Budala

By WattpadClassicsTR

37.5K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

II

237 11 9
By WattpadClassicsTR


II


Prens birden Yevgeniy Pavloviç'in yanına sokuldu. Elini tutup tuhaf bir heyecanla,

— Yevgeniy Pavloviç, dedi, inanın, her şeye karşın, benim gözümde son derece soylu, son derece iyi bir insansınız. Kuşkunuz olmasın bundan...

Yevgeniy Pavloviç şaşkınlıkla bir adım geri çekildi. Bir an kahkahalarla gülmek geldi içinden, ama tuttu kendini. Yakından bakınca prens kendinde değilmiş, hatta çok değişik bir durumdaymış gibi gelmişti ona.

— Bahse girerim prens, diye haykırdı, bana asıl söylemek istediğiniz bu değildi... Hatta belki de bana söylemeyecektiniz bunu da... Ama ne oluyorsunuz? Fenalaştınız mı?

— Olabilir, çok doğru tahmin ettiniz, belki de yanına sokulmak istediğim kişi siz değildiniz. (Böyle dedikten sonra tuhaf, hatta komik bir biçimde gülümsedi prens, ama sonra heyecanlanmış gibi yükseltti sesini:) Üç gün önce yaptığımı hatırlatmayın bana! Üç gündür çok utanıyorum zaten... Suçlu olduğumu biliyorum...

— Peki,... peki neymiş yaptığınız o kadar korkunç şey?

— Biliyorum Yevgeniy Pavloviç, sanırım en çok sizi utandırdım. Yüzünüz kızarıyor, bu tertemiz bir kalbinizin olduğunu gösteriyor. İnanın, şimdi gidiyorum.

Lizaveta Prokofyevna korkarak sordu Kolya'ya:

— Neyi var onun? Krizi böyle mi başlıyor yoksa?

— Önemli değil, Lizaveta Prokofyevna, dedi prens. Kriz geldiği falan yok. Şimdi gidiyorum. Biliyorum, ben... doğanın küçük düşürdüğü bir insanım. Yirmi dört yıl hastaydım, doğumumdan yirmi dört yaşıma kadar. Hasta kabul edin beni. Şimdi gidiyorum, hemen şimdi, inanın gidiyorum. Yüzüm kızarmıyor, bunun için yüzünün kızarması olmaz insanın, öyle değil mi? Ama toplumda fazlalığım ben... Gururuma düşkünlüğümden söylemiyorum bunu... Bu son üç gün uzun uzun düşündüm ve ilk fırsatta bu konuda sizi dürüstçe bilgilendirmeye karar verdim. Sözünü etmeye kalkışırsam sizi kendime güldürürüm. Demin Prens Ş. de aynı şeyi söylemişti bana... Davranışlarım incelikten uzaktır, duygularım ölçüsüzdür, düşüncelerimi anlatmak için uygun sözcükleri kullanamıyorum, bu yüzden düşüncelerim de anlamsız, saçma kaçıyor. Dolayısıyla buna hakkım yok... Ayrıca kuşkucuyum. Ben... ben inanıyorum ki, bu evde kimse küçük görmüyor beni ve burada hak ettiğimden çok seviliyorum. Ayrıca biliyorum (hem de kesinlikle biliyorum) ki yirmi dört yıllık bir hastalık insanların bana... kimi zaman... gülmelerine neden olacak bazı belirtiler bırakmıştır üzerimde, öyle değil mi?

Prens çevresine bakınarak bir cevap, bir karar bekliyordu sanki. Herkes prensin bu beklenmedik, hastalıklı ve görünüşte her açıdan nedensiz çıkışı karşısında şaşkınlık içindeydi. Ne var ki onun bu çıkışı son derece tuhaf bir olaya neden oldu.

Ansızın haykırdı Aglaya:

— Ne diye söylüyorsunuz bunu burada? Onlara neden anlatıyorsunuz bunu? Hem de onlara! Onlara!

Çok öfkeli olduğu belliydi: Gözlerinde kıvılcımlar çakıyordu. Karşısında dili tutulmuş gibi dikiliyordu prens, yüzü bembeyazdı.

Aglaya bağırmayı sürdürüyordu:

— Bu anlattıklarınıza değer hiç kimse yok burada! Buradakilerin hiçbiri, hiçbiri tırnağınıza da, aklınıza da, kalbinize de değmez sizin! Hepsinden dürüst, hepsinden soylu, hepsinden iyi, temiz yürekli, zekisiniz! Yere düşürdüğünüz mendilinizi eğilip yerden almaya değecek bir kişi yok aralarında... Neden küçültüyorsunuz kendinizi, herkesten aşağı görüyorsunuz? Neden yıkılmış bir insan olarak gösteriyorsunuz kendinizi? Neden hiç gurur yok sizde?

Lizaveta Prokofyevna ellerini birbirine vurdu.

— Aman Tanrım, hiç aklıma gelir miydi?

Kolya heyecanla bağırdı:

— Zavallı şövalye! Hey!

— Kesin sesinizi!.. diye haykırdı Aglaya. (Büyük bir öfkeyle Lizaveta Prokofyevna'nın üzerine yürüdü. Kendini kaybetmişti sanki. Her şeyi göze alabilecek bir öfke ifadesi vardı yüzünde.) Burada, sizin evinizde nasıl hakaret edebiliyorlar bana! Herkes üzerime üzerime geliyor! Eziyet ediyor bana! Neden şu üç gündür sizin için herkes sıkıştırıp duruyor beni prens? Ne olursa olsun, evlenmeyeceğim sizinle! Unutmayın, ne olursa olsun ve hiçbir zaman! Bunu unutmayın! Sizin gibi komik biriyle evlenir mi insan? Aynada kendinize bakın bir... Neye benzediğinizi görün!.. Neden, neden sizinle evleneceğim diye takılıyorlar bana? Bunu bilmek zorundasınız! Siz de varsınız bu komploda!

Adelaida korku içinde mırıldandı:

— Kimse öyle takılmadı sana!

— Kimsenin aklından geçmedi böyle bir şey! diye haykırdı Aleksandra İvanovna, kimse böyle bir şey söylemedi sana!

Lizaveta Prokofyevna öfkeden titreyerek ortadan sordu:

— Kim takıldı ona? Kim, ne zaman takıldı? Kim böyle bir şey söyleyebildi ona? Sayıklıyor mu yoksa bu kız?

— Hepsi takıldı, üç gün boyunca hepsi! Asla, asla evlenmeyeceğim onunla!

Bağırarak böyle söyledikten sonra hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Aglaya mendiliyle yüzünü kapadı, sandalyeye çöktü.

— İyi ama, o senden böyle bir şey isteme...

Prens birden:

— Ama öyle bir şey istemedim ki ben sizden Aglaya İvanovna... dedi.

Lizaveta Prokofyevna hayretler içinde, öfkeyle, dehşetle haykırdı birden:

— Ne-e-e? Ne oluyoruz?

Kulaklarına inanamamıştı.

— Şey demek istemiştim... diye kekeledi prens. Demek istemiştim ki... Yalnızca açıklamak istedim Aglaya İvanovna'ya... Hiç de böyle bir niyetimin... onunla evlenmek niyetimin olmadığını... hatta hiçbir zaman olmadığını söylemek istemiştim... Yemin ederim suçsuzum ben, suçsuzum Aglaya İvanovna! Hiçbir zaman olmadı böyle bir niyetim, aklıma bile gelmedi, hiçbir zaman da olmayacak, göreceksiniz, inanın bana! Kötü niyetli biri kötülemiş beni size! İçiniz rahat olsun, yok öyle bir şey!

Böyle dedikten sonra Aglaya'ya yaklaştı. Aglaya yüzüne kapadığı mendili indirdi, korkudan titreyen prense çabuk bir göz attı, bir an onun ne dediğini anlamaya çalıştı, sonra doğrudan onun gözlerinin içine bakarak kahkahalarla gülmeye başladı. Öylesine neşeli, öylesine alaylı, coşkulu kahkahalar atıyordu ki, önce Adelaida (özellikle prensin yüzüne bakınca) tutamadı kendini, koşup kucakladı kız kardeşini, o da öyle çocukça neşeli, alaylı kahkahalarla gülmeye başladı. Onlara bakınca prens de gülümsedi ve yüzünde neşeli, mutlu bir ifadeyle tekrarlamaya başladı:

— Ah Tanrı'ya şükür, Tanrı'ya şükür!

O zaman Aleksandra da tutamadı kendini, içten kahkahalarla gülmeye başladı. Üç kız kardeşin kahkahalarının sonu geleceğe benzemiyordu.

— Deli bu kızlar! diye mırıldandı Lizaveta Prokofyevna. Ya korkuturlar insanı ya da...

Prens Ş. de gülmeye başladı, Yevgeniy Pavloviç de gülüyordu. Kolya katılırcasına kahkahalar atıyordu, gülenlere bakıp prens de gülmeye başlamıştı.

— Hadi çıkalım artık, diye haykırdı Adelaida, dolaşmaya çıkalım!.. Hep birlikte gidiyoruz, özellikle de siz prens. Bir yere gitmiyorsunuz, bizimle geliyorsunuz! Çok tatlı bir insansınız! Prens ne tatlı, değil mi Aglaya? Sizce de öyle değil mi anneciğim? Bunun üzerine kesinlikle, kesinlikle öpmeli ve kucaklamalıyım onu... şimdi Aglaya'ya söyledikleri için... Maman, sevgili maman, öpmeme izin verir misiniz onu? Aglaya! (Yaramaz bir çocuk gibi bağırdı Adelaida:) İzin ver öpeyim senin prensini!

Gerçekten de yanına koşup alnından öptü prensi. Prens ellerini yakaladı Adelaida'nın, kuvvetlice sıktı (öyle ki Adelaida bir çığlık atmamak için zor tutmuştu kendini), sonsuz bir sevinçle baktı yüzüne ve birden çabucak dudaklarına götürdü elini, üç kez öptü.

— Hadi çıkalım artık! dedi Aglaya. Prens, bana siz eşlik ediyorsunuz. Olur, değil mi maman? Benimle evlenmek istemeyen damat adayının bana eşlik etmesi? Öyle değil mi prens, kesin reddettiniz beni, değil mi? Ama hayır, kolunuza girmek isteyen bir hanıma böyle kol uzatılmaz. Bunun nasıl yapılacağını bilmiyor musunuz yoksa? Tamam, işte böyle... Hadi biz önden yürüyelim; en önde benimle tête-a-tête yürümek ister misiniz?

Arada kahkahalar atarak durmadan konuşuyordu Aglaya.

Lizaveta Prokofyevna, neye sevindiğini bilemeden,

— Tanrı'ya şükürler olsun! Tanrı'ya şükürler olsun! diye tekrarlayıp duruyordu.

Prens Ş., Yepançinler'e geldi geleli belki de yüzüncü kezdir "Çok tuhaf insanlar!" diye düşünüyordu. Ne var ki... hoşlanıyordu da bu tuhaf insanlardan. Prense gelince, pek hoşlanmıyor gibiydi ondan. Dışarı çıktıklarında Prens Ş.'nin yüzü asıktı, sanki biraz endişeliydi de.

Yevgeniy Pavloviç son derece neşeliydi. Aleksandra ile Adelaida'yı tren istasyonuna kadar olan yol boyunca güldürmüştü. İki kız kardeş onun şakalarına gülmeye dünden hazır gibiydiler; öyle ki onu belki de hiç dinlemediklerinden bile kuşkulanmaya başlamıştı. Bunu düşününce, nedenini söylemeden sonunda kendi de son derece içten, katılırcasına kahkahalarla gülmeye başlamıştı (öyle bir kişiliği vardı). Neşeleri çok yerinde olan kız kardeşler durup durup, önden yürüyen Aglaya ile prense bakıyorlardı. Küçük kız kardeşlerini çok merak ettikleri belliydi. Prens Ş. (onu eğlendirmek için olacak) Lizaveta Prokofyevna ile bambaşka şeylerden konuşmaya çalışıyordu ve iyice sıkmaya başlamıştı onu. Lizaveta Prokofyevna'nın kafasının çok karışık olduğu belliydi. Tutarsız cevaplar veriyordu ona, bazen de hiç cevap vermiyordu. Ne var ki Aglaya İvanovna'nın o akşamki tuhaflıkları daha bitmemişti. Son tuhaflığı yalnızca prensin payına düşmüştü. Evden yüz adım uzaklaşmışlardı ki ısrarla susan kavalyesine çabucak şöyle fısıldadı:

— Sağa bakın lütfen.

Prens dönüp baktı.

— Dikkatli bakın. Şu bankı görüyor musunuz? Parkta büyük üç ağacın altındaki... yeşil bankı?

Prens gördüğünü söyledi.

— Hoşunuza gitti mi orası? Ben kimi zaman, sabah erken, herkes henüz uyuyorken, saat yedi civarında yalnız başıma gelirim buraya.

Prens güzel bir yer olduğunu mırıldandı.

— Şimdi biraz uzaklaşın yanımdan, sizinle kol kola yürümek istemiyorum artık. Ya da yine kol kola yürüyelim, ama tek sözcük konuşmayın benimle. Kendi kendime düşünmek istiyorum...

Gelgelelim, gereksiz bir uyarıydı bu: Böyle bir emir almamış olsaydı da prens herhalde yol boyunca tek sözcük etmeyecekti. Aglaya yeşil banktan söz etti edeli kalbi duracakmış gibi çarpıyordu. Ama bir süre sonra toparladı kendini, bu saçma düşünceleri utanarak kovdu kafasından.

Bilindiği gibi, her tren istasyonunda olduğu gibi, Pavlovsk tren istasyonunda da (hiç değilse herkesin anlattığı kadarıyla), tatil günlerinde toplanan "her tür" insana göre, hafta içinde kentten gelen daha "seçkin" insan toplanır. Bayanların tuvaletleri bayramlık değil, ama şıktır. Müzik olduğu akşamlar orada toplanmak yazlıktakiler için bir alışkanlıktır. Orkestra gerçekten de bizim bahçe orkestralarından çok çok iyidir. Yeni parçalar çalar. Burada herkesin arasında aynı ailedenmiş, hatta çok samimilermiş gibi bir ilişki olmasına karşın, insanlar birbirlerine karşı son derece kibar ve saygılıdır. O akşam orada olanların hepsi Pavlovsk'ta yazlıkçıydı. Tanıdıklar birbirlerini görmek için burada oluyorlardı. Birçoğu büyük zevkle ve sırf bunun için geliyordu buraya. Yalnızca müzik dinlemek için gelenler de vardı. Tatsız olaylar son derece seyrek oluyordu ve hafta içinde bile rastlanıyordu böyle olaylara. Aslında bunsuz da olmaz zaten.

Nefis bir akşamdı, oldukça da kalabalıktı. Orkestranın yakınındaki yerlerin hepsi dolmuştu. Bizimkiler biraz kenarda, istasyonun sol çıkışının hemen yanındaki sandalyelere oturdu. Kalabalık ve müzik biraz canlandırmıştı Lizaveta Prokofyevna'yı, kızların da ilgisini çekmişti. Tanıdık birileriyle görüşmüş, kimileriyle uzaktan selamlaşmışlardı. Bu arada kimilerinin kıyafetlerini incelemiş, bazı tuhaflıklarını fark etmiş, bu tuhaflıklarla ilgili aralarında konuşmuş, alaylı alaylı gülüşmüşlerdi. Yevgeniy Pavloviç de kimileriyle sık sık selamlaşmıştı. Hâlâ yan yana olan Aglaya ile prense dikkatle bakanlar vardı. Çok geçmeden, tanıdık birtakım gençler geldi Lizaveta Prokofyevna ile kızlarının yanına. İki üçü sohbet için yanlarında kaldı. Hepsi de Yevgeniy Pavloviç'in tanıdıklarıydı. Aralarında çok yakışıklı, çok neşeli, çok hoşsohbet, genç bir subay vardı. Hemen Aglaya ile konuşmaya başlamış, var gücüyle onun dikkatini üzerine çekmeye çalışıyordu. Aglaya ona karşı son derece sevimli davranıyor, söylediklerine çok gülüyordu. Yevgeniy Pavloviç prense, izni olursa onu bu genç subayla tanıştırmak istediğini söyledi. Kendisinden ne istendiğini yarım yamalak anlayabilmişti prens, ama tanışma yine de gerçekleşti. İkisi de öne eğilerek selamlaşıp tokalaştı. Yevgeniy Pavloviç bir soru sordu prense, ama prens ona cevap vermedi sanki ya da öylesine tuhaf bir biçimde kendi kendine bir şeyler mırıldandı ki, subay pek dikkatli baktı onun yüzüne, sonra Yevgeniy Pavloviç'e döndü, onun bu tanışmayı neden istediğini hemen anladı, belli belirsiz gülümsedi, sonra yine Aglaya'ya döndü. O anda Aglaya'nın yüzünün birden kıpkırmızı olduğunu yalnız Yevgeniy Pavloviç fark etmişti.

Prens birilerinin Aglaya ile konuştuğunun, ona yakınlık gösterdiğinin farkında bile değildi. Hatta zaman zaman Aglaya'nın yanında oturmakta olduğunu bile unutuyor gibiydi. Zaman zaman bir yerlere gitmek, buradan kaybolmak istiyordu. Hatta sırf düşünceleriyle baş başa kalabilmesi, nerede olduğunu kimsenin bilmemesi için, kasvetli, ıssız bir yerde olmaya bile razıydı. En azından evinde, Lebedev'in de, çocukların da, hiç kimsenin uğramaması koşuluyla verandada olmak, kendini kanepeye atmak, yüzünü yastığa gömmek, bir gün bir gece, sonra bir gün daha öylece yatmak istiyordu. Arada bir dağları hayal ediyordu, o dağların hatırlamaktan her zaman pek hoşlandığı bir yerini, orada kaldığı sürece çıkmayı pek sevdiği ve oradan aşağılara, köye, bembeyaz bir ip gibi görünüp kaybolan şelaleye, bembeyaz bulutlara, terk edilmiş eski şatoya bakmayı çok sevdiği, çok iyi bildiği bir yerini hayal ediyordu. Ah, şu anda orada olmayı ve tek bir şeyi düşünmeyi... Ah! Ömür boyu, bin yıl bile sürse hep o şeyi düşünmeyi ne çok isterdi! Varsın, burada herkes unutsundu onun varlığını. Ah, hatta onu burada hiç tanımamış olsalardı, bütün bu gördüklerini rüyasında görüyor olsaydı ne iyi olurdu! Hem sonra ha rüyasında görmüş, ha gerçekte görmüş, ne fark ederdi! Arada bir dönüp Aglaya'ya bakmaya başladı ve sonunda beş dakika gözlerini onun yüzünden ayırmadı; bakışı son derecede tuhaftı yalnız: Sanki kendisinden iki versta uzakta bir şeye ya da Aglaya'nın kendisine değil de, portresine bakıyor gibiydi.

Aglaya çevresindekilerle sürdürdüğü neşeli konuşmayı, gülüşmeyi birden kesip,

— Neden öyle bakıyorsunuz bana prens? diye sordu. Korkutuyorsunuz beni. Hep elinizi uzatıp, onu hissetmek için yüzüme dokunacakmışsınız gibi geliyor bana. Sanki öyle bakıyor bana, değil mi Yevgeniy Pavloviç?

Prens kendisine söylenenleri şaşkınlık içinde dinliyor, ama tam anlayamıyor gibiydi. Bir cevap vermedi, ama Aglaya ile ötekilerin güldüklerini görünce birden o da gülmeye başladı. Gülüşmeler giderek arttı. Şakacı biri olduğu belli subay düpedüz katılırcasına gülüyordu.

Aglaya birden, öfkeyle mırıldandı kendi kendine:

— Budala!

Lizaveta Prokofyevna dişlerini gıcırdatarak,

— Aman Tanrım! dedi. Bu kız... delirdi galiba!

Aleksandra kararlı bir sesle fısıldadı annesinin kulağına:

— Şaka bu. O günkü "zavallı şövalye" gibi bir şaka, başka bir şey değil! Aglaya aklınca yine dalga geçiyor prensle. Ama bu kez fazla ileri gitti. Bu oyuna bir son vermeli artık maman! Demin bir aktris gibi kırıtıp duruyordu, şımarıklığıyla korkuttu bizi...

Lizaveta Prokofyevna fısıldayarak karşılık verdi Aleksandra'ya:

— İyi ki böyle bir budalayla oynaşıyor.

Kızının sözleri biraz rahatlatmıştı onu.

Ne var ki kendisinden "budala" diye söz edildiğini duymuştu prens. Ürperdi. Ama ürpermesi "budala" sözcüğünden değildi. "Budala" sözcüğünü hemen o anda unutuvermişti. Oturduğu yerden biraz ötede, yan tarafta kalabalığın arasında (ama tam nerede olduğunu kestirememişti) kıvırcık, siyah saçlı, tanıdık, çok tanıdık bir biçimde gülümseyen ve bakan soluk bir yüz görür gibi olmuştu. Çok olasıdır ki, yalnızca bir hayaldi bu. Gördüğü şeyden aklında yalnızca çarpık bir gülümseme, bir çift göz ve bir an görünüp kaybolan bir adamın boynundaki açık yeşil, şık bir boyun bağı kalmıştı. Adam kalabalığın arasına karışıp gözden mi kaybolmuştu, yoksa istasyona mı girmişti, anlayamamıştı prens.

Ancak bir dakika sonra prens çabuk çabuk, son derece sakin, çevresini gözden geçirmeye koyuldu. Gördüğü bu hayal ikincisinin habercisi de olabilirdi. Kesin öyle olmalıydı. İstasyona gelirlerken yolda böyle bir şeyle karşılaşma olasılığını unutmuş olabilir miydi? Gerçekten de istasyona doğru yürürlerken buraya geleceklerini tam bilmiyordu (öylesine kendinde değildi). Elinden gelseydi veya biraz dikkatli olabilseydi daha on beş dakika önce Aglaya'nın belli etmemeye çalışarak, çevresinde bir şey arıyormuş gibi sağına soluna telaşlı telaşlı bakındığını fark ederdi. Şimdi prensin tedirginliği iyice belli olmaya başladığında Aglaya'nın tedirginliği de artmıştı. Öyle ki prens dönüp arkasına baktığı anda Aglaya da dönüp bakıyordu. Onların tedirginliğinin nedeni çok geçmeden çıktı ortaya.

Hemen yakınında prens ile bütün Yepançinler grubunun oturduğu yan çıkış kapısında ansızın en azından on kişilik bir grup görünmüştü. Grubun önünde üç kadın vardı. Kadınlardan ikisi olağanüstü güzeldi; öyle ki arkalarında o kadar kalabalık bir hayran grubu olmasında şaşılacak bir şey yoktu. Ne var ki gerek kadınlarda, gerek arkalarındaki hayranlar grubunda bir tuhaflık vardı: Müzik dinlemek için toplanmış öteki insanlara pek benzemiyorlardı. Bir anda hemen herkes fark etmişti onları. Ama fark edenlerin büyük çoğunluğu onları hiç görmemiş gibi davranıyorlardı. Ancak bazı gençler birbirleriyle fısıldaşarak gülümsemişti. Bu grubun dikkati çekmemesi olanaksızdı: Dikkatleri üzerlerine çekmeye çalıştıkları açıktı zaten, bağıra çağıra konuşuyor, kahkahalar atıyorlardı. Kimilerinin iyi, şık giyimli olmalarına karşın, birçoğunun içkili olduğu düşünülebilirdi. Ama aralarında biçimsiz giysili, yüzleri alev alev yanan, oldukça tuhaf görünüşlü olanlar da vardı. Birkaç subay da vardı aralarında. Birkaçı da genç sayılmazdı. Üzerlerindeki giysiler pahalı cinsinden, güzel dikimli, şıktı. Parmaklarında yüzükler, kollarında kol düğmeleri gözalıyordu. Kimileri simsiyah peruklu, özellikle favoriliydi. Çevrelerine küçümser, tiksinir tavırlarla bakıyor olsalar da, hepsi de toplumun vebadan kaçar gibi kaçtığı tiplerdendi. Bizde kent dışı toplantılarının bazıları elbette olağanüstü nezih, seçkin toplantılardır ve herkesçe öyle kabul edilir. Gelgelelim, en ihtiyatlı, en dikkatli insan bile önünden geçtiği evin çatısından düşecek tuğladan her an korunamaz. Müzik dinlemek için toplanmış bu kibar insanların üzerine düşmeye hazırlanmaktaydı işte şimdi bu tuğla.

İstasyon binasından orkestranın bulunduğu alana üç basamaklı bir merdivenle iniliyordu. Basamakların başında durdu grup; inmekte kararsızdılar. Ama kadınlardan biri öne atıldı. Gruptan yalnızca iki kişi onu izleme cesaretini gösterebildi. Biri orta yaşlı, oldukça alçakgönüllü, her bakımdan efendi görünümlü, ama tam bir müzmin bekâr, yani hiçbir zaman hiç kimseyle tanışıklığı olmayan, kimsenin tanımadığı orta yaşlı bekârlardan biriydi. Kadının arkasından ayrılmayan ikinci kişi ise insanda kuşku uyandıran, tam anlamıyla hırpani kılıklı biriydi. Başka izleyen olmamıştı eksantrik kadını. Zaten o da basamakları inerken, arkasından gelmeleri onu hiç mi hiç ilgilendirmiyormuş gibi dönüp bakmamıştı bile. Gülüyor, önce olduğu gibi yüksek sesle konuşmayı sürdürüyordu. Son derece zevkli ve pahalı, ama gerektiğinden biraz gösterişli giyinmişti. Orkestranın önünden geçip birilerini bekleyen bir kupa arabasının durduğu alanın karşısına doğru yürüdü.

Üç aydır görmemişti onu prens. Petersburg'a geldikten sonra her gün gidip görmek istemiş, ama belki de gizli bir önsezi durdurmuştu kendisini. En azından, onunla görüştüğünde neler hissedeceğini bilemiyordu. Kimi zaman dehşet içinde, neler hissedeceğini düşünmeye çalışıyordu. Bir şey açık seçikti onun için: Hiç kolay olmayacaktı bu karşılaşma. Onu ilk kez resimde gördüğünde bu kadının yüzünün ona neler hissettirdiğini son altı aydır hatırlamaya çalışmıştı, ama o resimden bile belleğinde kalan yalnızca acılı, ağır bir duyguydu. Onunla hemen her gün görüştüğü taşra kasabasındaki bir ay korkunç bir iz bırakmıştı üzerinde. Öyle ki o günleri kimi zaman kafasından kovmaya bile çalışıyordu prens. Bu kadının yüzünde acıya benzer bir şey var gibi geliyordu ona: Rogojin'le konuşurken de bu duygusunu sonsuz bir acıma duygusuyla açıklamıştı ve bu bir gerçekti: Bu yüz daha resimde bile yüreğini acıma duygusuyla burkmuş ve duygu bir daha hiç çıkmamıştı yüreğinden, şimdi de oradaydı... Yo hayır, şimdi daha da güçlenmişti... Ne var ki Rogojin'e bunu açıkladığına üzülmüştü prens. Oysa şimdi, o ansızın karşısına çıkınca, Rogojin'e az bile söylediğini anlamıştı. O anda duyduğu dehşeti anlatabilecek sözcük bulamıyordu. Evet, bir dehşetti duyduğu! Tam anlamıyla hissediyordu bu dehşeti. Kendine özgü bazı nedenlerle inanıyordu, kesinlikle inanıyordu bu kadının deli olduğuna... Dünyada her şeyden çok sevdiği (veya öyle sevebileceğini hissettiği) kadını birden demir parmaklıklar arkasında zincire vurulmuş, gardiyanların sopaları altında inlerken gören bir erkeğin hissedecekleri ile prensin o anda hissettikleri aynıydı.

Aglaya başını çevirip prense bakarak saf bir tavırla kolundan çekeledi.

— Neyiniz var?

Prens ona döndü, yüzüne baktı; o anda onun için anlaşılmaz bir biçimde parlayan simsiyah gözlerine baktı, gülümsemeyi denedi, ama bir anda Aglaya'yı bütünüyle unutmuş gibi başını sağa çevirdi ve tekrar kendisi için olağanüstü o hayali izlemeye koyuldu. O anda Nastasya Filippovna üç kız kardeşin oturdukları sandalyelerin önünden geçiyordu. Yevgeniy Pavloviç o sırada Aleksandra İvanovna'ya çabuk çabuk ve heyecanla çok komik, ilginç olsa gerek, bir şey anlatmaktaydı. Prens, Aglaya'nın birden "Nasıl..." diye bir şey mırıldadığını hatırlıyordu.

Anlamı olmayan, yarım bırakılmış bir sözcüktü bu. Birden susmuştu Aglaya, cümlesinin sonunu getirememişti, ama bu kadarı bile yeterliydi. Oradakileri özellikle fark etmemiş gibi geçmekte olan Nastasya Filippovna birden onlardan yana döndü, Yevgeniy Pavloviç'i ancak o anda fark etmiş gibi durdu.

— Vay! diye haykırdı. Baksanıza, meğer buradaymış! Gökte ararken yerde buldum kendisini! Hiç akla gelmeyecek bir yerde... Oysa ben senin orada... amcanın yanında olduğunu sanıyordum!

Yevgeniy Pavloviç'in yüzü kıpkırmızı oldu. Hiddetle baktı Nastasya Filippovna'ya, ama hemen tekrar öte yana çevirdi başını.

— Ne o? Haberin yok mu yoksa? Düşünebiliyor musunuz, olanlardan haberi yok! Amcan tabancayla öldürdü kendini! Bu sabah öldü amcan! Bugün saat ikide haber verdiler bana. Şu anda kentin yarısı duydu olayı. Devlete ait üç yüz elli bin ruble ortada yokmuş, bazıları da beş yüz bin diyor... Oysa ben onun sana miras bile bırakacağını sanıyordum. O kadar parayı ne yaptı bu adam? İhtiyardı, ama ahlaksızın da tekiydi... Neyse, hoşça kal, bonne chance! Gitmeyecek misin yoksa? Tam zamanında ayrılmışsın görevden, kurnaz seni! Hadi canım, saklama, biliyordun, önceden biliyordun: Belki dünden haberin vardı...

Bu yüzsüzce senlibenliliğin, bu (gerçekte olmayan) tanışıklık gösterisinin, samimiyetin bir amacı olduğundan kesinlikle kuşku duyulamazsa da Yevgeniy Pavloviç önce onu küçük düşüren bu kadından ne yapıp edip uzaklaşmak, hiç fark etmemiş gibi davranmak istemişti. Ne var ki Nastasya Filippovna'nın sözleri yıldırım çarpar gibi çarpmıştı onu. Amcasının öldüğünü duyunca yüzü bembeyaz olmuş, Nastasya Filippovna'ya dönmüştü. O sırada Lizaveta Prokofyevna hışımla birden ayağa kalkmış, kendisiyle birlikte herkesi de kaldırmış, neredeyse koşarak oradan uzaklaşmıştı. Yalnızca Prens Lev Nikola-
yeviç kararsızmış gibi bir an kıpırdamamıştı oturduğu yerden, Yevgeniy Pavloviç ise kendini toparlayamamış, ayakta dikiliyordu. Yepançinler daha yirmi adım gitmemişlerdi ki, korkunç bir skandal patlak verdi.

Yevgeniy Pavloviç'in yakın dostu, biraz önce Aglaya ile konuşan subay (Yevgeniy Pavloviç'in eski bir dostu olduğu belliydi) büyük bir öfkeyle neredeyse bağırdı:

— Kırbaçlamak gerekir böyle yaratıkları, başka dilden anlamazlar çünkü!

Nastasya Filippovna hızla subaya döndü. Gözlerinde şimşekler çakıyordu. İki adım ötesinde duran, hiç tanımadığı bir gence doğru atılıp elindeki dışı deri örgülü ince bastonu çekip aldı, kendisine hakaret eden subayın yüzüne yandan var gücüyle indirdi. Her şey bir anda olmuştu... Öfkesinden kendini kaybeden subay Nastasya Filippovna'nın üzerine atıldı. Nastasya Filippovna'nın yanında grubundan kimse yoktu. Orta yaşlı, kibar görünüşlü bey bir anda kaybolmuştu, çakırkeyif olanı ise bir kenara çekilmiş, katılırcasına gülüyordu. Bir dakika sonra polis gelirdi kuşkusuz, ama hiç beklenmedik bir yardım yetişmeseydi, bu bir dakikada Nastasya Filippovna hayli hırpalanırdı. Nastasya Filippovna'nın iki adım uzağında duran prens subayın kaldırdığı kolunu arkadan tutmayı başarmıştı. Subay kolunu kurtarmış, prensi göğsünden hızla itmiş; prens de üç adım arkaya gidip bir sandalyeye düş-müştü. Ama bu arada iki savunmacı yetişmişti Nastasya Filippovna'nın yardımına. Nastasya Filippovna'ya saldıran subayın karşısına, okuyucunun bildiği o yazının yazarı ve Rogojin'in eski takımının üyelerinden boksör dikilmişti. Kendini tanıttı subaya:

— Keller! Eski Teğmen Keller! Yumruk dövüşü bayanlarla olmaz yüzbaşı, izninizle onun yerini almaya hazırım... İngiliz boksunda ustayımdır. İteleyip durmayın yüzbaşı, uğradığınız kanlı hakaret için üzgünüm, ama herkesin gözü önünde bir kadınla yumruk dövüşüne girmenize izin veremem. Dilerseniz soylu kişilere yakışan bir başka yolu... sanıyorum ne demek istediğimi anlıyorsunuz yüzbaşı...

Bu arada yüzbaşı durumu anlamıştı, artık dinlemiyordu onu. O anda kalabalığın arasından çıkan Rogojin birden Nastasya Filippovna'yı kolundan yakalayıp oradan uzaklaştırdı. Rogojin çok sinirli görünüyordu. Yüzü bembeyazdı, titriyordu. Nastasya Filippovna'yı götürürken subaya bakarak kötü kötü de gülümsemiş, zafer kazanmış bir dükkân sahibi edasıyla şöyle demişti:

— Tüh sana! Aldın mı cevabını! Yüzün gözün kan içinde! Tüh!

Subay kendini toparlayıp, karşısındakinin nasıl biri olduğunu anladıktan sonra kibarca (ama yüzünü mendiliyle kapayıp), sandalyeden doğrulmaya çalışan prensin yanına gitti.

— Tanışmak mutluluğuna erdiğim Prens Mışkin'di değil mi?

Prens titreyen ellerini nedense subaya uzatıp, titrek bir sesle,

— Deli o kadın, diye karşılık verdi. Aklını yitirmiş! İnanın bana, aklını yitirmiş bu kadın!

— Bu konuda bilgimle övünemem kuşkusuz. Ama sizin adınızı bilmem gerekiyor.

Başıyla selam verip uzaklaştı. Olaya karışanların ortadan kaybolmalarının üzerinden beş saniye geçmişti ki, polis geldi. Aslında olay iki dakikadan fazla sürmemişti. Orada olanlardan bazıları kalkıp gitmiş, bazıları kalkıp uzak bir yere geçip oturmuştu. Bu skandalın çıktığına çok sevinenler de vardı. Kimileriyse olayı yüksek sesle tartışmaya başlamıştı. Sözün kısası, olay alışılmış biçimde sonuçlanmıştı. Orkestra tekrar çalmaya başladı. Prens, Yepançinler'in arkasından yürüdü. Subay onu itince düştüğü sandalyede otururken aklına gelip de sol yana baksaydı ya da bakabilseydi, yirmi adım ötede durup olayı izleyen, hayli uzaklaşmış ablalarının da, annesinin de sesini dinlemeyen Aglaya'yı görürdü. Sonra Prens Ş., Aglaya'nın yanına koştu, oradan hemen uzaklaşması için uyardı onu. Lizaveta Prokofyevna, Aglaya'nın yanına geldiğinde son derece heyecanlı olduğunu hatırlıyordu; belki de o yüzden ona seslendiklerini duymamıştı. Ne var ki tam iki dakika sonra parka girdiklerinde Aglaya her zamanki umursamaz, şımarık tavrıyla şöyle diyordu:

— Bu komedinin sonunu merak etmiştim.

Continue Reading

You'll Also Like

9.9K 795 10
Harry Potter 2020 yılında geçseydi ne olurdu? Dikkat, kitaba girerken maskenizi takmayı unutmayın!
59.1K 2.3K 21
Yeraltından notlar gerçek dünyadan kendini soyutlamış bir kişinin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını konu alır. Bu roman Dostoyevski'nin daha sonra ya...
13.2K 560 9
Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eserinde Petrov, 20'nci yüzyılın başında Finlandiya'nın Rusya'ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini tüm yönleriyle...
63.7K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...