Budala

By WattpadClassicsTR

37.6K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

IX

248 8 1
By WattpadClassicsTR

IX

Lizaveta Prokofyevna eve geldiğinde ilk odada durdu. Daha ileri gidecek gücü kalmamıştı, bitkindi, prense oturmasını söylemeyi bile unutup kanepeye bıraktı kendini. Şömineli, oldukça geniş bir odaydı burası. Ortasında yuvarlak bir masa, pencere diplerinde sehpalarda çok sayıda çiçek vardı. Arka duvarındaki cam kapı bahçeye açılıyordu. Çok geçmeden, Adelaida ile Aleksandra soru dolu, şaşkınlık okunan bakışlarla annelerine ve prense bakarak girdiler salona.

Yazlıktayken sabahları kızlar yataktan genellikle saat dokuzda kalkarlardı. Yalnız son iki üç gündür Aglaya biraz erken kalkmaya başlamıştı. Bahçede dolaşmaya çıkıyordu. Ama yine de o günkü gibi saat yedide değil, sekizde veya daha geç çıkıyordu evden. Gerçekten de, kaygıları yüzünden bütün gece hiç uyumamış olan Lizaveta Prokofyevna, Aglaya'nın saat sekizde kalkıp bahçede dolaşmaya çıkmış olacağını düşünerek, onun yanına gitmek amacıyla saat sekizde kalkıp bahçeye çıkmıştı. Ama bahçede yoktu Aglaya, yatak odasına bakmıştı, orada da yoktu. O zaman iyice telaşlanmıştı Lizaveta Prokofyevna ve kızları uyandırmıştı. Hizmetçi kızdan "Aglaya İvanovna'nın daha saat yedide parka gittiğini" öğrenmişlerdi. Ne yapacağı belli olmayan küçük kız kardeşlerinin bu yeni tuhaflığı karşısında gülümsemişti kızlar ve annelerine onu aramaya parka giderse belki Aglaya'nın kızabileceğini, onun şimdi belki de elinde bir kitapla, üç gün önce bankın yerinin bir özelliği olmadığını söyleyen Prens Ş. ile neredeyse bozuştuğu o yeşil bankta oturduğunu söylemişlerdi. Lizaveta Prokofyevna prens-le Aglaya'yı bir arada görünce, birçok nedenden ötürü çok korkmuştu. Ama şimdi prensi eve getirdiğinde bunu bir sorun yapmaktan vazgeçmişti: "Ne yani, önceden randevulaşmış olsa bile, parkta prensle buluşamaz, oturup konuşamaz mı yani Aglaya?"

Sonunda toparlamıştı kendini Lizaveta Prokofyevna.

— Sizi buraya sorguya çekmek için getirdiğimi düşünmeyin sevgili prens... Dün akşamki olaydan sonra seninle uzun süre görüşmek istemeyebilirdim dostum...

Sözünün sonunu getirmedi.

Prens son derece sakin, karşılık verdi:

— Öyle ama, yine de Aglaya İvanovna ile nasıl buluştuğumuzu öğrenmeyi çok isterdiniz, değil mi?

Bir anda kıpkırmızı oldu Lizaveta Prokofyevna'nın yüzü.

— Eh, isterim elbette! dedi. Açık konuşmaktan çekinmem ben. Kimseyi gücendirmem çünkü, gücendirmek de istemem...

— Rica ederim, gücendirmeyle ilgisi yok, doğal olarak bazı şeyleri öğrenmek istersiniz, bir annesiniz çünkü. Dünkü daveti üzerine, bu sabah saat tam yedide yeşil bankta buluştuk Aglaya İvanovna ile. Dün bir pusla vermişti bana, beni görmek, benimle önemli bir konuda konuşmak istediği yazıyordu pusulada. Buluştuk, tam bir saat özellikle Aglaya İvanovna ile ilgili konularda konuştuk. Hepsi bu kadar.

Lizaveta Prokofyevna ağırbaşlı bir tavırla,

— Elbette o kadar olacak dostum, elbette... dedi.

O anda salona giren Aglaya,

— Çok güzel prens! dedi. Beni evde yalan söyleyerek küçük düşecek biri gibi görmediğiniz için size yürekten teşekkür ederim! Bu kadarı yeter size maman, daha soracaklarınız var mıydı?

Lizaveta Prokofyevna bir öğretmen tavrıyla,

— Bilirsin, şimdiye kadar senin karşında yüzümün kızaracağı duruma hiç düşmedim... oysa çok hoşlanırdın bundan... Neyse, güle güle prens, sizi rahatsız ettiğim için özür dilerim... Umarım, size olan her zamanki saygıma güveniniz sarsılmamıştır.

Prens öne eğilerek iki yana da selam verdi, bir şey söylemeden çıktı. Adelaida ile Aleksandra gülümseyip aralarında bir şeyler fısıldaştı. Sert sert baktı onlara Lizaveta Prokofyevna.

Adelaida güldü.

— Yalnızca prensin pek güzel selam verdiğini söylüyorduk maman. Genellikle çuval gibi selam verir de, ama şimdi birden... tıpkı Yevgeniy Pavloviç gibi selam verdi.

Lizaveta Prokofyevna bu kez akıl verir gibi,

— Kibarlık, zariflik insanın içinden gelir, dans öğretmeninden öğrenilmez, dedi ve Aglaya'ya hiç bakmadan üst kata, odasına çıktı.

Prens eve döndüğünde saat dokuza geliyordu. Verandada Vera Lukyanovna ve hizmetçi kızla karşılaştı. Ortalığı temizliyor, dün akşamki dağınıklığı topluyorlardı.

Vera sevinçli,

— Şükür ki siz gelmeden işimizi bitirdik! dedi.

— Merhaba. Biraz başım dönüyor, gece doğru dürüst uyuyamadım. Biraz uyusam iyi olacak.

— Dün olduğu gibi yine verandada mı yatacaksınız? Tamam... Herkesi uyarırım, rahatsız etmezler sizi. Babam bir yere gitti.

Hizmetçi kız çıktı. Vera onun arkasından yürüyecek oldu, ama döndü, endişeli bir tavırla prensin yanına gitti.

— Prens, dedi, acıyın o... zavallıya, kovmayın onu bugün.

— Kovacak falan değilim, nasıl isterse öyle yapsın.

— Artık bir şey yapmaz, ayrıca... sert de davranmayın ona.

— Yok canım, niye sert davranayım?

— Ve... alay da etmeyin onunla. En önemlisi de bu.

— Yo, kesinlikle etmem!

Kıpkırmızı oldu Vera'nın yüzü.

— Aptallık bende ki sizin gibi bir insana böyle şeyler söylüyorum. (Verandadan çıkmak için yarı döndü, gülümseyerek ekledi:) Bitkin olduğunuzu söylüyorsunuz, ama şu anda gözleriniz öyle hoş bakıyor ki... mutluluktan ışıl ışıl parlıyorlar.

Prens neşeyle gülerek, heyecanla:

— Gerçekten mutluluktan gibi mi? diye sordu.

Ama bir çocuk gibi saf, rahat olan Vera nedense birden utandı, daha da kızardı, gülmeyi sürdürerek çabuk adımlarla çıktı odadan.

"Ne... tatlı kız..." diye geçirdi içinden prens, o anda unuttu onu. Verandanın köşesine, önünde bir sehpayla sedirin bulunduğu köşeye gitti, oturdu, elleriyle yüzünü kapadı, on dakika öyle kaldı. Birden heyecanla, telaşla elini yan cebine soktu, üç mektup çıkardı oradan.

Ama o anda tekrar açıldı kapı, Kolya girdi. Mektupları cebine geri koyması, onları okumayı bir süre daha ertelemesi gerekeceği için sevinmiş gibiydi.

Kolya sedire otururken, her genç gibi doğrudan konuya girdi:

— Şu olanlara baksanıza! dedi. Şu anda ne düşünüyorsunuz İppolit için? Artık hiç saygınız kalmadı mı ona?

— Neden kalmasın? Ama çok yorgunum şu anda Kolya... Yine aynı konuyu açmanın hiç gereği yok şimdi... Peki, durumu nasıl?

— Uyuyor. Daha iki saat uyanmaz. Anlıyorum, gece evde değildiniz, parkta dolaştınız... Heyecandan kuşkusuz... Daha ne olsun!

— Evde olmadığımı, parkta dolaştığımı nereden biliyorsunuz?

— Demin Vera söyledi. Yanınıza girmemem için uyardı da beni, ama sabredemedim, bir dakikalığına girdim. İki saattir başında nöbetteydim. Şimdi nöbeti Kostya Lebedev'e bıraktım. Burdovskiy gitti. Hadi siz de yatın uyuyun prens. İyi... neyse, artık iyi günler diyeyim! Ama biliyor musunuz, çok etkilendim!

— Elbette... bütün bu olanlar...

— Yo, hayır prens, hayır. "İtirafları" etkiledi beni. Özellikle de kaderden ve gelecekteki yaşamdan söz ettiği bölümü.
De-va-sa bir düşünce söz konusu burada.

Prens, yanına kuşkusuz sırf bu de-va-sa düşünceyi anlatmak için geldiği belli Kolya'ya sevgiyle baktı.

— Ne var ki asıl önemli olan yalnızca bu düşünce değil, ortam da önemli! Bunu Voltaire, Rousseau, Proudhon yazmış olsaydı okur, aklımda tutardım, ama asla böylesine etkilenmezdim. Ama önünde yaşayacağı on dakikası olduğunu bilen bir insanın böyle şeyler söylemesi, gururdur işte! Kişisel meziyetin bağımsızlığının en yüksek düzeyi bu! Bir meydan okuma... Dev bir ruhsal güç bu! Sonra da böyle bir insanın tabancaya bilerek kapsül koymadığını iddia etmek... Alçaklık bu, olacak şey değil! Hem biliyor musunuz, dün kandırdı bizi, kurnazlık etti: Valizini falan toplamadım ben, tabancasını da görmedim. Her şeyini kendi hazırladı. Birden şaşırttı beni. Vera onun burada kalmasına izin vereceğinizi söyledi. Size yemin ederim, herhangi bir terslik olmaz. Üstelik biz de hiç yalnız bırakmayacağız onu.

— Gece sizden kim vardı yanında?

— Ben, Kostya Lebedev, Burdovskiy. Keller az kaldı, sonra Lebedev'in yanına gitti. Çünkü hepimize yatacak yer yoktu. Ferdışçenko da Lebedev'in yanında yattı. Saat yedide de gitti. General hep Lebedev'in yanında kaldı, şimdi o da gitti... Biraz sonra belki Lebedev gelir yanınıza. Neden bilmiyorum, sizi arıyordu, iki kez sordu sizi. Yatıp uyumayacaksanız söyleyeyim mi gelsin yanınıza? Ben de yatacağım. (Ah, bir şeyi söylemeyi unuttum size: General demin çok şaşırttı beni. Saat altı civarında Burdovskiy nöbete kaldırdı beni. Altıyı biraz geçiyordu. Bir dakikalığına dışarı çıktım, birden generalle karşılaştım. O kadar sarhoştu ki, tanımadı beni. Karşımda direk gibi dikiliyordu. Ben olduğumu fark edince birden üzerime atıldı: "Hastanın durumu nedir? Hastanın nasıl olduğunu soracaktım..." Anlattım. Bu kez "Bu iyi işte," dedi. "Ama benim buraya gelmemin asıl amacı, bunun için de kalktım yataktan, seni uyarmaktı. Bay Ferdışçenko'nun yanında her şeyin konuşulmaması gerektiği konusunda bazı sezgilerim var... Dikkatli olmak gerekiyor," diye bitirdi sözünü. Düşünebiliyor musunuz prens?

— Gerçekten mi? Ama... neyse, bu bizi ilgilendirmez.

— Evet, elbette öyle, mason değiliz ya biz! Generalin bunu söylemek için gece vakti beni uyandırmaya gelmesine şaşmıştım.

— Ferdışçenko'nun gittiğini mi söylemiştiniz?

— Saat yedide gitti. Giderken uğradı bana. Hastanın başında nöbetteydim. Uyumak için Vilkin'in evine gideceğini söyledi. Vilkin diye sarhoş bir tanıdığımız var. Neyse, ben gidiyorum! İşte Lukyan Timofeyeviç de geldi... Prens uyumak istiyor Lukyan Timofeyeviç. Geri dön bakalım!

Odaya giren Lebedev sözcükleri uzatarak, üzerine basa basa, alçak sesle,

— Çok önemsediğim bir konuda bir dakikanızı almak istiyordum çok saygıdeğer prens, diye başladı.

Bir yandan da yerlere kadar eğiliyordu. Eve yeni dönmüş, daha kendi odasına bile uğramamıştı, hatta şapkası bile elindeydi. Yüzünde pek ağırbaşlı, ciddi, endişeli bir ifade vardı. Oturmasını söyledi prens.

— İki kez sormuşsunuz beni, öyle mi? Dünkü olaylar yüzünden endişeleniyor olmalısınız...

— Dünkü çocuğu mu diyorsunuz prens? Yo, hayır... Dün kafamın içi karmakarışıktı... Ama ne derseniz deyin, bugün size kontreka etmek niyetinde değilim.

— Kontreka mı? Ne dediniz?

— Kontreka etmeyeceğim dedim... Fransızca bir sözcük bu. Rusçaya giren birçok sözcük gibi bir sözcük. Aslında pek savunduğum bir şey değil ya...

Gülümsedi prens.

— Ne o Lebedev, bugün pek ciddi, ağırbaşlısınız, konuşmanız bile değişik...

Lebedev Kolya'ya döndü, neredeyse dokunaklı bir sesle,

— Sayın Kolya Ardalionoviç, dedi, prense özel bir şey söylemek istiyordum da...

Kolya çıkarken,

— Peki, peki, beni ilgilendirmeyen bir konu! dedi. Hoşça kalın prens!

Lebedev onun arkasından bakarak,

— Severim bu çocuğu, çok anlayışlıdır, dedi. Biraz sırnaşık olmakla birlikte uyanıktır da. Başıma bir felaket geldi, çok saygıdeğer prens, dün gece veya bu sabah şafak vakti... tam zamanını hâlâ bilemiyorum.

— Ne oldu?

— Yan cebimden dört yüz rublem gitti saygıdeğer prensim! (Acı acı gülümseyerek ekledi Lebedev:) Yürüttüler!

— Dört yüz rublenizi kaybettiniz ha? Çok yazık.

— Özellikle kendi emeğiyle yaşamaya çalışan, dürüst, yoksul bir insan için, prens...

— Çok doğru, çok doğru. Nasıl oldu bu?

— Hep içki yüzünden efendim. Kurtarıcım gibi geldim size çok saygıdeğer prensim. Bir borçludan dün dört yüz ruble almıştım, trenle buraya döndüm. Cüzdanım cebimdeydi. Resmi giysimi çıkarıp redingotumu giydim, yanımda dursun diye cüzdanımı da cebine koydum. Akşam birine vermeyi düşünüyordum parayı... bu işlerde bana aracılık eden kişi gelecekti.

— Sırası gelmişken Lukyan Timofeyeviç altın, gümüş, öteberi karşılığında insanlara faizle para verdiğinize dair yazılar mı çıkmış gazetelerde?

— Birinin aracılığıyla efendim... Benim adım, adresim yoktur orada. Giderek kalabalıklaşan yoksul bir ailenin elindeki küçücük sermayeyi siz de kabul edersiniz ki, dürüst bir faizle...

— Evet, evet, yalnızca merak ettiğim için sormuştum, sözünüzü kestiğim için özür dilerim.

— Aracı gelmedi. O arada hastayı getirdiler. Yemekten sonra benim kafam da iyiydi... Konuklar gelince yenildi... içildi... neşelendim, böylece de felaketimi hazırlamış oldum... Geç saatte Keller geldi, kutlamanızdan, şampanya açma düşüncenizden söz etti, o zaman ben de değerli, çok saygıdeğer prensim, temiz kalpli bir insan olarak (siz de öyle olduğumun farkındasınız sanırım, hak ediyorum bunu çünkü), evet efendim, temiz kalpli bir insan olarak, duygulu demiyorum, ama soylu ve dürüst (bu özelliğimle de gurur duyarım) bir insan olarak, kutlamanızın daha görkemli olması için ve sizi kendim de kutlamak beklentisi içinde, üzerimdeki eski püskü şeyleri atıp, eve geldiğimde çıkardığım resmi giysimi tekrar giymeye karar verdim. Sanırım gece boyunca resmi giysili olduğumu fark etmişsinizdir. Üzerimi değiştirirken cüzdanımı redingotumun cebinde unutmuşum... Tanrı birini cezalandırmak istediğinde önce aklını karıştırırmış derler... Ancak bu sabah saat yedi buçukta uyandığımda deli gibi fırladım yataktan, ilk yaptığım redingotuma saldırmak oldu. Cep boştu! Cüzdanım yoktu.

— Ah, çok kötü!

Lebedev biraz sinsi,

— Çok doğru, çok kötü! dedi. Olay için en uygun sözcüğü buldunuz.

Prens bir an düşündükten sonra kaygılıymış gibi,

— Peki ama, nasıl olur... dedi. Gerçekten çok ciddi bir durum bu...

— Gerçekten ciddi... Uygun bir sözcük daha arayıp buldunuz prens...

— Ah, yeter Lukyan Timofeyeviç, uygun sözcük arayıp bulacak ne var burada? Önemli olan sözcükler değildir... İçkiliyken cebinizden düşürmüş olabilir misiniz cüzdanınızı?

— Olabilirim. Bütün içtenliğinizle buyurduğunuz gibi, sarhoş kafayla her şey olabilir çok saygıdeğer prensim! Ama düşünmenizi rica ediyorum efendim: Redingotumu değiştirirken düşürmüş olsam orada yerde olurdu. Peki ama, yok orada efendim, başka nerede olabilir?

— Bir yere, kutuya veya masanın üzerine koymuş olamazsınız mı?

— Her yere baktım, her yeri didik didik aradım. Üstelik bir yere de kaldırmadım, hiçbir kutuyu açmadım, çok iyi hatırlıyorum...

— Küçük dolaba baktınız mı?

— İlk işim oraya bakmak oldu efendim. Bugün bile birkaç kez daha baktım... Hem dolaba neden koymuş olabilirim ki, gerçekten pek saygıdeğer prensim?

— Ne yalan söyleyeyim, Lebedev, bu iş kaygılandırıyor beni. Belki de düşürdüğünüz yerde biri bulmuştur cüzdanınızı?

— Ya da cebimden aşırmıştır! İki alternatif var efendim!

— Çok endişeliyim, öyle ya, kim almış olabilir onu cebinizden? Asıl sorun bu işte!

— Hiç kuşku yok, öyle... İnsanı şaşırtacak derecede yerinde sözcükler ve düşünceler buluyor, durumu saptıyorsunuz yüce prensim...

— Dalga geçmeyi bırakın Lukyan Timofeyeviç, ortada...

Lebedev ellerini çırparak,

— Dalga geçmek mi! diye haykırdı.

— Pekâlâ, pekâlâ, kızmadım. Bambaşka bir durum söz konusu burada... Herkes olabilir. Kimden kuşkulanıyorsunuz?

— Çok zor ve... karışık bir soru! Hizmetçi kızdan kuşkulanamam: Mutfaktan dışarı çıkmadı çünkü. Çocuklarımdan da öyle...

— Daha neler!

— Demek konuklardan biridir efendim.

— Ama olacak şey mi bu?

— Ebette olmayacak bir şey, evet, kesinlikle öyle olsa gerek. Gerçi kabul ederim, hatta eminim, ortada bir hırsızlık söz konusuysa herkesin bir arada olduğu akşam saatlerinde değil, geceyi burada geçirenlerden biri gece geç saatte, hatta sabaha karşı yapmıştır bunu.

— Ah Tanrım!

— Doğal olarak, Burdovskiy ile Kolya Ardalionoviç'i ayrı tutuyorum. Odama hiç girmediler çünkü.

— Daha neler! Girmiş olsalar bile... Sizin bölümde kimler geceledi?

— Beni de sayarsak, bitişik iki odada dört kişi geceledik: Ben, general, Keller ve Bay Ferdışçenko. Demek dört kişiden biri!

— Yani üç kişiden... Ama kim?

— Hakça olmasın, sıra da bozulmasın diye kendimi ayrı tutmadım. Ama kabul edersiniz ki prens, dünyada böyle olaylar çok görülmüş olsa da kendi paramı çalmış olamam...

Sabırsızca bağırdı prens:

— Ah Lebedev, ne can sıkıcı birisiniz! Nerelere götürüyorsunuz işi!..

— Öyleyse geriye üç kişi kalıyor efendim, önce Bay Keller'den başlayalım: Tutarsız biri, sarhoş, bazı bakımlardan da liberal, yani cep konusunda liberal, başka bakımlardan ise, nasıl desem, liberal olmaktan çok şövalye ruhludur... Önce burada yattı, hastanın odasında, ama sonra kuru yerde uyuyamadığını söyleyip bizim bölüme geçti.

— Ondan mı şüpheleniyorsunuz?

— Şüpheleniyordum efendim. Sabah saat yedi civarında cüzdanımın çalındığını fark edince yatağımdan deli gibi fırladım, başımı ellerimin arasına aldım, bir melek gibi uyuyan generali uyandırdım. Ferdışçenko'nun garip bir biçimde ortadan kaybolduğunu düşününce ikimiz de bir an ondan kuşkulandık. Hemen yerde şey gibi... ölü gibi... uyuyan Keller'in üzerini aramaya karar verdik. Üstünü başını güzelce aradık: Ceplerinde para diye bir şey yoktu, hatta delik olmayan tek bir cebine bile rastlamadık. Ekoseli, pamuklu, mavi, berbat bir mendil vardı. Ayrıca hizmetçi bir kızın mektubu: Kız para istiyordu ondan ve tehditler savuruyordu. Bir de şu bildiğiniz gazete yazısının parçaları... General onun masum olduğuna karar verdi. İyice emin olmak için güçbela uyandırdık onu. Ne olup bittiğini anlaması hiç kolay olmadı. Aval aval baktı yüzümüze. Sarhoştu. Yüzünün anlamsız, masum, hatta salakça görünümünden anladık ki, parayı çalan o değildir!

Prens, sevinçle derin bir nefes alarak,

— Buna çok sevindim, dedi. Onun adına öyle korkmuştum ki!

Lebedev gözlerini kısıp baktı prense.

— Korkmuş muydunuz? Demek korkmanızı gerektiren bildiğiniz bir şey vardı?

— Yok canım, öylesine söyledim işte, diye kekeledi prens. Korktuğumdan falan değil. Aptalca bir şeydi... Lütfen Lebedev, kimseye böyle dediğimi söylemeyin...

Lebedev şapkasını kalbinin üzerine bastırarak heyecanlı,

— Prens, prens! dedi. Söyledikleriniz kalbimdedir... kalbimin derinliklerinde! Orası sözlerinizin mezarıdır!

— Peki, tamam!.. Öyleyse Ferdışçenko mu? Yani Ferdışçenko'dan mı şüpheleniyorsunuz demek istiyorum.

Lebedev prensin yüzüne ısrarlı bakarak sakin bir sesle karşılık verdi:

— Başka kim olabilir ki?

— Haklısınız... Başka kim olabilir ki... Peki, kanıt var mı?

— Kanıtlar var efendim. İlk kanıt saat yedide, hatta yediden önce ortadan kaybolması.

— Biliyorum, Kolya söyledi, yanına uğrayıp... birinin... ismini unuttum... bir arkadaşının evine uyumaya gideceğini söylemiş.

— Vilkin'in evine, efendim. Demek daha önce Kolya Ardalionoviç söyledi bunu size?

— Ama cüzdanınızın çalındığından söz etmedi.

— Onun olaydan haberi yok. Çünkü şimdilik gizli tutuyorum bunu. Demek Vilkin'e gitti. Sabahın köründe bile olsa, ortada bir neden yokken bir sarhoşun kendi gibi bir başka sarhoşun evine gitmesinde şaşılacak ne var? İşte burada ele veriyor kendini: Adres bırakıp gidiyor... Şimdi dikkat edin prens: Neden adres bırakıyor? Neden zahmet edip özellikle Kolya Ardalionoviç'in yanına uğruyor ve ona "uyumak için Vilkin'e gidiyorum" diyor? Hem onun gitmesinden, özellikle de Vilkin'e gitmesinden kime ne? Ne amaçla haber veriyor? Yo, hayır, bir incelik var burada efendim, bir hırsız inceliği! Şu anlama geliyor bu: "Bakın, gideceğim yeri bile gizlemiyorum, bir hırsız hiç böyle yapar mı? Nereye gideceğini söyler mi bir hırsız?" Kuşkuları üzerinden uzaklaştırmak için aşırı titizlik... Başka bir deyişle, kumdaki izleri silmek... Ne demek istediğimi anladınız mı çok sayın prensim?

— Anladım, çok iyi anladım, ama yeterli bir kanıt mı bu?

— İkinci kanıtta ele veriyor kendini efendim: Gideceği yer konusunda yalan söylemiş. Bir saat sonra, yani saat sekizde Vilkin'in kapısını çaldım. Biraz ötede, Beşinci Sokak'ta oturuyor. Tanışıyoruz. Ferdışçenko evde değildi. Sağır hizmetçi kadından öğrendiğim kadarıyla, bir saat önce gerçekten de biri çalmış kapıyı, hem de ısrarla (öyle ki zilin ipini bile koparmış); ama kapıyı açmamış hizmetçi kadın. Bay Vilkin'i uyandırmak istememiş veya kendi yataktan kalkmaya üşenmiştir belki efendim.

— Bütün kanıtlarınız bunlar mı? Öyleyse yeterli değil.

Lebedev sevimli bir tavırla,

— Öyleyse kimden kuşkulanmamızı buyurursunuz prens? dedi ve kurnaz bir sırıtışla prense baktı.

Prens bir süre düşündükten sonra kaygılı bir tavırla,

— Odalara, çekmecelere bir kez daha baksaydınız!

Lebedev daha da duygulu, içini çekti.

— Baktım efendim!

— Hım!.. (Prens canı sıkkın, elini masaya vurup haykırdı:) Siz de ne diye redingotunuzu çıkardınız ki!

— Eski bir komedide de sormuşlardı bu soruyu efendim. Ah, iyi yürekli prensim! Benim bu felaketimi nasıl da dert edindiniz kendinize! Değmem buna ben... Yani tek başıma değmem... Yanılmıyorsam, siz suçlu için de... şu değersiz Bay Ferdışçenko için de üzülüyorsunuz?

Prens dalgın, canı sıkkın kesti Lebedev'in sözünü:

— Evet, evet, gerçekten tedirgin ettiniz beni. Peki, suçlunun... Ferdışçenko olduğundan eminseniz ne yapmayı düşünüyorsunuz?

— Prens, çok saygıdeğer prensim, başka kim olabilir efendim? (Lebedev giderek yumuşayan bir tavırla konuşuyordu.) Başka birisi düşünülemeyeceğine göre, yani Bay Ferdışçenko'dan başka birini suçlayamayacak durumda olduğumuza göre... buyurun size üçüncü bir kanıt! Hem sonra Bay Burdovskiy'den kuşkulanacak değilim ya! He-he-he!

— Saçmalamayın!

— Sonra generalden de, he-he-he!

Prens olduğu yerde şöyle bir kımıldayarak, neredeyse kızmış gibi,

— Neler söylüyorsunuz öyle! dedi.

— Çok doğru! He-he-he! Güldürdü de beni, yani general! Demin sıcağı sıcağına birlikte iz sürüyorduk kendisiyle... Vilkin'in evine gidiyorduk. Önce şunu söylemeliyim size, cüzdanımın çalındığını fark ettiğim anda ilk iş olarak kendisini uyandırdığımda general benden çok şaşırdı, öyle ki birden yüzü değişti, bembeyaz oldu, kızardı, sonra öylesine soylu bir öfkeye kapıldı ki... o kadarını beklemiyordum bile... Çok dürüst, temiz, soylu bir insan!.. Sık sık yalan söyler, böyle bir zayıflığı vardır, ama en yüce duyguların insanıdır. Bunun yanında, düşünce yönünden biraz zayıf gibi olsa da masumiyetiyle tam bir güven verir insana. Daha önce söylemiştim size çok saygıdeğer prensim, yalnızca zaafım yok ona karşı, seviyorum da onu efendim. Yürürken birden durdu sokağın ortasında, redingotunun düğmelerini çözüp göğsünü bağrını açtı: "Hadi ara beni," dedi, "Keller'i aradın, beni niçin aramıyorsun? Hak tanırlık beni de aramanı gerektirir!" Eli ayağı titriyordu, hatta yüzü kireç gibi bembeyaz olmuştu. Gülmeye başladım, şöyle dedim: "Bak ne diyeceğim general, senin için başka biri söyleseydi bunu, hemen o anda kendi ellerimle kendi başımı koparır, büyücek bir tabağa koyar ve götürüp senden şüphelenenlerin önüne kendim koyardım: "Bu başı görüyor musunuz, derdim, işte bu başımla kefilim ben ona, hem yalnız başımla değil, kendimi ateşe bile atarım. İşte böyle savunmaya hazırım seni," dedim. Sokağın ortasında birden boynuma sarıldı, ağlamaya başladı. Titriyordu. Göğsüne öyle bastırmıştı ki beni, soluk almakta zorlanıyordum... "Bu mutsuz günlerimde tek dostumsun sen benim!" dedi. Çok hassas bir insan! Yolda giderken bir de olay anlattı bana. Gençliğinde onun da beş yüz bin ruble çaldığından kuşkulanmışlar, ama ertesi gün yangın çıkan evin alevleri arasına dalıp, kendisinden kuşkulanan kontu ve o zamanlar genç bir kız olan Nina Aleksandrovna'yı alevlerin arasından çıkarmış. Kont sarılıp kucaklamış onu, bu olayın sonucunda Nina Aleksandrovna ile evlenmişler, ertesi gün de yanan evin yıkıntıları arasında içinde kaybolan paraların olduğu kutuyu bulmuşlar. İngiliz yapısı çelik bir kutuymuş bu, kilidi de şifreliymiş. Nasılsa aradan döşemenin altına düşmüş, kimse fark edememiş onu orada. Yani yangın çıkmasaymış bulamayacaklarmış... Anlattıklarının hepsi baştan sona yalan efendim. Ama Nina Aleksandrovna'nın adı geçince ağlamaklı bile olmuştu. Bana kızgın olsa da, çok saygıdeğer, soylu bir insandır Nina Aleksandrovna.

— Tanışmıyor musunuz onunla?

— Tanışmıyoruz sayılır efendim. Sırf kendimi onun gözünde aklamak için de olsa, tanışmak isterdim gerçi. Kocasının çok içmesine benim neden olduğumu düşündüğü için kızıyor bana. Oysa değil onun çok içmesine neden olmak, tersine içkiden uzaklaştırmaya çalışıyorum. Kendisini mahvedecek sarhoşlar takımından belki de uzak tutuyorum onu. Ayrıca dostumdur kendisi efendim, size bir şey söyleyeyim mi, artık bırakmam da onu, yani şöyle ki: O nereye, ben oraya... Çünkü onun yanında duygulu hissediyor kendini insan. Yüzbaşının karısını görmeye de gitmiyor artık. Gerçi arada bir kaçamak yaptığı oluyor ya... Hatta kadın aklına geldiğinde arada bir içlendiği de oluyor... özellikle sabahları, yataktan kalktığında çizmelerini giyerken, neden ille de sabahları, bilmiyorum. Hiç parası yok. Kötü olan da bu işte. Yüzbaşının karısına parasız gitmesi de olmuyor. Sizden para istemedi, değil mi çok saygıdeğer prensim?

— Hayır, istemedi.

— Çekiniyordur. Bir ara isteyecek olmuştu... Hatta sizi rahatsız etmek istediğini söylemişti bana, ama çok çekingendir efendim. Geçenlerde kendisine para verdiğiniz için bir daha vermezsiniz diye düşünüyor. Bir dost olarak açıldı bana.

— Siz vermiyor musunuz ona?

— Prens! Çok saygıdeğer prens! Değil para, canımı bile veririm onun için... Hayır, abartmak istemiyorum, hayatımı vermesem de, nasıl desem, hasta olabilirim kendisi için... sıtmaya yakalanmaya, bir yerimde çıban çıkmasına, hatta öksürüğe tutulmaya bile razı olabilirim. Yani onun için çok gerekliyse, yemin ederim, katlanırım hepsine. Çünkü onu yüce ama mahvolmuş bir insan olarak görüyorum!.. İşte böyle efendim, yalnızca para değil efendim!..

— Demek para veriyorsunuz ona?

— Ha-hayır efendim. Şimdiye kadar hiç para vermedim kendisine. Vermeyeceğimi de biliyor. Sırf onun yola gelmesi, düzelmesi için yapıyorum bunu. Şimdi de benimle Petersburg'a gelmeyi taktı kafasına; Ferdışçenko'yu suçüstü yakalamak için Petersburg'a gideceğim, onun kesin orada olduğunu düşünüyorum çünkü efendim. Benim general çok heyecanlı. Ama korkarım, yüzbaşının karısına gitmek için sıvışacaktır yanımdan. Ne yalan söyleyeyim, yanımdan uzaklaşmasına ben de bilerek göz yumacağım. Onunla anlaştık, Petersburg'a varır varmaz Bay Ferdışçenko'yu daha iyi arayabilmek için birbirimizden ayrılacağız. İşte böyle salıvereceğim onu, sonra da gidip elimle koymuş gibi yüzbaşının karısının evinde bulacağım kendisini. Evli barklı birini, genel olarak bir insanı utandırmak için yapacağım bunu...

Prens son derece telaşlı, alçak sesle şöyle dedi:

— Yalnız ortalığı karıştırmayın Lebedev, Tanrı aşkına olay çıkarmayın.

— Yo, hayır efendim, sırf onu utandırmak, sonra da yüzünün alacağı şekli görmek için yapacağım bunu... Çünkü bu tür insanların yüzünden çok şey anlaşılır saygıdeğer prens! Ah prens! Gerçi şu anda benim derdim başımdan aşkın, ama yine de onu ve tuttuğu yanlış yoldan dönmesi için neler yapmamız gerektiğini düşünmeden edemiyorum. Çok önemli bir dileğim olacak sizden saygıdeğer prensim. Hatta itiraf edeyim, özellikle bunun için geldim size efendim. Ailesiyle tanışıyorsunuz, evlerinde bir süre bulundunuz bile. Yani yüce gönüllü prensim, belki bu konuda bana yardımcı olmayı düşünürsünüz. Yalnızca general ve onun mutluluğu için yaparsınız bunu...

Lebedev dua ediyor gibi ellerini bile birleştirmişti..

— Neymiş o? Nasıl yardım edeceğim size? İnanın, tüm gücümle sizi anlamaya çalışıyorum Lebedev.

— Ben de buna inandığım için geldim size! Nina Aleksandrovna aracılığıyla ekselanslarını aile içinde gözaltında bulundurarak, yani sürekli izleyerek bir şeyler yapılabilir. Ne yazık ki ben tanışmıyorum... Ayrıca nasıl söylesem, genç ruhunun derinliklerinde size büyük saygısı olan Kolya Ardalionoviç de yardımcı olabilir...

— Hayır, hayır... Nina Aleksandrovna'yı bu işe karıştırmak... Tanrı korusun, olmaz öyle şey! Kolya'yı da... Galiba hâlâ anlayamıyorum sizi Lebedev.

— Anlaşılamayacak bir şey yok burada! diye bağırdı Lebedev. (Neredeyse sandalyeden ayağa fırlamıştı.) Hastamız için gerekli olan ilaç yalnızca yakın ilgi ve sevgi. İzninizle hasta, diyeyim onun için prens.

— Bu sizin ne kadar ince ruhlu ve zeki olduğunuzu gösteriyor.

— Anlaşılsın diye, gerçek yaşamdan bir örnekle açıklayayım... Bildiğiniz gibi, şu yüzbaşının karısına zaafı var. Parası olmadan da gidemiyor yanına. Bugün kadının yanında basmak niyetindeyim onu. Elbette, onun iyiliği için... Tutalım ki, yalnızca yüzbaşının karısı yoktur da, büyük bir de suç işledi, (böyle bir şey yapacak insan değildir ama) bir ahlaksızlık yaptı... Ona soylu bir incelikle, sevecenlikle yaklaşırsanız elde edemeyeceğiniz bir şey yoktur. Öylesine duyarlı bir insandır efendim! İnanın, beş gün dayanamaz, kendiliğinden anlatmaya başlar, gözyaşları dökerek her şeyi itiraf eder... Özellikle de ustaca, akıllıca davranılacak olursa, ailesi ve siz her davranışını, attığı her adımı sıkı sıkı kontrol ederseniz... Ah, yüce gönüllü prens! (Heyecan içinde ayağa bile fırlamıştı Lebedev.) Elbette şeyi iddia etmiyorum, yani onun belki... İnanın onun için kanımın son damlasına dek dökmeye hazırım, ama kabul edersiniz ki, onun aşırılıkları, sarhoşluğu, o yüzbaşının karısı ve daha birçok şey bir araya gelince onu nerelere götürür...

Prens ayağa kalkarken,

— Böyle bir amaç uğruna yardım etmeye elbette hazırım, dedi. Yalnız şunu söyleyeyim size Lebedev, korkunç bir huzursuzluk var içimde. Söyler misiniz bana, gerçekten siz hâlâ... Yani kısacası, Bay Ferdışçenko'dan kuşkulandığınızı mı söylüyorsunuz?

— Evet, başka kim var ki kuşkulanacak? (Lebedev dudaklarında yumuşak bir gülümseme, ellerini yine duygulu bir tavırla birleştirerek ekledi:) Başka kimden kuşkulanabilirim ki, temiz kalpli prensim?

Prens yüzünü ekşitip ayağa kalktı.

— Bakın ne diyeceğim Lukyan Timofeyeviç, burada bir yanılma söz konusuysa korkunç bir yanlış olur bu, dedi. Ferdışçenko... onunla ilgili kötü bir şey söylemek istemezdim... ne var ki bu Ferdışçenko... yani kim bilebilir, belki de odur!.. Ben şunu söylemek istiyorum, belki de başka birinden daha yatkındır... yani böyle bir şeye.

Lebedev gözlerini dört açtı, kulak kesildi.

Prens giderek ne diyeceğini daha çok şaşırıyor, kaşlarını çatıyordu. Lebedev'e bakmamaya çalışarak odanın içinde aşağı yukarı gidip geliyordu.

— Biliyor musunuz, dedi, duyduğuma göre... bana dediklerine göre... sözde Bay Ferdışçenko'nun yanında insanın dikkatli olması gerekirmiş... hiçbir şey söylememeliymiş ona... her şeyden söz etmemeliymiş... anlatabildim mi? Bunu şunun için söyledim: Böyle bir şeyi herkesten önce yapabilecek insan belki de odur... Yanılgıya düşmeyelim, bu çok önemli çünkü, anladınız mı?

Lebedev birden heyecanlandı:

— Bay Ferdışçenko ile ilgili bunları kim söyledi size? diye bağırdı.

— Kulağıma fısıldadılar işte... Ama ben inanmıyorum buna... Size bunu söylemek zorunda kaldığım için de çok üzgünüm. Ama inanın, ben inanmıyorum buna... Saçma bu... Öf, ne aptallık ettim!

Birden sarsıldı Lebedev.

— Gördünüz mü prens, dedi. Bu çok önemli işte, şimdi bu çok çok önemli... yani Bay Ferdışçenko konusunda değil, bu bilginin size hangi kanalla ulaştığı konusunda önemli... (Bunları söylerken prensin peşi sıra koşturuyor, adımlarını onun adımlarına uydurmaya çalışıyordu.) Bakın şimdi ne diyeceğim size prens: Demin birlikte şu Vilkin'in evine giderken general bana o yangın olayını anlattıktan hemen sonra pek öfkeliymiş gibi, Bay Ferdışçenko ile ilgili ima yollu aynı şeyleri anlatmaya başladı. Ama öylesine kararsız, bağlantısız konuşuyordu ki, ister istemez bazı şeyler sordum ona ve sonucunda bütün bunların ekselansların hayal ürünleri olduğuna karar verdim... Onun yumuşak yürekliliğinden ileri geliyordu bütün bunlar. Duygusallığını yenemediği için söylüyor bütün bunları. Şimdi görüyor musunuz efendim, o yalan söylediyse (ki kuşkum yok bundan), siz nasıl öğrendiniz bunu? Kabul edin prens, o duygulu olduğu bir anda söyledi bunu size, başka kimden öğrenmiş olabilirsiniz? Kim söyledi bunu size? Bu çok önemli efendim... bu çok önemli efendim ve... doğrusunu isterseniz...

— Kolya söyledi. Sabah saat altı civarında bir şey için koridora çıktığında babası söylemiş ona.

Prens, Kolya'nın ona anlattıklarını anlattı Lebedev'e. Lebedev ellerini ovuşturarak belli etmeden sırıttı.

— Kanıt bu işte! Tahmin ediyordum zaten efendim! Bu şu anlama geliyor ki, ekselansları sevgili oğluna Bay Ferdışçenko'yla konuşmanın çok tehlikeli olduğunu söylemek için tatlı uykularına özellikle sabahın altısında ara verip kalkıyorlar! Ne tehlikeli biriymiş şu Ferdışçenko! Ekselansları da meğer ne kadar düşkünmüş oğluna, he-he-he!..

Prens ne diyeceğini iyice şaşırmıştı.

— Bakın Lebedev, dedi, beni dinleyin, sakin olun! Ortalığı velveleye vermeyin! Rica ediyorum Lebedev, yalvarıyorum size... Dediğimi yaparsanız, yemin ediyorum, elimden geleni yapacağım sizin için. Ama kimse bilmemeli bunu, hiç kimse!

Lebedev büyük bir heyecanla haykırdı:

— Kuşkunuz olmasın bundan yüce kalpli, çok içten, soylu prensim. Emin olun, bütün bunları soylu kalbime gömeceğim! Ağır adımlarla efendim ve birlikte! Ağır adımlarla efendim ve birlikte! Kanımın son damlasına kadar... Çok değerli prensim, ruhsal yönden de, kalp yönünden de alçağın tekiyim ben, ama en aşağılık birine sorun kiminle iş yapmayı isteyeceğini, kendisi gibi bir aşağılık adamla mı, yoksa sizin gibi son derece soylu biriyle mi? Sizin gibi son derece soylu biriyle diyecektir. Erdemin yüceliği burada işte! Hoşça kalın çok saygıdeğer prensim! Ağır adımlarla... ağır adımlarla ve... birlikte efendim.

Continue Reading

You'll Also Like

12.2K 403 40
1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlama...
6.1K 604 27
" Sen sadece bizim bebeğimizsin" " sizi çok seviyorum" # Hyunholix 3. 14.03.2024 #Hyunholix 1. 7.04.2024 ! Fem lix içerir! • Hepsi hayal ürünüdür •...
68.7K 5.4K 55
On yaşında öksüz kalan Jane Eyre, kendisini hiçbir zaman sevmeyen, ancak kocasının vasiyeti üzerine bakımını üstlenen yengesiyle zor bir yaşam sürmek...
3.2K 191 18
Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdürmektedir. On...