyi konuşuyorsunuz."

"Dil becerim fena sayılmaz, Ada'nın da çok yardımı oldu. Yine de bunu sizden duymak beni mutlu etti, teşekkür ederim," deyip saygıyla biraz eğildi.

Onun dil gelişimindeki yardımım, o hücreden çıkıp benim canımı sıkmaya yönelik motivasyonu olmalıydı. Samimi görünüşünün altındaki samimiyetsizliğe göz devirmemek için kendimi zor tuttum. Olay daha çok dallanıp budaklanmadan birbirlerinden uzaklaşmalarını istiyordum. Bu isteğim ve girişimim her ne kadar Arashi'yi memnun edecek olsa da mantıklı olan neyse onu yapmak zorundaydım. Onun eğlencesinin bir parçası olmayayım diye mantıksız davranamazdım. Yakalanacak olmak benim için sadece özgürlüğümden olmak değildi, huzura erişmeye olan umudumu da kaybedecek olmamdı. Bırakmayışımın, bırakamayışımın sebebi buydu.

"Bir şey içmez misiniz?" diye araya girdim.

Egemen yeşil gözlerini tekrar bana çevirdi. Gözlerine güneş ışığı düşüyor, göz rengi turuncu-sarı ışıkta yeşilin çok daha güzel bir tonuna dönüyordu. Etrafına dizilen koyu renk, sık kirpikleri vardı.

"Teşekkürler, işe dönmemiz gerek," dedi ve Arashi'ye döndü. "Tanıştığımıza memnun oldum." Ardından Yağmur'a bakıp elini uzattı. "Görüşmek üzere."

Tokalaştılar. Yağmur da "Görüşmek üzere," dedi.

Egemen kafeden çıkmadan önce bana iyi günler diledi ve ilk o çıktı kafeden. Ardından Hasan da benimle vedalaşıp onun peşi sıra kafeden ayrıldı.

Egemen'in, arabasını çalıştırıp cadde üzerinde uzaklaşmasını bekledim. Gittiklerinde Arashi'nin abartılı nefes alışverişiyle gözlerimi ona çevirdim. İliklediği düğmeyi yüzündeki aptal gülümsemeyi bozmadan açıp elini Yağmur'a uzattı. Yağmur'un elleri ceplerindeydi ve sadece onun yüzüne bakmakla yetindi. Arashi gülerek elini geri çekti ve pantolonunun cebine attı. "Tekrar görüşmek güzel, kosame."

Arashi ilk tanıştıklarında Yağmur'u zayıf ve güçsüz gördüğü için Japoncada hafif yağmur anlamına gelen bu lakabı takmıştı ona. Herkesi sinirlendirmeye ve insanların zayıf noktalarını bulmaya karşı bir düşkünlüğü vardı. Fakat bunu söylediği ilk gün Yağmur onun burnunu kırmış ve Arashi'nin düşündüğü anlamda zayıf olmadığını göstermişti. O zamanlar bu hareketinin Arashi'nin çok hoşuna gideceğini bilmiyorduk. Yağmur onun burnunu kırdığında müthiş bir haz duyduğuna emindim. Yağmur da onu tanıdıkça tepkisiz kalmanın onun canını daha çok sıktığına kanaat getirmişti benim gibi.

"Ama hâlâ sıkıcısın," dedi Arashi onaylamaz bir hareketle.

Yağmur gülümsedi, gözlerini bana çevirdi ve aramızdaki mesafeyi birkaç adımla kapatıp elini kafamın üzerine koydu, tepemdeki saçları hafifçe okşadı. Bu, sorun yok demekti aramızda. Corvus olayını bir şekilde başından savuşturacak ve Arashi'nin onun için bir sorun olmamasını sağlayacaktı kendi yöntemleriyle. Mahcubiyetle gülümsedim ve kafamı salladım. Eğilip saçlarımın üzerinden öptü ve muhtemelen polis merkezine gitmek üzere kafeden ayrıldı.

"Abin çok kaba," diyerek, az önce Yağmur'un kalktığı masaya oturdu Arashi.

"Seni yaka paça dışarı attırmamı istemiyorsan kendi uzuvlarını kullanarak çık dışarı," diye söylendim. Kendi masama ilerleyecekken bileğimden yakaladı ve tekrar ayağa kalktı.

"O günü açıkladığımda verdiği ilk tepkinin ne olduğunu fark ettin değil mi? Sana baktı," diye fısıldadı. "Senin nasıl bir ifade içinde olduğunu görmek istedi, doğru söylüyor olmamı istedi."

Egemen'in benden hoşlandığını ima ediyordu. Henüz ne planladığını kesin hatlarıyla bilmiyor olsam da artık oyununa onu da katmış gibi görünüyordu.

"Ne düşündüğün zerre umurumda değil, Arashi."

Gülümsedi ve gözlerime bakmaya devam etti. "O bakışları daha önce de görmüştüm," deyip bileğimi bıraktı ve ondan istediğimi yaparak kafeyi terk etti. Ses tonu ve ima ettiği şey kaşlarımın çatılmasına sebep oldu fakat arkasından bakmadım.


EGEMEN ÖZTUNA

Acil çıkış kapısını açıp binanın dışındaki beton yangın merdivenine çıktım, Hasan'ı arıyordum. Bir üst kattan gelen sesi işittim ama beton duvarlardan dolayı sesin kaynağını göremedim. Merdivenleri çıkmaya başladım. İlk katın merdivenlerini bitirmemişken, üst katın beton zeminine oturmuş olan Hasan'ın merdivenlere kadar uzanan bacaklarını gördüm. Birkaç basamak daha çıktıktan sonra yüzünü de görebildim. Sırtını beton duvara yaslayarak yere oturmuş, elindeki tostu yiyor, kolasını yudumluyordu. Beni fark edince hafifçe toparlandı ve bana da yer açtı. Gülümseyerek yanına oturdum ve ben de sırtımı betona yasladım.

"Afiyet olsun."

Ağzındaki lokmayı yutup tostu uzattı. "Eyvallah. İster misin?"

Tostundan bir parça kopardım ve bacaklarımı uzattım. Üstümüzdeki katın merdiveninden dolayı üzerimize gölge düşüyor olsa da bacaklarımız güneşte kalıyordu.

"Canın sıkkın," diye bir çıkarımda bulundum kopardığım lokmayı çiğnerken.

Gözlerini bana çevirdi, tostun son lokmasını da ağzına attı ve içi boşalan saman kâğıdını avucunda buruşturup sıkıca tuttu. "Senin değil mi?" diye sordu soruma cevap vermeden.

"İyi işler başaran insanların peşinde koşup onlara alkış tutmuyoruz, elbette arada sıkkın oluyor ama seninki başka bir konu."

Gözlerini karşımızdaki acil çıkış kapısına dikip kolasından bir yudum daha aldı ve şişeyi bana uzattı. Elinden aldığım sırada dudaklarını araladı. "On senedir bu işi yapıyorum, yaptığımız işi, aldığımız kararı bir kez bile sorgulamadım."

Elimdeki koladan bir yudum alıp ona baktım. "Bu kez sorguluyorsun yani?"

Kafasını salladı yavaşça. "Ben kucağında çok çocuk tutmuş bir adam değilim, henüz kendi çocuğumu kucağıma almak bile nasip olmadı. Ama bu bir hafta içinde öyle çok çocuk taşıdım ki kollarımda, neredeyse ölmek üzere olan, bayılan, baba diye boynuma sarılan... Yaptığım işin önemini bir kez daha anlayarak gurur duydum, o çocukları bulduğumuz için, onlar daha fazla şey kaybetmeden onları kurtarabildiğimiz için mutlu olmaya çalıştım. Ama durup düşününce, yaptığımız tek şeyin hiç uğraşılmadan adresten teslim almak olduğunu fark ettim. Kuzgun'dan önce o çocukları bizim fark etmiş olmamız, o çocukları bulmak için canla başla çalışmamız gerekirdi. Onları görebilseydik, bazıları için bu kadar geç kalmış olmazdık. Ve tüm bunların üzerine, Kuzgun o çocuklar için elini taşın altında soktu diye onu cezalandırmamız gerekiyor."

Bir insan suç işlemek istediğinde bin bir kılıf bulabilir kendine ve bazen bir iyilik, bir fayda uğruna da işlenebilir. Fakat suç ne için işleniyor olursa olsun suçtur. Bir sınırı olmadığı takdirde engellenmesi imkânsız hâle gelir. İnsanlar kurallar ve kanunlarla bir arada yaşayabilir, bu yüzden kimseye inisiyatif gösterilemez. Gösterdiğimiz anda herkesin kendi adaletini sağlayabileceği anlamı çıkar ve bu durumda yasanın amacı olan düzen bozulmuş olur. Corvus'un iyi bir şey yapmadığını söyleyemezdim fakat bu, onun bir suçlu olduğu gerçeğini değiştiremezdi.

"Adil gelmiyor mu?" diye sordum. Ardından, onun baktığı yere bakarken sağ bacağımı kendime çekip sağ kolumu dizime yasladım ve elimdeki kola şişesini hafifçe sallamaya başladım.

Kafasını salladı. "Ona ait yüzlerce vaka okuduk. Tek bir tanesine bile hak vermediğini söyleyemezsin. İçinde zerre kadar adalet olan hiç kimse söyleyemez bunu."

Kafamı sallayarak onayladım onu ama bir şey söylemedim.

"Toplumun veya devletin zararına olacak tek bir işe bile kalkışmamış bir hackerın peşine bizi neden taktıklarını merak etmiyor musun hiç? Banka soyanlarını, siyasi karışıklık çıkaranları ve provokasyon yapanları gördüm, duydum fakat hiçbiri için özel bir ekip kurulmadı. Üzerine bile öyle çok düşülmedi çoğu zaman. Neden bu kızın peşine bizi taktılar?"

Kuzgun'un dosyası elime ilk ulaştığında, Hasan'ın sorduğu tüm bu soruları ben de kendime sormuş, hatta bununla kalmayıp amirime de sormuştum. Fakat aldığım tek ve değişmez yanıt Corvus'un diğerlerinden farklı olduğu ve daha fazla ilerlemesine izin vermemizin mümkün olmadığıydı; çünkü ne zaman bizim karşımıza geçeceğini bilemezdik ve bu denli iyi bir hacker karşımıza geçtiğinde vereceği hasar tamir edilemez boyutlarda olurdu. Gelişi güzel provokasyonlar değil düzenli ve iradeli bir başkaldırı daha çok korkutur çünkü yukarda olanları...

"Ondan korkuyorlar," dedim net bir ifadeyle. "Kuzgun'un yaptıkları basit bir hack, bir provokasyon ya da bir şaka değil. Çok daha önemli şeyler yapıyor. Yaptığı her işin altında o bahsettiği fikir yatıyor; adaletin her zaman işlemeyişinin memnuniyetsizliğinden doğan ve olması gereken adaleti yaratma fikri. Bunun farkındalar ve bunun farkında olan mevki sahiplerinden bazıları bu fikirden korkuyorlar. Onun insanlara ilham vermesinden, insanları uyandırmasından korkuyorlar. Adalet sisteminin halk tarafından sorgulanmasından ve sıranın bir gün kendilerine gelmesinden endişeliler."

Kafasını bana çevirdiğinde ben de ona çevirdim kafamı. Kaşlarını çatmıştı. "Yine de buna devam etmek zorundayız. Tüm bunları düşündüğün hâlde, öyle mi?"

Hafifçe omuz silktim ve kola şişesini ona uzattım, keyifsiz, yavaş bir hareketle şişeyi elimden aldı.

"Yaptığı her işe ne kadar hak verirsek verelim yaptıkları bir çözüm değil çünkü bunun bir sonu yok. İnsanların kendi adaletini sağlamasına göz yumamayız, bu yasaların amacına ters düşer. Biz yasalara uyarak düzeni sağlamaya çalışırız. İyilik için yapılıyor olsa bile suç suçtur ve bir gün bize sırt çevirmeyeceğine dair bir suçluya güvenemeyiz. Bu pencereden bakmayı bırakırsak işimizi yapmamız zorlaşır. Biz yargıç değiliz, kimsenin cezasını biz kesmiyoruz. Hiçbir sebep onun suç işlediği gerçeğini de değiştiremez. Ona kötü diyemesek de iyi de diyemeyiz. O, bir ehvenişer."

Hafifçe omuz silkti kafasını betona yaslarken. "Yine de 'Elleri yıkamak iyi, kanın akmasını engellemek muhteşemdir,'" dedi ve şişedeki kolayı kafasına dikip bitirdi.

Elinde sıktığı kâğıdı şişenin içine sokup ayaklandı. Onun kalkmasını izledim. Üzerini silkeleyip elini bana uzattığında kolunu tuttum, beni yukarı çekip kaldırdı fakat kolunu bırakmadım. İkimizin de elleri, kollarımızın iç kısımlarını kavramışken yüzüne baktım.

"Biz seninle boşuna kardeş değiliz. İçine dert olan benim de derdim, aklına düşen kurt benim de başımın etini yer, biliyorsun. Beni en iyi sen tanırsın, ben de sırtımı hep sana yaslarım. Yanlış bir karar almayacağımı ve bu kararın peşinde yalnız seni değil, hiçbirinizi sürüklemeyeceğimi bilmen gerekir."

Dayanamayıp gülümseyerek kafasını salladı. "Eyvallah," dedi kolumu hafifçe sıkıp.

Sol elimle koluna dostça vurup, tuttuğum kolunu bıraktım. "Emir kulu olduğumuz doğru-"

Cümlemi benden önce tamamladı. "Ama ondan önce Allah'ın kuluyuz."

İkimiz de gülerken onun biraz daha rahatladığını görmek bana da iyi geldi. Hasan'ın benden ve aldığım kararlardan şüphe ettiğini düşünmüyordum ama yine de bu konuşmayı yapmış olmak onun için de benim için de iyi olmuştu. Benim gibi düşünen birinin olması ve bu kişinin kardeşim olması iyi hissettirmişti. Bir karar alırken ona danışmıştım hep ve şimdi onun da kafasında soru işaretleri olduğunu bildiğimden, bundan sonrasında da rahatlıkla danışabilirdim.

Acil çıkış kapısına birkaç kez vurdum kapıyı açmaları için. Kapıyı duyan biri açtığında binanın içine girdik tekrar. Hasan yanımda ilerlerken, aklıma gelen soruyla ona çevirdim kafamı. "Cuma gecesiyle ilgili bir şey buldu mu bizimkiler?"

Elindeki çöpü çöp kutusuna atıp kafasını salladı fakat pek umutlu değil gibiydi. "Birkaç etkinlik var ama Corvus'a uyduğunu pek düşünmüyorum," diye kendi fikrini açıkladı.

Bir alt kata indik ve bize tahsis edilen toplantı odasına ilerledik. O sırada telefonu çalınca olduğu yerde durup ekrana baktı. "Ben, Mine'yle konuşup geliyorum hemen."

"Hızlı ol," diyerek yoluma devam ettim onu arkamda bırakarak.

Geniş toplantı odasına girdiğimde herkes bir şeylerle meşguldü. Beni görünce selam verdiler, başımı sallayarak selamlarını aldım ve ortadaki masaya ilerledim. Kendi koltuğuma geçtiğimde herkes yaptığı işi bitirip masadaki yerini aldı.

"Bir şeyler bulabildiniz mi?" diye sorduğum sırada Hasan içeri girdi ve kendi yerine geçti hızlıca.

Cuma gecesi fikrinin ortaya çıkmasından bu yana bir hafta geçmişti ama öyle yoğun bir hafta geçirmiştik ki sahada görev alan ekip üyelerinin bu durumu düşünecek pek vakti olmamış, saha dışında çalışanlar da buradan bize destek olmuşlardı. Yine de birkaç etkinlik bulanlar, duyanlar vardı içlerinde. Duyduklarını sırayla aktardılar. Perşembe akşamları başlayan, cuma gecesi boyunca devam eden sokak yarışlarından ve dinî etkinliklerden bahsettiler.

"Önemsiz görünen şeyleri bile göz ardı edemeyiz. Biz, Kuzgun değiliz ve henüz düşünce tarzını tam olarak kavramış sayılmayız. Sokak yarışına da gidiyor olabilir, dinî bir etkinliğe de. Veyahut sadece evinde oturuyor da olabilir. Her seçenek için şansımızı deneyeceğiz ve Kuzgun'un ortaya çıkacağı saat aralığını bilmediğimizden, her birimiz farklı mekâna, yalnızca keşif için gideceğiz. Onu uyandırmadan, gittiğimiz yerde olup olmadığını çözmeye çalışacağız. Onun neye benzediğini bilmiyoruz ama o, bizim neye benzediğimizi muhtemelen biliyor. Onu kaçırmak istemiyorsak yavaştan alacak ve çok dikkatli olacağız. En ufak bir şüphede kapsamlı bir plan yapacak, bir sonraki hafta onu hazır bekliyor olacağız."

Tüm ekip beni pürdikkat dinledi, ardından kafalarını sallayarak onayladılar söylediklerimi. Benim çalışma tarzımı ve kişiliğimi biliyorlardı.

"Bu gece sokaklara inecek ve keşif yapacağız. Güneş batana dek herkes bulduğu yer hakkında araştırma yapsın, güneş battığında nereye, kiminle gidileceğine karar veririz. Aksi bir durum olmadıkça, araştırma yapmakta ve binadan ayrılmakta serbestsiniz. 23.00'da burada olun. Gece uzun olacak, evinize gidip dinlenin mutlaka."

Beni onaylayarak kalktılar ve gruplar hâlinde odadan çıktılar. Geride ben, Hasan ve Cansu kaldık. Derin bir nefes aldım, önümdeki dosyaları toparlayarak ayağa kalktım.

"Eve mi gideceksin, yoksa burada mı kalacaksın? Yardıma ihtiyacın varsa ben de kalabilirim," dedi Cansu oturduğu yerden kalkıp karşımda dikilerek.

"Kalmayacağım, sağ ol teklifin için. Savcıyla görüştükten sonra kuzenime uğrayacağım, sonra da eve geçeceğim."

Anladım der gibi kafasını sallarken, hayal kırıklığına uğramış gibi omuzlarını düşürdü.

"Eve gidip dinlen," dedim ve odadan çıktım.

Kendi odama girip dosyaları masama bıraktım. Koltuğun üzerindeki kravatı el çabukluğuyla bağlayıp boynuma geçirdim. Kravatı düzelttim, sandalyenin arkasındaki koltuk altı kılıfını kollarımdan geçirdim ve belimdeki silahı sol kolumun altındaki kılıfa takıp siyah ceketimi giydim. Masaya bıraktığım dosyaları evrak çantasına düzgün bir şekilde yerleştirdim ve odamdan çıktım. Dışardan bakıldığında polis olduğum düşünülmezdi muhtemelen ve bu mesleki olarak tercih ettiğim bir tutumdu. O sırada Hasan'ın yanıma geldiğini gördüm. Siyah gömleğinin kollarını katlarken benim çıktığımı gördü ve olduğu yerde durup ona ilerlememi bekledi. Adımlarımı yanına yönlendirdim.

Birlikte merdivenlere ilerlerken gözleri benim üzerimdeydi. "Özel görevine bu kadar özen göstermen beni çok etkiliyor," deyip göz kırptı ve devam eti. "Etkiliyor demişken... O adamla arkadaşlarmış, ne yalan söyleyeyim, sevindim. Onu tavlamak için hâlâ bir şansın var."

Neyden bahsettiğini hemen anladım fakat Ada'yı düşündüğüm an bu sabah Yağmur'la yaptığımız konuşma aklıma geldi ve kafamı kurcalayan detaylar canımı sıktı. "Bilmediğimiz gizli bir kaynak bizi Yağmur'a yönlendirdi. Bugünse Arashi isminde bir Japon'la tanıştık. Bize Ada'nın arkadaşı olduğunu ve dil konusunda ona yardımcı olduğunu söyledi. O hâlde Ada da Japonca biliyor olmalı ve aynı zamanda Ada bir yazılım mühendisi, Yağmur'la da çok yakınlar," dedim sesimi kısık tutarak.

Hasan söylediklerime hafif çatılmış kaşlarıyla karşılık verdi. "Kaynağa güvenmeyen, bizi yanlış yönlendiriyor olabilir diyen sen değil miydin?"

Kafamı salladım, öyleydim. Fakat iki seçeneği de düşünmek zorundaydım. Birlikte dışarı çıktık.

"Bizi Yağmur'a yönlendirmesinin bir sebebi olmalı ve Ada da bazı kriterlere uyuyor."

"Kaynak bizi gerçekten Kuzgun'a kadar götürdü. Belki de onun düşmanı değil destekçisidir? Belki de başka yöne bakmamız için bizi Yağmur'a değil Ada'ya yönlendirmek istemiştir?"

Omuz silktim yavaşça. "Belki de. Her yolu denemeden bilemez ve kimseye güvenemeyiz. Eğer bu gece elimiz boş dönersek Ada'yı araştırmanı istiyorum. Her ne kadar bizimle tanışan, bizimle konuşan, bize her gece kahve getiren birinden şüphelenmek hoşuma gitmiyor olsa da kaynak bizi doğru yere yönlendirmişti, bunu göz ardı edemeyiz."

"Bu kadar basit olabilir mi yani?" diye sordu şüpheyle.

İçimden, adli sicil kaydının temiz çıkmasını dileyerek, "Bazen en iyi saklanan şeyler göz önünde olanlardır," diye mırıldandım.

Karakolun otoparkına ilerlerken Hasan kendi arabasına yöneldi. "Cem'e selam söyle," deyip elini kaldırdı.

"Eyvallah, söylerim," dedim keyifsiz bir sesle ve arabamın kapısını açtım.


ADA KORKMAZ

Gerekli önlemleri aldıktan sonra Arashi'yi kafede kendi hâline bırakıp Cem'in şirketine geldim. Geceleri uyumadığım hâlde bazen gündüzleri de uyumazdım. Böyle zamanlarda çalışabileceğim ve karşılığında para kazanabileceğim bir işe sahip olmak iyi bir şeydi. Ayrıca bugün uyumamış olmak işime de yaramıştı, güncelleme için istenilen her şeyi kodlayacak fazladan zamanım olmuştu.

Arabamı şirketin otoparkına park edip asansöre bindim ve yedinci katta indim. Tanıdık koridorlarda ilerlerken bana gülümseyen her çalışana gülümseyerek selam verdim. Normal bir şirketten farklı olarak bizim toplantı odamız ana sunucuların olduğu odaydı. Güncellemelerimiz sonrası oyunların yeni hâllerini büyük ekranlarda izliyor, Cem'in yeni olan her şeyi deneyerek yaptığı yorumları not ediyorduk. Tüm güncellemeleri ilk kendisi denediği için bu toplantıları iple çeken ilk kişi de Cem'di. Zihni kocaman bir oyun parkı gibiydi, oyun oynarken öyle fikirler geliyordu ki aklına, henüz yeni güncelleme çıkmamışken, bir sonraki güncellemede gelecek yenilikleri not ediyor oluyorduk. Bu da yetmiyor gibi, iş mailim onun planlarıyla doluydu, gecenin bir yarısı aklına gelen bir oyunun taslağını resmî bir dille bana mail atıyordu bazen.

Aklıma gelen anılar beni gülümsetti ve kendi kendime güldüm birkaç saniye. Bu iş onun çocukluk hayaliydi ve gerçekleşmiş olduğuna bazen inanamadığı zamanlar oluyordu.

Toplantı odasına giden koridora döndüğümde Cem'in asistanı Jale'yle karşılaştım, katılımcıları kapıda bekliyordu. Beni görür görmez samimi bir gülümseme oluştu yüzünde. "Hoş geldiniz, Ada Hanım. Biz de sizi bekliyorduk," dedi ve kapıyı açtı.

"Teşekkürler, Jale." Ona gülümsedim ve açtığı kapıdan içeri girdim.

Cem sırtını kapıya dönmüş, büyük ekranı izliyordu. Kapının sesini duyunca kafasını bize çevirdi. Beni gördüğünde yüzünde sevimli bir gülümseme oluştu, heyecanla yanıma adımladı. "Sen odana dönebilirsin Jale, teşekkürler," dedi ve bana baktı tekrar. "Hoş geldin," diyerek sarıldı.

Ben de ona sarıldım. "Hoş buldum." Kollarından ayrılıp gülümseyerek, onu daha çok heyecanlandırmak isteyerek, "Hadi başlayalım," dedim.

Sırt çantamın sağ kolunu kolumdan çıkarıp çantayı sol yanıma aldım ve fermuarını açtım. Yanımda getirdiğim hard diski çıkardım, ana bilgisayara takmak üzere büyük ekranın altındaki depo alanına yürüdüm. Bağlantıyı sağladıktan sonra Fatih'in yanındaki koltuğa oturup, şifreyi girmek için klavyesini kısa bir süreliğine ödünç aldım. Hard diskin şifresini girip gerisini Fatih'e bıraktım.

Fatih birkaç işlem sonrası Cem'i konsolun başına davet etti. Cem şık takımı içinde, elindeki konsolla dev ekranın önünde durdu heyecanla. Fatih oyunun deneme sürümünü başlattı. Güncellemeleri kodlarken o an aklıma gelen bazı detayları sormadan ekliyordum, çünkü bu yetkiye sahiptim ve bu yüzden de karşılaşacakları şeylerin sadece bir kısmını biliyorlardı. Cem'i de en çok bilmediği kısımlar heyecanlandırıyordu.

Oyun büyük ekranda açılırken, Cem kalçasını arkasındaki masaya yaslayıp ciddi bir yüz ifadesiyle baktı ekrana. Her ne kadar heyecanlı olsa da bu konuda oldukça ciddi oluyordu. Her detaya, her değişikliğe hâkim olmak istiyordu, buna saygı duyuyordum. Harika biriydi.

Odada pek çok kişi elindeki deftere not alıyordu. Açılma süresi, şirket logosunun belirme süresi ve müziğin pürüzsüzlüğü gibi şeylerin hepsine dikkat etmemiz gerekiyordu. Yeni arayüzü ben ve Fatih hariç herkes ilk kez görürken, Cem'in derin bir nefes aldığını işittim.

Fatih yönlendirme amaçlı yapılan değişikliklerin hepsini denemesi için bilgi vermeye başladığında Cem de keyifle test etmeye başladı.

Yeni Aurora karakterini gördüğünde yüzünde eğlenen bir gülümseme belirdi ve masayla temasını kesip Fatih'e döndü, "Aurora'yı sanki kayırmışsın gibi geldi," dedi.

Fatih, yanakları kızarırken boğazını temizledi. "Biraz değişiklik yaptım sadece Cem Bey," dedi utanarak.

Cem tebrik etmek için ona elini uzattı ve tokalaştıktan sonra da övgü cümleleri kurarak oyuna geri döndü. Çalışanı şımarmasın diye iltifat etmemeyi tercih eden bir patron değildi.

Fatih genel eklemeleri sıralamayı bitirince planda olmayan, benim eklemiş olduğum değişiklerden söz ettim. Anlatacak bir şey kalmadığında Cem oyuna girmeye tamamen hazırdı.

Kol saatimi kontrol edip Cem'e döndüm tekrar. "Benim biraz işim var. Sen oyna, eğer sorun olursa Fatih bana iletir, çözeriz."

İkisi de beni onayladılar.

Sırt çantamı kollarımdan geçirdim. "İyi eğlenceler," deyip ona göz kırptım ve odadaki herkese el sallayarak kapıya ilerledim.

"Teşekkürler, Ada. Oyunum bitince seni ararım," dedi Cem, gözünü ekrandan bir saniye ayırmadan.

Onun bu hâline gülümseyerek odadan çıktım. Geldiğim yolu geri yürüdüm, cam duvarlarla birbirinden ayrılmış bölmelerin arasından geçtim. Teknoloji geliştikçe her şey saydam bir hâl alıyordu, insanların özel hayatı, duvarlar, telefonlar, zihinler, fikirler, her şey. Bu, normal şartlarda belki işime gelmeliydi ama gelmiyordu. Gizliliğin bir anlamı yoktu artık insanlar için, eskiye duyulan bir özlem denizinin içinde yüzüyordum. Her şey birkaç satır kodla yönetiliyordu artık, kapılarımız, asansörlerimiz, sularımız ve elektriğimiz. Hareket etmeye gerek yoktu, bizim yerimize yapıyorlardı, düşünmeye gerek yoktu, bizim yerimize düşünüyorlardı.

Asansöre binip otoparka indim. Asansörden ineceğim sırada telefonumu kontrol etmek için arka cebime uzandım ve not alırken telefonumu masanın üzerinde bıraktığımı anımsadım. Kesik bir nefes verip parmağımı yedi numaralı tuşa tekrar götürdüm. Kapanmak üzere olan kapılar biri elini uzatınca tekrar açıldı. Kafamı çevirdiğimde elin sahibiyle, Egemen'le karşılaştım.

Beni gördüğüne ilk seferki kadar şaşırmadı bu kez. İçeri girdi ve, "Selam," dedi.

Kapı ardından tekrar kapanırken, "Selam," dedim ben de.

Egemen parmağını tuş takımına uzatıp Cem'in odasının bulunduğu beşinci katın tuşuna bastığında gözlerimi ona çevirdim. "Cem şu an toplantıda ve yedinci katta. Bir güncellemeyi deniyor," diye bilgilendirdim onu.

Verdiğim bilgi dişlerini göstererek gülümsemesine neden oldu ve kafasını hafifçe salladı. Sanırım bir toplantısı olduğunu biliyordu. "Epey eğleniyor olmalı."

Söylediği beni de gülümsetti ve onu onayladım. "Oldukça eğleniyor."

Belli ki Cem'in oyun oynayan hâli ikimizin de zihninde yer edinmişti. Bu kadar ortak tanıdığımız varken, bu kadar yabancı büyümüş olmamız geldi tekrar aklıma.

Henüz dördüncü kata gelmişken asansör, olduğu yerde aniden durdu, kazandığımız ivmeden ötürü olduğumuz yerde hafifçe sallandık. İkimiz de önce tuş takımına baktık. Rastgele bir tuşa bastım ama asansör tepki vermedi, üstelik elektrik vardı.

Egemen, "Elektrik var," diye söylendi anlam veremeyerek.

Işıklar hâlâ açıktı ve hoş bir klasik müzik çalıyordu.

"Teknik bir sorun olabilir," dediğim sırada asansör aniden aşağı kaydı ve tekrar durdu.

İkimiz de korkarak kabinin içindeki demirlere tutunduk. Bir daha kayma ihtimaline karşı tetikte bekledik ama bir şey olmadı. Nasıl bir sorun olduğunu anlayamamıştım. Gözlerimi Egemen'e çevirdiğimde göz bebeklerinin büyümüş olduklarını fark ettim, bir polis için biraz fazla korkmuş gibi geldi. Kurşunlarla burun buruna gelen, yüksek stresli bir mesleğe sahip biri olduğu için benden daha soğukkanlı olacağını düşünmüştüm ama öyle görünmüyordu. Demiri tuttuğu elinin eklemleri bembeyaz olmuştu sıkmaktan.

"İyi misin?" diye sordum.

Gözlerini yüzümde gezdirirdi ve kafasını salladı yavaşça.

Rahatlaması için tutunduğum demiri bıraktım. "Yedek fren sistemi var, düşeceğini sanmıyorum. Muhtemelen yedek frenler az önce devreye girdi, bir daha kaymayacaktır." Onu rahatlamaya çalıştım ve o sırada, burada kaldığımızı dışarıdaki birilerinin anlaması için acil durum tuşuna bastım.

Hafifçe kafasını sallayıp beni onayladı, sırtını dikleştirdi ve daha iyi nefes alabilmek için çenesini hafifçe yukarı kaldırdı.

Gözlerimi ondan çektim, dışarıdan yardım istemek için üzerinde ahize olan tuşa bastım. "Merhaba! Kimse var mı?"

Beklediğimden çok daha çabuk dönüş aldım. "Ada Hanım? Siz misiniz?" diye karşılık geldi.

Jale'nin sesini duyunca derin bir nefes verdim, göremeyeceğini bilsem de kafamı salladım. "Evet, benim. Cem'in kuzeni Egemen Bey de yanımda. Biri ilgileniyor mu şu an asansörle?"

Jale, "Evet, Ada Hanım. Yalnızca asansörü etkileyen teknik bir arıza var gibi görünüyor. Cem Bey'e ve Fatih Bey'e haber verdim. Teknik servis de yolda. Biraz bekleyeceksiniz. Sizin için yapabileceğim başka bir şey varsa lütfen söyleyin," dedi.

"Teşekkür ederim. Kuzeninin de burada olduğunu Cem'e iletir misin?"

Egemen'in bu durumdan bu kadar etkilenmesi hiç hoşuma gitmemişti. Eğer Cem burada olduğunu bilirse belki onu benden daha kolay rahatlatabilirdi.

Jale, "Tabii, Ada Hanım. Sizi gelişmelerden haberdar edeceğim mutlaka. Lütfen sakin olun ve benimle iletişimde kalın," dedi.

Bir daha ses gelmeyince Jale'nin bilgilendirme için gittiğini düşünerek gözlerimi Egemen'e çevirdim. Kaşlarını çatmıştı, aldığı sık ve derin nefesler burun deliklerini genişletip daraltıyordu. Paniklememek için sakin kalmaya çalışıyordu ama aldığı derin nefesler ona pek yardımcı olmayacaktı. İki parmağını sinirle yakasına götürüp siyah kravatını gevşetti, düğümü çözdü, ardından bir ucundan hırsla çekerek hızlı bir şekilde yakasından kurtardı, ikiye katlayıp pantolonunun cebine soktu. Kravatın büyük bir kısmı cebinden sarkarken beyaz gömleğinin ilk iki düğmesini açtı, kollarını katlamaya başladı. Aldığı sık nefeslerden dolayı göğsü hızla inip kalkıyordu. Ellerindeki hafif titremeyi fark etmemek mümkün değildi. Onun gibi kocaman, çelikten sinirleri varmış gibi duran bir adamı bu duruma sokan düşüncenin ne olduğunu merak ettim.

Kayıtsız kalamayarak elimi uzattım ve gömleğinin sağ kolunu katlayan sol elini tuttum. Bir anda kaskatı kesildi ve gözlerini bana çevirdi. Büyük bir sakinlikle yeşil gözlerine baktım; sakinlik bulaşıcıdır.

"Fazla oksijen paniğini artırır," dedim gözlerine bakarak. "Nefes alamıyormuş gibi hissediyorsun ama sana yetecek kadar nefes alıyorsun. Yavaşça nefes al, benim gibi," deyip burnumdan sakince nefes aldım ve ağzımdan geri bıraktım.

Bu tür durumlara karşı eğitim aldığını biliyordum ama onu duruma sokan düşünce her neyse, bunları uygulamasına engel olacak şekilde etkilemişti onu. Eğitimli olsan bile panik hâlindeyken bazen mantık ve bilgi devre dışı kalabiliyordu.

Göğsü birkaç saniye öncesine nazaran daha sakin inip kalkmaya başladı. Kafasını iki yana salladı aynı zamanda. "Sorun kapalı alan değil," diye fısıldadı. "Kapalı bir alanın sallanması."

Deprem, diye geçirdim içimden. Büyük bir deprem geçirmiş olmalıydı. "Ben de kapalı alanlardan hoşlanmam," dedim dürüstçe. Fakat kapalı alanda yıllarca tutulunca bununla yaşamayı öğreniyordu insan.

Elini bırakıp gömleğinin kolunu güzelce birkaç kez katladım. Ardından sırt çantamı yine sol tarafıma alıp fermuarını açtım ve içinden mendil paketini çıkararak çantayı yere bıraktım. Egemen yavaş nefes alıp vermeye ve sakinleşmeye çalışırken paketten bir mendil çıkarıp ona döndüm tekrar. Gözleri benim üzerimdeydi. Nefesi normale dönmemiş olsa da içinde bulunduğu sıkıntıyı anlayıp yardımcı olmam biraz olsun güvende hissettirmiş olmalıydı. Panik hâlindeki insanlar güvenebilecekleri birinin yanında olmak isterlerdi psikolojik olarak. Bu yüzden, bana güvenebileceğini ona hissettirmek için yakınında durdum.

İyi hissetmesi ve gevşemesi için gülümsedim ona. Sırtını kabin duvarına yaslayıp derin bir nefes aldı. Alnına düşen saçları stresin de etkisiyle terlediği için nemlenmişti. Elimdeki mendille alnındaki ve favorilerinden aşağı doğru akmak üzere olan ter damlalarını yavaşça kurulamaya başladım. Burnunda alıp ağzından verdiği ılık nefesi avuç içimi ve bileğimi ısıtıyordu. Nefesini bileğimin içinde hissetmek tuhaf bir histi. Yeni tıraş olduğu için yüzü oldukça yumuşaktı. Sıkıntıdan dudaklarının üzeri bile nemlenmişti, bir başka mendille dudaklarının üzerini de kuruladım.

Kocaman, cüsseli bir adamdı, bulunduğumuz alanı benden çok kaplıyordu fakat öyle bir sıkıntı içine girmişti ki dik duramıyor, sürekli ter döküyordu. Bu hâli öyle savunmasız görünüyordu ki küçük bir çocuğu anımsatıyordu, küçüklüğümü hatırlatıyordu. O da benim gibi mutsuz bir çocukluk geçirmişti, bu hâlini görmek onu kendime çok yakın hissetmeme neden oldu bir anda.

Elimde tuttuğum mendil paketinden bir mendil daha çıkardım. Boğazı terden sırılsıklam olmuştu, damlalar göğsüne akıp gömleğinin içinde kayboluyordu. Mendille boğazını kurularken yutkunduğunda âdemelması yukarı aşağı hareket etti. Âdemelmasının çok belirgin bir çıkıntısı vardı, hoş gözüküyordu.

"Daha iyi misin?" diye sorarken boğazını kurulamayı bitirip gözlerimi gözlerine çevirdim.

Beni izliyordu, kafasını salladı sadece. Gömleğinin bir düğmesini daha açıp yakasını omuzlarına doğru hafifçe çekiştirerek genişlettim ferahlaması için. Ardından ellerimi tamamen üzerinden çektim ve gözlerimi tavana diktim. Asansör standart bir asansör olduğundan, yüksekliği iki metre yirmi santim kadardı. Egemen de neredeyse iki metreydi, uzanıp havalandırma kapağını kolayca açabilirdi.

"Yukarıdaki havalandırma kapağını açarsak daha rahat nefes alırız," deyip yukarıyı işaret ettiğimde gözlerini yukarı çevirdi. Ardından sırtını asansörün kabininden ayırdı ve yukarı uzanıp hafifçe ittiğinde kapak otomatik olarak geriye doğru açıldı ve içeri serin bir esinti doldu.

Gülümseyerek ona baktım. "Biraz zaman alacak gibi duruyor. Oturarak da bekleyebiliriz," deyip kendimi çantamın yanına, yere bıraktım. Egemen de bana ayak uydurup yanıma oturdu. Sırtımızı kabin duvarına yasladık, bacaklarımızı kapıya doğru uzattık.

"İstersen sohbet edebiliriz," dedim yüzüne bakarak.

Sohbet edersek belki daha iyi hissederdi. Onu böyle görmek beni epey üzmüştü, o kocaman avcı sanki bir kapana sıkışmış gibi duruyordu; onu peşimde güçlü görmeye alışmıştım.

"Teşekkür ederim," dedi içten fakat yorgun bir sesle.

Panik hâlinde devreye giren sempatik sinir sistemi, zaten yorgun olan bedenini daha da yormuştu.

O, bana bakarken ben de ona bakmaya devam ettim. "Rica ederim."

"Kapalı alanlara ve sarsıntılara alışkınım. Fakat ikisi birlikte olduğunda kontrol edemiyorum kendimi." Alnı tekrar terlemişti. "Doksan dokuz depreminde göçük altında kaldım, bir gün sonra çıkarabildiler beni."

Deprem olduğunu tahmin etmiş olsam da bu kadar korkunç bir travma beklememiştim. Doksan dokuz depreminde yedi yaşlarında ve henüz Ankara'ya gitmemiş olmalıydı. O yaşında geçirdiği travmayı hâlâ üzerinde bu kadar etkili hissediyor olması bile travmasının büyüklüğünü gösteriyordu.

"Amcamlarda kalıyordum," dedi kuru bir sesle ve yutkundu.

Önüne dönüp gözlerini kapattı, alnındaki ter damlacıkları birbirlerine tutunup birer damla hâline geldiler ve şakağından aşağı kaydılar. Çocukluğu en az benimki kadar travmalarla bezeliydi, bu yaralar ara ara kanıyor, kendini hatırlatıyordu.

Elimi uzatıp sağ bacağının üzerine bıraktığı elini tuttum. Kendi kucağıma çekip iki elimin arasına aldım elini, başparmaklarımla avuç içine masaj yapmaya başladım. Avuç içlerinin ortasına masaj yapmanın kaygıyı ve stresi azaltıcı etkisi olduğunu okumuştum bir makalede. Avuç içleri sertti ama teriyle ıslandığı için parmaklarım teninde kolayca kayabiliyordu.

"Sen neden sevmiyorsun?" diye sorduğunu işittim. Gözleri kapalı, sakince nefes alıp veriyordu artık.

O, beni görmezken yüzünü izledim ve ona gerçeği söyledim, çünkü o da en büyük korkusunu bana söylemişti. "Annem bizi terk ettiği için babam benim de onu terk edeceğimden korkardı. Uyuyacağı zaman beni banyoya kilitlerdi, ihtiyaç duyduğumda tuvaleti kullanabileyim diye. Küvetin içinde uyurdum."

Yutkundu ve gözleri açıldı, yeşil gözlerinde hüzün seçiliyordu. İnsanların hayat hikâyeme üzülmesine alışkındım. "Atlatabilmişsin," dedi gurur duyan bir sesle.

Burukça gülümsedim ve kafamı iki yana salladım. "Atlatamadım, sadece alıştım. Hâlâ banyoya girdiğimde kapıyı aralık bırakıyorum."

Yeşil gözlerinde, kim olduğuma dair merak içeren o bakışlar belirdi. Sanırım yine şaşırtmıştım onu. Dudaklarını araladı fakat o konuşamadan asansör hareket etti. Rahatlamış gibi omuzları gevşedi ve derin bir nefes verdi. Asansör en yakın kata doğru hareket ederken elini bıraktım ve çantamı alarak ayağa kalktım. Kalkması için elimi uzattığımda elimi tuttu ve ağırlığını bana vermeden ayağa kalktı. Asansör en yakın katta durup kapılarını açtı.

Cem derin bir nefes verip, "Sesimi duymadınız mı? İkinize de bir şey oldu sandım, ödüm koptu," diye sitem etti. Bizi iyi gördüğüne sevinmişti.

Sesini duymamıştık ve bu, kaşlarımı çatmama sebep oldu. Mantıklı olmayan bir şey vardı bu durumda. "İyiyiz," diye onayladım onu.

Egemen kafasını sallarken derin birkaç nefes aldı. "İyiyiz," diye tekrar etti beni.

"Gel, odama geçelim," dedi Cem, Egemen'e, muhtemelen travmasından haberdardı.

Cem'i kafamı sallayarak onayladım. Egemen oturup dinlense iyi olacaktı.

Fatih geçmiş olsun dedi ve telefonumu uzattı, onu unuttuğumu fark etmiş olmalıydı. Teşekkür ederek aldım telefonumu.

"Ben gideyim," dedim.

Egemen, gözlerini bana çevirdi. "Teşekkür ederim, Ada," dedi minnet dolu bir sesle.

"Rica ederim," deyip gülümsedim ve ikisine de el sallayıp, bu kez merdivenleri kullanarak indim otoparka.

🕯 🕯🕯

Yeterince soğuduğuna kanaat getirinceye kadar keşkülü karıştırmayı sürdürdüm. Daha sonra büyük tahta kaşığı kazanın içinden çıkarıp lavabonun içine bıraktım. Kazanı kulplarından tutup tezgâha, çömleklerin yanına koydum. Kazandan uzaklaşıp açık saçlarımı yukarıdan toplarken, arkamda kalan büyük fırına ilerledim. Saçlarımı bağlamayı bitirdikten sonra orta parmağımdaki taç şeklindeki yüzüğümü çıkardım. Fırının kapağını açtım. Fırının içinde, sol üst köşede, parmak ölçümle -yüzüğümün ölçüsüyle- aynı olan, çember şeklindeki girintiye yüzüğümü yerleştirdim. İyice oturması için hafifçe bastırdım ve saat yönünde çevirdim. Bir tur çevirmenin ardından fırının arka kısmı tık sesiyle kendini hafifçe ileri doğru attı. Kapağa hafifçe bastırıp elimi geri çektiğimde kapak otomatik bir hareketle bana doğru tamamen açıldı.

İçerisinde birkaç desteden oluşan kâğıt yığını, dosyalar, birkaç fotoğraf, özel bir çanta içinde bilgisayar ve birkaç telefon, bolca günlük -işlediğim her suçu bir nevi itiraf ettiğim tutanaklar- birkaç binlik banknot vardı. Kâğıt destelerinden birini alıp en üstteki sayfadaki tarihi kontrol ettim. Doğru olduğundan emin olunca listeyi fırının üzerine koydum. Bu hafta için ayırdığım parayı da kasadan alıp kapağı kapattım ve yüzüğü saat yönünün tersine çevirdim bu kez. Kapak, yüzüğün bir devir dönmesinin ardından tık sesiyle tekrar kapandı ve kilidin sesi işitildi.

Yüzüğümü bölmeden çıkarıp tekrar parmağıma taktım. Fırının kapağını kapattım, banknotları ve listeyi alıp keşkül dolu kazanın yanına döndüm.

Listede her aile için belirlediğim tutarı gözden geçirdim. Toplam tutarla bu hafta için ayırabildiğim bütçeyi karşılaştırdım, artan parayı eşit miktarda tekrar bölüştürdüm. Ardından listenin en başından başlayarak, yazılı olan tutarları ayırmaya koyuldum. Ayırdığım her miktarı küçük şeffaf poşetlere koydum, ağızlarını sıkıca kapattım. Poşetleri çömleklerin içlerine yerleştirdim, üzerini alüminyum folyo ile kaplayıp üzerine keşkülü doldurdum.

Çömlekleri doldurma işlemim bittiğinde paketleme kısmına geçtim. Şeffaf ve parlak jelatinle sarıp süsledim. Hangi çömleğin hangi aile için olduğunu karıştırmamak için küçük not kartlarına soyadlarını yazıp üzerlerine iliştirdim. Olur da yemek istemezlerse para çöpe gitmesin diye, iyi niyet göstergesi olarak ufak notlar yazılı olan kartlar bıraktım içlerine ve hazırladığım çömlekleri karton poşetlere yerleştirdim.

Kalan tek iş poşetleri arabaya yerleştirmek ve sahiplerine teslim etmekti. Çömlekleri dörder dörder arabaya taşıdım. Kalan keşkülü küçük kaplara koyup, belki uyanık birilerini görürsem ikram ederim diye düşünerek yanıma aldım. Ben tüm bunları yaparken, inandığım yaratıcı dışında hiç şahidim yoktu, böyle olmasını tercih ediyordum. Ruhuma iyi gelen şeylerden biriydi bu, bunu yaptığım her gece kendimi daha huzurlu hissediyordum. Osmanlı döneminde durumu iyi olmayan halk da tatlı yiyebilsin diye keşkül dağıtıldığını öğrendiğim zaman aklıma yaptığım yardımları bir keşkül içinde yapma fikri gelmişti aklıma. Birkaç senedir bu şekilde ilerliyordum.

Bütün çömlekleri arabaya yerleştirince kafeyi kolaçan edip kapıyı kilitledim ve geri döndüm. Arabama bindiğimde ilk işim radyoyu açmak oldu. Bu sessiz ve güzel gecede kısık sesle klasik müzik dinlemek ruhuma iyi geliyordu. Kemerimi taktım, arabayı çalıştırıp listeyi yan koltuğa koydum. Telefonumdaki navigasyona on adresi uğrak yerleri olarak girip en yakından uzağa doğru bir rota düzenledim ve yola koyuldum.

Rotamdaki ilk adrese gelince kapüşonumu ve maskemi takıp, bu adrese ait poşeti alarak indim arabadan. Görünürde kimse yoktu, bir gecekondu mahallesiydi ve gece, bu mahallelere daha çabuk çöküyor gibiydi. Elimdeki karton poşeti geldiğim evin kapısının tokmağına asıp arabama geri dönerken yerden birkaç tane taş topladım. Arabaya bindim, genelde bu iş için kullandığım, arada da ağaçtan meyve topladığım sapanımı torpidodan çıkardım. Camımı biraz indirip topladığım taşlardan birini sapana yerleştirdim ve kapıya nişan alıp gerdiğim lastiği bıraktım. Sertçe kapıya çarpan taş tok bir ses çıkardı. Ardından daha küçük bir taşı cama attım. Işıklar açıldığında arabayı sokağın çıkışına sürdüm ve yan aynadan izledim arkamda kalan evi.

Birkaç dakika sonra kapı açıldı. Orta yaşlı bir adam biraz tedirgince etrafa bakınırken, karısı kapıdaki poşeti fark edip ona gösterdi. Poşete önce şüpheyle baktılar, etrafta soracak kimse olmadığı için merak ederek açtılar. Önce anlam veremediler içinden çıkan çömleğe, fakat üzerlerinde soyadlarının yazdığını görmüş olmalıydılar. Kadın poşetin içindeki notu çıkarıp kocasına uzattı merakla. Bir süre nota baktı adam, ardından gözleri etrafta gezindi, sokağın sonunda duran arabama çevrildi. Ay ışığında parlayan gözlerini gördüm, omuzları hafifçe sarsılmaya başladığında içim ezildi ve bu görüntüyü izlemeye daha fazla dayanamayarak yola devam ettim.

Tüm keşkülleri teslim edilmesi gereken yerlere teslim etmiştim ama hâlâ uykum gelmemişti. Bu yüzden tek çare çalışmaya devam etmekti. Peşinde olduğum uyuşturucu karteli Ahmet Gümüş'ü araştırmaya devam etmek daha faydalı olacaktı. Sosyal mühendislik yaparak bilgi toplamak üzere sokaklarda gezinebilmek için spor arabamı park ettiğim izbe yere geldim. Ama arabamın yerinde yeller esiyordu. Volvo'dan öfkeyle indim ve McLaren GT'nin olması gereken yere ilerlemeye başladım. Attığım her adımda daha çok sinirleniyor, küfretmemek için dişlerimi sıkıyordum. Arabanın olması gereken yerin tam ortasında durdum, belki bir ipucu bulabilirim umuduyla telefonumun fenerini açtım. Işığı yere tuttum, toprak zemine çizilmiş kuşu görünce dişlerimi gıcırdatarak telefonu sıktım.

Arashi sadece arabamı çalmamıştı, aynı zamanda Corvus'u da çalmıştı. O araba ve karıştığı her olay Corvus'un hanesine yazılırdı ve Arashi'nin neler yapabileceği aklıma geldikçe öfkem daha çok artıyor. Kalbim göğüs kafesime kendini hırsla vururken koşar adımlarla Volvo'ya ilerledim ve direksiyona geçip kapıyı sertçe kapattım.

Arka koltuktan bilgisayarımı alıp polis telsizine bağlanabildiğim sistemi çalıştırdım. Bilgisayarı yan koltuğa bıraktım, arabamı çalıştırdım ve sis farlarını açtım. Spor arabamın toprak zeminde bıraktığı izi takip etmeye çalışarak, hangi yöne gittiğine dair bir tahminde bulunmaya çalıştım.

Hiçbir frekanstan Corvus'la ilgili bir bildiri gelmiyordu. Direksiyonu sinirle sıktım ve arabamı karakola sürdüm, Arashi'nin beni bir şeye bulaştırıp bulaştırmadığını öğrenmenin en kısa yolu buydu.

Polis merkezine doğru ilerlerken Corvus'u kötü bir işe bulaştırmamış olması için, bunca emeğimi hiç etmemesi için, imajımı yerle bir etmemesi için dua ettim. Fakat ettiğim dualar gerçekçilik duvarında ağa takılarak, dualarıma olan inancımı sarsıyordu. Arashi Sato zaten bunun için buradaydı.

Polis merkezine gelir gelmez içeri girdim hızla. Sakin görünsem de içimde bir öfke nöbeti vardı. Arda gecenin bu saatinde beni görünce endişelenerek yanıma adımladı. "Ada Abla? İyi misin? Ne oldu bu saatte?" diye sordu merakla.

"Bir şey olmadı. Öyle geziniyordum, uğrayayım dedim," diye geçiştirdim sakin bir tavırla.

Sakin tavrım onu da sakinleştirdi. "Bir geceye iki aksiyon fazla gelirdi," dedi.

Kaşlarımı çatmamak için zor tuttum kendimi. "Hayırdır inşallah?" dedim sorar gibi.

Heyecanla bana yaklaştı. Ağzından bakla ıslanan biri sayılmazdı pek. "Bizim özel ekip yine Corvus'un peşine düştü. Sanırım perşembe gününü cumaya bağlayan geceler sokak yarışlarına katılıyormuş. Kesin bilgi değil ama- Ah! Başkomiserim! Yakaladınız mı?" diyerek tüm dikkatini arkamdaki birine çevirdi.

Ben de merak ve endişe içinde onun bakışlarını takip ettim.

Merdivenleri çıkan özel ekip üyelerinin elleri boştu. En önlerindeki tanıdık cüsse yüzündeki maskeyi çekip çıkardığında yeşil gözleri benim gözlerimle karşılaştı. Yüzünde sinirli bir ifade yoktu ve bu, beni tedirgin ediyordu. Arashi'nin ne yaptığını delicesine merak ediyor ve bilinmezlik içinde kıvranıyordum.

Arda'nın sorusunu Hasan, "Yakalamaya gitmedik ki oğlum. Hem sen bu bilgileri öyle gelişigüzel nasıl konuşuyorsun ortalıkta la?" diyerek cevaplayıp, Arda'nın kafasını kolunun altına sıkıştırarak yanımdan uzaklaştırdı.

Egemen maske yüzünden birbirine girmiş olan saçlarını düzelterek tam karşımda dikildi. "Bu saatte neden buradasın? Bir sorun mu var?" diye sordu ve elindeki maskeyi, özel harekâtçıların kamuflaj pantolonunun arka cebine koyarken ilgiyle yüzüme bakıyordu.

Belinin iki yanındaki silahlara baktım. "Öylesine uğradım," dedim.

Benim peşimden neden bu kadar donanımlı geliyorlardı?

Gözleri yüzümde gezindi. "Saat gecenin üçü, Ada," dedi ikna olmamış bir sesle. "Kimse durduk yere gece vakti polis merkezine gelmez."

"Ama ben gelirim. Uyku tutmadığında..." deyip gülümsedim ikna olması için.

Hasan arkamda Arda'yı sıkıştırmaya devam ederken, Arda boğuk bir sesle, "Ada Abla geceleri sık sık gelir," diye destekledi beni.

Egemen ona baktı, bakışlarını tekrar bana çevirdiğinde ikna olmuş gibi görünüyordu. Ellerine bir şey geçirememiş olmalarıyla rahatlayarak daha samimi bir gülümseme yerleştirdim yüzüme fakat Arashi'ye karşı içimdeki öfke sönmüş değildi.

"Gideyim ben, işiniz başınızdan aşkın belli ki. İyi geceler," deyip onun bir şey demesini beklemeden yanından geçtim ve merdivenleri indim. Arkamdan baktığını hissediyor olsam da dönüp bakmadım ona. Arabama binip, girdiğimden daha yavaş çıktım otoparktan. Arashi'nin dönmüş olmasını umarak izbe yere geri döndüm.

Stop lambalarının karanlıkta parlayan kırmızı ışığı dikkatimi çekti. Hızımı artırıp toprak yola girdim ve ani bir frenle spor arabamın tam arkasında durdum. Arashi sırtını arabama yaslamış, beni bekliyordu.

Arabadan hışımla indim ve ona ilerledim. Beni gördüğüne sevinmiş bir ifade oluştu yüzünde. Karşısında sinirden titrerken, ona yumruk atmamak için kendimi zor tuttum. Açıklama yaptığında tüm dişlerini dökmek için kullanacaktım yumruklarımı.

Gülümsemesi genişledi ve arabamdan çekti sırtını. "Sinirden titriyorsun, fakat bilmiyorsun ki hayatını kurtardım."

Ne dediğini umursamadım. "Arabamla ne yaptın?" diye sordum hiddetle.

"Başkomiser seni araştırmak istiyor ve eğer bugün orada yarışmıyor olsaydım yarın tüm sicilin ellerinde olacaktı. Fakat şimdi Corvus'u yarışırken gördükten hemen sonra seni karakolda görmüş oldular. En azından bir süre daha senden şüphelenmeleri için hiçbir sebep yok. Şimdilik tabii."

"Bunu neden yapasın ki?" dedim, o hiç yalan söylemezdi ama ona inanmıyordum yine de.

Yüzündeki gülümsemeyi silmeden siyah gözlerine şeytani parıltılar ekledi ve bana eğildi. "Çünkü sana güvenmesini istiyorum. Sana güvenmesini, sana değer vermesini hatta sevmesini istiyorum. Sana âşık olmasını ve sana en çok güvendiği bir anda gerçek yüzünü görmesini istiyorum. Üstelik gerçek yüzünü kendin açıklamak zorunda kal istiyorum. Onu nasıl hayal kırıklığına uğrattığını kendi gözlerinle görmeni, bunu kendi ellerinle yapmanı istiyorum," diye fısıldadı gözlerime bakarak.

Öfkem arttıkça arttı. Arzuladığı hayal kırıklığı ve kalp acısı delirtecek kadar öfkelendiriyordu beni. "Seni de hayal kırıklığına uğratacağım," dedim tükürürcesine. "Yemin ederim yapacağım bunu."

Zevkle gülümserken dişleri ortaya çıktı. Kollarını iki yana açtı hastalıklı bir gülüşle. "Lütfen... Hayal kırıklığına uğratmaya çalış beni." 

  - Devam Edecek -


Yorumlarınızı okumayı seviyorum bu yüzden yorum yapmanız beni mutlu eder*-* İsteyen oy da verebilir fakat ben yorumu daha çok severim <3 

Egemen ve Ada sahnelerini severek yazdım çok. Ada'nın duygusal yanlarını da görelim dedim. 

Aksiyon özleyenler var ise 8.bölümü iple çekebilir kdkdkdkdkdk öyle şeyler olacak ki aklınızı kaçırabilirsiniz*-*

Arashi Sato yazdığım en kötü karakter oluyor günden güne sanırım. Planları öyle geleceğie dönük ki  planları gerçekleşmeden ölse bile o anın zevki içinde gülerek ölürdü çünkü bilirdi ki zamanı geldiğinde planı işleyecekti.

Egemen ve Ada'nın geçmişine ara ara değineceğim. 99 depreminde zarar görmüş olanlar var ise aranızda veya tanıdığınız var ise geçmiş olsun tekrar :(


Sizi seven Filiz buradaydı...

16.03.2020 /  22:07

20.12.2022

Continue Reading

You'll Also Like

2.8M 23.9K 27
Dikkat! Bu kitapta argo kelimeler, hafif çıplaklık sahneleri ve psikolojik unsurlar bulunmaktadır. BaybarsTekin: Bilmediğin ne var tam olarak? (17.15...
KARA MİRAS By bberil

General Fiction

548 86 17
"Kara Miras gibi bazen karanlıkta parlayan en değerli hazineleri bulmak için derinlere inmeliyiz." *** Yazılış Tarihi: 19 Ocak 2024 *** KM #1 Satranç...
TUTSAK By Elsa

Mystery / Thriller

79.5K 2.8K 38
"Ben; kışı yaşadığım bir akşam beni yakan rüzgarı da çok iyi tanıyorum, bir cehennem akşamı beni üşüten alevleri de"
5.8K 530 5
Bildiğini sandığın şey, aslında hiç bilmediğin bir şeye dönüşebilir mi? Korktuğun ve kaçtığın şey ya seni güçlendirirse? Peki ya o şey, senin tek ku...