BULUTLAR DA AĞLAR

By Anesrum

574K 48.6K 8.9K

Namverân Somer adının kısaltılmasından nefret eden, insanlarla kolay kolay anlaşamayan ve de kişisel alanının... More

BİRİNCİ BÖLÜM: "BİR BELAYA ÇEKİLİYORUM"
İKİNCİ BÖLÜM: "PROBLEM ÇOCUK VE ISLAK HAVLU"
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "ULAŞ EROLTU"
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "BİR PANDA SAPIK ÇIKIYOR"
BEŞİNCİ BÖLÜM: "HAPİSHANEDE ANLAŞMA"
ALTINCI BÖLÜM: "BİR ARABA DOLUSU DAYAK MI?"
YEDİNCİ BÖLÜM: "UFF ÇOCUK"
SEKİZİNCİ BÖLÜM: "BENİM HAYALİM"
DOKUZUNCU BÖLÜM: "BİR GENÇ GİBİ"
ONUNCU BÖLÜM: "ŞAG"
ON BİRİNCİ BÖLÜM: "ORİON"
ON İKİNCİ BÖLÜM: "NAMVERÂN'IN AFFI"
ON ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "KİŞİSEL ÖĞRETMEN"
ON DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "SEÇİMLER VE GETİRDİKLERİ"
ON BEŞİNCİ BÖLÜM: "BULUTLAR AĞLARKEN VERİLEN KARAR"
ON ALTINCI BÖLÜM: "CENNETTEN DÜNYANIN MERKEZİNE"
ON YEDİNCİ BÖLÜM: "AV HAKKINDA"
ON SEKİZİNCİ BÖLÜM: "ANNE VE BABA"
ON DOKUZUNCU BÖLÜM: "KÖPEK BALIKLARI"
YİRMİNCİ BÖLÜM: "BARİSTA KIZ"
YİRMİ BİRİNCİ BÖLÜM: "ÖĞRETMEN VE ÖĞRENCİ"
YİRMİ İKİNCİ BÖLÜM: "ARKADAŞ OLMAK?"
YİRMİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "İLK ARKADAŞLARIM"
YİRMİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "ÖZÜRLER UTANÇTAN GELMEZ"
YİRMİ BEŞİNCİ BÖLÜM:"ARAMIZDAKİ SINIRLAR"
YİRMİ ALTINCI BÖLÜM: "BELKİ DE İNSANLAR DEĞİŞİR"
YİRMİ YEDİNCİ BÖLÜM: "HER BİRİMİZİN KABUSLARI"
YİRMİ SEKİZİNCİ BÖLÜM: "KURDUĞUMUZ İLK BAĞ"
YİRMİ DOKUZUNCU BÖLÜM: "BİR GÜN"
OTUZUNCU BÖLÜM: "SONUN BAŞLANGICI"
OTUZ BİRİNCİ BÖLÜM: "SİZİ BİRLEŞTİREN BAĞ"
OTUZ İKİNCİ BÖLÜM: "BABAMIN MUTLULUK GÖZYAŞLARI"
OTUZ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "SU HERKESİ BİRLEŞTİRİR"
OTUZ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "ONU TANIMIYORSUN BİLE!"
OTUZ BEŞİNCİ BÖLÜM: "TABULAR YIKILABİLİR"
OTUZ ALTINCI BÖLÜM: "FARKINDALIKLAR VE YENİLİKLER"
OTUZ YEDİNCİ BÖLÜM: "BANA BENZEYEN BİRİSİ"
OTUZ SEKİZİNCİ BÖLÜM: "GİTME O GÜZEL GECEYE USULCA"
OTUZ DOKUZUNCU BÖLÜM: "KALBİMİZDEKİ HİÇ GEÇMEYEN YARALAR"
KIRKINCI BÖLÜM: "ELVEDA VE YENİDEN GÖRÜŞÜRÜZ"
KIRK BİRİNCİ BÖLÜM: "ARKADA BIRAKILAN"
KIRK İKİNCİ BÖLÜM: "CANAVARLARA ACIMA"
KIRK ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "ULAŞ'IN KALBİ"
KIRK DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "SEN GECE MİSİN?"
KIRK BEŞİNCİ BÖLÜM: "FATİH İÇİN, BENİM İÇİN"
KIRK ALTINCI BÖLÜM: "AMA KORKUYORUM"
KIRK YEDİNCİ BÖLÜM: "TEŞEKKÜR EDERİM"
KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM: "BAŞARACAĞIZ"
KIRK DOKUZUNCU BÖLÜM: "IŞIL"
ELLİNCİ BÖLÜM: "YARISI TOPRAĞA GÖMÜLMÜŞ PAPATYALAR"
ELLİ BİRİNCİ BÖLÜM: "SEN ÇOK GÜZELSİN"
ELLİ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "ÖLÜM KOKAN ELLERİM"
ELLİ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "GÖRMÜYORUM VE DUYMUYORUM"
ELLİ BEŞİNCİ BÖLÜM: "İSTEDİĞİN NE?"
ELLİ ALTINCI BÖLÜM: "NAMVERÂN OLMANIN KURALI"
ELLİ YEDİNCİ BÖLÜM: "KADER DEDİĞİMİZ O KÜÇÜK ŞEY"
ELLİ SEKİZİNCİ BÖLÜM: "BENDE BİR PROBLEM VAR"
ELLİ DOKUZUNCU BÖLÜM: "KENDİNİ MEMNUN ET"
ALTMIŞINCI BÖLÜM: "SANA GELDİM"
ALTMIŞ BİRİNCİ BÖLÜM: "KALBİMİ KIRMA"
ALTMIŞ İKİNCİ BÖLÜM: "KUKLA"
ALTMIŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "HASTALIK GİBİ, SAĞLIK GİBİ"
ALTMIŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "MİNİ MİNİ MİNE"
ALTMIŞ BEŞİNCİ BÖLÜM: "BİZ BİR TAKIMIZ"
ALTMIŞ ALTINCI BÖLÜM: "GÜNERİ EVİNDE ACİL DURUM"
ALTMIŞ YEDİNCİ BÖLÜM: "KÖTÜ KADIN MÜZEYYEN"
ALTMIŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM: "BU EVDE SAĞ KALMALIYIZ"
ALTMIŞ DOKUZUNCU BÖLÜM: "YAZ KIZIM: KENDİMİZİ NASIL FAKA BASTIRDIK?"
YETMİŞİNCİ BÖLÜM: "TOMBALA"
YETMİŞ BİRİNCİ BÖLÜM: "KALIPLAR KEKLER İÇİNDİR!"
YETMİŞ İKİNCİ BÖLÜM: "SANA ACIYORUM"
YETMİŞ ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: "O BENİM ANNEM!"
YETMİŞ DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: "AYLİN İLE ENVER"
YETMİŞ BEŞİNCİ BÖLÜM: "YENİDEN ANNE VE BABA"
YETMİŞ ALTINCI BÖLÜM: "HER ŞEY YOLUNDA"
YETMİŞ YEDİNCİ BÖLÜM: "HİKÂYEMİZ DEVAM EDECEK"
YETMİŞ SEKİZİNCİ BÖLÜM: "GÜNEŞLER DE GÜLÜMSER, YILDIZLAR DA!" [FİNAL]
BDA
RUHUMDAKİ LEKELER
BEN DÖNDÜM!

ELLİ İKİNCİ BÖLÜM: "HER DEFASINDA BANA GEL"

7.9K 723 381
By Anesrum

Bölüm şarkısı;

SHAZNA - Piece Of Love [Kamikaze Kaitou Jeanne Açılış Şarkısı]



Öğleden sonra her şey çok normaldi. Ulaş Işıl ile gittikten sonra öğle arası bitene dek geri dönmemişti. Geri döndüğünde yüzünde garip bir gülümseme vardı. Öykü'nün kendini sırada geri atışına bile bir şey yapmadan yerine oturdu ve telefonunu çıkardı. Acaba numarasını mı almıştı?

"Sınavdan önceki son dersimiz." dedi Sıla Hoca sınıfa girdikten on dakika sonra. "Bu yüzden bugün ders yapmayacağız. Kısa bir tekrar yapalım istiyorum muhabbet eder gibi."

"Hocam direkt soruları verseniz?" diye sorduğunda erkeklerden birisi, birkaç kişi ona çanak tuttu. Sıla Hoca ise güldü.

"Soruları verirsem bilginizi ölçemem." Sınıfta gözlerini gezdirdi. "Yine de notlarınızın benim için pek bir önemi yok. Anladığınızı kavradığım sürece sınavların pek bir etkisi olmadığını bilin."

"Hayatımızın her yerinde sınavlarla bir yere giriyoruz hocam, bu söyledikleriniz çok iyimser laflar." Sınıftan birisi bıkkın bir şekilde söylendiğinde Sıla Hoca ondan beklenmeyecek bir şekilde omuz silkti.

"Kim demiş? Anladığınız sürece eninde sonunda yaparsınız. Ezberlerseniz sadece sınavdan iyi not alırsınız, anlayamazsınız."

"Sınavdan yüksek not almayı tercih ederim." dediğinde Reyhan birkaç kişi ona katıldı.

"Ezberlemenin daha iyi olduğunu düşünenler kim?" Sıla Hoca sınıfa baktı. "Öyle düşünenler ellerini kaldırsın." Birçok kişi ellerini kaldırdı. Sıla Hoca elini sallayınca hepsi geri indirdi. "Anlamanın daha önemli olduğunu düşünenler kim peki?" Ben, Ulaş ve Güneş dahil birkaç kişi ellerini kaldırdı. "O zaman şöyle yapalım. İki gruba ayrılın, dersimiz coğrafya olsa bile kısa bir münazara yapalım. Ne dersiniz?" Birkaç kişi oflarken Sıla Hoca direkt Reyhan'ı işaret etti. "Mesela sen Reyhan, ezbercileri sen temsil et. Arkadaşlarından yardım alabilirsin." Reyhan'dan sonra gözleri bende durdu. Tam beni seçeceğini düşünürken birden Ulaş'a baktı ve gülümserken "Anlamanın daha etkili olduğunu düşünenleri de Ulaş temsil etsin. Sende arkadaşlarından yardım alabilirsin. Birbirinizi ikna etmeye çalışın."

"Yapmak zorunda mıyız?" Reyhan ofladığında Ulaş kafasını salladı.

"Evet, yapmak zorunda mıyız? Ezberlemenin daha iyi olduğunu düşünen birine anlamanın önemini anlatamam çünkü." Ulaş'ın sözleri üzerine tüm sınıfın gözleri ona döndü. Herkes ona bakınca bir anlığına gerildiğini düşündüm ama benim düşüncemin aksine o çok rahat görünüyordu. Hırkasını omuzlarına atmıştı, eğildiğimde bacak bacak üzerine attığını görebiliyordum. Umursamaz bir şekilde Reyhan'a şöyle bir baktı.

"Ne demek istiyorsun?" Reyhan alınmış ve de kızmış gibi kaşlarını çattığında Ulaş omuzlarını silkti.

Önce Sıla Hoca'ya sonra Reyhan'a döndü. Güneş merakla olanları izlerken Öykü çekinerek Ulaş'a bakıyordu ama gözlerinde etkilenmiş bir bakış vardı. Ezbercilerle el kaldırmıştı ama sırf Reyhan el kaldırdığı için onun da katıldığını düşünüyordum.

"Şöyle düşün," dedi Ulaş odağını tamamen ona vererek. "İki artı iki dörttür formülünü ezberlersen iki artı iki kaçtır sorusunu yapabilirsin ama iki artı iki artı iki kaçtır sorusunu yapamazsın. Eğer işin mantığını kavrarsan iki artı altı kaçtır sorusuna bile cevap verebilirsin."

"Gerçekten mi?" Reyhan aşağılar gibi baktığında Ulaş onun bu tavrına gülerek karşılık verdi. Üstelik sınıfta yankılanan gülüşü, Reyhan'ınkinden bakışlarından daha nazikti ama daha ağır bir aşağılama içeriyordu.

"Ezber sana sınıfı geçirtir ama hayatında asla yardım etmez. Ezberlediğin şeylerin dışında mantık yürütmen gereken şeylerle elbette karşılaşacaksın. Nereye adım atacağını ezberlersen gitmen gereken yolu bilirsin ama eğer mantığını kavrarsan kaybolsan bile yolunu bulursun. Kolay yolu seçtiğini sanıyorsun ama aslında zor şeyi yapıyorsun."

"Önemli olan sınıfı geçmek, üniversiteyi kazanmak ve de iş bulmak. Bizden istenen şey önümüze konan kitaplardaki bilgileri ezberlemek. Tarihin nasıl mantığını çözebilirim?"

"Mantıksız geldiğinin farkındayım ama her şey içinde aslında belli kurallar var. Onları anlamaya çalışırsan gerisi çorap söküğü gibi gelir." Sıla Hoca'ya baktığımda yüzünde mutlu bir gülümseme olduğunu gördüm. Ulaş'ın tavrından, savunuşundan ve özellikle derse katılışından çok etkilenmiş gibiydi.

"Bunun bana şuan ne yararı olacak? Ezberlemediğim formülü matematik sınavında hatırlayamam sonuçta." Reyhan kaşlarını kaldırdığında kazandığını düşündü çünkü Ulaş birkaç saniye cevap vermedi.

"Hatırlayamazsın." Ulaş katılır gibi kafasını salladı. "Lakin soruyu gördüğünde hangi formülü kullanacağını bilirsin çünkü mantığını kavramış olursun."

"Sadece gelişi güzel konuşuyorsun." Reyhan iyice sinirlendiğinde Ulaş onu kaale almadan gözlerini Sıla Hoca'ya çevirdi.

"Sende her şeyi papağan gibi ezberlemeye çalışıyorsun. Eğer buna devam edersen sadece bir papağan olursun ve kendi kelimelerin yerine hayatın boyunca başkalarının kelimelerini konuşursun."

Öykü'nün gözleri parıldadığında düşecekmiş gibi oturduğu sırada hafifçe Ulaş'a doğru kaydı ve vücudunu biraz olsun gevşetti. Arkadaşının bu rahatlamış tavrına karşın Reyhan iyice sinirlenmişti. "Sen bana papağan mı diyorsun?"

Ulaş ona kısa bir bakış attı. "Öyle diyorum. Her şeyi ezberlemeye çalışırsan bir zaman sonra sadece bilgileri değil, düşünceleri ve daha kötüsü hisleri de ezberlemeye başlarsın. Kavrayamadığın şeyleri ezberden söylemen sana hiçbir şey kazandırmaz. Sefiller'i ezberleyebilirsin ama asla neden yazıldığını, neler anlattığını kavrayamazsın."

"Konumuz o bile değil! Okul hayatında ezberlemek mi anlamak mı daha önemli onu tartışıyoruz." Reyhan itiraz ettiğinde Ulaş güldü.

"Neden değil? Sinirleniyorsun çünkü bilmiyorsun. Dahası öğrenmek istemiyorsun. Bir makinenin hangi parçalarla çalıştığını ezberleyebilirsin ama iş onları birleştirmeye geldi mi bunu asla beceremezsin. Bunun da sana bir faydası olmaz."

"Anladığım sürece, bunun bana katkı sağlayacak en etkili şey olduğunu düşünüyorum." Güneş konuştuğunda Reyhan kendisini desteklemesi için el kaldıranlara baktı ama hiçbiri konuşma niyetinde gibi durmuyordu. Öykü bile susmuş, hayranlıkla Ulaş'ı dinliyordu. Normalde Reyhan ne yaparsa o da onu yapar, ne düşünürse o da onu düşünürdü.

"Ben size katılmıyorum!"

"Bir soru ile sana daha net açıklayayım." dedi Ulaş sakince yeşil gözleri parıldarken. "İkinci Bayezid'in babası kimdir?"

"Ne?" Reyhan gözlerini tavana çevirdi. O düşünürken birkaç kişi cevabı bulmak için telefonlarını çıkardı. Uzun bir süre kimseden ses çıkmayınca Ulaş kendi sorusunu kendi yanıtladı.

"İkinci Bayezid'in babası Fatih Sultan Mehmet'tir."

Reyhan iyice çıldıracakmış gibi oldu. "Ama bu ezber sorusu!"

Ulaş güldü. "Peki o zaman neden bilemedin?" Reyhan bir anda beyninden vurulmuşa döndüğünde Sıla Hoca gülüşünü saklamak için elini ağzıyla kapatmak zorunda kaldı. "Ben söyleyeyim mi? Çünkü unuttun. Ezberlersen eninde sonunda unutmaya mahkûmsun. Kavrarsan, anlarsan öyle değil, ömür boyu unutmazsın. İkinci Bayezid'in hayatını biliyorsan babasını da hatırlarsın. Seksen yaşında olsan bile yaparsın bunu. Fakat sınava girmek için Rönesans'ın getirilerini ezberlersen yeniden sorulduğunda cevap bile veremezsin."

"Okuldan sonra işime yaramayacak bilgileri neden öğrenmem gerekiyormuş?" Reyhan iyice sinirden kızardığında Ulaş yeniden omuzlarını silkti. Ellerini ceplerine sokmuştu. Bu tavrı Reyhan'ı daha da delirtiyordu.

"Kendi tarihini bilmek sana önemli gelmiyorsa bir şey diyemem." Ulaş konuyu milli duygulara getirdiğinde birçok kişi suratlarını astı. "Bu biraz da kişinin kendini ne kadar tatmin etmek istediğiyle alakalı. Kendini ne kadar geliştirmek istediğiyle. Ben bana söylenenleri tekrar eden bir papağan olmaktansa kafesin dışındaki ses olmayı tercih ederim." Reyhan'a baktı ve en tatlı gülümsemesiyle "Seçim sana kalmış." dedi.

Tam Reyhan öfkesini kusmak için ağzın açmıştı ki Sıla Hoca ellerini çırptı. "Pekala bu kadar yeter. İkili tartışmaya daha fazla girmeyelim. Başka konuşmak isteyen var mı?" Sınıftan çıt çıkmayınca Sıla Hoca öğretmen masasının başından kalkıp tahtanın önüne geçti. "Elbette bazı şeyleri ezberlemeden öğrenemezsiniz lakin hayatınızdaki çoğu şeyi ezberden yapamazsınız da. Kavramanın, anladığınızı fark etmenin gururunu tattığınızda çok mutlu olacaksınız. Bu yüzden size sınavdan düşük alsanız bile üzülmeminiz gerektiğini söyledim. Eğer notunuza üzülür sonra öğrenmek için yeniden bilgilerinizi tazelersiniz bu sefer kavrarsınız ve bir daha asla unutmazsınız. Bu sınavların bilgiyi ölçmek için kullanılan en küçük yöntemler olduklarını unutmayın." Ellerini çırptı. "Şimdi ufak bir tekrar yapalım mı?"



Okul çıkışında Ulaş kendine öncekinden bile çok hayran kazanmıştı. Sınıftan birçok kişi haklı olduğunu ve bir papağan olmak istemediğini söylemişti. Üstelik ilk kez, Öykü, Reyhan'ın bir yere gitme teklifini reddetmiş ve başka bir şey yapmak istediğini söylemişti. Ulaş ona bakıp gülümsemişti. O tartışmadan sonra Öykü ona vebalı gibi davranmayı kesmiş, üstelik anlamadığı, kaçırdığı yerleri Ulaş'a sorma cesaretini bile göstermişti. Ulaş'ın gülümsemesini gördüğümde sadece Öykü'ye bir şeyleri fark ettirmek için bile ikili tartışmaya girdiğini düşündüm. Kızla araları sabahkine nazaran daha iyiydi.

Güneş yürürken "Ulaş haklıydı." dedi. O konuşurken Makber Bediz'in cipslerinden kaçırmaya çalışıyor ama Bediz sürekli paketi yukarı kaldırıp onun kısa boyuyla dalga geçer gibi kolu havadayken paketten cipsleri alarak ağzına atıyordu. "Reyhan ezberci bir papağandan başkası değil. Araya girmemek için kendimi çok tuttum ama beceremedim."

"Çok umurumda değil. Aslında eğlendim bile." Ulaş gülümsediğinde Reyhan'ın Ulaş'a o kadar yakın davranırken neden bir anda bu kadar düşman kesildiğini düşündüm. Ders bittikten sonra Ulaş'ın suratına bile bakmamıştı, üstelik Öykü Ulaş ile konuştukça ikisine bakıp durmuştu. Öykü'nün ondan başka birisiyle konuşması üstelik çıkışta yaptığı gibi tekliflerini reddetmesini sevmiyordu.

Aslında bence sadece Öykü'yü yönetmeyi seviyordu.

"Düşünceleri ve hisleri ezberlememelisin, onları anlamalısın. Değil mi Nam?"

Ulaş'ın sesi üzerine düşüncelerimden ayrıldım. "Ha? Ne?"

Bana baktı ve yavaşça "Değil mi Nam?" diye sordu.

Gözlerimi kıstım. "Namverân."

"Nam."

Eski günlere dönmüş gibi hissederek "İsmimi bile düzgün söylemeyi beceremiyor musun sapık-problem çocuk?" dediğimde Ulaş yamuk bir şekilde gülümsedi.

"Hala burnun Kaf Dağı'nda mı prenses hazretleri?"

"Çariçe. Çariçe." Makber en sonunda Bediz'den cips kaçırmayı becermiş ve onları tıkınmış bir şekilde dolu bir ağızla konuştuğunda ters bir şekilde ona baktım.

"Bana bir daha öyle seslenme, demedim mi ben sana?"

"Bana da sana 'baba' dememi söyledin ama sana sürekli diyorum, değil mi baba?" Bediz düz bir şekilde bana baktığında gözlerimi kıstım. Gözlerimden lavların fışkırmasını ve ayağına düşmesini hayal ettim.

"Sizi öldürürüm." Suratım ciddi bir hale büründüğünde Makber tırstı ama Bediz'de tık yoktu. Ulaş ise arkadan kıkır kıkır gülüyordu. "Bana adımdan başka şekilde seslenmek yok! Üstelik," Ulaş'a kısa bir bakış attım. "adımı kısaltmak da yok!"

"Düşünürüz." Ulaş dil çıkardığında koluna vurdum.

"Ben çok ciddiyim."

Makber korkmuş gibi "Yapar valla." dedi bir çırpıda. "Bir bakmışsınız yemeğimize zehir koymuş."

Makber bunu söyledikten bir saniye sonra duraksadım. Aklıma yine zehirli tavuktan ölmüş Caelo'nun cansız bedeninin görüntüsü düşünce kendimi sıktım. Görüntüyü uzaklaştırmak için gözlerimi sıkıca kapayıp açtım ve yine de oradan gitmedi. Açık gözlerini gördüm, parmaklarımda patilerindeki soğukluğu hissettim ve o an, kalbim öyle sıkıştı ki nefes alamayacakmış gibi oldum.

Ulaş yanıma gelip elinin tersiyle elime dokunduğunda titredim. Görüntü kaybolduğunda Makber yüzü asılmış bir şekilde yalvarır gibi bana baktı. "Özür dilerim." dedi pişman olduğu belli cılız sesiyle. "Özür dilerim. Özür dilerim. Düşünemedim. Patavatsızım işte, düşünmeden konuşuyorum. Özür dilerim. Özür dilerim."

Nasıl baktığımı bilmiyordum ama karşımda eğilip bükülmesinden sert olduğunu anlayabiliyordum. Yüzümdeki ölüm ifadesini yumuşatmaya çalıştım ve yeniden hareketlendim. Makber'in yanından geçerken kedili şapkasını takmış kafasını hafifçe okşadım ve beklenmeyecek derecede sakin sesimle "Sorun yok." dedim.

Bunun en kötü tarafı Caelo'yu ve ölümünü düşünmemden hemen sonra büyükannemin cansız bedenini hatırlamamdı. Evdeyken artık eskisi kadar ağır kalp ağrıları çekmesem bile odasına hala giremiyordum ve ölümü hatırlamak ya da Caelo'nun mezarını görmek bile onun yokluğunu suratıma yeniden çarpıyor. Tüm ölümler birbiriyle bağlantılı gibiydi. Caelo'nun gidişinin görüntüleri gözümün önüne geldiği anda gözlerimin önünde büyükannemin cansız yattığı yatağının görüntüsü de beliriyordu.

Makber sorun olmadığına inanmasa bile Ulaş bir şekilde onu inandırdı ve vedalaşıp ayrıldık. Bediz arkadaşlarıyla maça, Güneş babasının yanında, Makber ise Öğrenciler Birliği ile toplantıya gitti. Durağın önüne geldiğimizde Ulaş bana doğru döndü. Orion'a gitmesi gerekiyordu yine.

"Okul aslında eğlenceli." dediğinde kafamı salladım.

Havadan sudan bahseder gibi, "Işıl ile ne konuştun?" diye sorduğumda gözlerime baktı.

Hemen ardından ise gülümseyip "Niye merak ediyorsun?" diye beni sıkıştırmaya çalıştı. "Belki özel şeyler konuştuk."

"Özel bir şeyler konuşamazsınız."

Tepkime bakıp güldü. Durağa sırtını yaslayarak alt dudağını sarkıttı. "Havadan sudan konuştuk."

"O yüzden mi öğle arası bitene dek gelmedin?"

"Ona mı dikkat ettin küçük takipçi?" Eğlenir gibi suratıma baktığında kızarak saçlarımı kulağımın arkasına sıkıştırdı.

"Dikkat ettim çünkü Işıl senden hoşlanıyor. İlgini çekmiyorsa ondan uzak durman gerekir çünkü yaptığın her şey şu noktada ona umut verecek."

"Sen neden onu düşünüyorsun? Umurunda olmayan kimsenin iyiliğini düşünmezsin normalde, kötülüğünü düşünmediğin gibi." Şüpheci bir şekilde baktığında kafamı çevirdim.

"Başımıza başka bir dert daha almayalım."

"Sana inanasım gelmiyor."

Ofladım. "Neye inanmak istiyorsan ona inan."

Aslında Işıl ile olanlara dikkat etmemin başka bir sebebi vardı. Ulaş'ın ona kapılmasından korkuyordum. Bu korkumun romantik bir tarafı yoktu. Fidan ile yaşadıklarımız yalan olsa bile gerçekten kalbimi kırmıştı. Şimdi gerçeğinde yine de aynı şeyleri yaşarsam Ulaş ile arkadaşlığımı sürdürebilir miydim emin değildim. Çünkü beni ikinci plana atarsa, beni, hislerimi umursamamaya başlarsa ne yapardım bilmiyordum. O benim ilk dostumdu bu yüzden de nasıl davranmam gerektiğini bilmiyordum. Ebeveynini paylaşmak istemeyen dört yaşındaki bir çocuk gibiydim tıpkı.

"Ona umut filan vermedim." Ulaş konuştuğunda yeniden ona döndüm. "Yine de bir süre daha etrafımızda olacak gibi görünüyor."

"Tam olarak ne konuştunuz?" Sorumu yenilediğimde Ulaş'ın otobüsü geldi ve bu durumdan memnunmuş gibi uzanıp alnımda öptü.

"Sana söylemeyeceğim!"

"Bu haksızlık ben sabah sana ne konuştuğumuzu söyledim!" Mızırdandığımda dil çıkardı sonra arkasını dönüp koşar adımlarla otobüse bindi. İçeri girip kendine oturacak bir yer bulduğunda camdan bana bakındı. Gözlerimi kısmış gıcık bir şekilde ona bakarken bir anda ciddileşti ve ağzını kımıldatıp bir şeyler dedi.

Ne dediğini anlamadığım için elimi de kaldırıp "Ne?" diye sordum.

Kafasını iki yana salladı ve otobüs duraktan kalkarken bana el salladı. Ulaş'ın gitmesiyle kendi otobüsümü beklerken telefonumu çıkardım ve Akya'nın numarasını tuşladım. Yarın Ulaş'ın ailesinin ölüm yıl dönümüydü. Yarın nasıl bir ruh halinde olacaktı hiçbir fikrim yoktu ama yine de bir şekilde bununla baş etmeliydim. Elimden geldiğince ona destek olacaktım, kalbimi kırsa, beni aşağılasa bile sadece o gün olduğu için görmezden gelecektim. Daha erken haberim olsaydı, aklımdaki fikri yarına yetiştirebilirdim belki ama şuan bu mümkün değildi. Akya'yı ise tam olarak bu yüzden arıyordum. Yapmak istediğim şeyi geç olsa bile yeniden yapmak istiyordum ama yardıma ihtiyacım vardı.

Akya beni biraz beklettikten sonra telefonu açtığında sesi oldukça neşeli geliyordu. "Merhaba öğretmenim."

"Selam. Nasılsın?"

"İyiyim. Gerçi o kızla başım hala dertte ama yine de iyi gibiyim."

"Dinle," dedim direkt konuya girmek için. "öncelikle Ulaş'a yarı zamanlı çalışma konusunda destek çıktığın için teşekkür ederim."

Akya sanki ayıp bir şey söylemişim gibi bir anda tüm neşesini kaybetti ve katı bir sesle "Teşekkür etme." dedi. "Ulaş benim dostum, dostlarım için yapmam gerekenlerin sonunda teşekkür almak küfür gibi bir şey."

"Yine de-"

"Yine de," Akya güçlü sesiyle sesimi bastırdı. "teşekkür etme. Emin ol Ulaş'ı senin kadar iyi tanıyorum. Orion'da olmasını seviyorum. Onunla konuşmak çok eğlenceli. Onun yanındayken eğleniyorum." Makber Akya'nın söylediklerini duysa kesinlikle Ulak diye diye ölürdü.

"Yarının ne olduğu hakkında bir fikrin var mı?" Ulaş söylediyse yarının ne olduğunu bilirdi. Söylemediyse eğer, bunu söylemek bana düşmezdi, demek ki söylemek istemiyordu.

"Ailesinin ölüm yıl dönümü."

Neden Ulaş tek bana ailesinin yıl dönümünden bahsetmemişti? İç geçirerek "Evet." dedim. "Aklımda bir fikir var ama bunu tek başıma yapamam."

Akya sözümü ikiletmeden "Neye ihtiyacın var?" diye sordu.

Tam o sırada da benim otobüsüm geldi. Cebimden otobüs kartını çıkarıp arabaya bindim ve kartı bastıktan sonra oturacak yer bulmak için otobüsün arkasına doğru ilerlerken "Dinle," diyerek anlatmaya başladım.



Ertesi gün doğduğunda, kimse iki yıl önce bugünde bir patlama olduğunu ve birçok insanın hayattan koparıldığını düşünmezdi bile. Hava o kadar güzeldi ki, kuş cıvıltıları bile insanın içini ısıtmaya yeterdi. Bu güzel havaya rağmen bir türlü uyumayı becerememiştim. İçimde bir sıkıntı vardı ve bu sıkıntının doğurduğu huzursuzluk doğru dürüst uyuyamama neden olmuştu. Sabah ezanından önce uyandığımda bir daha uyumak gibi bir şansımın olmadığının farkındaydım. Bundan dolayı yatağımdan sıyrıldım ve mutfağa gidip poğaça yapmaya başladım. Yapma nedenim vakit öldürmekten çok Ulaş'ın poğaça seveceğini düşünmemdi. Öğle arasında hazır yemeklerden çok daha fazla mutlu ederdi onu. Hızımı alamadığımda poğaçanın yanına kurabiye de yaptım. Annem uyandığın gördüğü manzara onu o kadar çok şaşırttı ki bir şeyler söyleyemedi. Anneme de küçük bir kaba poğaça ve kurabiye ayırdıktan sonra geri kalanını okula götürmek için paketledim ve hazırlandım.

Eroltu evinin önüne geldiğimde zile bastım. Lale Hanım'ın olmadığını arabanın yokluğundan fark edebiliyordum. Onun içinde zor bir gündü, ablasının ve eniştesinin vefatıydı. Ulaş'ın okula başladığı haberi aldıktan sonra onu çok fazla görmemiştim. O gün itibariyle Ulaş'a daha çok sevgiyle yaklaşsa bile bugün onun da kabuğuna çekildiğini hissediyordum. Tüm bunlara rağmen, bugün yeğeninin yanında olmasını, ona destek çıkmasını ve gerçek hislerini onunla paylaşmasını tercih ederdim. Fakat anlaşılan Lale Hanım yine Ulaş'tan ve onunla beraber gelen hislerden kaçmayı tercih etmişti. Maalesef bu konuda yapabileceğim şeyler sınırlıydı.

Kapı açılmayınca yeniden zile bastım ve beklemeye başladım fakat neredeyse on dakikadır bekliyor olmama rağmen ne gelen vardı ne de giden. Bu durum beni meraklandırmaya başlayınca telefonumu çıkardım ve Ulaş'ı aradım. Belki o da uyuyamamıştı, belki de uyuyakalmıştı. En azından öyle olduğunu umuyordum. Numarasını aradığımda karşıma telesekreter çıktı. Telefonu kapalıydı.

Nerede olabilirdi? Acaba evde ve uyuyor muydu? Bugün okula gelmeyi istemiyor muydu? Gözlerimi kapıya diktim, özellikle o pencere altına bakmıyordum hala. Numarasının altındaki küçük mesaj simgesine tıkladım ve mesajlar açılınca ona kısa bir mesaj yazdım.

Kime: ULAŞamayan

Ben okulda olacağım, telefonunu açtığın zaman beni mutlaka ara! Sana bir sürü güzel şey yaptım. Beni ara, tamam mı?

Mesajı gönderdikten sonra içim rahat etmedi ve kısa bir şeyler daha yazıp gönderdim.

Kime: ULAŞamayan

Aramayı sakın unutma! Beni merakta bırakma!

Belki de uzaklaşmak istiyordu, bunun için onu suçlayamazdım. O yüzden üzerine daha fazla gitmemeye karar verdim. Evde, yatağında uyuyor olduğunu umarak Eroltu evinin kapısından uzaklaştım ve durağa doğru yürümeye başladım.

Her ne kadar onu yalnız başına bırakmak hoşuma gitmiyor olsa da ona özel bir alan bırakmak zorunda olduğumun da farkındaydım. İki ebeveynini de kaybetmenin, üstelik bir saldıra kaybetmenin getirdiği acıyı ben tam olarak anlayamazdım. Neye ihtiyacı varsa bunu şimdilik ona sağlarsam daha iyi olacağını düşünmek istiyordum sadece. Bundan ötürü okula tek başıma gittim. Bediz her zamanki gibi arkadaşlarıylaydı. Yere çömmüş taş – kağıt – makas oynuyorlardı. Makber ve Güneş hemen arkalarında sırt çantalarını ya da montlarını çıkarmamış şekilde birbirleriyle konuşuyorlardı. Benim geldiğimi görünce Güneş'in kafası direkt bana doğru döndü ve elini kaldırıp bana işaret verdi. Dün olanlardan sonra kızgın olduğumu düşünmesinler – ya da Makber düşünmesin diye hafifçe gülümsedim ve işaret parmağımla binayı işaret ettim. Güneş kafasını anladığını belli edercesine salladığında onlara sırtımı dönüp okul binasının içine girdim ve merdivenleri çıkarak sınıfa gittim. Neredeyse herkes sınıftaydı. Dün Reyhan ve Ulaş'ın arasında yaşanan tartışmadan sonra Reyhan kızlarla fısır fısır bir şeyler konuşuyordu. Eminim ki Ulaş hakkında bir şeyler söylüyordu. Anlaşılan Ulaş'a karşı yakın tavırları buraya kadardı, şimdiden ona düşman kesilmişti bile. Onu kale almayarak sırama doğru ilerledim. Sıra arkadaşım henüz gelmediğinden rahatça soyunup yerime yerleştim. Telefonumu çıkardığımda gözlerim simsiyah ekrandaydı. İçimdeki iyimser Ulaş'ın telefonunu açtığını ve en azından mesaj filan atmış olabileceğini umuyordu fakat ne bir mesaj vardı ne de arama.

Ben hala telefona bakarken zil çaldı ve insanlar yavaşça sınıfa gelmeye başladı. Güneş de geldiğinde bana şöyle bir baktı ve yavaşça, sanki rahatlatmak ister gibi gülümsedi. Bende ona karşılık verdim ama çatık kaşlarımın endişeli olduğumu ele verdiğini biliyordum. Birkaç dakika sonra da öğretmen sınıfa girdiğinde herkes yavaşça susmaya başladı. Tarih öğretmeni yavaşça masasına yerleştirdi ve yoklama defterini açarak yoklama almaya başladı. Benim gözlerim Ulaş'ın boş yerine bakarken, Öykü'nün de yanına baktığını fark ettim.

"Ulaş Eroltu?" dediğinde öğretmen, sınıftan çıt çıkmadı. Mahmut Hoca gözlüklerinin altından sınıfa bakındı. Dört derece miyop olduğundan gözlükleri gözlerini olduğundan büyük gösteriyordu. Aynı Güneş'in kavanoz dibi gözlük camlarına benziyordu ama Güneş onlarla daha normal dururken, Mahmut Hoca komik oluyordu. "Ulaş?"

"Yok hocam." dediğinde bir erkek Mahmut Hoca nefesini dışarıya verdi.

"Anladım."

"Hevesi bu kadar sürdü demek ki." Reyhan konuştuğunda gözlerim ona döndü. Sanki zafer kazanmışçasına gülümsüyordu. Belki de Ulaş'ın gelmemesini dünkü tartışmalarına bağlıyordu. "Hem zaten niye geri geldiğini bile anlamamıştım. Hakkında türlü dedikodular çıkan bir sokak çocuğuydu o kadar."

"Yalan söylüyorsun." Bir anda Öykü konuştuğunda kimse bunu beklemiyordu. Ben ve Güneş şaşkınlıkla Öykü'ye baktığımızda, kızım kahverengi gözlerinin sinirden yeşilimsi bir renge döndüğünü fark ettim. Reyhan ihanete uğramış gibi arkadaşına baktığında Öykü sinirinden yumruğunu sıkıyordu. "Ulaş'ın çok yakışıklı olduğunu söyleyip duruyordun Reyhan. Hatta düşündüğün kadar kötü birisi olmadığını, okula dönmekle iyi bir şey yaptığını da söylemiştin!"

"Se-seni!" Reyhan sinirle ayağa kalktı. "İspitçi!"

"İnsanlara nasıl bu kadar çabuk düşman olabiliyorsun anlamıyorum!" Mahmut Hoca konuyu anlamazken Öykü de ayaklandı ve Reyhan'a kızgın gözlerle bakmayı sürdürdü. "Ulaş kötü birisi değil! Senin bana söylediklerinin aksine o kötü birisi değil! Öyleymiş gibi davranma."

"Kızlar." Mahmut Hoca gözlüğünü çıkardı ama kimsenin onu dinlemeye niyeti yoktu.

"Öyleymiş gibi davranmıyorum, öyle birisi! Dün beni rezil etmeye çalıştı. Hem hakkında o kadar dedikodu çıkan kişi ben miyim?" Sinirden ellerim titremeye başladığında kendimi tutmaya çalıştım. "Ateş olmayan yerden duman çıkmaz. Ulaş bir serseri! Bu okula dönmesi de bir hataydı." Kalbim öfkeyle atmaya başladığında, Reyhan'ın söylediği şey bardağı taşıran son damla oldu. "Yaşadıklarıyla kendini acındırmaya çalışıyor ama aslında beş para etmez bir serseri!"

Öfkeyle elimi sıraya vurup ayağa kalktım. Mahmut Hoca bile yerinde boşluğa düşüp korkarken Reyhan garip gözlerle bana baktı. Güneş ise gözlüğünü çıkarıp gözlerini silmeye başladı. Ağlıyor muydu yoksa? Belki sinirinden ağlıyordu bilmiyordum. O an umurumda olan tek şey benim öfkemdi. Ulaş'ı tanımadan nasıl bu şekilde konuşurdu? Onun hakkında tek bir şey bile bilmiyordu, üstelik onu yargılamaya çalışıyordu. Üstelik...bunu benim kelimelerimle yapıyordu! Ulaş'a onları söylediğim için, öyle davrandığım için zaten kendimi kötü hissediyordum. Şimdi de geçmiş karşıma Ulaş'ı benim kelimelerimle aşağılamaya kalkıyordu. "Ne çok konuşuyorsun sen öyle." dedim deli gibi zangırdayan ellerime rağmen oldukça sakin bir sesle. "İnsanları tanımadan yargılamaya bayılıyorsun, sana ters en ufak bir şey yaptılar mı ya da istediğini yapmadılar mı, hemen onlara düşman kesiliyorsun. Asıl beş para etmez olan kişi sensin!"

"Sen karışma!" Reyhan çemkirdiğinde Öykü bana arka çıktı.

"Niye karışmayacakmış? Ulaş'ı aramızda en çok tanıyan kişi o!"

"Kızlar yeter!" Mahmut Hoca karışmaya çalıştığında Reyhan'ın sesi onunkisini bastırdı.

"Sırf birbirleriyle fingirdiyorlar diye karşıma çıkıp bana laf söyleyemez."

Sinirle telefonumu aldım ve montumu kaptığım gibi yerimden çıktım. Zaten sıra arkadaşım korkusundan ayağa kalkmıştı bile. Mahmut Hoca adımı söylese bile umurumda değildi. Reyhan'ın üzerine giderken kız korkusundan yutkundu ama korkak gibi görünmek istemediği için ayakta kalmaya devam etti. "Hey Reyhan," dedim. "hayatı boyunca kocası onu bin beş yüzüncü kez aldatırken onun kelimelerini tekrarlayacak bir papağan olmana rağmen bunları söylemen aşırı komik." Sınıftan birkaç erkek arkada ses efekti yaptığında Reyhan kıpkırmızı kesildi.

Arkamı döndüm ve sınıf kapısında doğru ilerledim. Mahmut Hoca arkamdan "Namverân! Sınıftan çıkmana izin vermedim!" dese bile umursamadım ve kapıyı çarpıp sınıftan çıktım.

Hala sinirden ellerim titrerken hızlıca üzerime montumu giydim ve hızlı, sinirli adımlarla okul binasından dışarı çıkıp çıkış kapısına doğru ilerledim. Güvenlik beni görünce hemen yanıma doğru geldi. Dışarı çıkmama izin vermeyeceğini biliyordum.

"Nereye küçük hanım?" Şüpheli gözlerini üzerime diktiğinde kirpiklerimin altından ona baktım.

"Kapıyı aç, çıkacağım."

"İzin kağıdını göreyim?" Elini uzattığında sinirle nefes aldım.

"Kağıdım yok. Kapıyı aç."

"O zaman çıkamazsın. Sınıfına geri dön." Arkasını döndüğünde Reyhan için içimde büyüyen öfke daha da kabardı.

Hiddetle sürgülü demir kapıya tekme atarken "Siktiğimin kapısını aç!" diye bağırdım. Bir anda bana döndü. Neye uğradığını şaşırmış gibiydi. Gözlerimden aşağıya lavlar akarken "Hemen." diyerek kelimeleri dişlerimin arasında ezdim.

"Bir şey olursa sorumlu ben değilim." Kapıyı yavaşça açtığında sinirle yanından geçip gittim.

Onu kendi başına bırakma işi artık umurumda bile değildi, Ulaş'ı bulmak zorundaydım. Hızlı hızlı yürürken belki de evde değildir, diye düşündüm. Acaba Orion'da olabilir miydi? Oraya bakabilirdim, ya da en kötü Akya'ya sorabilirdim. Belki de o bilirdi nerede olduğunu. Otobüs durağına ilerlerken elimi cebime attım ama o anda cüzdanımı yanıma almadığımı fark ettim. Kendime küfürler ederken yolumu değiştirdim ve yarı koşar yarı yürür halde Orion'un yolunu tuttum. Saat on gibi Orion'a vardığımda kafenin henüz yeni açılmış olduğunu fark ettim. Aceleyle içeriye girdim. Etrafta Ulaş'ı ararken daha önce geldiğimde burnuna çok dikkatli baktığım için utandırdığım kadın garsonu görüp hemen yanına yaklaştım.

"Affedersiniz," dedim soluksuz bir şekilde. "Ulaş burada mı?"

Kız ilk önce beni tanıyamadı, sonra ise ağzından ufak bir hatırlama nidası kaçarken kafasını iki yana salladı. "Hayır burada değil. Zaten onun mesaisi dört buçukta başlıyor. Bilmiyor musunuz?"

"Neyse, teşekkür ederim." Gitmek için arkamı döndüm. Tam o anda aklıma Akya geldi. Kız masaları silerken yeniden yanına gittim. "Peki Akya? O burada mı?"

"O bugün izinli." dedi kız nazik bir şekilde. "Üzgünüm yardımcı olamayacağım."

"Tamam. Teşekkürler." Arkamı dönüp kafenin dışına çıktım. Ne yapacağımı bilemez bir şekilde volta ararken telefonumu çıkarıp Akya'yı aradım. Uzun bir süre aramamı yanıtlamadı. Tam umudumu kesmiştim ki bir anda sesi kulağımda çınladı.

"Alo? Öğretmenim?"

"Akya, sana çok acil bir şey soracağım." Okuldan Orion'a kadar yarı koştuğum için nefessiz kalmıştım, elimi göğsüme dayayıp soluklanmaya çalıştım. Göğüs kafesimin içerisindeki soğuk bıçak, soluk borumu kesiyormuş gibi canımı acıtıyordu. "Ulaş nerede? Orion'dayım şuan, burada yok."

"Dün akşam beni aradı ve vardiyasını devralmamı istedi. Bugün gitmeyecek." Akya oldukça sakin bir şekilde sorumu yanıtladığında kaşlarımı çattım.

"Bana bununla ilgili bir şey söylememişti."

Akya iç geçirdi. "Belki de yalnız kalmaya ihtiyacı vardır."

Kafamı şiddetle iki yana salladım. "Hayır," dedim hızlıca. "hayır. Yalnız kalmasını istemiyorum." Kafenin camlarından içindeki insanlara bakınırken "Sana bugün ne yapacağını, nerede olacağını söyledi mi?" diye sordum. Akya ilk önce cevap vermedi. Sonra sıkıntıyla iç geçirdiğinde ise bildiğini anladım. "Ulaş nerede?"

"Bak, bunu sana söyleyemem. Bilmeni isteseydi sana söylerdi, değil mi?"

"Ben Ulaş'ın en yakın arkadaşıyım! Yalnız kalmasını istemiyorum. Yalnız kalırsa daha da kötü olacak. Zaten iki yıl boyunca yeteri kadar yalnız kaldı."

Öfkeli çıkışım Akya'yı ikna etmemiş olacak ki "Yine de söyleyemem." dedi. "Kimseye söylememi istemedi."

"Akya!" Kendimi sakinleştirmek için telefonumu kulağımdan uzaklaştırıp nefesler aldım. Ellerimin titremesi yavaşça geçtiğinde öfkem endişeye döndü. Telefonu yeniden kulağıma yaklaştırdığımda yorgun bir sesle "Lütfen." dedim. "Yalnız kalmasını istemiyorum. Lütfen."

"Ah," Akya kendi kendine eğlenmiyormuş gibi güldü. "çok sinir bozucusun. Ama yine de öğretmenimsin. Tamam söyleyeceğim."

"Evet?"

"Bana Makbule denen birisini ziyarete gideceğini söyledi." Akya konuştuğunda kalbim bin parçaya bölünmüş gibi hissettim. Telefonum bile az kalsın elimden düşecekti. Gözlerim yanmaya başladığında kendimi konuşmak için zorladım. Şuan düşünemezdim.

"Emin misin?"

"Eminim ama Makbule'nin kim olduğunu bilmiyorum."

Kendimi sıkarken "Ben biliyorum." dedim sakin bir sesle. "Teşekkür ederim."

Telefonu kapattığımda soluklanmaya ihtiyacım oldu, Orion'un hemen köşesindeki kaldırıma çöktüm. Ulaş'ın böyle bir günde, ailesinin ölümünün yıl dönümünde büyükannemin mezarına gideceğini asla tahmin edemezdim. Demek büyükannemi o kadar seviyordu? En korunmasız, en yaralı olduğu böylesine bir günde onun yanına gidecek kadar? Telefonumu cebime sokup ellerimi suratımda gezdirdim. Ne otobüse binecek param vardı ne de su alacak. Mezarlığın şehrin öbür ucunda olduğunu bildiğimde yavaşça ayaklandım. Kendimi biraz daha iyi hissederek yürümeye başladım. Çünkü başka bir çarem yoktu.



Saat bir gibi mezarlığa vardığımda yanaklarımın kızardığına emindim. Öfkeli bir hayvan gibi soluyordum ama bunu öfkeden değil, yorgunluktan yapıyordum. Dilim damağıma yapışmıştı, çok fazla susamıştım. Mezarlığın girişindeki, ölülerinin topraklarını sulasınlar diye yapılmış çeşmeye yaklaştım usulca. Musluğu açıp eğildim ve kana kana su içtim. Susuzluğumu giderdikten sonra hızlıca yüzümü yıkadım. Serinleyip rahatladıktan sonra musluğu kapattım. Gözlerim mezarların üzerinde dolaştığında buraya en son gelişimi hatırladım. Toprağa kafamı gömüşüm, delirmiş gibi ağlarken Dylan Thomas'ın şiirini okuyuşum ama toprağın hala büyükannemin bedenini yutuşu dün gibi aklımdaydı. Vücudumu bir titreme ele aldığında güçlü kalmak için derin bir nefes aldım. Ulaş'ı bulmak için geldiğimi kendime hatırlatarak büyükannemin mezarına doğru ilerlemeye başladım. Bir çok aile mezarından, sahipsiz mezarların arasından geçip büyükannemin mezarının olduğu yere vardığımda, Akya'nın haklı olduğunu anladım.

Büyükannemin mezarının başına çökmüş birisi vardı. Ulaş'tan başkası değildi bu. Dizlerini kırmış otururken kafasını öne eğmişti. Hemen sağında bir bira şişesi vardı. Yarısından çoğunu çoktan içmişti, üstelik şişenin yanına siyah bir poşetten ağızları çıkan iki tane şişeyi daha görebiliyordum. Elini ağzına doğru götürdüğünde sigara da içiyor olduğunu fark ettim. Sigaradan bir nefes çekti ve geri vermeden önce kafasını gökyüzüne kadar, boynunu kırmak ister gibi kaldırdı.

"Ulaş?" diye seslendim tam o anda. Neden şimdi böyle davranıyordu? Sigara içmediğini biliyordum, o kadar zaman boyunca bir kere bile sigara kokmamıştı. Öyleyse şimdi neden içiyordu?

Tembelce omzunun üzerinden bana baktı. Beni gördüğünde gözlerinde ufak bir şaşkınlık belirse bile bir şey söylemedi. "Fazladan bira var."

"Ne yapıyorsun?" Yanına doğru ilerledim. "Neden bunları içiyorsun?"

Omuz silkti. Yanındaki şişeyi alıp ağzına götürdü ve bitirene kadar nefessiz bir şekilde içti. "Canım öyle istedi."

İç geçirdim. Tam arkasında ayakta duruyordum. Büyükannemin mezar taşı gözümün önündeydi ama ona bakmamaya çalışıyordum. Neden buraya gelmişti acaba?

"Büyükannemi mi özledin?" diye sorduğumda burnunu çekti. Şişeyi ayağıyla biraz aşağıya yuvarladıktan sonra sigarasını yine dudaklarının arasına götürdü.

"Nereye gitmeliyim bilemedim." Dumanı dışarıya verdi. "Ailemin mezarı Ankara'da."

Sigarayı söndürüp siyah poşetteki bira şişelerinden birine uzandığında hızlıca eğildim ve şişeyi elinden kaptım. "Daha fazla içme."

"Nam," Yavaşça gözlerini kaldırıp bana baktı. "onu bana geri ver."

"Olmaz, yeterince sarhoşsun zaten."

"Sarhoş değilim." Cebinden sigara paketi çıkardı bu sefer ve yeni bir tane yaktı. "Bir tane birayla kimse sarhoş olmaz."

"Olsun." Kaşlarımı çattım. "Daha fazla içemezsin."

"Nam." Bıkmış gibi iç geçirdi. "Lütfen beni yalnız bırak."

Kafamı iki yana salladım. "Hayır. Yalnız kalmanı istemiyorum."

"Lütfen, diyorum." Yeşil, sulu gözlerini bana dikti. "Beni yalnız bırak."

"Bende hayır diyorum! Bir arkadaşa ihtiyacın var."

Eliyle siyah poşeti gösterirdi. Sanki belli değilmiş gibi "Arkadaşlarım var zaten." dediğinde sinirlendim.

"Arkadaş mı?" Elimdeki şişeyi işaret ederek "Bu mu arkadaş?" dediğimde kafasını salladı.

"Namverân." Elini saçlarının arasından geçirdi.

"Bunu daha fazla içemezsin."

"Onu bana ver." Artık sinirlenir gibi sesi yükseldiğinde bana döndü. Göz bebekleri titriyordu, kaşlarını çatmıştı.

"Al böyle iç o zaman!" Sinirle birkaç adım geri gittim ve hemen solumdaki ağacın gövdesine bira şişesini fırlattım. Şişe patlayıp cam parçaları etrafa saçılırken bira ağacın kabuğundan toprağa doğru aktı ve geriye sadece kokusu kaldı.

"Namverân!" Ulaş öfkeyle ayaklandığında sigarasını da yere attı. "Senden istediğim tek bir şey var o da beni yalnız bırakman!"

"Bende hayır diyorum, hayır!" Sinirle tek ayağımı çocuk gibi yere vurdum. "Burada duracağım, yanında."

"Böyle sözler söyleme. Bugün gerçekten başa çıkamam." Taş gibi bir ifade takındığında iç geçirdim.

"Ulaş, işleri yokuşa sürme. Sadece yanında durmama izin ver işte."

"İstesem sana nereye gittiğimi söylerdim. Akya'yı da mahvedeceğim, kimseye söylememesini tembihlemiştim." Sinirle arkasını döndüğünde ve büyükannemin mezar taşına baktığında omuzlarımı düşürdüm.

"Onun bir suçu yok ben ısrar ettim."

"Neden okulda değilsin?" Konuyu bir anda değiştirdiğinde sırtına doğru baktım. Ellerini cebine sokmuş hala mezar taşına bakıyordu. İncecik bir kısa kollu ve siyah bir pantolon giymişti. Ne üzerine bir hırka almıştı ne de yanında bir şey getirmişti. Havalar soğumuşken hasta olmaya mı çalışıyordu?

"Öfkelendim, bende çıktım."

"Ne oldu?"

"Önemli bir şey değil." dedim kafamı iki yana sallarken. "Asıl sen neden buraya geldin?"

Aşağılar gibi güldü. "Makbule Teyze'nin mezarına da mı gelemez miyim?"

Sesindeki düşmanlık beni üzse de sakin kalmaya çalışarak "Onu kast etmedim." dedim fakat beni anlamaya çalışmadı.

"Ailemin mezarı Ankara'da ve bende gidecek buradan başka bir yer bulamadım. Nereye gitmemi istersin? Bu şehirde kendimi yakın hissettiğim kişilerin sayısı bir elin parmağını geçmez. Aynı kanı taşıdığım bir kadın var fakat onun tek yaptığı sürekli benden kaçmak. Belki de bunu yapmak için geçerli bir nedeni vardır. Belki de ona sürekli annemi hatırlatıyorumdur." Cevap vermediğimde kendi kendine konuşmaya devam etti ama sesi giderek yükseliyordu. "Makbule Teyze'yi gerçekten seviyordum, beni gerçekten anlıyordu. O yüzden yanına gelmek istedim. Sadece sessiz sakin burada oturmak, biramı ve sigaramı içmek istedim. Ama sonra sen geldin işte. Neden sürekli geliyorsun? Neden hiç gitmiyorsun?"

"Ulaş-" Elimi ona doğru uzatmış bir şekilde bir adım atmıştım ki öfkeyle bana döndü. Gözlerindeki alevler beni korkuttuğunda ne yapacağımı bilemedim. Elimi yavaşça indirdim. O da ellerini ceplerinden çıkarmıştı. Öfkeyle etrafa savururken bana bağırmaya başladı.

"Nereye gideyim söylesene!" Kollarını iki yana açtı. "Şu koca dünyada nereye gideyim? Ait olduğum kollar artık toprağın altındayken kendimi kötü hissettiğimde nereye gideyim? Ev bildiğim çatının altında artık başkaları yaşıyorken ben nereye gideyim?" Öfkeyle siyah poşete bir tekme attı ve şişelerin kırılma sesi mezarlıkta yankılanırken camlar etrafa saçıldı. Siyah poşet ise serin rüzgar eşliğinde bir süre havada salındı ve sonra birisinin mezar taşına takıldı. Ulaş öfkeden delirecekmiş gibiydi. Beyaz suratı kıpkırmızı olmuştu. "Gidecek hiçbir yerim yok, görecek kimsem yok! O halde ben nereye gideyim?"

Göğsüme korkunç bir ağrı saplanmışken Ulaş'ın suratına büyük bir hüzünle baktım. Gözlerimi kırpıştırdığımda şefkatli bir sesle cevap verdim: "Bana gel." Öfkeyle suratında gezdirdiği ellerini çekti ve öfkesi söner gibi olduğunda bana baktı. "Bana gel. Üzüldüğünde, ağladığında, mutlu olduğunda, korktuğunda, heyecanlandığında, endişelendiğinde bana gel." Kollarımı ona doğru uzattım. Suratında garip bir ifade vardı, ne olduğunu çözemiyordum. "Ne zaman gelirsen, kollarımı senin için açacağım. Bu kollar her zaman seni kucaklayacak. Asla yalnız kalmayacaksın. Bana geleceksin, beni göreceksin. Bu yüzden Ulaş, ne olursa olsun bana gel. Her defasında bana gel."

Ben kollarımı ona uzatmışken birden arkasını döndü. İç geçirip parmaklarını suratında gezdirirken "Böyle konuşma." dedi.

Hayal kırıklığına uğramış bir şekilde "Neden?" diye sordum. Benim gidecek yerim oyken, neden ben onun geleceği yer olamıyordum?

"Çünkü sana inanırım."

"İnanmalısın." Yumuşak bir cevap verdiğimde aniden bana döndü.

"İnanmamalıyım." dedi. Öfkeli değil, yaralanmış gibiydi. Gözleri çok üzgündü. Neden şimdi bu haldeydi anlayamıyordum. "İnanmamalıyım. Daha fazla bunu devam ettirmemeliyim ama bir türlü gidemiyorum. Gözlerimi çekmeliyim, ellerimin dokunmasına izin vermemeliyim ama yapamıyorum."

"Ulaş?" Şaşkınca adını söylediğimde kollarımda aşağıya indi. "Bana inanabilirsin. Belki her şeyi bilmiyorum, belki yeteri kadar tanımıyorum seni. Belki Fidan'dan daha az şey biliyorum-"

Sinirle "O Fidan, sen Namverân'sın!" dediğinde kafamı salladım.

"Bunu sürekli söylüyorsun ama ne demeye çalıştığını anlayamıyorum."

"O Fidan, sen ise Namverân'sın. Yerleriniz o kadar farklı ki, kendini onunla karşılaştırman bile çok saçma. Yeryüzünde görebileceğin hiç kimse senin olduğun yere erişemez. Kendine benim sana baktığım gibi baksan kimseyi kendinle karşılaştırmazdın. Bendeki yerini bilsen, belki de korkarsın." Elini saçlarında gezdirdikten sonra iç geçirdi ve gözlerimin içine baktı. " Bilmiyorum... Seni bu kadar çok sevmemeliyim ama seviyorum."

Fidan konusunu geçiştirmek için gülümsedim. Beni sevdiğini biliyordum, bende onu seviyordum zaten. "Bende seni seviyorum." Tüm içtenliğimle konuştuğumda aradığı şey bu değilmiş gibi hayal kırıklığına uğradı. Bunu fark edebiliyordum.

Kaşlarını çattı. "Hayır." Yavaşça bana doğru yürümeye başladı. "Sana âşık olmamalıydım ama elimden bir şey gelmez." Bir kurşun karnımı delip geçmiş gibi hissettim. Neler diyordu? Neden böyle konuşuyordu? "Artık tek istediğim sürekli etrafında olmak. Sinirlenince gösterdiğin o kızgın ifadeyi görmek, güldüğünde parıldayan gözlerine bakmak, kaşlarını çattığında kırışan çillerini izlemek. Yanında durmamalıyım ama kalbimi bir türlü buna ikna edemiyorum. Aldığım nefesten daha çok seviyorum seni. Nasıl bu kadar çok bağlandım sana bilmiyorum. Kalbimi seninkine diksem yine de içim soğumaz. Soğuk olan karanlık evime geldin, ışığı yakmakla kalmadın bir de üzerine sözlerinle, varlığınla beni ısıttın. Hangi şekilde seversem seveyim seni, bana bir türlü yetmiyor. Sonunda seninle tanışacaksam o kötü günleri yeniden yaşamaya razıyım. Eğer sonunda kollarını bana saracaksan, her gün ağlamaya hazırım."

Titredim. Bana doğru yürürken ben yavaşça geri kaçmaya başlamıştım fark etmeden. Karnıma bir ağrı girerken duymak istemediğim için ellerimi kulaklarıma bastırdım. "Ulaş-"

Hemen yanımda bitti ve ellerimi bileklerimden kavrayıp kulaklarımdan çekti. Vücutlarımız çok yakından gözlerini gözlerime dikti. Hafif bir bira kokusu alıyordum ama beynim o anda çok farklı şeylerle meşguldü. Ne hissedeceğimi bile bilmiyordum. Kalbim göğüs kafesimin içerisinde eğilip bükülüyor, karnım büyük bir acıyla kavruluyordu. Ulaş ise hiç olmadığı kadar sakin ve ciddi görünüyordu. Yeşil gözleri lav gözlerimde takılı kaldı. Ufacık bir nefes aldı.

Ağlayacak gibi olduğumda sol elimi bıraktı ve elini yavaşça belime doğru yönlendirdi. Sağ elimi de bıraktığında parmakları çenemi buldu. Nefes almayı unutmuş bir şekilde ona bakarken kalbim ağzımdan fırlayacaktı. Çenemdeki parmakları boynuma kaydı. "Kalbin neden bu kadar hızlı atıyor?"

Fısıldadığında "Bilmiyorum." dedim.

Bilmiyorum!

Gülümsedi. "Seninkisi çok hızlı atıyor." Gözlerini aşağıya indirdi. "Benimkisi ise çoktan atmayı bıraktı bile."

Parmakları yeniden çeneme çıktığında suratımı kavradı ve iki eliyle de beni kendine doğru çekti. Elleriyle vücudumu kendi vücuduna yasladığında dudakları dudaklarımın üzerine örtüldü. Bacaklarım boşaldığında beni belimden sıkıca tutarak yukarıya kaldırdı. Gözlerimi korkudan sıkıca kapattığımda en son gülümsediğini görmüştüm.

Önce yavaşça, sonra ise daha sert bir şekilde öptü. Büyükannemin mezarının hemen gerisinde beni kaçmasını istemediği bir kuş gibi sarmaladı ve su içiyormuş gibi öptü. 

En uzun BDA bölümü oldu, 23 sayfa tutuyordu Word'de. Umarım bu sizi biraz olsun mutlu eder. Bir sonraki bölüm bu kadar çabuk gelmeyecek, gelmesi biraz daha uzun sürebilir. Hikayeye, karakterlere ve bana karşı gösterdiğiniz sevgi için teşekkür ederim! Umarım bir çok sorunuzun cevabını alabilmişsinizdir.

Güzel yorumlar bırakmayı unutmayın! Yorum yapmayıp oy verip geçenler de bu bölümün hatırına bir şeyler yazarlar, değil mi? 

❤️


14:37

9.12.18

ANESRUM.

Continue Reading

You'll Also Like

21.8K 885 35
Yüzüme düşen bir tutam saç onun yumuşak dokunuşları arasında kulağımın arkasına yerleşti. Benden sakındığı şefkatini nasıl da özlemiştim. "Ben sana y...
599K 35K 33
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
1.3M 21.7K 31
Efsan zorla evlendirilmekten kurtulmak için Mardin'den İstanbul'a kaçar. Ama yağmurdan kaçarken doluya yakalanacağını nerden bilebilirdi. İstanbul'u...
327K 21.3K 47
Söz verdiğim gibi canlarım sizin için... Bu hikaye tamamen eğlence amaçlıdır. Drama, duygusallığa yer yok dersem yalan söylemiş olurum. Hayatın içind...