Sıfır Kilometre

By beyzaalkoc

7.4M 333K 498K

"Işıklar sana evinin yolunu gösterecek..." 3391 Kilometre ile başlayan seri Sıfır Kilometre ile devam ediyor... More

Tanıtım
1.Bölüm : Yarından Sonra
2.Bölüm : Sen Benim Şansımsın.
3.Bölüm : Yol Haritam.
4.Bölüm : Artık Uyu.
5.Bölüm + 6.Bölüm
7.Bölüm + 8.Bölüm
9.Bölüm : Sessizlik Oyunu
10.Bölüm : İyi Geceler Gelmemeye Giden Adam...
11.Bölüm : Bizim Şehrimiz
12.Bölüm : İki Küçük Kedi.
13.Bölüm ve 14.Bölüm!
15.Bölüm ve 16.Bölüm!
17.Bölüm : Aptal Ege ve Aptal İzmir.
18.Bölüm ve 19.Bölüm!
Yılbaşı Özel Bölümü!

FİNAL - 20.Bölüm : Göğe Bak İzmir!

462K 20.6K 56K
By beyzaalkoc


Selam^^

Çok duygusal bir selam bu... Çünkü son satırlarını okuyacağız Sıfır Kilometre'nin. Size upuzun bir bölümle veda ediyoruz. Şimdi son kez söylüyorum aynı şeyleri,

Karanlık bir odaya geçelim :')

Yukarıdaki müziği açalım, ve bu sefer gerçekten de her şeyden soyutlayarak okuyalım onları... Ben de sizinle okuyacağım. Doya doya okuyalım her satırı. 

Ve yine son kez, İYİ OKUMALAR CANIMIN İÇLERİ. 



Şövalye ve küçük kız, karları erimiş dağlar boyunca şövalye'nin evine giden yolları bir bir geçtiler. Eve vardıklarında küçük kız hastalığını yeni atlatmış olmanın verdiği yorgunlukla günlerce uyudu. Şövalye ise küçük kızın babası ve annesinin ne halde olabileceklerini düşünüp duruyordu. Bir gece küçük kız uyuduktan sonra evinin bahçesine çıktı Şövalye. Başını gökyüzüne çevirdi, gökyüzünde belirgin tek bir yıldız vardı. ''Merhaba, eski dostum...'' diye mırıldandı Şövalye. Tepesinde parlayan yıldız, onun aylarca peşinden koştuğu, dağlarca uğruna yol gittiği, yine de ulaşamadığı yıldızıydı. Gözlerini dakikalarca yıldızından ayıramadı, ve sonra çok mucizevi bir şey oldu. Yıldızı gözlerinin önünde kayıp giderken sanki Şövalyeye bir dilek hakkı vermişti, Şövalye dolmuş gözleriyle kayan yıldızını izledi ve bu dilek hakkını küçük kızın anne ve babasına kavuşması için kullandı. ''Hoşça kal benim güzel yıldızım...'' diye fısıldadı gökyüzüne doğru. Eve döndü, küçük kızın üzerini örttü ve yatağına yatıp uyudu. Günler sonra başka bir sabah, kapı sesiyle uyandığında karşısında küçük kızın anne ve babasını gördü. Her şey bir yıldız ve Şövalye arasında başlamıştı aslında, ve yine her şey bir yıldız ve Şövalye arasında sona ermişti. Tüm hikaye o yıldız gökyüzünde parladığında başlamış, söndüğünde bitmişti. Küçük kız annesi ve babasıyla sonsuza kadar mutlu yaşacaktı. Şövalye ise hayatının en büyük mutluluğunu yıllarca aşık olduğu yıldızının da ona karşı boş olmadığını, onun için kayıp ona bir dilek hakkı verdiğinde yaşamıştı.

20.Bölüm : Göğe Bak İzmir!
*
Ege seni özledi...*

(FİNAL)

Sabah gözlerimi bir kez daha yağmurlu bir sabaha açtığımda saatin 09.36 olduğunu gördüm. Bugün normal insanlara göre yine geç kalkmış olmama rağmen kendi biyolojik saatime göre fazlasıyla erken kalkmıştım. Ege'nin yokluğunun beni soktuğu bunalım beni tam bir uyku manyağına dönüştürmüştü aslında. Şimdi Ege'nin geri dönüşüyle yavaş yavaş uyku ihtiyacımın da azaldığını, uyanık kalma ihtiyacımın arttığını hissediyordum. Onun uyanık olduğu saatlerde uyumak beni üzüyordu. Uyanır uyanmaz telefonumu elime aldım ve Ege'yle mesajlaşmamıza girdim.

"Günaydın güzelim." diye yazmıştı tam bir saat önce. Annem ve babamla dernekte olmalıydı. Hemen bir cevap yazmaya başladım.

"Günaydın, acaba bir gün senden erken uyandığım olacak mı çok merak ediyorum..."

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Umarım olur. Çünkü sensiz bir saat bile uyanık olmak çok zor, dünya katlanılır değil." Gülerek ekrana baktım ve hemen yazmaya başladım.

"Annem ve babam seni çok yoruyor olmalı..."

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Senin yokluğun beni çok yoruyor."

"Sanırım bugün romantik günündesin. O zaman seni akşam sahile davet edebilir miyim? Senin için kurabiye ve poğaça yapacağım. Bir de patates salatası. Olur mu?"

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Hayatımda aldığım en iyi teklif. Sence benim buna hayır deme gibi bir lüksüm var mı?" Mesajlaşırken bile ağzımı kulaklarıma götürebiliyor olması çok mucizevi bir etki değil miydi sizce de?

"O zaman anlaştık. Akşam tam 19.30'da sahilde buluşalım. Gün batımını kaçırmayalım..."

"Tamam, görüşmek üzere!"

Mesaj sayfasından çıktıktan sonra hızlıca odamı toparladım. Sonra yine hızlı bir duş alıp kendime kahvaltı hazırlamaya başladım. Üzerimdeki endişeyle karışık güzel de bir heyecan vardı. Belki bugün Ege'yle ilgili tüm gerçekleri öğrenip onların hiç de korktuğum gibi olmadıklarını görüp rahatlarım diye umuyordum. Rahatlar ve Ege'yle olan anlarımıza huzurlu bir şekilde devam edebilirdim. Bu suyun artık bulanık olmasını istemiyordum, umarım anlamışsınızdır... Ben kahvaltımı hazırlarken telefonum çalmaya başladı. Yarısını kestiğim domatesi kesme tahtasında bırakıp odama koştum. Arayan annemdi.

"Alo, anne?"

"Heh, uyandın mı annem?"

"Sence uyanmış mıyım anne?" dedim gülerek.

"Valla bilemeyeceğim, seni pek uyanık görmüyoruz bu saatlerde genelde..."

"O zaman görmeye alışsanız iyi olur anne, artık hayatıma çeki düzen veriyorum. Sen ne için aramıştın ki?" diye sordum merakla.

"Sana şeyi haber verecektim, akşam babanla eve geç geleceğiz. Hep sen mi dışarı çıkacaksın, bu sefer de biz bir yere misafirliğe gideceğiz. Haberin olsun yavrum. Tamam mı?" Şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Annem ve babamın misafirliğe gitmesi son iki yıldır gördüğüm bir şey değildi. Sanırım her şey normale gerçekten de dönüyordu.

"Tamam..." dedim gülerek, "İyi eğlenceler anne. Ben başımın çaresine bakarım, merak etmeyin."

"Tamam yavrum, dolapta dünden yemekler de var zaten... Halledersin sen. Haberleşiriz yine. Hadi görüşürüz."

"Görüşürüz anne!"

Telefonu kapattıktan sonra yarım bıraktığım kahvaltı hazırlama işlemime geri döndüm. Kahvaltımı yedikten sonra uzun uzun duş aldım sanki bugün bizim Ege'yle miladımız olacak günmüş ve o günü tertemiz geçirmem gerekiyormuş gibi. Bugün aklımdaki tüm soru işaretlerinden kurtulacaktım. Bütün günü müzikler dinleyerek ve kendime bir bakım günü ilan ederek geçirdim. Yüz maskeleri, tırnak bakımları, peelingler, her şeyi yaptım... Bugün benim arınma günümdü. Kafamdaki ve çevremdeki tüm soru işaretlerinden arınacağım gündü bugün... Bakım saatlerim sona erdiğinde ise manikürlü ellerimle Ege için dereotlu poğaça ve çikolatalı kurabiyeler yaptım. Saat 19.00'a ulaştığında ise kulaklıklarımı takarak, poğaçalarımı, kurabiyelerimi ve bir termos çayımı alarak evden çıktım. Dışarıda güzel bir bahar kokusu vardı. Sokakları bir bir sanki her zaman gördüğümden çok daha güzellermiş gibi gülerek geçtim. En sonunda sahile ulaştığımda telefonumu elime aldım ve Ege'ye mesaj yazmaya başladım.

"Ben geldim... Sen neredesin?"

Çevrimiçi... Yazıyor...

"Seni gördüm. Tam karşı yoldan sana doğru yürüyorum şu an."

Gülerek başımı kaldırdığımda iki yüz metre önümdeki Ege'yi gördüm. Bana doğru yürüyor ve gülüyordu. Aramızda bu kadar yol olmasına rağmen birbirimize bakıp hiçbir şey söylemeden kıkırdamaya başlamıştık.

"Selam..." diye mırıldandım yanıma yaklaştığı an.

"Selam... Keşke yanına gelirken güneş gözlüğümü taksaydım... parlıyorsun." Utanarak güldüğümde birlikte çimlere doğru yürümeye başlamıştık.

"Yani çok güzelsin demek istedim..." diyerek iltifatını açıkladı ve ekledi,

"Yani baya güzelsin..."

"Tamam Ege!" dedim gülerek, "Yüzümün kıpkırmızı olduğunu görmüyor musun!"

"Görüyorum, o yüzden söylüyorum... Çok güzelsin..." Utancımdan ölmek üzereydim, o ise bunu bildiği için gözlerini yüzümden ayırmadan bana iltifat etmeye devam ediyordu. En sonunda çareyi çimlere oturup yüzümü ellerimle kapatmakta buldum.

"Sana bakmayacağım!" dedim gülerek.

"Bu şekilde de çok güzelsin... Ellerin çok güzel..." Gülmekten ölecekti. Resmen benimle eğleniyordu.

"Lütfen yapma, hayır!"

"Ses tonun da çok güzel..."

"Ya hayır!"

"Yemin ederim dünyanın en güzel şeyi seni utandırmak!" dedi kahkahalarının arasından, "Tamam ama, hadi aç yüzünü. Bitiriyorum şakamı. Hadi..." Tereddütle yüzümü açtım ve ona baktım.

"Çok güzelsin..." diye mırıldandı bir kez daha.

"Hayır ya, lütfen!" Ellerimle tekrar yüzümü kapattığımda bu sefer çok daha sesli gülmeye başladı. Ellerimi tutup yüzümden çekmeye çalışıyordu ve o an resmen savaş veriyorduk!

"Tamam, söz veriyorum yapmayacağım. Ege sözü!"

"Bak Ege sözü dedin, eğer bana yalan söylüyorsan ödeşiriz!"

"Tamam güzelim, söz veriyorum!" Ellerimi yüzümden çektikten sonra birkaç saniye bakıştık ve karşılıklı gülmeye başladık. O sırada bir yandan kızgınmış gibi görünmeye çalışıyor, bir yandan gülüyor, bir yandan da poğaçaları ve kurabiyeleri kaplarıyla poşetlerden çıkarıyordum.

"Bunları sen mi yaptın?" diye sordu Ege anlık bir şaşkınlıkla.

"Evet, şaşırdın mı?"

"Hayır." dedi ama hayır demiş olmasının tek sebebi ona kızmamı istememesiydi. Bunu anlayıp birkaç saniye güldükten sonra termostaki çayı yanımda getirdiğim iki kupaya doldurdum.

"Çayı da ben yaptım..." diye mırıldandım, "Belki ona da inanmazsın..."

"Sana inanıyorum, bunları annene yaptırmadığına inanıyorum." Kaşlarımı çatarak yüzüne baktım.

"Bu ne şimdi, bir tür ima mı?"

"Eyvah, öfkeli civciv dehşet saçmak üzere sanırım..." Birkaç saniye gergin bir bakışma yaşadıktan sonra Ege benden cevap alamayınca ellerini havaya kaldırdı,

"Teslim oluyorum!" dedi, "Lütfen bana zarar verme. Sadece bir şakaydı!" Bir süre sinirliymiş gibi görünmeye çalışsam da en fazla üç saniye filan dayanabildim ve bir kez daha gülmeye başladım.

"Oh, öfkeli civciv gülüyor!"

"Öfkeli civciv kurabiyeleri ve poğaçaları yiyip güzel bir yorum yapmazsan birazdan gerçekten dehşet saçabilir haberin olsun..."

"Tamam! Harika olmuşlar."

"Daha yemedin bile!" Ege büyük bir kahkaha attıktan sonra ikisinden de birer tane alıp hızla yedi. Çayından da birkaç yudum aldıktan sonra kritik bekleme anımızın sonunda yorumunu yapmaya başladı.

"Senden korktuğum için söylemiyorum, sakın yanlış anlama... Ama gerçekten güzeller. Baya güzeller. Sanırım gelecekte çok şanslı bir midem olacak..."

"Bu bir evlenme teklifi mi?" diye sordum gülerek kendi poğaçamı yerken.

"Benim sana her saniye evlenme teklifi edesim var... Ama senin bunu şu an kabul edeceğini düşünmüyorum..."

"Doğru düşünmüşsün..."

Ege'yle yaklaşık yarım saat boyunca bugün neler yaptığımızdan bahsedip durduk. Etrafımızda havanın güzelliğini fırsat bulup Kordon'a akın etmiş bir halk vardı. Herkes güzel müzikler dinliyordu ve sohbet ediyordu... Ama yarım saat önce çok güzel olan hava bir anda kararmış ve serinleşmişti. Gökyüzünü kapkara bulutlar kaplamıştı.

"Ne üzücü... Her yer kapkaranlık oldu..." diye bir cümle çıktı dudaklarımın arasından ben farkında bile olmadan.

"Olsun..." dedi Ege, "Bizim rengarenk ışıklarımız var..." Birbirimize baktık ve gülümsedik. Doğru söylüyordu, Ege buradaydı, biz buradaydık... Karanlıkta kalmamız imkansızdı.

"Ege..." diye mırıldandım sıkıntılı bir nefes alarak, artık konuyu açmamın vakti geliyordu.

"İzmir?"

"Eee... Şey diyecektim... Lena Paris'i sevdi mi?" Ege önce birkaç saniye soruma anlam veremeyerek yüzüme baktı. Sonra başını salladı.

"Sevdi tabi..." Kısa bir cevap, normalde daha uzun cevaplar verirdi. Öyle değil mi?

"Ne güzel... Ama o kadar uzun süre Paris'te kalmak zorunda kalınca anneannesini filan özlemedi mi? Sonuçta yengenin ailesi Türkiye'deydi, değil mi?" Ege bu sefer yüzüme çok daha anlam veremeyerek baktı.

"Özledi... Ama her gün görüntülü konuşuyorlardı zaten..." O an kalbimde büyük bir hüzün hissettim. Yengesinin hesabındaki fotoğraflar eskiden çekilmiş olamazdı, onlar baya bildiğiniz yeni ve güncel fotoğraflardı. Ege yalan söylüyordu. Bir an kalbimde hissettiğim sancıyla elimi kalbime götürdüm.

"İzmir? İyi misin?" diye sordu Ege telaşla. Başımı salladım.

"İyiyim... Bir şey yok..."

"Neden elini kalbine götürdün?"

"Öyle bir an hızlandığını hissettim de... Yanlış hissetmişim..."

"Bak gerçekten iyisin değil mi? Endişelenirim diye söylemiyorsan..."

"İyiyim." dedim tekdüze bir sesle. O sırada fark ettim ki hava iyice kararmış ve yağmur yağmaya başlamıştı. Çevremizdeki insanlar toparlanıp kalkarlarken dolmuş gözlerimi denize çevirdim. Hayatımda ilk kez Ege'nin bana yalan söylediğine şahit oluyordum. Bunun şoku vücuduma resmen büyük bir darbe indirmişti. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum...

"Yağmur artacak gibi..." diye mırıldandım, "Eve gidelim mi?"

"Gidelim. Zaten sen pek iyi görünmüyorsun... Hadi güzelim, ver elini..." Ege ayağa kalkıp bir eliyle beni kaldırırken diğer eliyle poğaçaları, kurabiyeleri ve termosu poşetlerine koyup doğruldu. Birlikte yürümeye başladığımızda yağmur hızını giderek arttırıyordu. İnsanlar koşuşturarak kapalı yerlere giriyorlardı, biz ise ıslanmayı umursamadan öylece yürüyorduk. Ağzımızdan tek kelime çıkmıyordu. Ben dağılmıştım ve Ege de bir şekilde bunun farkındaydı...

"Nasıl hissediyorsun?" diye sordu Ege binanın içine girdiğimizde.

"İyiyim..." diye mırıldandım.

"Bana gelmek ister misin?" Birkaç saniye yüzüne baktıktan sonra başımı salladım.

"Olur..."

Birlikte merdivenleri çıktık. Annem ve babamın geceden önce eve dönmeyeceklerini bildiğim için birkaç saati Ege'nin evinde geçirmemde bir sorun görmüyordum. Hala umutluydum, az da olsa umudum vardı ve belki de bir şekilde o fotoğrafların eskiden çekilmiş olabilecekleri ihtimalini düşünüyordum. Ege'nin evine girdikten sonra Ege hızla banyoya girip elinde iki havluyla oturma odasına döndü. Birini bana uzattı.

"Al güzelim, saçlarını kurula." Havluyu elinden alıp saçlarımı kurulamaya başladığım sırada kıyafetlerimizden bile su damlıyordu. Egenin gözleri üzerimdeki kırmızı elbiseye kaydı.

"Benim tshirtlerimden birini giy... Bu halde hastalanırsın..."

"Tamam..." diyerek yatak odasına girdim. Dolabını açıp rastgele bir tshirtünü aldım ve üzerimdeki elbiseyi çıkarıp yerine Ege'nin tshirtünü giydim. Elbisemi yatak odasındaki askılığa asarak odadan çıktım.

"Ben de üzerimi değiştireyim geliyorum. Sen otur, keyfine bak..." dedi ve yanağımı okşayıp yatak odasına yöneldi Ege. Ardından derin bir iç çekerek baktıktan sonra oturma odasına geçip koltuğa oturdum. Koltuğa bıraktığım çantamdan telefonumu çıkardım ve bir deli cesaretiyle Ege'nin yengesinin sosyal medyadaki hesabını açtım. Mesaj gönderme butonuna tıkladım ve yazmaya başladım.

"Hesabın karşıma keşfet bölümünde çıkınca çok mutlu oldum, Lena'yı çok özlemişim :) Ne kadar da büyümüş, keşke bunca zamandır görüşseydik. Türkiye'deymişsiniz anladığım kadarıyla..." yazdım ve mesajı gönderdim. Kaybedecek hiçbir şeyim yoktu. Kaybettiğim tüm zamanlarım için, acı çektiğim her bir saniye için gerçekleri öğrenmek zorundaydım. Bu benim hakkımdı.

"Pizza sipariş ediyorum, sonra da bir film açıyoruz, nasıl plan?" Ege odaya yüksek bir enerjiyle girdiği anda telaşla telefonumun ekranını kapatıp koltuğa bıraktım.

"Güzel fikir..."

"Neyli pizza alalım? Bak ben geçen gün mantarlı pizza denedim, harikaydı. Seversin, değil mi?"

"Olur... severim. İçinde et ürünü olan pizzaları sevmiyorum zaten biliyorsun, onun dışındaki her pizzayı severim. Bunu da biliyorsun..."

"Tamam güzelim. Dur telefondan sipariş edeyim hemen..."

"Tamam..." Ege telefonundan büyük boy bir pizza sipariş ederken çaresizce oturduğum yerde kalmış öylece karşıdaki camı izliyordum. Saat 20.36'ydı. Yağmur giderek şiddetleniyor ve ara ara gök gürültüsüyle korkacak gibi oluyordum. Ege telefondaki pizza siparişiyle uğraşırken bir anda telefonum titredi. Ege başını kaldırıp yüzüme baktığında telefonuma dokunmuyordum bile.

"Sana mesaj geldi sanırım..." diye mırıldandı merakla.

"Merve'yle konuşuyordum. O yazmıştır. Şimdi cevap verirsem konuşma uzar... Yarın yazarım ben ona. Yarına kadar bekleyebilecek bir konu konuşuyorduk." Bu cevap Ege'yi ikna etmiş gibiydi. Başını sallayarak telefonuna döndüğü sırada aynı koltukta oturuyorduk ve odanın loş ışığına eşlik eden gök gürültüleri bir felaket gecesini andırıyordu. Ege fark etmeden telefonumun açma tuşuna bastım ve sadece beş saniyeliğine ekrana bakıp ekranı kapattım. O beş saniyede ekranda gördüğüm mesaj bildirimiyle hayatımın beni en üzen mesajını okuduğumu fark ettim.

"Aaa İzmir'ciğim merhaba. Evet, Türkiye'deydik ama hiç İzmir'e yolumuz düşmedi. Düşseydi sana da uğrardık. Umarım en yakın zamanda görüşürüz!"

Beynimin içi bas bas bağırıyordu, beynimin içi susmuyordu, beynimin içinde bir kaos yaşanıyordu. Bize yalan söylemişti, bana yalan söylemişti, Ege yalan söylemişti... Ege... Benim Ege'm bana yalan söylemişti. Ama neden? Neden böyle bir yalan söylemişti? Bunu benden neden gizlemişti? Bir an yüzüme ateş bastığını hissederek ayağa kalktım.

"Ben bir tuvalete gideyim..." diye mırıldandım ve elimde sıkıca tuttuğum telefonumla hızla tuvalete gittim. Yüzüme defalarca buz gibi suyu çarptım ve kendime gelmeye çalıştım. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrim yoktu. Şoktaydım. Sadece şoktaydım. Yüzümü kurulayarak tuvaletten çıktığım sırada Ege hala telefonuyla uğraşıyordu.

"Hala sipariş veremedin mi?" diye sordum halsiz sesimle.

"Uygulama hata veriyor güzelim, onunla uğraşıyorum... Sen üşüdün mü? Sesin titriyor gibi..." diye sordu başını kaldırarak.

"Eh, evet... Üşüdüm."

"Yatak odasındaki dolabın ilk kapağını açıp üst raftan battaniye alsana, hem filmi de battaniyeye sarınarak izleriz..."

"Tamam, alayım..." dedim donuk bir sesle ve ağır ağır yürüyerek yatak odasına girdim. İlk dolabın kapağını açtığım sırada dolabın altındaki çekmece de kapakla birlikte açılıverdi. Çekmecede bir sürü dosya vardı. İlk başta onları önemsemesem de battaniyeyi aldıktan sonra içime düşen kurtla o çekmecedeki onlarca dosyaya hızlıca bakasım geldi. Kağıtlar hep Fransızca'ydı. Hiçbir şey anlamıyordum. Ama bir kağıt vardı ki kağıdın sağında Ömer Ege Zorlu solunda ise Marion Albett yazıyordu. Kağıdı titreyen ellerimle tuttum ve üzerindeki yazıyı okumaya çalıştım. "Regroupement Familial" yazıyordu kağıdın en üstünde. Hızlıca bu iki kelimeyi telefonumun arama motoruna yazdım ve çevirisini yapmak için tıkladım.

"Aile birleşimi..." Okuduğum iki kelimenin şokuyla ne yapacağımı bilemez bir halde yere diz çöktüm. Nefes nefeseydim, neredeyse bayılmak üzereydim. Titreyen ellerimle hızlıca internette bu aile birleşimi denen şeyle ilgili bilgiler bulmaya çalıştım. Yabancı bir vatandaşın Fransız bir vatandaşla evlenmesine aile birleşimi deniyormuş, tüm bilgilerin özeti buydu. Gözlerim şok içinde iki ismin üzerinde bir kez daha gezdi. "Ömer Ege Zorlu & Marion Albett." Ne oluyordu? Allah kahretsin ne oluyordu? Ne yapacağımı bilemez halde kağıdı yere fırlattım ve telefonumu sıkıca kavrayarak hızlıca yatak odasından çıktım ve evin kapısına doğru yürüdüm.

"İzmir?" Evden çıkıp kapıyı kapattım ve çantamın orada kalmasını umursamadan koşarak merdivenlerden indim.

"İzmir! Ne oldu!" Peşimden geliyordu. Hızlıca paspasın altında tuttuğumuz anahtarımızı aldım ve evin kapısını açıp içeri girdim. Ege'nin yüzüne kapıyı sertçe kapattım ve hüngür hüngür ağlayarak yere oturdum.

"İzmir, ne oldu! Bir şey mi oldu!"

"Git buradan!" dedim öfke içinde.

"Ne oldu, ne yaptım!"

"Ne yaptığını biliyorsun! Git buradan, kapımın önünden de git, bu binadan da git, eğer sen gitmezsen ben gideceğim. Seni görmek istemiyorum artık!" Sakinleşemiyordum. Tir tir titriyordum.

"Ne yaptım İzmir? Ne yaptım sana?"

"Sen bir yalancısın! Tüm hayatın bir yalan!"

"Ne? İzmir... Sanırım ne gördüğünü biliyorum, ama yemin ederim açıklayabilirim. Yemin ederim!"

"Hiçbir şey duymak istemiyorum! Git buradan!" diyerek kalkmaya çalıştım ve odama doğru koştum. Kendimi odama kapattım. Kulağıma kulaklıklarımı taktım ve son ses bir şarkı açtım. Telefonumu uçak moduna alıp gelebilecek tüm mesajları ve aramaları engelledim. Bir köşeye kıvrılıp oturdum ve hüngür hüngür ağlayarak kendimi tüm dünyadan soyutlamaya çalıştım. Durum şuydu : Ege bir yalancıydı. Benim Ege'm bir yalancıydı... Bu nasıl olmuştu bilmiyordum ama çekmecesinde lanet olasıca bir evlilik kağıdı vardı. Fransız bir kadının adı ve onun adı yan yanaydı... Ve tek bildiğim artık onu istemediğimdi. Tek bildiğim artık yalnız kalmak istediğimdi. Saatlerce kulaklıklarımı çıkarmadan ve internetimi açmadan odamın içinde bir ileri bir geri yürüyüp durdum. Delirmiş gibiydim, darmadağındım. Gözümün önünde o kağıt, gözümün önünde yengesinin mesajı ve gözümün önünde Fransa'daki tiyatro eğitmeninden aldığım o mail... Öfkeyle bilgisayarımı açtım ve aynı maili bir kez daha okumaya başladım.

"Merhaba sevgili İzmir. Ben Paris College of Art'ta bir öğretim görevlisiyim, ismim Kenan. Tiyatro bölümünde oyunculuk ve tiyatro yazarlığı dersleri vermekteyim. Geçtiğimiz günlerde Türkiye'deki tiyatrocu bir arkadaşımdan bir video aldım. Senin yazarlığını yaptığın bir tiyatro oyunundan bir sahne göndermiş bana... Tiyatronun metnine bayıldığımı söylemek istiyorum. Daha sonra kendisinden bana birkaç video daha göndermesini istedim ve maalesef kurallara aykırı olduğunu bilsem de benim için tiyatro oyununun tamamını gösteren bir video kaydı almış. Öncelikle bu kuralı çiğnediğimiz için üzgünüm. Senden defalarca özür diliyorum. Fakat asıl konuşmak istediğim konu şu ki olağanüstü ve hatta doğa üstü bir yazma yeteneğin olduğunu düşünüyorum. Konuşmaların akışı, kelimelerin birbiriyle dans edişi beni mest etti. Bunca zamandır Türkiye'de de yurtdışında da birçok yerde eğitmenlik yaptım ve senin gibi bir yetenek henüz karşıma bir öğrenci olarak gelmedi. Sana iletmek istediğim konu şu ki... Eğer istersen sana burada Paris College of Art'ta kendi öğrencim olarak bir yılını geçirmen için bir burs sağlayabilirim. Bursu da bizzat ben vereceğim. Senin gibi bir öğrencim olmasından son derece mutluluk duyacağımı ve bu kararı iyice düşünüp bana dönmeni istiyorum. Parıl parıl parlıyorsun, gel bunu dünyaya gösterelim..."

Aynı maili defalarca okudum. Aynı cümleleri defalarca tekrar ettim kendime. Aklımda maildeki tek bir cümle kaldı ve sanki o cümle hayatımın tüm gerçeklerini yüzüme çarptı.

"Parıl parıl parlıyorsun, gel bunu dünyaya gösterelim..."

Yıllarımı Ege'ye ve ailemin acısına vermiştim. Yıllarca bir Ege'nin bir ailemin acılarını dindirmek için oradan oraya koşmuştum. En sevdiğimden, Ege'den yiyebileceğim en büyük darbeyi yemiştim. Tüm bunların içinde ben neredeydim? Kendim için ne yapmıştım? Parıl parıl parlayan bir yeteneğim olduğunu söylüyordu herkes, ve bu yetenek benim tüm bu kaostan kaçış biletimdi... Tek bir karar verdim o an. Hiçbir şey istemiyordum, tek istediğim yapayalnız ve uzakta olmaktı.

"Sevgili Kenan Bey," yazdı öfkeli parmaklarım, "Burs teklifinizi kabul ediyorum. En kısa zamanda Paris'te olacak ve sizinle görüşmeye geleceğim. Geldiğim an haber vereceğim size. Görüşmek üzere."

Bir psikoloğun çok sevdiğim bir sözü var, "Konuşman gereken yerlerde susarsan bağırmaman gereken yerlerde bağırırsın." Bu benim bağırış şeklimdi. Bu benim bardağımın taşma şekliydi, bu benim her şeye rest çekişimdi, bu benim çektiğim tüm acıları yırtıp atışımdı. O geceden sonra bir kez bile evden çıkmadım, bir kez bile telefonumu açmadım. Ege'yle asla yalnız kalmadım, o ne kadar çabalasa da onunla yalnız kalmamıza ve konuşmasına izin vermedim. Camımın önüne bıraktığı tüm balonları patlattım. Anne ve babamı karşıma alıp Paris'e gitmek istediğimi kararlıca anlattım.

"Bu benim en büyük hayalim..." dedim, "Yeteneğimi tüm dünyaya göstermek istiyorum artık..."

Önce ağladılar, kızdılar, reddettiler. Onlara eğitmenin yazdığı maili defalarca okuttuğumda ise gurur duyduklarını hissettim. Onlara her gün okuldan görüntüler gösterdim, okulun mezunlarının nerelerde olduğunu anlattım, orada ne kadar güvende olacağımı anlattım. Ve bir gün gecenin saat 3'ünde kendimi babamın arabasında ağlayan annemle büyük bir valizle Ege'nin haberi bile olmadan havalimanına giderken buldum. Ege'nin haberi bile olmaması için bileti hangi güne ve saat kaça aldığımı annem ve babama işten döndükleri an söyledim. Önce "Bu gece mi gideceksin? Delirdin mi sen?" kavgası etsek bile her ay Türkiye'ye gelip onları ziyaret etmem şartıyla anlaştık. Elimde yeşil pasaportum, karşımda ağlayan annem ve babam, arkamda uçağıma giden kapı öylece vedalaştık havalimanında.

"Gider gitmez ara! Her gün görüntülü konuşacağız!"

"Tamam anne, ama ağlarsan beni de mutsuz edersin! Şehir dışında okumaya gidiyormuşum gibi düşün!"

Titrek sarılmalarla korkusuzca ilerledim uçağıma doğru. Uçak yerden havalandığında hayatımda hiç olmadığım kadar güçlü hissediyordum. Ege'yi tutmuş, kapının ardına koymuş ve üzerine kapıyı kapatmıştım. Onu dinlemek, duymak veya görmek istemiyordum. Hiçbir açıklamasından haberdar olmak istemiyordum çünkü o bana yalan söylemişti... Artık duygusal İzmir'e yer yoktu. Çünkü duygularım bana kaybettirmişti.

"Sayın yolcularımız..." diyordu pilot, "Sağ tarafımız İtalya, sol tarafımız Hırvatistan ve biz Adriyatik Denizi'nin üzerinde seyrimizi sürdürüyoruz. Hepinize iyi yolculuklar dilerim."

Tek istediğim kaybolmaktı. Tek istediğim kendimi yabancı bir ülkenin kollarına bırakmaktı. Tek istediğim o tanıdıklık duygusundan uzaklaşmaktı. Tek istediğim konfor alanımdan çıkmaktı. Sanırım benim tek istediğim kaçmaktı... Günler sonra ilk kez telefonumu açtım. Ege'nin bana gönderdiği tam yüz on iki mesajı daha okumadan sildim. Ege sayfası benim için tamamen kapanmıştı. Bu uçak yere indiği an benim için yeni bir hayat başlayacaktı...

"Bienvenue à Paris! (Paris'e hoş geldiniz!)" diyen havalimanı görevlilerine gülümseyerek yürüdüm bir elimde valizimle. Aklıma yıllar önce bu havalimanında Ege'yle olan kavuşmamız geldi. Ege'nin benim için getirdiği çiçeği bir anda yere fırlatışı... Hüzünle yürüdüm ve çıktım havalimanından. Birkaç gün önce her şeyi internet üzerinden ayarlamıştım, kiraladığım eve gidip eşyalarımı bıraktım. Hayatımda ilk kez tek başıma kalacağım bir evim olacaktı. Yanıma sadece kıyafetlerimi almıştım. Bir tane bile renkli ışık getirmemiştim, sanırım artık ışıklara da küsmüştüm... Evde yaklaşık iki saatliğine uyuyup dinlendikten sonra ilk iş olarak annemi aradım ve eve geldiğimi haber verdim.

"Bak oralar soğuk olur bu mevsimde, sıkı giyinip de çık yavrum tamam mı?"

"Tamam anne, sen merak etme. Hem hava da gayet iyi şu an..."

"Olsun sen yine de sıkı giyin. Yemek yedin mi?"

"Yedim," diye yalan söyledim, "Merak etmeyin... Akşam yine ararım. Bu arada anne lütfen nerede olduğumu kimseye söylemeyin. Hangi okula gittiğimi sadece sen ve babam bilin. Güvenliğim için..." diye mırıldandım Ege'ye hiçbir şey söylememeleri için.

"Tamam yavrum, başka kime söyleyeceğiz ki zaten... Merak etme sen..."

"Tamam anne, hadi öpüyorum sizi! Görüşürüz!"

"Görüşürüz, bol bol fotoğraf at bize!"

Telefonu kapattıktan sonra kendimi bir kez daha yatağa bıraktım. Kurs eğitmeniyle görüşmem yarınaydı. Bütün günü yatakta geçirmeyi ve ağlamayı planlıyordum. Ağlamak güçlenmenin ilk adımıydı. Öyle de yaptım... Akşama kadar yatakta bir cenin gibi yatarak hüngür hüngür ağladım. Ama bunun beni güçlendirdiğini değil dağıttığını hissediyordum. Buraya geldiğim an Ege'yi aklımdan çıkaracağıma dair kendime binlerce yemin etmiştim. Şimdi ise yataktan kalkmış camın önünde hüngür hüngür ağlayarak Paris'in güzel sokaklarına bakarak Ege'yle bu sokaklardan kaç kez geçtiğimizi hatırlamaya çalışıyordum.

"Seni hiç affetmeyeceğim..." diye bir fısıltı çıktı dudaklarımın arasından hüngür hüngür ağladığım sırada.

"Karanlığı sana tercih ediyorum... Ve seni asla affetmeyeceğim..."

Akşamüzeri ise üzerime kot ceketimi giyip saçlarımı salıp boynuma yeşil bir fular takarak dışarı çıktım. İlk kez tek başımaydım bu büyülü şehrin büyülü sokaklarında. Turuncu yapraklarını döken ağaçların altında yürüdüm ve bu yapraklara sihirli sözcükleri fısıldadım, yerlere ve gökyüzüne...

"Artık sizinle birlikteyim ve tek başımayım."

"Artık buradayım ve bir başımayım..."

Sokaklar beni ardımdan iterek Eyfel'e götürdü sanki. Eyfel'in ışıklarını hayranlıkla izleyen insanları görünce yüzlerindeki heyecana hüzünle gülümsedim. Ne kadar yenilerdi, ne kadar heyecanlı ve mutlulardı. Sanırım hiç yanılmamışlardı, sanırım hiç yarı yolda bırakılmamış ve acıyı tatmamışlardı. Şimdi bir anda ışıkları sönseydi karşılarındaki koca Eyfel'in, hepsi evlerine dağılacaktı. Oysa ben Eyfel'i karanlıkta izleyen tek insan olarak orada kalabilirdim. Çünkü benim içimin ışıkları da aynı öyle sönmüştü ve ışıkları sönen her şeyde kendimi görüyordum. Kendimi artık karanlığa benzetiyor, karanlıkta kendimi buluyordum. Ege beni bir ışık olduğuma inandırmış ve giderken kapatma tuşuma basıp çıkıp gitmişti. Geri döndüğünde ise "Senin neden ışıkların yanmıyor?" diye sormuştu sanki. "Sen kapattın..." diyememiştim. Ona ayak uydurmaya çalışmıştım fakat çok sonra anlamıştım ki benim her sözüne inandığım Ege aslında baştan sona bir yalandı. Bu hikayede birleşmesi gereken iki şey en başından beri Ege ve İzmir değildi. Bu hikayede en başından beri birleşmesi gereken iki şey Paris ve İzmir'di. Ege benim hayatıma beni Paris'e sürüklemek için girmişti... Benim parlayacağım yer burasıydı, Ege ise sadece bir rüzgar darbesiydi beni buraya iten. Hayatım boyunca kimse beni onun kadar mutlu ve kimse beni onun kadar mutsuz etmemişti...

Şimdi yaşamam gereken tek hikaye yalnızlığımın hikayesiydi, aynaya her baktığımda yalnızlığımla göz göze gelecek ve kendimi tanıyacaktım. Beni kendi içime doğru bir yolculuk bekliyordu...

(Yedi Gün Sonra)

"İyi akşamlar hocam! Eve döner dönmez o sayfadaki metni de tamamlayıp mailinize yollayacağım..." "

Kurstan hızla çıkıp elimde dosyalarla kendimi büyük bir rüzgar fırtınasının içine attım. Boynumdan uçuşarak kurtulmak ve rüzgara kavuşmak için çabalayan eşarbımı düzeltmekten bıkmıştım. Kurstan evime giden tek bir toplu taşıma yoktu ve yürüme mesafesiyle de tam yirmi dakika yürümem gerekiyordu. Ama şu an dışarıda öylesine büyük bir rüzgar vardı ki neredeyse ben bile uçacaktım. Çaresizce etrafıma bakındığım sırada karşı yoldaki "Ring The Bell PUB" yazısını gördüm. Trafik lambalarına doğru koşturup hızla karşıya geçtim ve ışıkları yanan bara girdim. Kendimi nefes nefese içerinin sıcak atmosferine attım ve hemen bir bar taburesine oturup dosyalarımı barın üzerine bıraktım. İçeride bangır bangır bir müzik sesi ve eğlenen insanlar vardı. İçerisi tıklım tıklımdı ama şu an bundan rahatsız olabilecek lükse sahip değildim çünkü hava bu haldeyken eve yürüyemezdim. Barın en köşesindeki taburede oturmuş, dosyalarımı önüme açmış, dizüstü bilgisayarımı da çantamdan çıkarmış tiyatro metnime odaklanmaya çalışıyordum.

"Pardon, bir kadeh mürdüm şarabı alabilir miyim?" diye sordum barmene burada kaldığım süreç boyunca öğrendiğim zayıf Fransızcamla. Barmen gülümseyerek bir kadeh çıkardı ve içine şarap doldurup bana uzattı.

"Teşekkürler..."

Bir süre oradaki gürültüye aldırmadan sadece metnimi yazmaya çalıştım. Gürültü veya çevremdeki insanlar aslında çok da umrumda değildi. Yazmamı engelleyen şey Ege'nin yokluğuydu. Buraya geldiğimden beri o kadar zor yazıyordum ki sanki parıl parıl parlayan ışığım sönmüştü... Onu tüm sosyal medya hesaplarından da mesajlaşma uygulamasından da engellemiştim. Bana hiçbir şekilde ulaşamayacağından emin olmuş ve hayatıma bakmaya çalışıyordum.

"Merhaba..." Yanımdan gelen Fransızca selam sesiyle birlikte başımı kaldırdım. Yanıma oturan Fransız adama gülümsedim.

"Merhaba..."

"Çalışmak için güzel bir ortam seçmişsin..." dediği cümle beni güldürürken başımla bilgisayarımı gösterdim.

"Yetiştirmem gereken bir işim var... Aslında eve gidecektim ama hava böyle olunca buraya girmek zorunda kaldım..."

"Ah, doğru ya. Hava çok kötü. Ne işi yapıyorsun?"

"Tiyatro yazıyorum..."

"Ciddi misin?" diye sordu heyecanla, "Fransızca mı?"

"Ah, hayır, Türkçe... Daha sonra Fransızca'ya çevireceğiz. Yani ben ve hocam..."

"Sen Türk müsün?" diye sordu şaşkınlıkla. Gülerek başımı salladım.

"Türkleri daha esmer olurlar sanıyordum..." dedi, "Ama tarzına bayıldım. Fuların çok yakışmış." Gülerek başımı salladım.

"Genelde esmer oluruz, ama kumral ve sarışın olanlarımız da çok fazla... Türkiye tipoloji açısından karışık bir ülke."

Yaklaşık kırk dakika boyunca ismini az önce öğrendiğim Juan'la koyu bir sohbete daldık. İkimiz de ülkelerimizden bahsettik, kıyasladık ve fark ettim ki bir hafta boyunca biriyle böyle sohbet etmeyi deli gibi özlemiştim. Bardan işimi yetiştirmek için acelem olduğunu söyleyerek gülerek çıktığımda beni evime bırakmayı bile teklif etti. Ama tabi ki yeni tanıştığım birine hemen güvenecek kadar salak değildim. O sebeple evime sırtımda çantamla yürümeye karar verdim. Geçtiğim her sokak şiir gibiydi, gördüğüm her bina bana ilham veriyordu. Belki de yazabilmem için biraz gezmem gerekiyordu. Sokakları hafifleyen rüzgarın sesiyle gezerken her sokağın ardında görünen Eyfel ve ışıkları aklıma tam o an metne eklemelik bir cümle getirdi. Bir an o cümleyi kaybetmemek için sokağın ortasında durup çantamı açtım ve not defterimle kalemimi çıkarıp kaldırıma oturdum. Yazmaya başladım,

"Eyfel'in ışıklarını gördüğü her sokak evine giden yolun sokaklarıymış. Küçük kız hayatı boyunca ışıkları takip etmiş ve ışıklar ona evinin yolunu göstermiş..."

Sonra kalktım ve bir elimde not defterim bir elimde kalemim yürümeye başladım. Sokakları geçtim ama ne kadar gidersem gideyim Eyfel'den uzaklaşamadım. Sokağın birinde bir kez daha oturdum kaldırıma ve bir cümle daha yazdım.

"Evine ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın ışıklardan asla uzaklaşamazmış... Çünkü aslında onun evi ışıklarmış..."

Sonra kalktım ve biraz daha yürüdüm. Evime çok az kala yolumu kırıp Eyfel'in önündeki bahçeye doğru yürümeye başladım. Başımı kaldırıp Eyfel'in büyüklüğüne baktım ve yazmaya başladım.

"Eyfel sanki üzerinde taşıdığı her hatıra kadar büyüyormuş, yakında tüm dünyayı kaplayacak kadar ışık saçabilirmiş... Öyle düşünmüş küçük kız."

Eyfel'in bahçesi bugün tenhaydı. Havanın soğukluğu nedeniyle tek tük insan vardı... Çimlerin ıslaklığına aldırmadan yere oturdum ve bağdaş kurup yazmaya çalıştım.

"Dönmüş dolaşmış küçük kız ve kendini yine Eyfel'in önünde bulmuş... Kafasında binlerce soru varmış ama biliyormuş ki bunların tek bir cevabı varmış. Ve sanki bu cevabı Eyfel'den duymaya gelmiş. Eyfel ona demiş ki..."

Devamını getiremiyordum. Dakikalarca düşündüm, dakikalarca bir sürü cümle yazıp sildim ama oraya yazacağım bir cümle bulamıyordum.

"Ve sanki bu cevabı Eyfel'den duymaya gelmiş," diye okudum sesli bir şekilde ve devam ettim,

"Eyfel ona demiş ki..." O sırada telefonuma gelen bildirimle dalgınlıkla kalemi çimlere bırakıp telefonumu elime aldım. Karşımda gördüğüm mesaj bildirimiyle şok içinde ekrana bakakaldım.

"Gelmemeye Giden Adam Ege'den Bir Yeni Mesaj"

"Eyfel ona demiş ki... Göğe bak İzmir, Ege seni özledi..."

Birden omzuma dokunan bir el ile birlikte korkuyla kendimi geri çektim. Buradaydı, karşımda duruyordu ve ellerini kaldırmış bana "Korkma..." diyordu.

"Ne?" dedim şok içinde. Gözlerim şok içinde ona bakıyor, ellerim titriyordu.

"İzmir... Lütfen sakin ol... Buraya gelmek zorundaydım, seninle konuşmak zorundaydım..."

"HAYIR!" dedim öfkeyle ve mahvolmuş bir şekilde ayağa kalktım. Defterimi, kalemimi ve çantamı alıp hızla yürümeye başladım.

"Gidemezsin!" dedi beni sertçe kolumdan çekip, "Beni dinlemek zorundasın!"

"Hayır!" dedim bir kez daha, "HAYIR!"

"Evet!" dedi öfkeyle, "Dinleyeceksin!"

"Kolumu bırak, gitmeme izin ver yoksa polis çağırırım!" Ege şok içinde yüzüme bakıyordu ve ben öfkeden tir tir titriyordum.

"Sonra karın gelip karakoldan çıkartmak zorunda kalır seni..." diye ekledim öfkeyle ve kolumu elinden kurtarıp arabaların kornaları arasında koşarak yolun ortasından karşıya geçtim. Bir yandan ağlıyor bir yandan koşuyordum. O da peşimdeydi... Beni bir kez daha kolumdan tutup kendine çevirdiğinde onu sertçe ittim.

"Ne istiyorsun benden!" diye bağırdım öfkeyle, "Ne istiyorsun!"

"Seni istiyorum! Sadece seni!"

"Allah kahretmesin evlenmişsin ya evlenmişsin! Söylediğin her şey yalan! Neye inanacağım ben Ege? Neye? Bir gidiyorsun, bir geliyorsun, bir arıyorsun, bir aramıyorsun, bir bakıyorum yoksun acımı çekiyorum kabulleniyorum bir bakıyorum geri gelmişsin, tam seni tekrar seviyorum bir bakıyorum evlenmişsin! Lena ve yengem bizimleydi diyorsun ama onlar tüm bu zaman boyunca Türkiye'delermiş. Her söylediğin yalan. Her cümlen yalan. Yeter artık bırak peşimi. İzin ver de kendime yeni bir hayat kurayım artık! Kendime kurmaya çalıştığım her hayatın içine ayakkabılarınla girdin, yeter artık!"

"Sakin ol, sakin ol, sakin ol güzelim, lütfen!" Ege beni kolları arasına alıp ben çırpınırken sıkıca tutarken bağıra çağıra ağlıyordum. Etraftan geçen insanların bize şok içinde baktıklarını görebiliyordum ve şu an tek istediğim tam bu noktada yok olmaktı.

"Bırak beni ne olur..." diye yalvardım, "Ne olur, acı çekiyorum, ne olursun bırak beni..."

"Hayır, bırakmayacağım..."

"Acı çekiyorum... Bırak sensizliğin acısını çekip buna alışayım, yalvarıyorum bırak beni..."

"Seni asla bırakmayacağım." Onu bir kez daha ittim ve nefes nefese karşısında durdum,

"Benden ne istiyorsun? Acıdan ölmemi mi istiyorsun? Benden ne istiyorsun?" diye sordum tükenmiş bir sesle. Ege bir anda ceketinin cebinden küçük bir kutu çıkardı ve kutuyu açtı. İçinde zümrüt bir yüzük vardı.

"Benimle evlenmeni istiyorum!" dedi yüzüğü bana doğru tutarak. Elleri titriyordu, gözlerinden damla damla yaşlar akıyordu.

"Dalga mı geçiyorsun?" diye sordum titreyen sesimle, "Bu bir şaka mı?"

"Hayır. Bu bir şaka değil. Sana evlenme teklifi ediyorum. Sen de kabul ediyorsun. Olay bu. Anladın mı?" Yüzü kıpkırmızıydı, neredeyse yere yığılmak üzereydi içine sığmayan öfkesinden.

"Bana akli dengemi yitirtmeye mi çalışıyorsun sen?" diye sordum hüngür hüngür ağlayarak, "Sen evlisin!" dedim bağırarak.

"Beni dinleyecek misin? Anlatmama izin verecek misin? Her şeyi..."

"Ne anlatacaksın ki! Ne anlatabilirsin! Bana yalan söyledin!"

"Lütfen şu cümleyi tekrar edip durmayı kes İzmir! Bak beni iyi dinle, Fransa'ya dönmem gerekiyordu ve bu sefer ailemin de benimle gelmesi gerekiyordu. Fakat abime, yengeme ve Lena'ya Fransa vizesi çıkmadı. Onlar Türkiye'de kalmak zorundalardı. Benim vize alabilmem için ise tek çarem bir kursa kayıtlı olmamdı ama artık Fransızca'yı ana dilim gibi bildiğim kayıtlarında bulunduğu için bana eğitim için bir vize vermediler. Tek bir çare vardı... Anlaşmalı olarak biriyle evlenecektim, bir süreliğine. Aynı evde bile yaşamadan. Abim paraya ihtiyacı olan birini buldu. Benden on yaş büyük bir kadın. Kadınla beş dakika sohbet etmişliğim bile yok hayatımda, sadece kağıt üzerinde bir evlilik yaptık. Bu sayede annem ve babam da "Fransa vatandaşı oğlumuzu ziyarete gideceğiz" tarzında bir dilekçe vererek vize aldılar. Abim ve yengeme ise çok kısa süreli bir vize verdiler. Onlar sadece birkaç hafta yanımızda kalıp döndüler. Bunu kendim için değil onlar için yaptım. Mahkeme süreci sonlanınca ve ismim temizlenince ise ilk işim o kadından ayrılmak oldu. Tüm hikaye bu... Anladın mı?"

Kulaklarımın uğuldadığını hissediyordum. Yer ayağımın altından kayıyor gibiydi. Bayılmamak için kaldırıma oturdum ve ayakta duran Ege'ye titreyen başımı kaldırarak baktım.

"O kadın sesi? O kadının sesi miydi? Telefondaki..."

"Beni evlendirdikleri kadın aynı zamanda bizim alt katımızda kalarak her gün bize gelip yemek yapıyor ve ev işlerini yapıyordu. Bu kadar. Dediğim gibi, kadınla bir kez sohbet etmişliğim bile yok."

"Peki ya sen beni güvenlik için arayamazken yengenin her gün sosyal medyada fotoğraflarını paylaşması?" Ege sıkıntıyla derin bir nefes aldı.

"O hesabı sadece annem ve babam Lena'yı özlüyor diye açtı. Hesabın iki yıl boyunca tek takipçisi ben, annem, babam ve abimdik. Hesap iki yıl boyunca kilitli kaldı ve başka kimse o fotoğrafları göremedi. Her şey normale dönünce de hesabının kilidini açtı."

"Bu mu yani?" dedim şok içinde. İkimiz de bitmiş bir haldeydik. Hayatımın en büyük şokunu yaşıyordum, hayatımın en sarsıcı anını yaşıyordum.

"Bu..." diye mırıldandı Ege.

"Açıklamana izin vermeliydim..." diye fısıldadım gözyaşlarımın arasında.

"Evet, izin vermeliydin..."

"Ben bir aptalım!"

"En az benim kadar..." dedi Ege ve tüm gururuna rağmen önümde diz çöktü. Yüzüğü bir kez daha bana uzattı.

"Gel beraber akıllanalım... İzmir... Benimle evlenir misin?"

Hiçbir şey diyemeyecek kadar halsizdim. Hiçbir şey diyemeyecek kadar bitmiştim. İkimiz de ağlıyorduk. Sonra bizi bu halde gören birkaç insanın etrafımıza toplandığını fark ettim.

"Evet de!" dedi yaşlı bir adam Fransızca. Gözlerim Ege'nin gözleriyle buluştu ve gözyaşlarımızın arasında kahkahalarla gülmeye başladık.

"Ben bir aptalım!" dedim kahkahalarımın arasından bir kez daha, "Seni dinlemeden Fransa'ya taşındım!" Gülmekten ölmek üzereydik! Herkes heyecanla bizi izliyordu.

"Evet!" dedim Ege'ye aynı anda hem ağlayıp hep gülerken, ve Fransızca olarak ekledim,

"OUI!"

Herkes bizi alkışlarken dudaklarım Ege'nin dudaklarıyla buluştu. Paris bizi içine çekmişti. Paris bizi aşık etmiş ve birbirimize muhtaç etmişti. Kollarım Ege'yi sararken araladığım gözlerim Eyfel'in ışıklarını gördü. Göz kırptım ona... Teşekkür ettim. Hiç böyle bir aşk yaşayacağımı ve bu noktaya geleceğini hayal etmemiştim. Ama olmuştu işte, buradaydık ve bir aradaydık...

Ege ve İzmir, iki aptal... Artık akıllanacaktık.

Ege ve İzmir, öfkeli civciv ve gelmemeye giden adam... Artık bir aradaydık.

Dünyanın en güzel Ege'si ve dünyanın en güzel İzmir'i... Artık daha güçlüydük.

Ve biliyordum, bizi yıkabilecek hiçbir darbe yoktu bu dünyada.

Çünkü bizim rengarenk ışıklarımız vardı...


(Bir Yıl Sonra)

"Bir zamanlar küçük bir kız ve bir şövalye varmış... Dünya daha yeni var olmuş, binalar da sokaklar da yokmuş ama Eyfel dünyanın tam ortasında tam orada küçük kızın evinin çaprazındaymış. Işıklarını gördüğü her sokak evine giden yolun sokaklarıymış. Küçük kız hayatı boyunca ışıkları takip etmiş ve ışıklar ona evinin yolunu göstermiş... Evine ne kadar yaklaşırsa yaklaşsın ışıklardan asla uzaklaşamazmış... Çünkü aslında onun evi ışıklarmış... Eyfel sanki üzerinde taşıdığı her hatıra kadar büyüyormuş, yakında tüm dünyayı kaplayacak kadar ışık saçabilirmiş... Öyle düşünmüş küçük kız. Dönmüş dolaşmış küçük kız ve kendini yine Eyfel'in önünde bulmuş... Kafasında binlerce soru varmış ama biliyormuş ki bunların tek bir cevabı varmış. Ve sanki bu cevabı Eyfel'den duymaya gelmiş. Eyfel ona demiş ki... Göğe bak küçük kız, şövalyen seni özledi... Karşınızda Küçük Kız ve Şövalyesinin hikayesi!"

Koskoca bir salon, içinde tam dört bir yedi yüz insan ve her biri beni alkışlıyor. Koskoca sahnenin ortasında küçücüğüm. Arkamda renkli ışıklar, gözlerim Ege'min gözlerinde ve hemen yanındaki annemde, babamda, Ege'nin annesinde, babasında, abisinde, yengesinde ve Lena'da. Ve tabi onlarda, Merve'de ve Koray'da... Hepsi buradalar. Hepsi bu gece beni izlemek için bu salondalar. Ve ben hayatımda ilk defa heyecanlı değilim çünkü hayatımda ilk defa parladığımı hissediyorum. Hayatım boyunca hep yazdım ve fark ettim ki ben aslında o küçücük odamda karanlıkta otururken de parıl parıl parlıyordum en az şimdiki kadar. O zamanın şu andan tek farkı dünyanın beni görmüyor oluşuydu. Şimdi binlerce insan benim satırlarımı duyuyor ve izliyordu. Satırlarımı okuduktan sonra kulise geçip heyecanla onların reaksiyonlarını izlediğim sırada Ege'nin arkamdan gelip bana belimden sarılmasıyla sessizce güldüm.

"Ege, lütfen! Biri gelecek!"

"Biri gelirse ne olacak? Evli olduğumuzun farkındasın, değil mi?"

"Evet ama yine de bu fikre daha alışabilmiş değilim, biliyorsun!"

"Öyle mi? Mesela şimdi seni öpmek istesem... öpemez miyim?"

"Öpemezsin!" Ege dudağıma bir öpücük kondururken bir kez daha güldüm.

"Şimdi bir daha öpmek istesem mesela, öpemez miyim?"

"Öpemezsin!" Ege bir kez daha öptü beni.

"Tamam, öpersin, tamam!" diyerek kollarından kaçmayı başardım ve elim elinde koridora çektim onu.

"Hadi git, oyunumu izle, hadi!" Onu iterek salona yolladıktan sonra tam bir buçuk saat boyunca heyecanla reaksiyonları izledim ve kendimle gurur duydum. Oyun bittikten sonra tüm tebrikleri bir bir aldım ve elimde bir sürü çiçekle kendi ailem ve Ege'nin ailesiyle kapıya çıktım. Herkes iki arabaya yerleştikten sonra Ege'yle acı bir şekilde fark ettik ki arabalarda hediyelerden bize yer kalmamıştı!

"Nasıl yer yok ya!" dedi Ege'nin abisi hararetli bir sesle.

"Yer yok işte abi, hediye gelen kutular bagaja sığmayınca iki arabadan da birer koltuğu doldurduk bize koltuk kalmadı. Siz gidin, biz İzmir'le yürüyerek geliriz."

"Tamam o zaman, siz gençsiniz. Yürüyüverin!" Onları gülüşerek arabaya bindirdikten sonra Ege'yle baş başa kaldık. Ege yüzüme hayran hayran baktı ve yanağıma bir öpücük kondurdu.

"Seninle gurur duyuyorum..." diye fısıldadı kulağıma. Gülümsedim.

"Ben de seninle gurur duyuyorum..." Önce birkaç dakika el ele yürüdük. Sonra Ege yüzüme çocukça bir bakış attı,

"Hadi," dedi, "Koşalım! Eyfel'e kadar!"

"Ne? Ama topuklu ayakkabılarım var!"

"Çıkar onları, eline al. Hadi!"

"Delisin sen!" dedim ve gülerek ayakkabılarımı çıkarıp elime aldım. Birlikte koşmaya başladık. Bir yandan kahkahalarla gülüyor bir yandan koşuyorduk. El ele koşarak geçtik tüm sokakları, caddeleri, hayatım boyunca ilk kez yüzde yüz özgürdüm. Tamamen özgürdüm... Bir kuştan farksızdım... Eyfel'in önüne geldiğimizde nefes nefeseydik. Kendimizi çimlerin üzerine attık ve gökyüzüne bakarak sakinleşmeyi bekledik.

"Burası dünyanın karanlık olmayan tek şehri..." diye mırıldandım hava kararıp Eyfel'in ışıkları yanarken, "Kocaman bir gece lambası var!"

"Senin olduğun her şehir aydınlık... Sen başlı başına kocaman bir gece lambasısın İzmir..." Ege çimlerde yatarken bana doğru dönüp yüzüme hayran hayran bakmaya başladı.

"Neden bana öyle bakıyorsun?" diye sordum utanarak, "Herkes Eyfel'i izliyor..."

"Ben de Eyfel'i izliyorum işte..." Gülerek ona döndüm ve ben de onu izlemeye başladım. Dakikalarca birbirimizi izledik, etraftaki konuşmaları dinledik. Bir ara on beş dakikalığına uyuyakaldık ve sonra birbirimizi uyandırdık. Telefonlarımız çaldı, umursamadık. Hava soğudu, onu da umursamadık. Eyfel'in tam önündeydik, yerde yatıyor ve parıl parıl parlıyorduk...

"Göğe bak İzmir... Ege sana çok aşık..."

İşte bu benim evrene dünyanın en içten sesiyle teşekkür ettiğim andı. Aşıktım, mutluydum, ait olduğum yerdeydim, özgürdüm ve güçlüydüm... Işıklar beni nereye götürdüyse oraya gitmiştim ve artık aydınlıktaydım...

Teşekkür ederim hayatıma, teşekkür ederim ışıklara ve teşekkür ederim karanlığıma...

Çünkü karanlığım olmasaydı ışıklarım da olmazdı...

Hayatta birçok şeyden pişman oldum ama pişman olmadığım tek bir şey vardı. Ege'yle yaşadığımız şey dünyanın en şiddetli yağmuruna koşarak girmek gibiydi ve ben bundan bir anlığına bile pişman olmamıştım, çünkü yıllar önce dediğim gibi "Yağmur böyle güzel yağar mıydı bir daha şimdi çıkıp ıslanmazsak?"

Çıkın, ıslanın.

Yakın ışıklarınızı...

---


Sanırım ağlıyorum :')

Ve bu mutluluktan mı yoksa özlemden mi bilmiyorum. Belli bir yerde bazı karakterleri ardımızda bırakmak gerekiyor ki konuyu uzatmak adı altında hikayelerinin kalitesi eksilmesin. İşte bu yüzden onları böylece bıraktım. İstiyorum ki Paris'teki o güzel balkonlu evlerinde hep mutlu yaşasınlar ve ışıkları hep yansın.

Ama günün birinde bir gün size çıkıp da Ege ve İzmir'in hikayesinin devamını yazmaya karar verdim diyemez miyim? Diyebilirim. Çünkü şimdi bile o kadar özledim ki onları tahmin edemezsiniz. Benden bir parça olmuşlar nasıl ki Onur Zeynep Burak ve Mert de öyleyse... Nasıl ki Karantina'yı bir türlü bitiremiyorum belki bir gün Ege ve İzmir'in hikayesine de devam ederim kim bilir...

Ve siz benim güzel ışık perilerim... Bana bunca zaman yorumlarınızla mesajlarınızla ışık oldunuz. En karanlık zamanlarımda, en pes etmeye yaklaştığım zamanlarda, en kendimi her şeyden çektiğim zamanlarda bir mesajınız bir yorumunuz ayağa kaldırdı beni. Hayatımdaki yeriniz ve öneminizi tahmin edemezsiniz. Umarım bu süreçte ben de size ışık olabilmişimdir. Umarım sizi elinizden tutup o karanlıktan çıkarabilmişimdir. Ama emin olun bunu yapmak için çabalamaya da devam edicem :') 

Bir de son bir şey, işte karşınızda Sıfır Kilometre'nin aşık olduğum kapağı ve 3391 Kilometre'nin yenilenen kapağı :') İkisi de el emeği, ikisi de çok yetenekli bir ressamın çizimleri...



Sıfır Kilometre şu an tümmm internet sitelerinde ön siparişte! 15 Temmuz'da ise kesin olarak çıkmış oluyor. Tüm mağazalara da o gün dağıtılmaya başlanacak.

Burada yazdıklarımın baştan sona düzenlenmiş eklemeler çıkarmaları yapılmış halini okuyacaksınız. Bir de tabi onları gelecekteki hallerini okuyacağımız bir veda bölümü. Ben bu kitabı çok zor şartlar altında bitirdim biliyorsunuz, gözümdeki rahatsızlık sebebiyle Nisan'da çıkacak diye konuştuğumuz kitap Temmuz'a kaldı. Göz damlalarıyla yazdım, gece gündüz yazdım, yoksa daha da geçe kalacaktı. Artık kitap tamamen sizde :') Umarım çooook seversiniz, fotoğraflarınızı bekliyorum!

SİZİ ÇOK AMA ÇOK SEVİYORUM, GÖRÜŞMEK ÜZERE CANIMIN İÇLERİ^^

Continue Reading

You'll Also Like

996K 43K 57
Aile problemleri yüzünden evden kaçmış ve kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan, aynı zamanda sinir hastası olan Pare, ucuza gelsin diye ikinci el...
290K 16.2K 56
Hadi ama nerden bilebilirdim ki okulun ilk gününden müdürün oğluna tekme atıcağımı!
789K 47.5K 45
Hale, sosyal medyada yazdığı bir yorumun hayatını bu denli değiştireceğini nereden bilebilirdi ki.
229K 4.9K 22
Hocam mı?kocam mı? +18 SAHNELER OLUCAK RAHATSIZ OLUCAKLAR OKUMASIN ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ İLİŞKİSİDİR