KİMLİKSİZ | Texting ✔

By bbhikayeleri

9.9M 536K 210K

On sekizinci yaş gününde tanımadığı numaradan gelen mesaja cevap veren bir garip genç kızın hikayesi. Mesajı... More

açılış
bir
iki
üç
dört
beş
altı
yedi
sekiz
dokuz
on
on bir
on iki
on üç
on dört
on beş
on altı
on yedi
on sekiz
on dokuz
yirmi
yirmi bir
yirmi iki
yirmi üç
yirmi dört
yirmi beş
yirmi altı
yirmi yedi
yirmi sekiz
yirmi dokuz
otuz
otuz bir
otuz iki
otuz üç
otuz dört
otuz beş
otuz altı
otuz yedi
otuz sekiz
otuz dokuz
kırk
kırk bir
kırk iki
kırk üç
kırk dört
kırk beş
kırk altı
kırk yedi
kırk sekiz
kırk dokuz
elli
elli bir
elli iki
elli üç
elli dört
elli beş
elli altı
elli yedi
elli sekiz
elli dokuz
altmış
altmış bir
altmış iki
altmış üç
altmış dört
altmış beş
altmış altı
altmış yedi
altmış sekiz
altmış dokuz
kapanış
son söz / duyuru
Masal&Mert
Yağmur&Ali
özel bölüm ilk
özel bölüm iki
özel bölüm üç

özel bölüm son

48.9K 2.6K 2.5K
By bbhikayeleri

Selamın hello ninjalarım!🐢

Nasıl şaşırttım ama sizi?😎

Bayram şekerimle geldim bayraaam. Hepimizin bayramı malum sebepten ötürü evde geçiyor. Bu süreci sizlerle güzel bir şekilde değerlendireyim dedim ve şeker tadında bir özel bölümle geldim! Bayramda hikaye okumayan da ne bileyim...

Bir süredir yoktum demişler öldü şimdi yazsınhshajdhjajaj tamam tamam yapmıcam.

Ben burada yokken 6M olmuşuz aww. Okuyan, okutan herkese çok teşekkür ederim.💚

Yine çok uzattım girişi değil mi? Heyecanıma verin shshshshsh neyse neyse buyurunuz efenim bölüm sizindir. Yorumlar, oylar fişek olsun he ona göre shhshshsh

Bayramın ilerleyen günleri için beklemede kalın ;)

Keyifli okumalar💚

💬

Irmak Ersay Tekiner'den...

"Asır! Aslı!"

Evin içinde deli danalar gibi bağırıp duruyordum. Sağ olsun benim yaramaz çocuklarım her zamanki gibi bir yerlere kaybolmuşlardı ve benim başlarına bir şey gelmeden onları bulmam gerekiyordu. Mutfakta epey uzun süredir yemeklerle savaş veriyordum. Hazır çorba ve makarna dışında yeni yemekler yapmayı deniyordum. Yaklaşık 2 senedir evdeki tüm komuta bendeydi. Temizliği, yemeği, çocukları... Hepsine yetişiyordum artık 7 senelik evliliğimde bünyem bu tempoya alışmıştı. Alışamadığım tek konu ara yemeklerdi. Bugünkü talihli yemeğim kürdan kebabıydı. Annemden tarifini almış, çok kolay ben bunu yaparım diyerek mutfağa girmiştim. Fakat sonuç hiç umduğum gibi olmamıştı. Bir insan yaptığı yemeğe kürdan sokarken kırabilir miydi ya? Ben kırmıştım. Patlıcanların içindeki köfte o kadar sertti ki kürdanı içine girmesi için zorlayarak kırmıştım. Büyük ihtimalle köfte o kadar sert de olmamalıydı ama işin içinde Irmak Ersay Tekiner olduğu sürece her şey olabilirdi. Başıma bağladığım bandanam, üstüme geçirdiğim önlüğümle tam bir Refika Birgül'düm. Umarım sonuç da Refika'nınkiler gibi olurdu. Evet, verdiğim çetrefilli savaş sonrasında yemeği fırına atmıştım. Çıkacak mükemmel sonucu beklerken çocuklarımla vakit geçirebilirdim. Yemeği yaparken başta beni rahatsız eden yaramazların şu an sesi çıkmıyordu. Ya da ben evdeki sessizliğin yeni farkına varıyordum. Onları kontrol etsem iyi olacaktı. Islak ellerimi üstümdeki önlüğe silerek mutfaktan çıktım. "Çocuklar!"

İki katlı evde oturmak çocuk büyütürken oldukça zor oluyordu. Merdivenlerden düşme tehlikeleri oluyordu. Neyse ki Asır doğar doğmaz merdivenin başına güvenlik amaçlı demir parmaklıklı küçük bir kapı yaptırmıştık. Çocukları giriş katta, salonda bırakıyordum, ben mutfağa geçiyordum. Kilidi açıp yukarı çıkamıyorlardı. Fakat benim rahat durmayan meraklı çocuğum Asır kilitle uğraşa uğraşa sonunda açma yöntemini bulmuştu. Kendisi 6 yaşında olduğu için daha bilinçliydi, merdivenleri sorunsuz çıkabiliyordu fakat kardeşi için aynı şey söz konusu değildi. Meleğim 3. yaşına daha yeni basmıştı ve bırak merdiveni çıkmayı, düz yolda koşmayı bile beceremeyip düşüyordu. Ne diyebilirdim ki? Annesi gibi sakar olmuştu. Tek korkum Asır'ın kilidi açık bırakması ve Melek Aslı'nın o açıklıktan yukarı çıkmaya çalışmasıydı. Bu yüzden sürekli gözüm onların üstündeydi. Babacıkları çalıştığı için akşama kadar tüm mesuliyet bendeydi. Ev işimin olmadığı her an gözüm üzerlerinde oluyordu. Diğer türlü de onlar için salona oyun halılarını seriyor orada kalmalarını istiyordum. Genelde Asır televizyondan çizgi film izleyen taraf, Aslı logolarıyla oynayan taraf oluyordu. Bu arada şu detayı vermeden geçemeyeceğim; oğlumun en sevdiği çizgi film Ninja Kaplumbağalar'dı.

İkidir cevap alamayışım beni iyiden iyiye kızdırırken kaşlarımı çatarak bir kez daha bağırdım. "Çocuklar! Size sesleniyorum, neredesiniz?"

Mutfaktan çıkar çıkmaz karşıma gelen salona baktım önce. Çünkü orada, oyun alanında olmalılardı. Ancak değillerdi. Korktuğumun başıma gelmemesini dileyerek hızla merdivene yöneldim. Bakar bakmaz rahatlamıştım çünkü kapının kilidi açık değildi. Bu da demek oluyor ki benim canavarlar mutfak ve salon dışında alt katta bulunan diğer 2 odadan birindeler. Odaların birini ardiye olarak kullandığımız için orayı sürekli kilitli tutuyor, gerekmedikçe açmıyorduk kapısını. Dolayısıyla o odada olamazlardı. Bu ihtimal elendiğine göre elimde tek seçenek yani tek oda kalmıştı. Misafir odası!

Adımlarımı misafir odasına yönelttim. Bir yandan da söyleniyordum. "Anneye cevap vermemek ha? Siz şimdi görürsünüz." Misafir odasının kapı koluna asılıp açtığımda beni karşılayan herhangi bir dağınıklık olmamıştı ki benimkiler bir yere giriyorsa orasının düzenli kalma ihtimali sıfırdı. Düzenli duran odaya bakarak hızlıca düşündüm ve aklıma saklambaç oynuyor olabilecekleri geldi. Bu doğrultuda muzip bir sesle konuşarak odanın içerisine doğru adımladım. "Hım acaba benim oyuncu çocuklarım nereye saklandılar?"

Kıkırdama sesi yok.

Normalde olması gereken hiçbir şey şu an olmuyordu.

İyiden iyiye endişelenmeye başlarken oyunu bir kenara bırakıp aceleyle odanın içerisinde sığabilecekleri her yere baktım. Yoklardı. Oradan çıkıp hızla salona döndüm. Detaylıca yeniden baktım ama burada da yoklardı. Elim ayağım korkudan birbirine dolanırken mutfağa baktım. Belki ben görmeden girip saklanmışlardır diye düşünmüştüm ama bu düşüncem de doğru çıkmadı. Orada da yoklardı. Telaşla ne yapacağımı bilemeyerek üst kata çıktım. Hani olmaz ya, belki buradadırlar diye önce tek tek onların odasını ardından bizim odayı ve son olarak da lavaboları aradım. Yine ve yine yoklardı. Yer yarıldı da içine girdiler sanki. Maksimum yarım saat, sadece yarım saat kontrol etmedim onları, nereye kayboldular?

Böyle bir durumla daha önce karşılaşmadığım için içime dolan endişe oldukça büyüktü. Telaştan önüme doğru düzgün göremez, sağlam adım atamaz olmuştum. Cebimden telefonumu çıkarırken koşarak aşağı indim, bahçeye bakacaktım. O sırada da Asaf'ı aramalıydım. Dış kapıyı açıp yalın ayak kendimi dışarı atarken çağrıyı başlatıp telefonu kulağıma koymuştum bile.

O an görüşümü bulanıklaştıran yaşların gözlerime hücum ettiğini hissettim. Allah'ım çocuklarım neredeydi?

Telefon çaldı, çaldı ve çaldı. Cevaplanmadı.

O sırada tüm bahçeyi inletecek bir sesle bağırdım. "Asır! Aslı!" Bacaklarımda yürüyecek derman kalmamıştı artık, yakındaysalar sesimi duyup gelmelerini umuyordum.

Titreyen elimle tuttuğum telefonun ucunda hala yanıt yoktu. Asaf cevap vermiyordu. Sinirle söylendim. "Sana haksız yere bağırmak için aradığımı bildiğinde bile açan adamsın şimdi mi açmayacağın tuttu?!"

Bir kez daha aradım, tam o sırada bahçenin girişinde Asaf'ın arabası göründü. Telefonu nereye attığımı bile bilmeden aceleyle bahçenin girişine doğru koştum. En azından tanıdık bir yüz görmüştüm. Beraber arayabilirdik çocuklarımızı. Bunun hevesiyle arabayı park alanına almasına dahi müsaade etmeden karşısına çıktım. Çok geçmeden beni fark eden Asaf arabanın önüne atlamamla ani bir fren yaparak durmuştu. Şu an bana çarpsa umurumda olmayacağını biliyordum.

Ben şoför kapısına ilerleyene kadar Asaf çabucak arabadan inip yanıma gelmişti bile. Yüzünde kocaman bir şaşkınlık ifadesi vardı. Muhtemelen beni daha önce bu denli telaşlı ve dağılmış halde görmediğindendi. Oradan nasıl görünüyordum bilmiyordum ama Asaf sanki düşeceğimi sanıp beni iki kolumdan tutarak kendine çekmişti. "Irmak noldu? Ne bu halin?"

Korkudan yüreğim ağzıma gelmişti. Doğru dürüst nefes bile alamıyordum. Kesik kesik aldığım nefeslerin arasında, "Çocuklarım," dedim. "A-asaf çocuklar yok. B-ben kaybettim onları." Ellerimle yüzümü sıvazladım. İnsanın eşinin karşısına geçip çocuklarımızı kaybettim demesi meğer ne kadar zormuş. Gözlerine bakamadım. "Yemek yapıyordum. Sonra onlara baktım. Oyun alanındalardı. Hani biz beraber yaptık ya onlar için. Rengarenk yaptık bilerek, renkler dikkatlerini çeksin, o alandan dışarı çıkmasınlar dedik. Çıkmıyorlardı. Seviyorlardı orada oynamayı ama şimdi yoklar. Oradalardı. Yemin ederim. Sonra ben yemek... Kahretsin yemeğe öyle dalmışım ki bir saniyeliğine unuttum onları." Asaf konuşacağı sırada ona fırsat vermeden devam ettim. Beni suçlamasından korktum belki de bilmiyorum ama şu an normalde konuştuğumdan daha hızlı konuştuğumu biliyordum. "Unuttum, ben çocuklarımı unuttum Asaf. Bu beni kötü bir anne mi yapar? Öyle yapar." Ellerimle şakaklarıma vurdum. "Kötü bir anneyim ben. Çocuklarımı kaybe..."

O an kendime zarar vermemem için beni engelleyen Asaf'ın ellerini hissettim. Hatta kımıldayan dudaklarına bakılırsa bir şeyler de söylüyordu fakat onu duymuyordum asla. Beni durduran o değildi. Duyduğum başka bir sesti.

Bir kız çocuğu sesi...

"Anne?"

Hızla Asaf'ın ellerinin arasından çıkıp arkama döndüm. Melek Aslı üzerinde sabah ona giydirdiğim pembe pileli elbisesi, beyaz fiyonklu ayakkabısı, elindeki oyuncak sincabı ve her gün gözüne girmesin diye topladığım, onun bir türlü rahat durmayıp salık bıraktığı siyah saçlarıyla sapa sağlam karşımda duruyordu. Nereden geldiğini o an sorgulamayı sonraya erteleyerek hızla ona doğru atıldım ve dizlerimin üstünde yere çökerken onu belinden tutup kendime çektim. "Kızım!" Ona sarıldığım an kapıda bekleyen göz yaşlarım bir bir süzüldü yanaklarımdan. İç çekerek bedenime yasladığım küçük vücudunda erişebildiğim her yerini öptüm. Saçlarını, yüzünü, omuzlarını... Koklaya koklaya öptüm. Yaşadığım kısa süreli korku bana yıllardır ondan uzak kalmışım gibi hissettirdi ve hiçbir şeyin yakmadığı kadar çok yaktı canımı. Saçlarına öpücükler kondururken içimden tek bir şeyi tekrarlıyordum. Şükürler olsun.

Bir de oğluma şöyle sarılsam her şey düzelecekti sanki. Refleksle yanağımdan dökülen yaşlar duracaktı... Tam abisini sormak için ondan ayrılacaktım ki arkadan gelen konuşma seslerini duydum.

"Sence onları kıskanmalı mıyım baba?"

"Vallahi ne yalan söyleyeyim oğlum, ben bile kıskandım. Kaç yıllık karım, bana bir kere böyle sarıldığını görmedim."

Gözlerimi yumup rahatlıkla soluk alıp verdim. Asır'ın sesini duymuştum, o da iyiydi kızım gibi. Hem onu görmek hem de hesap sormak için yavaşça Melek'ten ayrılıp ayağa kalktım ve yeniden kocama döndüm. "Ömer Asaf!"

Ses tonumdan anladığı bazı şeyler üzerine kaşlarını kaldırdı. "Aha annen öfke saçmaya geliyor oğlum, kaç!"

Asır, babasına uyup eve doğru koştuğunda karşısına geçip bariyer görevi gördüm, eve gitmesine engel oldum. Hazır durdurmuşken ona sarılmayı da ihmal etmemiştim. Koklayarak öpmüştüm kafasındaki sarı tutamları... Şu son 10 dakikada yaşadığım korku bir saniye daha devam etse kafayı yerdim herhalde. Evlatlarımın kokusunun değerini daha iyi anlar olmuştum şu kısacık zamanda.

Kızımı bir yanıma, oğlumu bir yanıma alıp karşımda kalan kocama baktım. Yaşadığım ufak çaplı krizin sebebi o gibi duruyordu. Ellerimle yüzümdeki yaşları silerken Asaf'ın acıyla kasılan yüzünü seçtim hemen. Ağlamam benden çok ona acı veriyordu, biliyordum. Her neyse. Yaşlardan tamamen kurtulduğumda bu kez her şeyi netçe seçebilen gözlerimi arabaya çevirdim. Arka kapıların ikisi de açıktı. Çünkü çocuklar arabadan inmişti. Evet, yavaş yavaş normale dönen duygularım sayesinde zekam konuşmaya başlamış, bunları anlamamda yardımcı olmuştu. Anlayamadığım şey; işte olan Asaf'ın arabasına çocuklar ne ara binmişti? Ben uyurken biri ışınlanmayı bulmadıysa çocukları arabaya Asaf bindirmişti. Ve bunu benden habersiz yapıp içime bu korkuyu düşürdüğü için benden en haklısından bir isyan işitecekti.

"Ömer Asaf!" dedim bir kez daha sinirle. "Bu çocuklar neden senin arabandan çıkıyor? Ne ara aldın yanına onları ve bana neden haber vermedin?"

Gözleri şaşkınlıkla büyürken, "Haber vermedim mi?" diye tekrarladı sorumu. "Allah kuru iftiradan sakınsın Mika'm o nasıl laf? Tabii ki haber verdim. Bir saat önce işten geldim. Sürpriz olsun diye kendi anahtarımla girdim eve. Senin mutfakta olduğunu görünce de hiç rahatsız etmeden çocukları alıp çıktım. Çıkmadan önce seslendim sana 'çocuklarla işim var, çıkıyoruz' diye, sende 'tamam' dedin." Yanıma geldi, yüzüme dokunacağı sırada sinirim hala geçmediği için geri adım attım. Soluklandı. "Nereden bileyim sonradan telaş yapacağını? Ben haberin var diye rahat durdum."

Yemeğe odaklandığım sırada seslenmiş olabilirdi. Şimdi düşününce bir şeye onay verdiğimi hatırlıyordum. Demek bunaydı... Ama yine de ben haklıydım. Madem öyle telefonunu neden açılmamıştı?

"Aradım seni neden açmadın?" diye sordum aklımdakini. "İlk defa telefonumu açmamazlık yaptın Ömer Asaf Tekiner."

"Bak bak üçlüyor bir de. Öyle olmaz ya sen bana direkt söv, rahatla. Valla bak."

Ortamı yumuşatmak için söylediği sözleri es geçtim. "Soruma cevap ver."

"Ne telefonu gülüm? Hiç çalmadı ki..." deyip elini cebine attı. Sonra diğer cebine attı. Arka ceplerine, kot ceketinin ceplerine hepsine baktı ama aradığını yani telefonunu bulamadı. "Lan!" diye bağırdı şaşkınlıkla. "Ceplemişler beni, telefon yok."

Göz devirdim. "Bahanenin de bu kadarı."

Bir an için bana kırıldığını sezdim. Ona inanmamış olmama şaşırmış da olabilirdi. Fakat o bunu dile getirmek yerine kendini haklı çıkaracağını düşündüğü o soruyla karşılık verdi. "Ne zaman sana bahane uydurduğumu gördün?"

"Yüzünü göstermemek için attığın 40 taklayı da birbirinden muhteşem bahanelerini de unutmadım Kimliksiz Bey." Cevabım netti çünkü üzerinden yıllar geçmiş olsa da hiçbir şeyi unutmamıştım ben.

Anında yüzüne muzip bir sırıtış yayılırken elini koyu sarı saçlarının arasından geçirip bana havalı bir bakış attı. "Ee bu yakışıklılığı görmek kolay olmasa gerek."

Ben burada tüm duygularım birbirine girmiş, sinirlerim altüst olmuş şekilde duruyordum beyefendi bana yakışıklılığından bahsediyordu! Tamam, yakışıklıydı da Allah aşkına konumuz bu muydu şimdi?

"Şimdi çocuk falan dinlemeyeceğim patlatacağım yüzüne tokadı Asaf, delirtme beni! Neden açılmıyor o telefon?"

"Telefonu açmak için önce nerede olduğunu bilmeliyim değil mi?" Ellerini iki yana açtı. "Bakın şu işe ki telefonum yok. Ben sana kocan ceplenmiş, gasplara, saldırılara uğramış, kurşunların arasında kalmış, canını zor kurtarmış diyorum sen hala telefonu neden açmadın diye hesap soruyorsun?"

"Ben şimdi sana göstereceğim hesap sormayı," diyerek yükselmiştim ki Asır'ın sesi aramıza girdi. "Anne baba! Sakin olun. Lider Leo şimdi sorunu çözecek."

Asaf ortamıza giren oğlumuzun omzunu dürttü. "Lider Leo kim sıpa?"

Kendisi.

"Benim baba, of!"

Ona oğlunun kendisini Ninjalardan biri olan Leonardo gibi hissettiğini söylesem ne kadar çıldırırdı acaba? Umarım çok çıldırırdı çünkü söyleyecektim!

Asır devam etmeden önce araya girdim çabucak. "Ninja oldu oğlun Asaf Efendi, ninja. Oradaki ninjalardan hani şu mavi maskeli, lider vasıflı olan Leonardo var ya? Hah işte o olduğunu sanıyor."

Cümlem sonlanır sonlanmaz yüzünün aldığı ifade o kadar komikti ki gülememek için dudaklarımı birbirine bastırmak zorunda kalmıştım.

Cidden adama 'Ninja' dedin mi bir şeyler oluyordu...

Şaşkınlık yaşadığı o kısa süre zarfını atlattıktan sonra kaşlarını çatarak Asır'a baktı. "Lan kendini benzetecek başka çizgi film karakteri bulamadın mı? Ninja ne lan?! Yok olmaz, hayatta olmaz, ben oğlumun ninja olmasına dayanamam." Dizlerini kırarak eğildi ve boyunu Asır'la eşitledi. Önemli bir konuşma yapacakmış gibi çocuğun gözlerinin içine bakıyordu şimdi. "Bak oğlum, sen ninja olamazsın. Bir kere ninjalar uçamıyor. Uçamayan süper kahraman mı olur? Olmaz! Hem sonra yeşil yeşiller böyle çimen gibi. İğrenç! En önemlisi de Ali amcan bunu duyarsa çok dalga geçer seninle. O yüzden gel biz sana şöyle afili bir kahraman adı bulalım. Superman'a ne dersin?"

"İğrenç!" dedi Asır, tıpkı Asaf gibi. Babasına bak oğlunu al işte. "Onun modası geçti baba. Bizim sınıftaki Kaan kendini Superman zannediyor, sürekli sıralardan atlıyor, sonra öğretmenimiz kızıyor ona. Ama ben öyle değilim. Ben hep arkadaşlarıma yaramazlık yapmamayı öğretiyorum. Annemin bana yaptığı mavi bandı takıyorum böyle," derken heyecanla babasına anlatıyor, bir yandan da elleriyle gözlerini gösteriyordu. "Çok havalı oluyorum. Senin söylediğin gibi aynı. Öyle olunca herkes beni dinliyor. Hem mavi bant gözlerimi açığa koyuyormuş, bu iyi bir şeymiş. Annem söyledi."

Hıhım, açığa koyuyor oğlum.

İki delik açıp ona verdiğim mavi kumaşı gözüne bağladığında gözlerinin rengini ortaya çıkardığını ve yakışıklı gözüktüğünü söylemiştim, evet. Çünkü o benim oğlumdu. Tabii ki herkesten yakışıklı gözükecekti. Bu sene anaokuluna başladığı için dili pek bir uzamıştı. Gün içinde sürekli okulundan, sınıf arkadaşlarından ve yaptıklarından bahseder olmuştu. Melek'e de anlatıyordu ama benim minik kuşum abisinin anlattıklarının yarısından çoğunu anlamıyordu.

Bir dakika!

Az önce minik kuşum mu dedim ben?

Yaşlandıkça anneme benziyordum...

"Hayır efendim!" Asaf'ın sesini duyduğumda yeniden onlara odaklandım. Konu ne ara benim endişemden Asır'ın ninja olmasına gelmişti anlamamıştım. Sadece olan biteni kızımla köşeden izliyorduk. Dışarıdan bakıldığında oldukça komik gözüküyor olmalıydık. Benim üstüm başım dağınık, ayaklarım çıplaktı. Araba evin girişinde yamuk park edilmiş, 3 kapısı açık şekilde duruyordu. Ben kızımın elinden tutmuş bekliyordum. Asaf oğlunu karşısına almış laf anlatmaya çalışıyordu. Bunun için en uygun ortam elbette (!) rüzgarlı bir günde bahçenin tam ortasıydı. "Ben baban olarak ninja olmana izin vermiyorum. Başka kahraman buluruz sana."

Dudaklarını büzen, sinirle küçük yüzünü çatan oğlumu gördüğümde hemen dahil oldum konuya. "Ben de annesi olarak izin veriyorum, oğlum istediği çizgi film karakteri olabilir. En azından babası gibi oyundaki kullanıcı adını ucan_ninja09 yapmıyor. Kendini bir takım oyuncusu gibi, bir lider gibi görüyor." Bu kez gülen bendim. Nispet yaparcasına omuz silktim ve elimi oğluma doğru uzattım. "Çak annecim."

Gülerek elime vurdu. "Harikasın anne! Zaten babam kahramanlardan hiç anlamıyor, sıkıcı kişileri biliyor hep. Telefonu da çok sıkıcıydı, hiç oyun yoktu. Senin telefonunla oynayabilir miyim anne?"

Hatırladığım detayla arkamı dönüp hala açık duran evin kapısının dibinde düşürmüş -daha doğrusu o telaşla fırlatmış- olduğum telefonuma baktım. "Hala çalışıyorsa neden olmasın..."

"Dur dur dur!" Asaf'ın sesiyle bu sefer ne olduğunu merak ederek yeniden ona döndüm. Asaf, Asır'ı kulağından tutmuştu, asılmadığını biliyordum zaten Asır da hiç canı yanıyormuş gibi durmuyordu. Sadece kızgın babayı oynamaya çalışan ama asla beceremeyen biriydi işte Ömercim Asaf. "Sen az önce ne dedin küçük sıpa? Telefonum sıkıcı öyle mi? Ne zaman telefonumu aldın da sıkıcı olduğuna karar verdin?"

Asır yakalanmış olmanın verdiği adrenalinle, "Hih," deyip alt dudağını ısırdı. Babasından kopardığı bakışları beni buldu anında. "Anne yardım et. Babam kulağımı ısıracak!"

He tabii geçmişte baban kemirgenler sülalesindendi çünkü çocuğum.

Allah'ım şükrün yanında sabrı da ver yarabbim!

"Asaf tamam bırak çocuğu belli ki sıkılmış yanınızda, oyun oynamak için almış telefonunu. Sen kızarsın diye de telefonun çaldığını söyleyememiş." Telefonun Asır'da olması gerisini anlamama olanak sağlamıştı. Çünkü ben de ne zaman telefonu oğluma verip geri alsam en az 2 arkadaşım telefonu yüzüne kapattığımı ya da cevap vermediğimi söylüyordu. Ah şu oğlumun oyun merakı... Dik dik ona baktım. "Bir daha yapmaz, değil mi annecim?"

"Yapmam." Hızlı hızlı başını salladı. "Söz babacım."

"Öhüm öhüm," dedim uyarırcasına. Mesajı anında alan oğlum cümlesini düzeltti hemen. "Söz babalık."

Ha ha ha!

Ona Asaf'ı sinirlendirmesi için bu kelimeyi ben öğretmiştim. Ben ve çocuklarım kocama karşı güzel bir dayanışma kurmuştuk. Her ne kadar küçük kızım arada bizi satsa da genel olarak ev hakimiyeti bendeydi. Kocamı ufak çaplı sinir krizlerine sokmak konusunda bir numaraydım.

Asaf daha fazla uzatmadan telefonunu alıp Asır'ı serbest bıraktı. Doğrulduğunda bana onaylamayan bakışlar atmıştı. "Ah Irmak ah! Hep senden öğreniyor bu çocuk bu lafları."

Rahatça omuz silktim. "Evet."

"Baba!" Aniden konuşmaya giren kızım elimi bırakıp babasına doğru birkaç adım attı. "Yoyuldum, eve giyelim." Kollarını yukarı kaldırdığında her zamanki gibi başarılı olmuş, babası tarafından tek seferde kucağa alınmıştı. "Girelim meleğim."

Melek Aslı 3 yaşındaydı. Elbette 'r' harfini düzgünce söyleyebiliyordu fakat onun asıl amacı babasına nazlanmak ve her istediğini yaptırabilmekti. Eh başarılı da oluyordu. Ne diyebilirim ki? İkinci çocuk biraz defolu çıkmıştı. Yani babacı. Dünyaya gözlerini erken açışına veriyordum bu tutumunu. Eminim üçüncü de yine pırıl pırıl bir #teamanne çocuğu doğuracaktım.

Asaf, kızımız kucağındayken arabanın kapılarını kapatıp kilitledi. Park etmemişti ama gerek de yoktu aslında. Sonuçta araba bizim bahçedeydi, herhangi bir köşesinde durabilirdi. İşini bitirip yanımıza vardı hemen. "Telefonu asıl açmayan kişinin oğlun olduğunu öğrendiğine göre eve girebilir miyiz artık?" diye sordu, hemen sonrasında bakışları ayaklarıma düştü. "Ayakların çıplak, üşümüşlerdir."

Söylediği şey üzerine bakışlarımı çıplak ayaklarıma çevirdim. Böylece çıktığımın farkında bile değildim ama şimdi durup düşününce sanırım haklıydı, biraz üşümüştüm. Bunu benden önce onun fark etmesi... Tamam kabul ediyorum, şanslıyım. Bundan yıllar önce bana verdiği sözü yerine getiren, gün geçtikçe beni daha güzel seven, çocuklarını ve ailesini her şeyin önünde tutan anlayışlı, merhametli, iyi kalpli bir adamla evliydim. Hayatım şu üç insandan ibaretti sanki. Tüm dünyayı etkisi altına alan bir hastalık oraya çıksa, insanlar görüşemese, konuşamasa, evlerinde kalmak zorunda olsa kabulümdü. Eşim ve çocuklarımla sonsuza kadar aynı evin içerisinde kalırdım. Kimseyi umursamaz, kimseyi düşünmezdim.

Tabii bir süre sonra üçünden birini -muhtemelen eşimi- boğazlama girişiminde bulunurdum ama öldürücü olmazdı.

Düşünceme gülerek başımı salladım. "Hadi evimize girelim."

Girdik. Kapıyı kapattık ve içeride dördümüz kaldık.

Yoksa... Beşimiz mi demeliyim?

Salona geçer geçmez Asaf lavabodan aldığı sağlık çantasıyla gelip ayaklarıma bakmıştı. Hissetmememe rağmen ayağıma batan ufak taşlar olduğunu iddia ederek krem sürmüştü. Israrla acımadığını dile getirmeme rağmen beni dinlememiş, yatıp dinlenmem gerektiğini söylemişti. Bir süre sonra onunla inatlaşmaktan vazgeçerek koltuğa boylu boyunca uzanmıştım. Asaf oturmadan ayakta bekliyordu, ona sorarcasına baktığımda açıkladı. "Marketten yiyecek bir şeyler almıştık, biz onları taşıyalım çocuklarla."

"Çocuklar ne anlar market poşeti taşımaktan?" diyerek doğrulmayı denedim. "Ben geleyim sana yardıma."

Omuzlarımı tutarak engel oldu. "Hayır." Çocuklara baş hareketinde bulundu ve üçü birden kapıya yürümeye başladılar. Onlar kapıdan çıktığında Asaf çevik bir hareketle bana döndü. "Sen yerinden kalkmıyorsun, ayağın iyileşene kadar yürümek yok."

"Bir şeyim yok benim, iyiyim."

Tekrarladı. "Yürümek yok, koca sözü dinle biraz."

"Tamam öyleyse şimdi sözünü dinleyip Haka dansı yapacağım."

(*Haka: Ayakları sertçe yere vurarak yapılan bir dans çeşidi. Yazarınızla bilgilendiğinize göre devam edebilrisinizhshshsh)

Asaf kapıdan çıkmadan önce söylediğim şeye gülerek öpücük attı bana. "Seviyorum seni."

Bende...

Söz konusu canım olduğunda domuz gibi inatçı olmasan daha çok seveceğim de neyse.

Onlar gelene kadar üstümdeki mutfak önlüğünü ve başımdaki bandanayı çıkarıp dağıldığına emin olduğum kaküllerimi düzelttim, saçımı yukarıdan at kuyruğu yaptım. Biraz da televizyona bakmıştım. Haber saati olduğu için pek bir şey yoktu. O yüzden sıkıntıyla yattığım yerden doğruldum. Bunlar kaç poşet taşıyacaktı yahu? Nerede kalmışlardı? Sorularımın cevabını almak üzere ayaklandığım sırada Asaf sanki ayağa kalktığımı hissetmiş gibi dış kapıyı açıverdi. İçeri girdiğinde iki yanındaki boşluğu fark ederek kaşlarımı çattım. "Çocuklar nerede?"

"Buradalar," dedi eli dış kapının, dış tarafını gösterirken. "Hadi gelin bakalım!"

Çok geçmeden çocukların hem sesi hem de görüntüsü gözlerimin önüne düştü. Önce kucağındaki büyük pastayla oğlum göründü, hemen arkasında tuttuğu paketi gizlemeye çalışan kızım vardı. Yüzlerindeki geniş gülümsemeyle o bilindik melodiyi söylemeye başladılar. "İyi ki doğdun anne! İyi ki doğdun anne! İyi ki doğdun, iyi ki doğdun, iyi ki varsın anne!"

Anneniz totonuzu yer sizin be!

Kabul, bu sefer doğum günü kutlamasına hazırlıksız yakalanmıştım. Her sene bana bir sürpriz hazırlama girişiminde bulunuyorlar ve ben bunu anlıyordum fakat bu sefer anlamamıştım. Böylesi daha güzel değil miydi zaten? Üçünün aynı anda ortadan kaybolma sebebi de belli olmuştu. O sebep benim doğum günümdü. Hazırlık yapmışlardı.

"Ay ağlatacak mısınız siz beni?" Ellerimle yüzümü yelleyip onlara doğru ilerledim. "Ne güzel çocuklar doğurmuşum yahu! Gelin bir daha öpeceğim sizi." Önce oğlumun sonra da kızımın alnına birer öpücük kondurdum hızlıca. "Teşekkür ederim canımın içleri."

"Hediyeni aldıktan sonra teşekkür etmeliydin anne."

Kızımın uyarısıyla gülerek dudaklarıma fermuar çektim. "Ah pardon! Öyleyse yeniden teşekkür etmek zorunda kalacağım, hediyem nerede peki?"

Kesinlikle kızımın ince vücudunun yanlarından taşan hediye paketini görmemiştim, kesinlikle.

Melek Aslı heyecanla arkasında sakladığı büyük ince dikdörtgen paketi bana uzattı. "Üçümüz senin için yaptık annecim."

"Hım bakalım bakalım," diyerek tuval olduğunu hissettiğim şeyin paketini yırttım. Karşıma çıkan tam da tahmin ettiğim gibi beyaz bir tuvaldi fakat üstündeki resim... Gözlerimi dolduracak kadar güzeldi. Geçen hafta ısrarları sonucu çektirdiğimiz aile fotoğrafını tuvale bastırmışlar, etrafını boyamışlardı. Sıradan bir boyama değildi bu. İrili ufaklı el izleri vardı resmin etrafında. Onların el izi... "Ama bu çok güzel!" diye cırladım adeta.

Sonrasında bakışlarım bizi birkaç adım uzaktan tebessüm ederek seyreden hayat eşime takıldı. Sadece onun anlayacağı şekilde dudaklarımı oynatarak bir cümle kurdum. Seviyorum seni.

Yüzündeki gülümseme büyüdü.

"Beğendin mi anne? En çok ben yaptım."

Eğilip bir kez daha tombul yanağını öptükten sonra, "Çok beğendim kızım," dedim ve geri çekildim. Yeniden baktım aşık olduğum tabloya. "Çok güzel yapmışsınız. Teşekkür ederim."

"Hediyeyi verdiğine göre sıra bende." Asır heyecanla ellerinin arasında tuttuğu mumları hala yanan pastayı yukarı kaldırdı. Oldukça büyük yuvarlak bir pastaydı. Pembe renkli kaplamasına bakılırsa çilekliydi, küçük kızımın sevdiğinden. Üstünde ise beyaz renkli büyükçe bir melek kanadı sembolü vardı. Pastanın neli olacağı kızımın fikriyse üstündeki kanat sembolü de kocamın ve oğlumun fikriydi besbelli. Kısaca yemeğe kıyamayacağım bir pasta daha... Asır sabırsızlıkla yerinde hareketlendi. "Hadi anne, mumlara üfle."

Melek Aslı kaşlarını çatarak yandan dürttü onu. "Önce dilek dilemeli, akıllım."

Bu fikir her zamanki gibi hoşuna gitmeyen Asır omuz silkti. Onun için en iyi gösteri pastanın üstündeki tüm mumları tek seferde üfleyebiliyor olduğumu izlemekti. Dilek kısmıyla ilgilenmiyordu... "Hayır önce mumları üfleyecek!"

"Dilek dileyecek!"

"Önce mumlar!"

"Önce dilek!"

Onlar böyle zıtlaşmaya başladığında pastanın patatese dönmemesi için ışık hızıyla aralarına girdim. "Çocuklar sakin olabilirsiniz çünkü ikinizin dediğini de aynı anda yerine getireceğim." Birbirlerine attıkları kızgın bakışlarını bana çevirdiler ilgiyle. "Nasıl?"

"Ufak bir yardımla," dedim gülerek ve elimi çocukların arkasından keyifle bizi seyreden kocama uzattım. "Çırak bir gelsene."

Bana uyarak, "Geldim usta," dedi. Bir an sonra gerçekten yanımdaydı, belimden beni sıkıca tutarak yamacına çekmişti. Benimle birlikte karşımızdaki çocuklarımıza baktı. "Ee n'apıyoruz şimdi?"

"Şimdi hep beraber üçten geri sayacağız. Geri sayım bittiğinde babanız mumlara üfleyecek, ben de dilek tutacağım."

Hepsi dediğimi onayladığında saymaya başladık. "3,2,1!"

Asaf mumları söndürürken ben gözlerimi yumup diledim her zamanki dileğimi. Ailemle uzun ve sağlıklı bir ömrüm olsun...

Her geçen yıl 'ailem' kelimesinin içindeki kişi sayısı çoğalıyordu.

Ve ben bu durumdan çok hoşnuttum.

Herkesin gönlü olmuştu. Pastayı salondaki orta sehpaya, elimdeki tabloyu ise sonradan odamıza asmak üzere koltuğun üzerine bıraktım. Çocuklar hemen pastanın etrafına toplanmıştı. Birazdan kesip servis edecektim ama ondan önce yapamam gereken bir şey vardı. Tekrardan salonun girişinde duran Asaf'ın karşısına geçtim. "Çocukların hevesini kırmamak için bir şey demedim ama bugünün doğum günüm olmadığını biliyorsun değil mi kocacım?"

Oradaki 'kocacım' kelimesinin altında yatan anlam: eğer doğum günümü unuttuysan sana ömrümün sonuna kadar bu konu için trip atacağım demekti ve o bu anlamın gayet tabii bilincindeydi.

Tebessüm ederek başını salladı. "Asıl doğum gününün yarın olduğunu biliyoruz karıcım. Hazırlığımız zaten yarın içindi ama bugün seni istemeden de olsa üzdüğümüzü görünce şimdiden kutlamak istedik." Başıyla çocukları gösterdi. "Onların fikriydi."

Ve ben biliyordum ki bu fikir kesinlikle sevdiğim adamdan çıkmıştı.

"Tamam o zaman," diyerek atarımı geri çektim. "Fikri de fikri bulanı da sevdim ben."

Uzun uzun bana baktı. Bakarken aklından geçenleri tahmin edemesem bile, gözlerine yerleşen hüznü görmüştüm. Sebebini sormama kalmadan elini yüzüme doğru kaldırdı, "Irmak'ım..." dedi, adım en çok onun ağzına yakıştı o an. Baş parmağıyla gözümün altını okşadığında anlamıştım hüznünün sebebini. Aklı az önceki ağlamamda kalmıştı. "Güzel karım..." İç çekerek alnıma ufak bir buse kondurdu, sessizce orada bekledi bir süre. Sonrasında sarf ettiği sözler içimi sıcacık edecek türdendi. "Bugün akıttığın gözyaşların için özür dilerim senden. İstemeden de olsa üzülmene ben sebep oldum ama merak etme telafi edeceğim. Islanan her kirpik ucun için bir kibrit yakacağım. Ateşi içini ısıtsın, yaşını kurutsun diye... Söz, sana en alasından Kimliksiz sözü."

Yüzümdeki koca tebessümle gözlerimi yumarak alnımı, çenesine yasladım. "Bunlar büyük sözler Asaf Bey, yerine getirebileceğinizden emin misiniz?"

Geri çekildi, aynı hareketi tekrarlayıp gözümü açtığımda anında karşıladı beni. "Senin için yapamayacağım şey yok, biliyorsun."

"Biliyorum... Kendini suçlamana gerek olmadığını bildiğim gibi. Benim için artık önemi yok. Hem bak geçti, gitti. Yanımdasınız ya mutluyum ben."

Güldüm. Güldü. Öylece birbirimize baktık bir süre.

Ve uzun zamandır olduğu gibi bu sefer de bakışmamızı bölen çocuklardan biri oldu. "Annecim," diye seslendi bana biricik oğluşum. "Pastayı yiyebilir miyiz? Aslı çok acıkmış da."

"Hayır!" diyerek itiraz eden kardeşiydi. Hemen sonrasında büzdüğü dudaklarıyla babasına döndü. Tabii annesi kim ki zaten. "Yalan söylüyor babajım, ben acıkmadım. Pastayı size atacaktım ben, yemeyecektim ki. Asır izin vermedi atmama, o pastayı yiyecekmiş!" Son cümlesini öyle bir kurmuştu ki sanki pasta yemek dünyanın en hayret uyandıran olayıydı. Pasta sadece etrafa atılmak için vardı onun gözünde.

Aslı'nın konuşması üçümüzde de bir şeylere itiraz etme nedeni olmuştu.

"Asır değil abi diyeceksin, ben senden çok büyüğüm!" diyen oğlumdu. Aradaki 3 yaşlık fark önemliydi onun için.

"Pasta atılmaz, yenir babacım," diyen zeki kocamdı. Her ne kadar zamanında saç malanmaz, taranır diye diretirken mantıksız olsa da şu an gayet mantıklıydı söylediği.

"Neden acıkmıyorsun kızım sen?" diyense bendim. En haklı isyan benimkiydi çünkü Melek Aslı yemek konusunda bana çok zorluk çıkartıyordu. Ona bir kase çorbayı içirene kadar anam ağlıyordu. Şu an yaşıtlarına oranla normal kilodaydı çünkü çeşitli vitaminleri ona ilgi çekici şekilde sunup yediriyordum. Ancak asıl besinleri yemek yiyerek almalıydı. Bu konuda sıkıntımız büyüktü. Asaf sağ olsun bu konuda bana hiç yardımcı olamıyordu çünkü küçük çimicime babası tam ona yemek yedirecekken dikkatini başka bir yere çekiyor yemeği unutturuyordu. Kızım babacı olabilirdi ama zekasını kesinlikle annesinden almıştı.

Melek tek tek hepimize baktı, hangimize cevap vereceğini düşünüyordu illaki. Sonunda başı babasından yana durduğunda nedense hiç şaşırmamıştım. Sadece onun sorusunu yanıtladı omuz silkerek. "Ama annem yemekleri hep atıyor babacım."

Ben yemekleri yaktığım için atıyordum, keyfimden değil... Bir dakika! Yemek? Atmak?

"Kahretsin yemeği unuttum!"

Koşarak mutfağa girdim ve vakit kaybetmeden fırının fişini çektim. Kapağını açtığımda alışık olduğum o acı dolu manzarayla karşılaşmıştım. Kebaplar küle dönmüştü...

Benim peşimden hızla mutfağa giren Asaf'tı. "Irmak koşma! Ayağın..." diyecek oldu ki bağırarak sözünü böldüm. "Ben iyiyim! Ama yemek için aynı şeyi söyleyemeyeceğim." Fırının önünden çekilip manzarayı ona da gösterdim. Dudaklarını birbirine bastırarak yorumsuz kaldı. Biliyordu ne derse desin üste çıkacak bir şey bulacaktım. Hiç o topa girmek istememişti belli ki.

Mutfağı saran yanık kokusunu gidermesi için aspiratörü açtım hüzünle. Baya heveslenerek yapmıştım yemeği, yanmasaydı iyiydi. Yanmasaydı şayet tadının mükemmel olduğuna emindim. Hep hanemde yaşayan canavarlar yüzünden tadamamıştık. Tümüyle simsiyah olan yemeği fırından çıkarıp tezgahın üstüne bıraktım. Bu sırada Asaf ardımdan dolanmış, mutfağın camını açmıştı. Böylece duman dışarı çıkacaktı. Yine hüsranla sonuçlanan bir yemeğe daha bakarken modum düştü. "Of ya o kadar emek vermiştim, bu sefer gerçekten güzel olacaktı." Başımı arkamdaki ona çevirdim. "Yemeğim senin yüzünden yandı, biliyorsun değil mi?"

Yorumsuz kalması tüm suçu ona atmama engel değildi sonuçta.

Asaf sorduğum soru üzerine büyük bir kahkaha patlattı. N'apsın o da alıştı karısının deli hallerine. Yanıma geldi ve tezgaha yasladığım ellerimin yanına ellerini koyarak bana doğru eğildi. "Tabii ki biliyorum. Başına gelen her iyi ve kötü şeyin sebebi benim öyle değil mi sevgilim?"

Başımı küskünce çevirip tezgaha bıraktığım yemeğe baktım. "Evet öyle!"

Bana aldırmayıp yüzünü enseme doğru yaklaştırdı. Bir an sonraysa derin bir nefes çekti içine, saçımı kokladı. "Ah şu kokun..." Ellerini tezgahtan ayırıp karnıma doladı ve bedenimi, bedenine yasladı. Hareketiyle kasıldım. Bu her zamanki gibi arzulu bir kasılma değildi. Bu kez karnıma doladığı elleri vücuduma tatlı bir heyecanın yayılmasına sebep olmuştu. Farkında değildi ama şu an bebeğimizle ilk temasını gerçekleştiriyordu. "Ah şu tanımlayamadığım eşsiz kokun..."

Yutkunup kısık sesle sordum. "Ne varmış ki kokumda?"

"Ne yok ki?" Yeniden nefes aldı. Öyle derin nefes aldı ki, soluğu ciğerlerime işledi sanki. "Kokunu şöyle bir çekiyorum içime. Tüm dünyam ciğerlerime doluşuyor o an. Kokundan sonra başka hiçbir kokuyu almasın istiyorum burnum. Senin, içinde melekleri barındıran kokunu aldıktan sonra tüm kokular bana haram gibi geliyor, sevgilim. Ah senin şu eşsiz lavanta kokun olmasa..." Tam mest olmuş şekilde övgülerin devamını bekliyordum ki o, beni yanıltarak farklı bir cümle kurdu. "Şu kokun olmasa triplerin çekilmezmiş hatun."

Kısılan gözlerimi açtım hiddetle. Kaşlarımı çatarak bedenime doladığı kollarına vurdum. "Bırak ya bırak! Ben burada duygusal duygusal takılayım, bebeğimizle ilk teması diyeyim, heyecanlanayım, beyefendinin söylediğine bak! Kokum olmasaymış tribim çekilmezmiş! Sana 1 ay trip atayım, yanıma yaklaştırmayayım da gör sen gününü! Mumla ararsın kokumu, mumla!"

"Irmak?"

"Irmak deme bana!"

"Mika?"

"Onu da deme!"

"Karıcım?"

Susmayacağını bildiğimden hırsla ona döndüm. "Ne var?"

Beni her zamanki gibi kızdıracak bir şey bulduğu için bu halimle dalga geçeceğini, güleceğini düşünüyordum. Sinirli halim onu hep güldürürdü fakat şu an öyle değildi. Şu an yüzünde daha farklı bir ifade vardı. Yine mutluydu ama... Farklıydı işte. Dudakları yanaklarına doğru kıvrılıp duruyordu. Kıvrıldı, durdu. Kıvrıldı, durdu. Ne konuşabiliyor ne tam anlamıyla gülebiliyordu. En sonunda sesindeki bariz sevinçle, "Sen az önce bebeğimiz mi dedin?" diye sordu. "Bebeğimizle ilk teması dedin..." Bakışları şaşkınlıkla karnıma indir, ardından tekrardan gözlerime tırmandı. "Bu ne demek oluyor? Yani sen... Sen şimdi hamile misin?"

Sorduğu şey üzerine sinirim toz bulutu misali dağıldı. Kalçamı tezgaha yaslayıp omuzlarımı düşürdüm üzüntüyle. Böyle öğrenmesini istemiyordum ki... "Yaa ağzımdan kaçırdım. Yarın doğum günümde söyleyecektim ben sana bunu. Hatta kendi doğum günümde hediyenin en büyüğünü veren kişi benim diye havamı atacaktım."

"Güzelim," dedi, derken yüzümü avuçlarının içine aldı. Eğdiğim başımı hafif bir açıyla kaldırarak gözlerimin, gözleriyle buluşmasını sağladı. Kahverengilerimin gördüğü en güzel gözler şüphesiz ona aitti. Maviyle yeşil arasında gidip gelen bir göz rengi vardı. Ve ben onun gözlerini her haliyle çok seviyordum. Özellikle de şu anki gibi mutlulukla parladığında... "Sen gerçekten hamilesin değil mi? Yanlış anlamadım ben, biz üçüncü kez anne baba olacağız."

"Gerçekten hamileyim." Göz devirdim gülerek. "Üçüncü kez."

"Kaldı 8 be!"

Bir anda yumruğunu havaya sallayıp bağırmasıyla olduğum yerde sıçradım. "Ne 8'i be?"

Gülerek ellerini yeniden yanaklarıma yasladı ve bu kez dudakları alnıma temas etti. Derin bir öpücük kondurup geri çekildi. "Futbol takımını kurmamıza 8 kaldı Irmak, 8!" dedi sevinçle. Hamileyim diyorum, adamın düşündüğü şeye bak. Ellerimle karnından itip ayırdım onu kendimden. Bir süre birbirimizden uzak kalsak iyi olacaktı. "Nah 8 kaldı! Bu son oğlum, ne futbol takımı?"

"Irmak'ım düşünsene evin içinde bizden 11 tane daha dolandığını, çok güzel olmaz mı?"

"Saçmalama Asaf tabii ki olmaz! Ben ikisine zor yetişiyorum 11 ne ya? Bak bu içimdeki son çocuk, ona göre."

Aniden ellerini belimin iki yanına koyup beni kaldırdı, kalçam tezgahın üstüne oturdu cuk diye. Ben bu ani hareketi karşısında şaşkınlıkla ağzımı açarken Asaf durmayıp ellerini iki yanımdan uzatarak beni kıskacı altına aldı ve baştan çıkarıcı ses tonuyla, "Emin misin karıcığım?" diye sordu. Şu an elbette emin değildim! Yaklaşıp çeneme yavaşça öpücük kondurdu. Ses tonunun yanında öpücüğü oldukça masum kalmıştı. Ancak biraz daha devam ederse masum kelimesinin m'si bile kalmayacaktı aramızda. "Bence ikimiz de bunun son olmasını istemeyiz."

Neyin?

Şey, kaçırdım da ben.

"Harbi harbi çalışmalara devam etmek isteriz yani..." Dudakları yukarıya doğru yol aldığında bu kez varacakları noktayı biliyordum. Bu bilinmişlik hissi beni onu yakınlaştırdığında beklenen olay gerçekleşecekti ki duyduğumuz bağırış sesleri buna engel oldu. Ben kızımın bağırışını duyar duymaz geri çekilmiştim, Asaf ise ağzının içine doğru homurdanmıştı. "Hay ben böyle işin..."

Tezgahtan inip nefes nefese, "Çocuklar," dediğimde o bıkkınlıkla başını salladı. "Evet, çocuklar." Sonra durup çok önemli bir şey diyecekmiş gibi bana baktı. "Düşündüm de şu futbol takımı işini sonraya erteleyebiliriz, baya sonraya hatta."

Yanından geçerken karnına doğru vurdum. "Sen onu direkt iptal olmuş say."

Önde ben arkamda Asaf birlikte mutfaktan çıkıp salona geçtik. Bağırış seslerinin kaynağına çok sürmeden ulaşmıştık, yani çocukların yanına... Onların halini gördüğümde duyduğumuzdan daha büyük bir bağırtı koparan bendim. "Bu salonun hali ne?!"

Salonun her yeri, çocukların üstünde olduğu gibi çilekli pastaya bulanmıştı. Bizim gitmemizi fırsat bilen Melek istediğini gerçekleştirmişti anlaşılan. Asır da sağ olsun ona uymuştu. Sonuç; sabahtan beri temizlik yaptığım salonun hali şu an içler acısıydı. Sesimin yüksekliğinden korkan çocuklar birbiriyle didişmeyi keserek bizden tarafa döndüler. Döner dönmez yüzleri bir ton açılmıştı korkudan. Onlara kızgın baktığımın farkındaydım çünkü gerçekten kızmıştım. Bunu yapmamaları konusunda onları defalarca kez uyarmıştım, anlaşılan o ki sözüm dinlenmiyordu.

Asır bir adım öne çıkıp Aslı'yı arkasına aldı. "Anne... Ben pastayı yemek isterken yanlışlıkla düşürdüm, özür dilerim."

Aslı, kafasını yandan uzatıp başını salladı. "Her şeyi abim yaptı anne."

"Sussana kızım sen, zaten seni koruyorum burada!" Kısık sesle kardeşini azarladığını sanan Asır'ı hepimiz duymuştuk.

"Koruyamıyorsun ama abicik! Annem korkunçlu bakıyor bana."

Asır elini göğsü boyunca kaydırıp, "Oh oldu sana," dediğinde Aslı ona dil çıkarıp aklınca taklidini yapmıştı. "Bübübü!"

"Yeter!" Bir de yalancılık ve adam satışı vardı işin içinde. Aman ne güzel! Ortama bakan biri bu savaşı ilk olarak Melek Aslı'nın çıkardığını şak diye anlayabilirdi. Birbirlerine laf dalaşında bulunmalarını es geçerek merdivendeki güvenlik kilidini açtım ve işaret parmağımla yukarıyı gösterdim. "Derhal odalarınıza! Üstünüzü değiştirip doğruca yatağınıza giriyorsunuz. Uyuma saatiniz gelmiş sizin belli!"

Hiçbir şey söyleyemeden eğdikleri başlarıyla sessizce önümden geçip merdivenlere doğru ilerlediler. Asaf'a baktığımda ne demek istediğimi anlayıp başıyla onayladı beni. Hemen sonrasında merdiven başında uslu uslu bekleyen Melek'i kucağına aldı, Asır'ın elinden tuttu. "Yedik anneden paparayı, marş marş odalara."

Üçü beraber yukarı çıkarken ben de sıkıntılı bir soluk verip mutfağa yöneldim. Onları azarlamaktan elbette hoşnut değildim ama bazen gerekliydi bu. Çocuklara nadir kızardık, bunu da dengelerdik. Asaf kızdığında ben yanlarında olurdum, ben kızdığımda Asaf... Hiç beraber kızdığımız olmamıştı çünkü ikimiz birden onlara kızar, sırt çevirirsek kendilerini bizden uzak, sevgisiz ve yalnız hissederlerdi. Bunu istemiyorduk. Mutfaktan aldığım sarı bezle salona döndüm tekrar. Koltuğa sıçrayan pasta lekelerini sildim, sehpayı kenara çekerek yerdeki halıyı yuvarlayıp kapının dibine kaldırdım. Halı yıkamacıya gitmesi gerekecekti çünkü şu an halı çitileyemeyecek kadar üşengeç ve hamileydim. Birkaç bez daha alıp salonun çeşitli yerlerine sıçrayan pasta parçalarını sildim yavaşça.

Sonunda işim bitip yorgunlukla kendimi koltuğa attığımda Asaf merdivenlerin başında göründü. Sakin adımlarla gelip kendini yanımdaki boşluğa attı. Önümde ekranı açık olan televizyona bakıyordum ne izlediğimden bir haber... Aklım çocuklarımdaydı. Yatmadan önce onları kontrol edeceğim biliyordum fakat... Yine de huzursuzdum işte. "Uyudular mı?"

"Uyudular," dedi, bakışlarının üzerimdeki yoğunluğunu hissederken.

"Asır'ın battaniyesini yastığının altına sıkıştırsaydın, gece üstünü açıyor."

Hafifçe güldü, nefesi sol kulağıma çarptı. "Sıkıştırdım."

"Melek'in gece lambasını açsaydın, gece uyanırsa karanlıkta korkar."

"Açtım, merak etme."

"Odalarının..." diyecek olduğumda, "Irmak," diyerek böldü sözümü. "Neden odalarının kapılarını açıp bırakıp bırakmadığımı görmek için yanlarına gitmiyorsun?"

Omuz silktim. "Gidersem uyanırlar, beni gördüklerinde gerçekten kızmadığımı anlayıp aynı şeyi tekrarlayabileceklerini düşünsünler istemiyorum." Bakışlarımı henüz 1 aylık olduğu için varlığını belli etmeyen bebeğime düşürdüm. Ellerimle karnımı okşarken, "Umarım sen uslu bir çocuk olursun," diye mırıldandım. "Ve umarım doğana kadar anneni çok duygusal biri yapmazsın." Şimdiden yaptın bile.

Elimin üstüne konan elini gördüm Asaf'ın. Hemen sonrasında içimi gıdıklayan sesiyle konuşmaya başladı. "Bebeğimiz söylediklerini yapar mı bilmiyorum ama şu an çok iyi yaptığından emin olduğum bir şey var." Başımı ona çevirip, "Ney?" diye sordum. Sır verecekmişçesine kulağıma eğildi ve, "Annesini daha da güzelleştirmiş..." diye fısıldadı. Gülerek omzuna vurdum. "Salak."

Yanağıma bir öpücük kondurup geri çekildi ve televizyonun kumandasını eline aldı. "Üç numarayla ilk filmimizi izlemeye ne dersin güzelim?"

Kafa dağıtmak için güzel bir yöntemdi. "Olur, izleyelim."

O andan sonra Asaf, televizyondan Netflix'e girerek yeni filmlerden birini açmış, filmi izlediğimiz süre boyunca ise elini karnımdan çekmemişti. Yeni bebeğimizin onu ne kadar mutlu ettiğini gözlerinden okuyabiliyordum. Yarın doktora gitmek istediğini de söylemişti. Bebeğimizle ilk karşılaşmasını yapmak, onu ultrasondan görmek istiyordu. Belki kalp atışlarını da duyardık... Bunun keyfiyle filme dönmüştü. Bense sırtımı ona yaslamış, ilgimi çeken filmi izlemiştim. Film bittikten sonra üzerinde biraz konuşmuş, bazı sahnelerini tartışmıştık. Tartışmalarımız adeta bir sanatçı gözüyle yapılmıştı. En son başrol kızın, başrol çocuğa doğrudan 'seni seviyorum' dememesini tartışıyorduk. Ne gereği vardı yani 'hayatıma girdiğinden beri tüm güzellikler beni buluyor' demenin? Ondan önce çöplükte mi yaşıyordun yani?

Romantikliğe bakış açım yıllardır olduğu gibi bugün de öküzlük seviyesindeydi.

"Hayatıma girdiğinden beri tüm güzellikler beni buluyor," diye espriyle karışık söylenen Asaf'a doğru saçımı savurup gülümsedim kendimden emin şekilde. "Güzelliğin en büyüğünü bulmuşsun daha ne istiyorsun?"

Bulduğu büyük güzellik elbette bendim!

"Haklısın gülüw." Her zaman. "Her zamanki gibi."

İçimden geçirdiğim şeyi onun söylemesine gülerken ben, o da gülüşüme ortak oldu. Sonrasında derin bir nefes aldı. "Biliyor musun şu an ne düşünüyorum?"

Ben onun kadar aklından geçenleri tahmin edebilen biri olmadığım için ilgiyle ona bakıp, "Ne?" diye sordum. "Kızımızın doğumuna gittiğimiz günü."

"Niye ki?"

"Meleğimin doğumuna giderken bana söylediğin şeyi hatırlıyor musun? Bir daha nah çocuk doğurmak demiştin ve bende sana en son bunu dediğinde bir kızımızın olduğundan bahsetmiştim. Tarih tekerrür ediyor ha?" Saçımı kulağımın arkasına yerleştirdi tebessümle. "Şimdi üçüncü çocuğumuz yolda." Ne ara eline aldığını bilmediğim telefonunda bir şeyler yaptıktan sonra bırakıp bana döndü. "Lütfen üçüncü kez doğuma gittiğimizde de aynı cümleyi kur, karıcığım."

Kaşlarımı çattım. "Nah!"

Gülerek göz kırptı. "Nah deme lazım olur."

Ona hala kaşlarım çatık şekilde bakarken telefonumun bildirim sesi yankılandı salonda. Ha bu arada kendisi kapının önünde vefat etmemiş, ev girerken almıştım da çalışıyordu hala. Yattığım konforlu yerden -Asaf'ın göğsünden- ayrılıp koltuğun başında duran telefonuma uzandım ve elime alır almaz ekranını açtım. İlk olarak sağ üstteki 00.00 yazısı çarpmıştı gözüme. Gece yarısı olmuştu, yani gerçek doğum günüme şimdi geçmiştik... Yüzüme genişçe bir tebessüm yayılırken telefonuma gelen, ezbere bildiğim o mesajı açtım.

Ömercim Asaf: İyi ki doğdun, Mika.

💬

SON.

Tam bir kaosçu aile yahshshshsh. Ben yazarken aşırı keyif aldım, biraz da hüzünlendim. Özlemişim bebek çiftimi... Ve onların bu kadar büyümüş olması... Ah duygusal bir topum şu an!😭

Umarım bölümü beğenmişsinizdir. Ve yeni bebiş için tahminleri alayım? Sizce kız mı erkek mi? İsmini ne koymuşlardır? Büyük ihtimalle instagramdan paylaşırım bu bilgileri çünkü benim uzun süredir aklımdaydı ehehhehe

Bu, burası için son özel bölümdü. Yeni maceralarda görüşmek üzere.🎈

Kendinize cici bakın,
Seviliyorsunuz.

Instagram: bbhikayeleri

Continue Reading

You'll Also Like

2.5K 544 36
Babasının katı kurallarıyla büyümüş fakat buna rağmen savaşçı bir ruha sahip olan Derin Atacan arkadaşlarını ziyaret etmek için karakola gider ve ora...
288K 15.6K 34
Gençlerin kendini denediği, ünlendiği ya da dibe gömüldüğü yerdi Karaduman Çeteleri... Herkesin hayali ise ya Yıldırım Çetesi'nde ya da Kara Çete'de...
856 98 14
bir kız 19 yaşına kadar ailesinden ve çevresinden gördüğü zorbalığı atlatamaması ve yaşadıklarının intikamını alması
652K 50.1K 48
Sonunun uçurum olduğunu bildiğim bir sokak vardı ve benim tek hayalim o uçuruma kavuşmaktı. genelkurgu#2 (23.07.2020) gençkurgu#2 (20.09.2020) Başlam...