Budala

By WattpadClassicsTR

37.6K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
IX
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

VIII

200 10 6
By WattpadClassicsTR

VIII

Gülüyordu Aglaya, ama öfkeli gibiydi de. Küçümser bir şaşkınlıkla haykırdı:

— Uyuyor! Uyuyor muydunuz?

— Siz miydiniz? dedi prens. (Henüz tam ayılamamıştı, Aglaya'yı tanıyınca şaşırdı.) Ah, evet! Sizsiniz! Buluşacaktık sizinle... Otururken uyuyakalmışım...

— Farkındayım.

— Sizden başka uyandıran olmadı beni, değil mi? Sizden başka biri daha yoktu burada, değil mi? Sanki başka bir kadın vardı burada.

— Başka bir kadın mı vardı burada?

Sonunda iyice geldi kendine prens. Dalgın,

— Sanırım rüya görüyordum. Tuhaftır, rüyamda sanki... Otursanıza.

Aglaya'yı elinden tutup banka oturttu. Kendi de onun yanına oturup düşünmeye başladı. Aglaya susuyor, ısrarla prensin yüzüne bakıyordu. Prens de ona bakıyordu, ama kimi zaman onu görmüyor gibiydi. Aglaya'nın yüzü kızarmaya başlamıştı.

Ürperdi prens.

— Ah, evet! dedi. İppolit kendi şakağına ateş etti!

— Ne zaman? Sizin evde mi? diye sordu Aglaya. (Ama pek şaşırmışa benzemiyordu.) Sanırım dün akşam sağdı, değil mi? (Birden heyecanlanmış gibi haykırdı Aglaya:) Böyle bir olaydan sonra nasıl uyuyabildiniz burada?

— Ölmedi ki... Tabanca ateş almadı.

Aglaya'nın ısrarı üzerine prens gecenin olayını hemen ve en küçük ayrıntısına varana dek bütünüyle anlatmak zorunda kaldı. İkide bir daha çabuk anlatması için sıkıştırıyordu onu Aglaya. Oysa sık sık sorular (üstelik olayla ilgisi olmayan sorular) sorarak prensin sözünü kesen de kendisiydi. Bu arada Yevgeniy Pavloviç'in söylediklerini büyük bir dikkatle dinlemiş, birkaç kez tekrarlatmıştı bile.

Prensin anlattıklarını sonuna kadar dinledikten sonra,

— Tamam, yeter, dedi Aglaya. Acele etmeliyim. Ancak bir saatimiz var, sekize kadar oyalanabilirim burada, buraya geldiğimi anlamamaları için saat sekizde kesinlikle evde olmalıyım. Oysa önemli bir iş için geldim. Söyleyeceğim çok şey var size. Ama kafamı öyle bir karıştırdınız ki! İppolit konusundaysa, tabancasının zaten ateş almaması gerektiğini düşünüyorum, böylesi daha çok yakışır ona. Peki, onun gerçekten kendini öldürmek istediğinden emin misiniz? Bir numara olmasın bunda?

— Hayır, yok.

— Olasıdır... İtiraflarının bir kopyasını da bana vermenizi yazmış, öyle mi? Neden getirmediniz?

— İyi ama ölmedi ki. Kendisine sormam gerekir.

— Kesinlikle getirin, sormanıza gerek yok. Herhalde çok hoşlanır bundan. Sonradan itiraflarını okuyayım diye intihar etmeye kalkışmış bile olabilir. Böyle dediğim için gülmeyin lütfen Lev Nikolayeviç, çünkü çok olası...

— Gülmüyorum, ben de öyle düşünüyorum çünkü.

Birden çok şaşırmıştı Aglaya.

— Gerçekten mi? Gerçekten siz de öyle mi düşünüyorsunuz?

Çabuk çabuk konuşuyor, art arda sorular soruyordu, ama sanki arada bir de ne diyeceğini şaşırıyor, sık sık cümlesini yarım bırakıyordu. Prense bir şey söylemek için acele ettiği belliydi. Pek yürekli, atak görünse de, genellikle çok telaşlıydı, biraz da korkuyordu sanki. Kendisine çok yakışan gündelik, sade bir giysi vardı üzerinde. Bankın ucuna ilişmişti. Arada bir ürperiyor, kızarıyordu.

İtiraflarını Aglaya'nın okuması için İppolit'in kendini öldürmek istediğini prensin de doğrulaması onu çok şaşırtmıştı.

Prens,

— Kuşkusuz, sizin dışınızda bizlerin de onu övmemizi istiyordu, dedi.

— Nasıl yani, övmenizi?

— Yani bu... Nasıl söylesem? Bunu anlatmak çok zor. Onun istediği kesinlikle, herkesin onun çevresini alması, onu çok sevdiğini, ona büyük saygı duyduğunu söylemesi, kendini öldürmemesi, hayatta kalması için ona yalvarmasıydı. Çok olasıdır ki, en çok da sizdiniz bunu yapmasını istediği. Çünkü öyle bir anda sizi hatırlamış... Oysa o anda aklında sizin olduğunuzun farkında bile değildi belki.

— Bunu hiç anlayamadım: Aklında ben miydim o anda, bilmem. Ama bildiğim bir şey var: İnanır mısınız, daha on üç yaşında küçücük bir kızdım, belki otuz kez anneme babama bir mektup yazıp kendimi zehirlemeyi düşündüm. Ayrıca ben tabutta yatarken herkes başucumda ağlayacaktı, bana karşı öyle sert davrandıkları için kendilerini suçlu hissedeceklerdi... (Kaşlarını çatıp ekledi Aglaya:) Ne diye gülümsüyorsunuz yine? Yalnız başınızayken hayallere dalınca çoğunlukla siz neler düşünürsünüz? Belki de mareşal hayal ediyorsunuzdur kendinizi, Napolyon'u yeniyorsunuzdur?

— Doğrusunu isterseniz, gerçekten de öyle... (Güldü prens.) Özellikle de uykuya dalmak üzereyken. Ama Napolyon'u yenmiyorum, Avusturya ordularını dağıtıyorum.

— Lev Nikolayeviç, ben şaka etmiyorum. İppolit'le kendim görüşmek istiyorum. Lütfen haber verin ona. Ayrıca sizin bu yaptığınızı da hiç doğru bulmuyorum. Çünkü İppolit'i ve genel olarak bir insanın ruhunu yargılama biçiminiz büyük kabalık. Hiç hassas değilsiniz: Yalnızca doğrular var sizde, yani haksızlık.

Prens bir an düşündü.

— Bana haksızlık ettiğinizi düşünüyorum, dedi. Öyle ya, onun böyle düşünmesinde bir kötülük görmüyorum, çünkü herkeste böyle düşünme eğilimi vardır. Hem belki hiç de böyle düşünmemiş, yalnızca arzu etmiştir bunu... Son bir kez buluşmak istemiştir insanlarla, onların saygısını, sevgisini kazanmak istemiştir, ki bunlar da gayet iyi duygulardır. Gelgelelim, her şey yolunda gitmez bazen. Bir hastalık olur ya da başka bir şeyler! Bazılarının her zaman işleri yolunda gider, bazılarınınsa gitmez...

Aglaya,

— Galiba kendinizi düşünerek söylediniz bunu? dedi.

Bu soruda bir kötülük görmeyen prens,

— Evet, kendimi düşünerek, diye karşılık verdi.

— Yine de yerinizde olsam uyuyamazdım ben. Demek nereye kıvrılırsanız, orada uyuyakalıyorsunuz... Sizin için hiç iyi bir şey değil bu.

— Öyle ama, bütün gece hiç uyumadım. Sonra çıktım dolaştım, dolaştım, konser alanına gittim...

— Hangi konser alanına?

— Dün akşamki konserin olduğu alana. Sonra buraya gelip oturdum, düşündüm, düşündüm, o arada uyuyakalmışım.

— Demek öyle? Bu sizi haklı çıkarıyor... Peki, niçin gittiniz oraya?

— Bilmiyorum, öyle gitmişim...

— Pekâlâ, pekâlâ, sonra konuşuruz bunu... Fırsat vermiyorsunuz ki, asıl söylemek istediğim şeye geleyim. Konser alanına gitmişseniz, rüyanıza bir kadın girmişse bunlardan bana ne?

— Onu... siz... gördünüz...

— Anlıyorum, çok iyi anlıyorum. Siz onu çok... Nasıl gördünüz onu, rüyanızda nasıldı? (Canı sıkkın, birden kestirip attı:) Neyse canım, ilgilenmiyorum... Sözümü kesmeyin de söyleyeceklerimi söyleyeyim...

Kendini toparlamaya veya can sıkıntısını dağıtmaya çalışıyor gibi bir süre bekledi.

— Durum şu, dedi, neden çağırdım sizi buraya, biliyor musunuz? Bir öneride bulunacağım size: Dost olalım sizinle. (Neredeyse öfkeyle ekledi:) Neden öyle bakıyorsunuz yüzüme?

Gerçekten de prens o anda Aglaya'nın yüzünün yine kıpkırmızı olduğunu fark etmiş, gözlerini kırpmadan onun yüzüne bakıyordu. Böyle durumlarda Aglaya ne kadar kızarırsa o kadar öfkelenirdi kendine ve parlayan bakışından anlaşılırdı bu öfkesi. Aradan bir dakika geçtikten sonra da, suçlu olup olmadığına bakmadan, öfkesini o anda konuştuğu kişiye yöneltir, tartışmaya başlardı. Yabaniliğini, utangaçlığını bildiği için genellikle konuşmaya pek az girerdi, öteki kız kardeşlerden de daha sessizdi. Konuşmak zorunda kaldığı bu gibi hassas durumlarda ise karşısındakini olağanüstü küçümser, meydan okur bir tavırla başlardı söze. Yüzünün kızarmaya başladığını veya kızaracağını her zaman önceden hissederdi.

Prense tepeden bakar bir tavırla,

— Belki de kabul etmek istemiyorsunuzdur önerimi, dedi.

Mahcup olmuş gibiydi prens.

— Yo, hayır, istiyorum, ama aslında hiç gereği yok bunun... Yani bana böyle bir öneride bulunmanızın gerekli olduğunu düşünmemiştim.

— Peki, ne düşündünüz? Neden çağırmış olabilirim sizi buraya? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Belki evdekiler gibi siz de benim küçük, aptal bir kız olduğumu düşünüyorsunuzdur?

— Evdekilerin öyle düşündüğünü bilmiyordum, ben... ben öyle düşünmüyorum.

— Düşünmüyor musunuz? Çok zekice. Özellikle ifade biçiminiz...

Prens sürdürdü konuşmasını:

— Bence siz kimi zaman çok zeki oluyorsunuz. Demin çok zekice bir şey söylediniz. İppolit'le ilgili kuşkum üzerine şöyle dediniz: "Yalnızca doğru var sizde, öyleyse haksızlık da." Unutmayacağım bunu ve üzerinde düşüneceğim.

Mutluluktan bir anda kıpkırmızı oldu Aglaya. Bütün bu değişiklikler onda son derece açık ve olağanüstü çabuk gelişirdi. Prens de mutluydu, ona bakarken gülüyordu.

Tekrar başladı Aglaya:

— Beni dinleyin, her şeyi anlatmak için uzun zamandır bekliyordum sizi. Bana oradan o mektubu yazdığınızdan beri, hatta daha öncesinden... Yarısını benden dün dinlediniz zaten: Bence son derece dürüst, doğru bir insansınız, herkesten daha dürüst, herkesten doğrucusunuz. Sizin için aklınızın biraz... yani arada bir aklınızdan hastalandığınızı söylüyorlarsa da haksızlık bu... Ben böyle düşünüyorum ve bu yüzden herkesle tartışıyorum da. Çünkü her ne kadar gerçek aklınızdan hasta (böyle dediğim için bana gücenmezsiniz herhalde, daha yüksek bir bakış açısıyla söylüyorum bunu çünkü) da olsanız, asıl aklınız herkesinkinden üstün, rüyalarında göremeyecekleri kadar üstün bence. Çünkü iki çeşit akıl vardır: Asıl akıl ve asıl olmayan akıl. Değil mi? Öyle, değil mi?

Prens kendini zorlayarak (kalbi duracak gibi çarpıyordu),

— Belki de öyledir, dedi.

Aglaya kibirli bir tavırla sürdürdü konuşmasını:

— Beni anlayacağınızı biliyordum. Prens Ş. ile Yevgeniy Pavloviç bu iki çeşit akıldan hiç anlamıyor, Aleksandra da... Oysa düşünebiliyor musunuz, maman anladı.

— Çok benziyorsunuz Lizaveta Prokofyevna'ya.

Şaşırdı Aglaya.

— Kim? Ben mi? Gerçekten mi?

— Yemin ederim benziyorsunuz.

Aglaya bir an düşündükten sonra,

— Teşekkür ederim, dedi. Mamana benzediğime çok sevindim. Ona epey saygı duyuyorsunuz herhalde?

Sorusundaki saflığın farkında değildi.

— Çok çok... Bunu hemen anladığınıza sevindim.

— Ben de sevindim. Çünkü farkındayım, bazen onunla... alay ediyorlar. Ama asıl önemli olanı dinleyin şimdi: Uzun süre düşündüm ve sonunda sizi seçtim. Evde benimle alay etmelerini istemiyorum, beni küçük aptal kız yerine koymalarını istemiyorum; bana takılmalarını istemiyorum... İşte birden anladım bütün bunları ve Yevgeniy Pavloviç'in önerisini kesinlikle reddettim. Çünkü durmadan beni kocaya vermeye çalışmalarından hoşlanmıyorum! Ben... ben... ben evden kaçmak istiyorum. Bana yardım etmeniz için de sizi seçtim.

— Evden kaçmak mı? diye haykırdı prens.

Aglaya olağanüstü bir öfkeyle parlayıp bağırdı:

— Evet, evet, evet, kaçmak istiyorum! Evde sürekli yüzümü kızartmalarından bıktım artık! Bundan böyle evdekilerin de, Prens Ş.'nin de, Yevgeniy Pavloviç'in de, hiç kimsenin karşısında yüzümün kızarmasını istemiyorum. Bu yüzden sizi seçtim. Sizinle her şeyi, her şeyi konuşacağım, en önemli şeyleri bile, canımın istediği gibi konuşacağım... Siz de hiçbir şeyinizi gizlememelisiniz benden. Bir kişiyle olsun, her şeyimi kendimle konuşuyor gibi konuşmak istiyorum. Durup dururken bu kez sizi beklediğimi, sizi sevdiğimi söylemeye başladılar. Siz gelmeden önceydi bu. Oysa mektubunuzu bile göstermemiştim onlara. Şimdi herkesin dilinde sizi sevdiğim var... Cesur olmak, hiçbir şeyden korkmamak istiyorum. Onların balolarına gitmek gelmiyor içimden, yararlı şeyler yapmak istiyorum. Uzun zamandır kaçmayı düşünüyorum. Yirmi yıldır tıkıldım kaldım evde. Herkes evlendirmeye çalışıyor beni. Daha on dört yaşında akılsız bir kızken bile kaçmak istiyordum. Şimdi ise her şeyin hesabını yapmış durumdayım. Yurtdışıyla ilgili sorular sormak için sizi bekliyordum. Gotik tarzda hiç katedral görmedim ben. Roma'ya gitmek istiyorum, bilim yuvalarını görmek istiyorum, Paris'te okumak istiyorum. Son bir yıldır hazırlıyorum kendimi, hem çok öğrenmeye çalıştım, hem çok kitap okudum. Bana yasak olan her kitabı okudum. Aleksandra ile Adelaida her kitabı okuyor, onlara serbest, ama bana yasak, gözleri üzerimde... Kız kardeşlerimle tartışmak istemiyorum. Ama annemle babama sosyal konumumu bütünüyle değiştirmek istediğimi söyledim. Çocuk eğitimi alanında çalışmaya kararlıyım. Bunun için de size güveniyordum, çünkü çocukları sevdiğinizi söylüyordunuz. Şu anda olmasa bile ileride sizinle çocukların eğitimi alanında çalışabilir miyiz? Birlikte yararlı şeyler yaparız. General kızı olmak istemiyorum ben... Söylesenize, çok bilgili bir insan mısınız siz?

— Yo, hiç de değil.

— Çok yazık, oysa ben düşünüyordum ki... Sahi neden öyle düşünüyordum? Yine de yol göstereceksiniz bana, sizi seçtim çünkü.

— Ama saçmalık bu Aglaya İvanovna.

Birden gözleri parladı Aglaya'nın, bağırdı:

— İstiyorum, kaçmak istiyorum evden! Dediğimi yapmazsanız ben de o zaman Gavrila Ardalionoviç'le evlenirim. Evde beni iğrenç bir kadın olarak görmelerini, saçma sapan şeylerle suçlamalarını istemiyorum.

Neredeyse ayağa fırlayacaktı prens,

— Aklınız başınızda mı sizin Aglaya İvanovna? Neyle suçluyorlar sizi, kim suçluyor?

— Evde herkes, annem, kız kardeşlerim, babam, Prens Ş., hatta o iğrenç Kolya! Açık açık söylemeseler de biliyorum, öyle düşünüyorlar. Hepsinin yüzüne söyledim bunu, annemin de, babamın da... Maman bütün gün hasta yattı. Ertesi gün de Aleksandra ile babam bana saçmaladığımı, ağzımdan çıkanı kulağımın duymadığını söylediler. Ben de dosdoğru konuşup kestirip attım, her şeyden haberim olduğunu, her şeyi anladığımı, artık küçük bir kız olmadığımı, her şeyi öğrenmek için daha iki yıl önce Paul de Kock'un iki romanını okuduğumu söyledim. Maman bunları duyunca az kaldı düşüp bayılacaktı.

Birden tuhaf bir şey geldi prensin aklına. Aglaya'nın yüzüne uzun uzun baktıktan sonra gülümsedi.

Şu anda karşısında oturanın, bir zamanlar ona Gavrila Ardalionoviç'in mektubunu okutan o mağrur, kibirli kız olduğuna inanamıyordu bile. O pek kibirli, pek dikbaşlı, sert tavırlı güzel kızın böyle bir çocuğa, belki şimdi bile her dediğinin anlamını gerçekten kavrayamayan bir çocuğa nasıl dönüştüğünü aklı almıyordu.

— Sürekli evde mi kaldınız siz Aglaya İvanovna? diye sordu. Yani hiçbir yere, bir okula, enstitüye falan gidip gitmediğinizi soruyorum.

— Hiçbir zaman, hiçbir yere gitmedim. Hep evde oturdum, tıpası kapalı bir şişede gibi... Şişeden çıkınca da doğru kocaya gideceğim. Ne o, yine gülüyor musunuz? Farkındayım, sanki siz de alay ediyorsunuz benimle, siz de onlardan yanasınız. (Kaşlarını çatmıştı Aglaya.) Canımı sıkmayın, zaten neler oluyor bana, bilemiyorum... (Sinirli bir tavırla kestirip attı birden:) Hiç kuşkum yok, buraya gelirken size âşık olduğumu, size bir aşk randevusu verdiğimi düşünüyordunuz.

Prens mahcup olmuştu, saf bir tavırla karşılık verdi:

— Aslında dün ben de bundan korkuyordum, ama bugün inandım ki siz...

Birden bağırdı Aglaya:

— Demek öyle! (alt dudağı titremeye başlamıştı) Korktunuz demek benim... demek cesaret edebildiniz benim... Aman Tanrım! Belki de sizi buraya ağıma düşürmek için çağırdığımdan bile kuşkulanmışsınızdır; burada yakalasınlar bizi, sonra sizi benimle evlenmek için zorlasınlar diye...

— Aglaya İvanovna! Nasıl böyle konuşabiliyorsunuz, utanmıyor musunuz? Çok ayıp doğrusu! Sizin o tertemiz, masum kalbinizde böylesine kirli bir düşünce nasıl yer edebiliyor? Bahse girerim, bu söylediklerinize kendiniz de inanmıyorsunuz!

Aglaya başı önünde, oturuyordu. Söylediklerinden kendi de korkuyor gibiydi.

— Hiç de utanmıyorum, diye mırıldandı. Hem kalbimin masum olduğunu nereden biliyorsunuz? Öyleyse o aşk mektubunu nasıl yazabildiniz bana?

— Aşk mektubu mu? Size yazdığım o mektup aşk mektubu muydu? Son derece saygılı bir mektuptu o! Hayatımın en kötü anında kalbimden geldiği gibi yazmıştım size! O anda bir ışık gibi hatırlamıştım sizi... ben...

Birden prensin sözünü kesti Aglaya:

— Peki, peki! (Ama ses tonu değişmişti şimdi. Söylediğine çok pişman gibiydi. Korkmuştu bile sanki. Hatta hâlâ doğrudan yüzüne bakmamaya çalışarak prense doğru eğilmiş, kızmaması için daha ikna edici bir jest yapmış olmak için, omzuna dokunmak bile istemişti. Çok daha utanarak sürdürdü konuşmasını:) Pekâlâ... Aptalca bir şey söylediğimin farkındayım... Bunu sizi... denemek için söylemiştim. Böyle bir şey söylemedim sayın... Sizi gücendirdiysem bağışlayın beni. Bana bakmayın lütfen, başınızı öte yana çevirin. Bunun çok kirli bir düşünce olduğunu söylediniz. Sizi incitmek için bilerek öyle söyledim. Kimi zaman içimden geleni söylemekten korkarım, ama yine de birden söylerim. O mektubu hayatınızın en kötü anında yazdığınızı söylediniz... (Yine yere bakarak, daha alçak sesle ekledi:) O anın hangi an olduğunu biliyorum...

— Ah, her şeyi bilebilseydiniz!

Yeniden heyecanlanıp haykırdı Aglaya:

— Her şeyi biliyorum! Birlikte kaçtığınız o iğrenç kadınla tam bir aydır aynı evde yaşıyordunuz...

Bunları söylerken yüzü kızarmamıştı Aglaya'nın, tersine bembeyaz olmuştu. Ne yaptığını bilmiyormuş gibi birden ayağa kalktı, ama hemen kendini toplayıp tekrar oturdu. Alt dudağı hâlâ titriyordu. Bir dakika kadar hiç konuşmadılar. Aglaya'nın bu ani çıkışı karşısında şaşırmıştı prens, bunu neye yoracağını bilemiyordu.

Aglaya birden kestirip attı:

— Sizi hiç sevmiyorum.

Prens cevap vermedi. Yine bir dakika kadar konuşmadılar.

Neden sonra Aglaya çabuk çabuk konuşarak, ama duyulur duyulmaz bir sesle, başını önüne daha da eğerek mırıldandı:

— Gavrila Ardalionoviç'i seviyorum ben...

Prens de neredeyse fısıldayarak,

— Bu doğru değil, dedi.

— Yani yalan mı söylüyorum? Gerçek bu... Önceki gün burada, bu bankta söz verdim ona.

Prens korkmuştu. Bir an düşündükten sonra kararlı,

— Bu doğru değil, diye tekrarladı. Yalan söylüyorsunuz.

— Çok kibarsınız. Şunu bilesiniz ki, düzeldi Gavrila Ardalionoviç. Canından çok seviyor beni. Sırf beni canından çok sevdiğini kanıtlamak için önceki gün burada elini yaktı.

— Elini mi yaktı?

— Evet, elini yaktı. İster inanın, ister inanmayın, umurumda değil.

Prens yine bir süre bir şey söylemedi. Çok ciddiydi Aglaya. Kızmıştı da.

— Nasıl yani, burada elini yaktığına göre, bir mumla mı geldi buraya? Pek anlayamadım da...

— Evet... Mumla geldi. Anlaşılamayacak ne var bunda?

— Bütün bir mumla mı, yoksa şamdanda bir mumla mı?

— Evet... yo hayır... yarım bir mumla... yarısına kadar yanmış... Hayır, bütün... ne fark eder ki, neyse, boş verin!.. Merak ettiyseniz söyleyeyim, kibrit de getirdi. Kibritle yaktı mumu ve tam yarım saat parmağını üzerinde tuttu. Olmayacak şey mi bu sizce?

— Dün gördüm Gavrila Ardalionoviç'i. Parmaklarında bir şey yoktu.

Birden çocuk gibi gülmeye başladı Aglaya. Çocuksu bir güvenle prense döndü, hâlâ gülüyor, dudakları titriyordu.

— Neden yalan söylediğimi biliyor musunuz? diye sordu. Çünkü insan yalan söylerken sık rastlanmayan veya inanılmaz, yani çok ters, hiç olmamış bir şey söylüyor ve bunu başarıyla anlatmak becerisini gösteriyorsa yalan çok daha inandırıcı oluyor. Bunu fark ettim. Ama benimki olmadı, çünkü beceremedim...

Kendine gelmiş gibi tekrar çattı kaşlarını Aglaya. Prense döndü, ciddi, hatta üzgün bir tavırla ekledi:

— O zaman... o zaman size "zavallı şövalye"yi okuduysam bunun nedeni... sizi hem övmek... hem de davranışınız için sizi suçlamak ve her şeyi bildiğimi size göstermekti...

— Bana da... biraz önce kendisinden öylesine kötü söz ettiğiniz o şanssız kadına da çok haksızlık ediyorsunuz Aglaya İvanovna...

— Çünkü her şeyi biliyorum, her şeyi... Bu nedenle böyle konuşuyorum! Altı ay önce herkesin önünde ona evlenme önerisinde bulunduğunuzu da biliyorum! Sözümü kesmeyin, farkındaysanız, görüyorsunuz, hiç yorum yapmadan konuşuyorum. Arkasından, sizi bırakıp Rogojin'le kaçtı. Sonra bir köyde veya kentte o kadınla bir arada yaşadınız. Bu kez başka birine kaçtı. (Kıpkırmızı olmuştu Aglaya'nın yüzü.) Sonra yine onu... delicesine seven Rogojin'e döndü. Kadının Petersburg'a geldiğini duyunca siz, çok akıllı bir insan olan siz, onun arkasından burada aldınız soluğu. Dün akşam onu savunmak için atıldınız, biraz önce de rüyanızda onu görüyordunuz... Gördüğünüz gibi, her şeyi biliyorum. Evet, o kadın için geldiniz buraya, o kadın için...

Prens dalgın, başını önüne eğip alçak sesle, üzgün,

— Evet, onun için... dedi. (Aglaya'nın ona ateş saçan gözlerle baktığından kuşkusu yoktu.) Yalnızca öğrenmek için... Kısacası, onun Rogojin'le mutlu olmadığını bilsem de... ne yapabileceğimi, ona nasıl yardımcı olabileceğimi bilmiyordum, ama yine de geldim.

Ürperdi prens, başını kaldırıp Aglaya'ya baktı. Aglaya öfkeli dinliyordu onu. Bir süre sustuktan sonra,

— Nedenini bilmeden geldiyseniz, demek çok seviyorsunuz onu, diye mırıldadı.

— Hayır, dedi prens. Hayır, sevmiyorum. Ah, onunla bir arada geçirdiğim günleri hatırladığımda ne büyük bir dehşete kapıldığımı bilemezsiniz!

Bunu söylerken bütün bedeninden bir ürperti geçmişti.

— Her şeyi anlatın bana, dedi Aglaya.

— Sizin bilmemeniz gereken bir şey yok burada. Neden özellikle size, yalnızca size anlatmak istedim bütün bunları, bilmiyorum. Belki de sizi gerçekten çok sevdiğimdendir. Bu bahtsız kadın kendisinin dünyanın en düşmüş, en yüzü kara varlığı olduğuna inanıyor. Lütfen aşağılamayın onu, taşlamayın. Hak etmediği yüz karasıyla yeterince acı çektirdi kendine zaten. Hem suçu nedir, ah Tanrım! Ah, çılgınlar gibi, durmadan suçsuz olduğunu, insanların, bir ahlaksızın, bir caninin kurbanı olduğunu haykırıyor! Ama size ne derse desin, bilesiniz ki, söylediklerine önce kendi inanmamaktadır; tam tersine, bütün içtenliğiyle kendisinin... suçlu olduğuna inanıyor. Onun bu karamsarlığını dağıtmayı denediğimde öylesine acı çekiyordu ki, o korkunç anları unutamadığım sürece içimin sızısı hiçbir zaman dinmeyecek. Bu acı bir daha çıkmamak üzere saplanmıştı sanki yüreğime. Neden kaçıyordu benden, biliyor musunuz? Özellikle yalnızca bana, kendisinin aşağılık biri olduğunu göstermek için... Ne var ki burada en korkunç olan da, aşağılık olduğunu yalnızca bana göstermek istediğinin belki kendisinin bile farkında olmaması, içinden çirkin şeyler yapmak geldiği için benden kaçması, sonra dönüp kendine "işte rezilce bir şey daha yaptın, demek aşağılık bir insansın!" demek istemesiydi. Ah, belki de bunu anlayamazsınız siz Aglaya! Biliyor musunuz ki, bu coşkun yaradılışlı varlık için yüz karası belki de tıpkı birinden öç almak gibi müthiş, olağanüstü bir haz kaynağıydı. Kimi zaman çevresindeki ışığı görecek duruma getiriyordum onu. Ama o zaman hemen öfkeleniyor, o kadar ileri gidiyordu ki, açıkça onu küçümsediğimi (oysa aklımdan geçmezdi böyle bir şey) iddia ediyor, kimsenin ona acıdığı için evlenme önerisinde bulunmasını, yardım etmesini, onu "kendi düzeyine çıkarmaya" çalışmasını istemediğini söylüyordu. Dün gördünüz onu. Düşünebiliyor musunuz, o grubun içinde mutlu olabilir mi? Ona göre insanlar mıydı onlar? Onun ne kadar gelişmiş bir kişiliği olduğunu, kafasının nasıl çalıştığını bilemezsiniz! Bazen şaşırttığı bile olurdu beni!

— Orada ona da böyle... vaazlar mı veriyordunuz?

Prens, Aglaya'nın sorusunun amacını fark etmeden,

— Yo, hayır, dedi. Genellikle neredeyse hep susuyordum. Çoğu zaman konuşmak isterdim, ama ne yalan söyleyeyim, ne diyeceğimi bilemezdim. Bilirsiniz, bazı durumlarda en iyisi hiç konuşmamaktır. Ah, seviyordum onu; ah, ne çok seviyordum... ama sonra... sonra... sonra her şeyin farkına vardı...

— Neyin farkına vardı?

— Ona yalnızca acıdığımın ve benim... onu artık sevmediğimin.

— Nereden biliyorsunuz, birlikte kaçtığı... o toprak sahibine gerçekten âşık olmuştu belki?

— Hayır, her şeyden haberim var. Yalnızca alay ediyordu onunla.

— Peki, sizinle hiç alay etmedi mi?

— Hayır, hayır. Öfkesinden alay ediyordu benimle. Kızdığında öyle hırpalardı ki beni... Sonra kendi de üzülürdü! Ama... sonra... ah, hatırlatmayın bana o günleri, hatırlatmayın!

Elleriyle yüzünü kapadı prens.

Aglaya,

— Biliyor musunuz, dedi, hemen her gün mektup yazıyor bana...

Prens endişeli, bağırdı:

— Demek doğruymuş! Bunu duydum, ama inanmak istemedim.

Aglaya ürkek,

— Kimden duydunuz? diye sordu.

— Dün akşam Rogojin söyledi, ama üstü kapalı olarak.

— Dün mü? Dün sabah mı? Dün ne zaman? Konserden önce mi, sonra mı?

— Sonra... Gece saat on birden sonra.

— Demek Rogojin söyledi... Peki, bana neler yazdığını biliyor musunuz? Bu mektuplarda?

— Ne yazarsa yazsın, şaşırmam. Delidir çünkü.

— Alın işte... (Aglaya cebinden zarf içinde üç mektup çıkardı, prensin önüne attı.) Bir haftadır sizinle evlenmem için yalvarıp duruyor bana; kandırmaya, aklımı çelmeye çalışıyor... O... neyse, deli olsa da aklı yerinde. Çok doğru söylüyorsunuz, benden çok daha akıllı... Bana âşık olduğunu yazıyor mektuplarında. Uzaktan da olsa, her gün beni görmenin yolunu arıyormuş. Sizin beni sevdiğinizi, onun bunu bildiğini, uzun zamandır bunun gözünden kaçmadığını, orada benden çok söz ettiğinizi yazıyor. Sizi mutlu görmek istiyormuş, sizi yalnızca benim mutlu edebileceğimi düşünüyormuş... Böyle tuhaf şeyler yazıyor işte... Bana yazdığı mektupları kimseye göstermedim, sizin gelmenizi bekliyordum. Bunun ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Bir şey düşünemiyor musunuz?

— Çılgınlık bu! Deli olduğunun kanıtı!

Prensin dudakları titremeye başlamıştı.

— Ağlamıyorsunuz ya?

Prens, Aglaya'nın yüzüne baktı.

— Hayır Aglaya, ağlamıyorum.

— Ben ne yapabilirim? Ne yapmamı öneriyorsunuz? Bu mektupları kabul edemem!

Prens,

— Ah, düşünmeyin onu artık! diye haykırdı. Bu durumda ne yapacaksınız ki? Size bir daha yazmaması için elimden geleni yapacağım.

Aglaya sesini yükseltip,

— Öyleyse kalpsiz bir insansınız siz! dedi. Onun bana değil, size, yalnızca size âşık olduğunun farkında değil misiniz? Her şeyini fark ettiniz de bir bunu mu fark etmediniz? Bu mektupların ne anlama geldiğini biliyor musunuz? Kıskançlıktır bunun adı, kıskançlıktan da öte bir şey! Onun... bu mektuplarında yazdığı gibi, Rogojin'le gerçekten evleneceğini nasıl düşünebiliyorsunuz? Biz evlenelim, ertesi gün intihar eder!

Prens ürperdi. Kalbi duracakmış gibi çarpıyordu. Ama şaşkınlık içinde bakıyordu: Bu çocuğun epeydir artık bir kadın olduğunu kabul etmek zorunda kalması tuhafına gitmişti.

— Tanrı biliyor ya, Aglaya, onun eski huzuruna kavuşması için, onu mutlu edebilmek için canımı verirdim, ne var ki... artık sevemem onu, bunu kendisi de biliyor!

— Öyleyse feda edin kendinizi... size de bu yakışır zaten! Büyük bir iyilikseversiniz. Hem yalnızca adımla hitap ederek "Aglaya" da demeyin bana... Biraz önce de yalnızca "Aglaya" dediniz... Kendisini yeniden hayata döndürmek zorundasınız; onu yatıştırmak, rahatlatmak için tekrar bir yerlere gitmelisiniz onunla. Öyle ya, seviyorsunuz onu!

— Bunu bir ara düşünmüş olsam bile, kendimi böyle feda edemem ve... aslında şimdi bile istiyorumdur belki bunu. Ama kesinlikle biliyorum, benimle olursa mahvolacak, bu nedenle de bırakıyorum onu. Bugün saat yedide görmem gerekiyordu onu, ama şimdi gitmem bile belki. Gururu yüzünden, ona olan aşkım için hiçbir zaman bağışlamayacaktır beni ve bu yüzden ikimiz de mahvolacağız! Doğal değil bu, ama hiçbir şey doğal değil burada. Bana âşık olduğunu söylüyorsunuz, peki ama aşk mı bu? Bütün bu çektiklerimden, yaşadıklarımdan sonra aşktan söz edilebilir mi? Hayır, aşk değil, başka bir şey bu!

Aglaya korkuyla birden:

— Yüzünüz bembeyaz oldu! dedi.

— Önemli değil. Az uyudum da ondandır. Halsizim ve... gerçekten o aralar sizden söz ediyorduk Aglaya...

— Demek doğruymuş? Gerçekten, onunla benim hakkımda konuşabildiniz demek? Hem... hem sonra, beni bir kez görmüşken nasıl âşık olabildiniz bana?

— Nasıl olduğunu bilemiyorum. O sıralar karanlıklar içinde hayal kuruyordum... Belki yepyeni bir ışık gördüm... Nasıl oldu da ilk sizi düşündüm, bilemiyorum. O zaman da bunu bilemediğimi size yazarken doğru söylüyordum. İçinde bulunduğum dehşet dolu anların etkisinden oldu bu... Sonra bir şeylerle oyalanmaya başladım. Üç yıl gelmeyebilirdim buraya...

— Öyleyse onun için geldiniz?

Bir an titremişti Aglaya'nın sesi.

— Evet, onun için.

İnsanın içini karartan iki dakikalık bir sessizlik oldu. Aglaya ayağa kalktı. Titreyen bir sesle,

— Öyle diyorsanız... diye başladı. Onun... kadınınızın... deli olduğuna inanıyorsanız, o zaman onun çılgın fantezileriyle benim işim olmaz... Rica ediyorum Lev Nikolayeviç, alın onun şu üç mektubunu, gidip benim, yüzüne fırlatın! Ve bir daha, (birden sesini yükseltmişti Aglaya) bir daha tek satır yazmaya kalkışırsa bana, bunu söyleyin kendisine, onu tımarhaneye tıkmaları için babama her şeyi anlatacağım...

Prens birden ayağa fırladı. Aglaya'nın bu beklenmedik öfkesi karşısında korkuya kapılmıştı. Önündeki sis perdesi ansızın kalkmıştı sanki.

Prens,

— Böyle hissediyor olamazsınız... diye mırıldandı. Doğru değil bu!

Aglaya kendinde değilmiş gibi haykırdı:

— Doğru! Doğru!

Hemen yakında bir ses duyuldu:

— Nedir doğru olan? Doğru olan nedir?

Lizaveta Prokofyevna karşılarında duruyordu.

Aglaya hemen karşılık verdi annesine:

— Doğru olan, Gavrila Ardalionoviç'le evlenecek olmam! Gavrila Ardalionoviç'i sevmem ve yarın onun evine gidecek olmam! Duydunuz mu? Merakınızı giderebildim mi? Hoşunuza gitti mi?

Koşarak eve doğru uzaklaştı.

Lizaveta Prokofyevna durdurdu prensi.

— Hayır azizim, hemen gitmeyin, lütfen benimle birlikte eve kadar geliverin, biraz konuşalım... Ne biçim bir işkencedir bu, bütün gece gözümü kırpmadım...

Prens onun arkasından eve doğru yürüdü.

Continue Reading

You'll Also Like

18.9K 892 25
Roman, Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında is...
3.2K 191 18
Oyunları ve şiirlerinde insanlık durumlarını dile getiriş gücüyle yaklaşık 400 yıldır bütün dünya okur ve seyircilerini etkilemeyi sürdürmektedir. On...
6.3K 346 17
Dostoyevski'nin bizzat mücadele ettiği parasızlık ve kumar düşkünlüğünü anlatan Kumarbaz, Dostoyevski'nin gençlik yıllarını, dramatik aşk ve kumar tu...
54K 1.8K 17
İngiliz yazar George Orwell'in 1949 yılında yayımlanan ve kısa sürede kült mertebesine erişmiş eseri 1984, 1949 yılında yayımlanmıştır. Distopya türü...