Budala

By WattpadClassicsTR

37.5K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
IV
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

V

464 14 2
By WattpadClassicsTR


V

Vakit hayli geç olmuştu. Saat neredeyse iki buçuğu geçiyordu. Prens, Yepançin'i evde bulamadı. Kartvizitini bırakıp Vesı Oteli'ne gitmeye, orada Kolya'yı bulmaya, bulamazsa ona da bir not bırakmaya karar verdi. Vesı Oteli'nde ona Nikolay Ardalionoviç'in "sabah erken otelden çıktığını, ama çıkarlarken, gelip kendisini soran olursa, gelen kişiye saat üçe doğru otele döneceğini söylediklerini, saat üç buçuğa kadar dönmezse, bunun trenle Pavlovsk'a yazlığa, general eşi Yepançina'ya gittiği, yemeği orada yiyeceği anlamına geleceğini" bildirdiler. Oturup beklemeye başladı prens. Bu arada kendine yemek getirmelerini de söyledi.

Üç buçukta, hatta saat dörtte de gelmedi Kolya. Prens çıktı otelden, rastgele yürümeye başladı. Yaz başında bazen çok güzel, güneşli, sıcak, durgun günler olur Petersburg'da. Sanki inadına, o gün de böyle günlerden biriydi. Prens bir süre amaçsız dolaştı. Petersburg'u iyi bilmiyordu. Zaman zaman sokakların kesiştikleri dörtyol ağızlarında bazı evlerin önünde, alanlarda, köprülerde durup bakınıyordu. Bir ara dinlenmek için bir pastaneye girdi. Kimi zaman durup büyük bir merakla gelip geçene bakıyor, ama çoğu zaman yanından gelip geçenlerin de, nereye gittiğinin de farkında olmuyordu. Ona acı veren bir gerginlik, bir huzursuzluk vardı içinde; aynı zamanda müthiş bir yalnız kalma isteği. Yalnız kalmak, kendini bu acı dolu gerginliğe en küçük bir çıkış yolu aramadan bütünüyle bırakmak istiyordu. Kalbine ve ruhuna üşüşen sorulara cevap aramaktan tiksintiyle kaçıyordu. Neredeyse ne söylediğini bilmeden, "Ne yani, bütün bunların tek suçlusu ben miyim?" diye mırıldanıp duruyordu kendi kendine.

Saat altıya doğru Tsarskoye Selo demiryolu hattının istasyonunda geldi kendine. Yalnızlık artık ona dayanılmaz gelmeye başlamıştı. Yeni bir heyecan bütün yakıcılığıyla yüreğini sarmış, ruhunu saran karanlık bir anda parlak bir aydınlığa dönüşmüştü. Pavlovsk'a bir bilet aldı. Çok sabırsızdı. Tren hemen kalksın istiyordu. Ne var ki sanki izleyen bir şey vardı onu ve bu sonunda düşünmeye başladığı gibi, bir hayal değil, gerçeğin ta kendisiymiş gibi gelmeye başlamıştı. Trene daha yeni binmişti ki biraz önce aldığı bileti birden yere attı, çıktı istasyondan. Dalgın, canı sıkkındı. Bir süre sonra sokakta yürürken de ansızın bir şeyi hatırladı sanki; çok tuhaf, onu uzun zamandır tedirgin eden bir şeyi fark etmişti. Birden eskiden beri yapmakta olduğu, ama bu ana kadar farkında olmadığı bir şeyi anladı: İşte, birkaç saat öncesine kadar, hatta Vesı'da, belki Vesı'ya gitmeden önce bile... ve birden bir şeyler arar gibi çevresine bakınmaya başladı. Ama bir anda, hem de yarım saat gibi uzun süreliğine bunu unutuverdi ve sonra birden yine huzursuzca bakınmaya başladı.

Ama uzun zamandır kendini kaptırdığı, o zamana kadar bütünüyle bilinçsiz olarak yaptığı bu hastalıklı hareketinin farkına varır varmaz hemen onu son derece ilgilendiren bir başka şeyi hatırladı. Bunu hatırladığı anda hâlâ çevresinde bir şey aradığını, kaldırımda bir dükkânın vitrininin önünde durduğunu, vitrindeki bir şeye büyük bir dikkatle baktığını anımsadı. Hemen şöyle bir yoklamak istedi kendini: Gerçekten demin kaldırımda durmuş, vitrine bakmış mıydı, yoksa beş dakika önce mi yapmıştı bunu, bu dükkânın önünde durduğunu hayal mi etmişti, karıştırıyor muydu? Gerçekten bu dükkân da, vitrinindeki o şey de var mıydı? Hem o gün hiç iyi hissetmiyordu kendini. Nöbetlerin başladığı zamanlardaki gibiydi. Böyle anlarda çok dalgın olduğunu, çok dikkatli bakmazsa eşyaları ve yüzleri birbirine karıştırdığını biliyordu. Yalnız o dükkânın önünde durup durmadığını öğrenmeyi öylesine çok istemesinin özel bir nedeni daha vardı: Dükkânın vitrininde sergilenenler arasında onun baktığı, hatta altmış gümüş kapik fiyat biçtiği bir şey vardı. Bütün dalgınlığına ve endişeli durumuna karşın, hatırlıyordu bunu... Dolayısıyla böyle bir dükkân varsa ve o şey de gerçekten vitrinde sergilenenler arasında bulunuyorsa, demek özellikle o şey için durmuştu. İstasyondan ayrıldıktan sonra öylesine şaşkın bir durumdayken bile dikkatini öylesine çektiğine göre, demek o şey son derece ilginçti onun için. Neredeyse kederli, hep sağ yana bakarak yürüyordu, kalbi huzursuz bir sabırsızlıkla hızlı çarpıyordu. Ama işte dükkân oradaydı, sonunda bulmuştu! Tam geri dönecekken beş yüz adım ötede görmüştü onu. İşte altmış kapiklik o nesne. "Elbette altmış kapik, daha fazla etmez!" diye geçirdi içinden ve güldü. Ama sinirli bir gülüştü bu. Çok fena hissetmeye başlamıştı kendini. Şimdi çok iyi hatırlıyordu, özellikle burada, bu vitrinin önünde dururken, daha önce Rogojin'in bakışını üzerinde yakaladığında olduğu gibi, birden dönüp arkasına bakmıştı. Yanılmadığından emin olunca (ki dönüp bakmadan önce de bundan kuşkusu yoktu) dükkânı bıraktı, çabuk adımlarla uzaklaştı oradan. Bütün bunları etraflıca düşünmesi gerekiyordu, kesinlikle yapmalıydı bunu. İstasyonda da hayal görmediğini anlamıştı artık. Önceki tedirginliğiyle kesin ilişkisi olan gerçek bir şeyler geçmişti başından. Ama üstesinden gelemediği bir tiksinti dolmuştu içine yine. Bu konuyu düşünmek istemiyordu artık, düşünmüyordu da. Şimdi bambaşka şeyler düşünüyordu.

Bu arada o sıkıntıların, bunalımların sara hastalığının tam nöbet gelmeden önce (nöbet uyanıkken geldiyse) bir aşaması olduğu, gerilim sırasında beyninin bir anlığına aydınlandığı, yaşam gücünün olağanüstü güçlendiği gelmişti aklına. Bir şimşeğin çakması kadar kısa olan bu anda yaşam duygusu da, kendini algılaması da on kat artıyordu. Aklı, kalbi olağanüstü bir ışıkla aydınlanıyordu; tüm kaygıları, kuşkuları, tedirginliği sanki bir anda yok oluyor, müthiş bir dinginliğin, berraklığın, uyumlu bir sevinç ve umudun, eksiksiz bir idrakin içinde çözümleniyor ve açık nedenlere kavuşuyordu. Ama bütün bu saniyeler, bu şimşek çakması, hemen ardından nöbetin başlayacağı o nihai saniyenin (hiçbir zaman bir saniyeden fazla sürmüyordu) habercisiydi sadece. O saniye de elbette dayanılmazdı. Daha sonra, sağlıklıyken o saniyeyi düşündüğünde sık sık şöyle diyordu kendi kendine: "Tüm bu şimşekler, aydınlanmalarla varlığımı en yüksek düzeyde hissetmem, kendi bilincime varmam, yani 'en yüksek düzeydeki varoluş' bir hastalık, normal durumumun bozulması değil de nedir? Öyleyse yüksek bir varoluş falan değil, tersine varoluşun en kötüsü sayılması gerekir." Yine de giderek son derece paradoksal bir sonuca varmıştı prens: "Bu bir hastalıksa ne olmuş peki? Bu anormal gerginlik ya sonucun kendisiyse, ya daha sağlıklı durumdayken hissedilen, hatırlanan o an en yüksek düzeyde bir uyum, güzellik anıysa? Ya şimdiye kadar duyulmamış ani bir doygunluk, uyum ve uzlaşma duygusu veriyor, yaşamın en yüce senteziyle vect halini birleştiriyorsa?" Bütün bu bulanık düşünceler, biraz zayıf olsalar da, son derece anlaşılır geliyordu ona. Bunun gerçekten de "güzellik ve vect", "yaşamın en yüce sentezi" olduğundan kuşku duyamaz, bunu aklından dahi geçiremezdi. Evet, o anda bazı hayaller görüyordu, ama bunlar bilinci bulandıran, ruhu çarpıtan haşhaş, afyon veya alkol gibi şeyler alındığında görülen olağandışı, boş hayallere benziyor muydu? Hastalıklı durumu geçtiğinde son derece sağlıklı bir yorum getirebiliyordu buna. Bu anlar tam olarak bilincin aşırı güçlenmesiydi: yani kısaca söylenirse, kendi varlığının bilincine varmakla birlikte, kendini son derece yoğun ve doğrudan hissetmek... Tam o saniyede, yani nöbet başlamadan önceki saniyede kendine açıkça ve bilinçli olarak "Bu an için hayatını verebilir insan!" diyebiliyorsa, demek o an gerçekten de değerdi bütün hayatına. Ne var ki çıkardığı sonucun diyalektik bölümü üzerinde pek durmuyordu: Aklın körelmesi, ruhun kararması, budalalık bu "yüce dakikaların" gayet açık sonuçları gibi geliyordu ona. Buna itiraz edecek hali yoktu elbette. Sonuçta, yani o anı değerlendirmesinde hiç kuşku yok ki bir yanlışlık vardı, ancak hissettiklerinin gerçekliği yine de bir ölçüde şaşırtıyordu onu. Gerçek karşısında ne gelirdi elinden? Gerçekten öyle değil miydi, gerçekten de o saniyenin, olanca yoğunluğuyla sınırsız bir mutluluk hissettiği o saniyenin, hayatına değeceğini kendi kendine söyleyebilmişti ya işte. Moskova'da buluştukları bir gün şöyle demişti Rogojin'e: "Tam o anda şu olağanüstü artık zaman olmayacak sözü çok anlaşılır geliyor bana." Gülümseyerek eklemişti sonra: "Muhammed'in sara nöbeti sırasında Allah'ın katına çıkıp, devrilen testinin suyu boşalmadan döndüğü o an gibi bir andı bu." Zaten Moskova'da çok sık buluşuyorlardı Rogojin'le ve yalnız bundan söz etmiyorlardı. "Rogojin demin onun kardeşi olduğumu söyledi; ilk kez bugün böyle bir şey söyledi," diye düşündü prens.

Yaz Bahçe'de bir ağacın altında bankta otururken bunları düşünüyordu. Saat yediye geliyordu. Parkta kimsecikler yoktu. Batmak üzere olan güneşin önünü siyah bir şey bir an için kapadı. Hava bunaltıcıydı. Uzaktan yaklaşmakta olan bir fırtınayı haber veren bir havaydı sanki. Prensin o andaki düşünceli hali cazip bir yem gibi çekiyordu sanki onu. Çevresinde gördüğü her şeye hatıralarıyla, aklıyla bağlanıyor, bundan da hoşlanıyordu. O anda var olan acil bir şeyi unutmaya çalışıyor, gelgelelim çevresine bakındığı anda, kurtulmayı çok istediği o karanlık düşüncesi geliyordu aklına. Biraz önce yemek yediği lokantada garsonla, o yakınlarda işlenmiş ve büyük gürültüye, birçok söylentiye neden olmuş çok tuhaf bir cinayetle ilgili konuştuğunu hatırladı. Ama o konuşmayı hatırlar hatırlamaz yine bir tuhaflık çöktü üzerine.

Karşı konulmaz, neredeyse ayartıcı bir istek ansızın bütün benliğini sardı. Banktan kalktı, parktan çıkıp doğrudan Petersburg Yakası'na doğru yürüdü. Biraz önce Neva kıyısında rastladığı birine Neva'nın karşısına, Petersburg Yakası'na nasıl gidebileceğini sormuştu. Adam anlatmıştı ona nasıl gidileceğini. Ne var ki prens o yana yürümemişti. Nasıl olsa bugün gitmesi gerekmiyordu oraya, biliyordu bunu. Adres de uzun zamandır ondaydı zaten; Lebedev'in akrabası kadının evini kolayca bulabilirdi. Ama onu orada bulamayacağından neredeyse emindi. "Kesinlikle Pavlovsk'a gitmiştir; öyle olmasaydı, Kolya konuştuğumuz gibi, bir haber bırakırdı Vesı'da." Dolayısıyla şimdi oraya gitmeyi düşünmesinin nedeni onu görmek değildi. İçini karartan, ona acı veren bir meraktı onu oraya çeken. Ansızın yeni bir şey gelmişti aklına...

O esnada yürüdüğünü, bir yere gitmekte olduğunu bilmek bile yeterliydi onun için. Bir dakika sonraysa nereye gitmekte olduğunu bilmeden yürümeye başlamıştı. Bu ansızın "aklına geliveren şeyi" düşünmek birden son derece iğrenç, imkânsız gelmeye başlamıştı ona. İçini acıtan bir gerginlikle, karşısına çıkan her şeye, gökyüzüne, Neva'ya büyük bir dikkatle bakıyordu. Bir ara karşılaştığı küçük bir çocukla bile konuşmuştu. Herhalde sarası giderek güçleniyordu. Fırtınaysa yavaş yavaş da olsa yaklaşıyor olmalıydı. Uzaklardan gelmeye başlamıştı gök gürültüsü. Hava boğucu olmuştu...

Bazen onu bıktıran, canını sıkan bir müzik parçasının aklından çıkmadığı gibi, biraz önce gördüğü Lebedev'in yeğeni de nedense hiç çıkmıyordu aklından. Tuhaf olan şuydu: Yeğenini onunla tanıştırırken Lebedev'in sözünü ettiği cinayetin katili olarak hep o yeğen geliyordu gözünün önüne. Evet, kısa bir süre önce o katille ilgili bir şeyler okumuştu. Rusya'ya geldi geleli bu çeşit katillerle, cinayetlerle ilgili çok şey okumuş, duymuştu zaten. Bu tür olayları büyük bir dikkatle izliyordu. Biraz önce lokantada garsonla konuşurken de özellikle Jemarinler'in katiliyle ilgilenmişti. Garsonun ona hak verdiğini hatırlıyordu. Garsonu da hatırlıyordu; kafası çalışan, ağırbaşlı, ciddi bir delikanlıydı. "Ama aslında nasıl biri olduğunu yalnızca Tanrı bilir. İlk kez karşılaştığın birinin nasıl biri olduğunu bilemezsin." Ne var ki Rus ruhuna bütün içtenliğiyle inanmaya başlamıştı. Evet, bu son altı ay içinde hiç bilmediği, duymadığı, beklemediği birçok değişiklik için az mı sıkıntı çekmişti! Ama yabancı ruhu karanlıktır, bilinmez, Rus ruhu da öyledir; çoğu insan için karanlıktır, bilinmez. Sözgelimi, uzun zamandır Rogojin'le yakındır, "kardeş" gibidirler... peki tanıyor muydu Rogojin'i? Oysa kimi zaman her şey öylesine karışık, kaos içinde, düzensiz oluyordu ki şaşırıyordu! Şu demin tanıdığı delikanlı, Lebedev'in yeğeni ne iğrenç, kendini beğenmiş, çıban başı gibi bir tipti öyle! "İyi ama, nedir benim bu yaptığım? (Düşünmeyi sürdürüyordu prens:) O altı kişiyi öldüren oymuş sanki... Yine karıştırmaya başladım gibi geliyor bana... Ne tuhaf! Başım dönüyor gibi... Ama Lebedev'in, kucağında bebekle ayakta duran büyük kızının ne sempatik, sevimli bir yüzü vardı! Masum, neredeyse çocuksu bir ifade, neredeyse çocuksu bir gülümseme vardı yüzünde!" O yüzü hemen hemen unutmuş olması çok tuhaftı, ancak şimdi hatırlamıştı onu. Tepinerek çocuklara gözdağı veren Lebedev'in onları taparcasına sevdiği belliydi. Ama iki kere ikinin dört ettiği gibi kesin bir şey daha vardı: Yeğenini de taparcasına seviyordu Lebedev.

Peki ama, daha bugün tanımışken neden böylesine kesin karar veriyor, yargılıyordu onları? Hem Lebedev'in ta kendisi daha o gün bilmece gibi değil miydi? Böyle bir Lebedev bekliyor muydu? Tanıdığı, bildiği Lebedev miydi bu? Lebedev ve du Barry... Tanrım! Ne var ki Rogojin cinayet işleyecek olsa, en azından öyle karman çorman yapmazdı bunu. Bir kaos yaratmazdı. Sapı işlemeli bir cinayet aletiyle, bir hezeyan anında altı kişiyi... İyi ama Rogojin'de de sapı işlemeli bir şey var... onda... ama... bu Rogojin'in cinayet işleyeceği anlamına mı gelir ille?! Birden ürperdi prens. "Utanmadan açık açık böyle varsayımlarda bulunmak, benim için bir alçaklık, suç değil midir!" diye haykırdı, utancından bir anda kıpkırmızı oldu yüzü. Şaşkın bir halde, sokağın ortasında çakılmış gibi dikiliyordu. Ansızın her şeyi hatırlamıştı: Biraz önceki Pavlovsk istasyonunu, yine biraz önceki Nikolayevski istasyonunu, doğrudan Rogojin'in yüzüne bakarak ona gözlerle ilgili sorduğu soruyu, şimdi boynunda asılı Rogojin'in haçını, Rogojin'in onu annesinin yanına götürdüğünü, annesinin onu kutsayışını, ayrılırlarken Rogojin'in merdivende söylediği son sözleri, onu heyecanla kucaklayışını... Sonra çevresinde bir şeyleri ararken, o dükkânı, vitrindeki o şeyi ararken yakalamıştı kendini... ne alçaklıktı bu! Bütün bunlardan sonra şimdi "belli bir amaçla", özellikle "ani bir düşünceyle" şimdi bir yere doğru gidiyordu! Bütün benliğini umutsuzluk ve ıstırap sardı birden. Hemen geri, oteline dönmek istedi; hatta dönüp yürümeye bile başlamıştı ki bir dakika sonra durdu, bir an düşündü, tekrar dönüp önceki yoluna devam etti.

Petersburg yakasında, o evin yakınındaydı zaten. Aslında önceki niyetiyle, yani "belli bir amaçla!" gitmiyordu oraya şimdi. Hem olacak şey miydi bu! Hem hastalığı geri geliyordu, hiç kuşkusu yoktu bundan. Belki de o gün kesinlikle gelecekti nöbet. Nöbetin yakın olmasındandı belki de tüm o karanlık, o "düşünce" de belki ondandı... Ama artık karanlık dağılmış, iblis kovulmuş, kararsızlık kalmamıştı, kalbi sevinçle doluydu! Hem uzun zamandır görmemişti onu, görmeliydi ve... evet, tam o anda Rogojin'e rastlamak isterdi; elini tutar, birlikte yürürlerdi oraya... Kalbi temizdi, Rogojin'in rakibi miydi ki sanki? Yarın gidecekti Rogojin'e, onu gördüğünü söyleyecekti. Çok doğru, demin Rogojin'in dediği gibi uçarak gelmişti buraya, sırf onu görmek için gelmişti! Belki de orada bulacaktı onu. Pavlovsk'a gittiği kesin değil ya...

Hem herkesin karşısındakini anlaması, biraz önce Rogojin'in yaptığı gibi karamsar, tutkulu özverilerin olmaması için şimdi her şeyin dürüstçe açıklanması ve... açıkça ortaya dökülmesi gerekiyordu. Rogojin bunu yapamaz mıydı yoksa?.. Onu olağan bir sevgiyle, ona acımadan sevdiğini söylüyor, içinde "herhangi bir acıma duygusu olmadan"... Gerçi arkasından şöyle de eklemişti: "Senin acıma duygun belki de benim aşkımdan da güçlüdür..." Ama bunu söylerken kendine haksızlık ediyordu. Hımm... Sonuçta kitabı almış Rogojin; bu da "acıma duygusu" ya da "acıma duygusu"nun başlangıcı değil mi işte? Yalnızca bu kitabın varlığı bile ona olan duygusunun açığa vurulması değil de nedir? Ya demin anlattıkları? Yok, tutkudan çok daha derin bir şey bu. Onun yüzü yalnızca tutku mu uyandırıyor yani karşısındakinde? Hem o yüz tutku uyandırabilir mi ki artık? Istırap var o yüzde, karşısındakinin bütün ruhunu saran derin bir acı... o yüz... ve birden ıstırap verici, kavurucu anılarla sızladı prensin yüreği...

Evet, sızlamıştı. Bir süre önce onda delilik belirtileri fark ettiğinde içinin nasıl sızladığını hatırlıyordu. O zaman neredeyse umutsuzluğa düşmüştü. Hem onu bırakıp Rogojin'e kaçtığında nasıl bırakabilmişti onu? Haber bekleyeceğine, onun arkasından koşması gerekmez miydi?.. Ama... Peki, Rogojin ondaki deliliği bu güne kadar anlayamadı mı? Hım... Rogojin her şeyi başka nedenlere bağlıyor, tutkuya! Ne delice bir kıskançlık! Deminki önerisiyle ne demek istemişti? (Birden kıpkırmızı oldu prensin yüzü, yüreğinin titrediğini hissetti.)

Şimdi bütün bunları hatırlamanın ne gereği vardı? İki tarafın da çılgınlığıydı burada söz konusu olan. Bu kadını tutkuyla sevmek prens için tuhaf, neredeyse anlamsız olurdu, hatta acımasızlık, insanlıktan uzak bir şey... Evet, evet! Yok, kendine haksızlık ediyor Rogojin... Acımayı bilen, şefkatle dolu büyük bir yüreği var onun. Bütün gerçeği öğrendiğinde, bu yarım akıllı, incinmiş kadının ne kadar zavallı, ne kadar acınacak bir durumda olduğunu anlayınca, onun yüzünden çektiği acıların tümünü bağışlamaz mı sanki? O zavallı kadının kölesi, kardeşi, dostu, Tanrı'nın ona verdiği her şeyi olmaz mı? Acıma duygusu aklını başına getirecek Rogojin'in, eğitecek onu. Acıma duygusu bütün insanlığın başlıca ve belki de tek yasasıdır. Ah, Rogojin'e karşı ne kadar aşağılıkça, bağışlanamaz biçimde suçluydu! Hayır, böylesine bir dehşeti tasavvur edebiliyorsa, "Rus ruhu" değil, onun ruhuydu karanlık olan. Heyecanlı, içten birkaç sözcükten sonra Moskova'da "kardeşim" demişti ona, oysa o... Ama bütün bunlar hastalığının, sayıklamasının sonucu! Bütün bunlar düzelecekti!.. Demin "İnancımı yitirdim bile," derken ne kadar üzgündü Rogojin! Çok acı çekiyor olmalı! "Bu tabloya bakmayı seviyorum," diyordu. Hayır, sevmiyor, bakma ihtiyacı hissettiği için bakıyor. Yalnızca tutkudan oluşmuş bir insan değil Rogojin. Bir yandan da bir savaşçı o... Yitirdiği inancını savaşarak geri kazanmaya çalışıyor. Bu acıtırcasına gerekli ona... Evet! Bir şeye inanmak tutkusu! Birine inanmak! Holbein'in o tablosu da ne tuhaftır... Hah, işte o sokak! Ev de şu olmalı... No: 16, "Onuncu dereceden bayan devlet memuru Filisova'nın evi." Burası işte! Kapının zilini çaldı, Nastasya Filippovna'yı sordu.

Ev sahibesi, Nastasya Filippovna'nın sabahleyin Pavlovsk'a, Darya Alekseyevna'ya gittiğini ve "belki de efendim, orada birkaç gün kalacaklarını" söyledi. Filisova kırk yaşlarında, keskin bakışlı, sivri yüzlü, ufak tefek bir kadındı, insanın yüzüne kurnazca, dik dik bakıyordu. Prense adını sorunca (sorusuna bilerek gizemli bir hava vermişti sanki) prens önce cevap vermek istemedi, ama giderken birden dönüp adını söyledi ve ziyaretini Nastasya Filippovna'ya özellikle bildirmesini ısrarla rica etti. Filisova onun bu ısrarını gayet dikkatle ve tuhaf, gizemli bir tavırla (bunu özellikle göstermeye çalıştığı belliydi) dinledi ve "Hiç merak etmeyin, anladım efendim..." dedi. Prensin adı kadının üzerinde güçlü bir etki bırakmış gibiydi. Prens dalgın dalgın baktı yüzüne ve dönüp yürüdü. Oteline gidecekti. Ne var ki şimdi yüzü Filisova'nın kapısını çaldığında olduğu gibi değildi. Tekrar, bir anda müthiş bir değişiklik olmuştu yüzünde: Şimdi yine bembeyaz, bitikti yüzü, acıyla, heyecanla kaplıydı. Dizleri titriyor, morarmış dudaklarında yitik, belli belirsiz bir gülümseme dolaşıyordu. "Ani düşünce"si gerçekleşmiş, doğrulanmıştı. Yine iblisine inanıyordu!

Ama doğrulanmış mıydı? Gerçekleşmiş miydi? Neden yine soğuk soğuk titriyor, içi kararıyor, ruhu üşüyordu? Yoksa o gözleri tekrar gördüğü için mi? Oysa sırf onları, o gözleri görmek için çıkmamış mıydı Yaz Bahçe'den! "Ani düşünce"sinin aslı bu değil miydi? "Daha önce gördüğü o gözlerle" orada, o evde kesinlikle karşılaşacağından emin olmak istemişti işte. Çılgınca bir istekti bu. Peki, gerçekten de onları orada gördüyse şimdi neden bu kadar şaşkın, yıkılmıştı? Böyle bir şeyi beklemiyor gibiydi! Evet, aynı gözlerdi (aynı gözler olduğundan artık hiç kuşkusu yoktu!), sabahleyin Nikolayevski İstasyonu'nda trenden inerken kalabalık arasında ışıyan, daha sonra Rogojin'in evinde sandalyeye otururken arkasında yakaladığı aynı (kesinlikle aynı!) gözlerdi... Rogojin inkâr etmişti demin, çarpık, buz gibi soğuk bir gülümsemeyle sormuştu: "Kimin gözleri olabilir?" Biraz önce Tsarskoye Selo demiryolu hattının istasyonunda (Aglaya'ya gitmek üzere trene bindiğinde birden yine görmüştü o gözleri, bu gün üçüncü kez oluyordu bu) Rogojin'e gitmeyi, ona "bu gözlerin" kimin olduğunu sormayı çok istemişti. İstasyondan koşarak çıkmış, ancak bir bıçakçı dükkânının önünde, vitrinindeki altmış kapik değer biçtiği, sapı işlemeli geyik boynuzundan bir şeye bakarken gelmişti kendine. Tuhaf, korkunç bir iblis iyice eline geçirmişti onu, bırakmıyordu. Yaz Bahçe'de ıhlamur ağacının altında kendinden geçmiş bir durumda otururken bu iblis fısıldıyordu kulağına: "Rogojin için seni sabahtan beri izlemek, her attığın adımı bilmek çok gerekli idiyse, Pavlovsk'a gitmeyeceğini (ki bu bilgi onun için korkunç, kahredici bir şey olurdu) öğrenince, sabahleyin dürüst bir insan olarak 'Onu görmeye gitmeyeceğini', 'Petersburg'a bunun için gelmediğini' söylediğin için doğru oraya, Petersburg Yakası'ndaki o eve gideceğini düşünüp seni o evde bekleyecektir." Prens de hırsla o eve gitmişti işte; öyleyse gerçekten de orada Rogojin'le karşılaşmasında şaşılacak ne olabilirdi? Orada mutsuz, karamsar, ruhsal durumu bozuk biriyle karşılaşmıştı. Bu da son derece olağandı. Mutsuz adam gizlenmiyordu bile şimdi. Evet, az önce nedense saklamıştı kendini Rogojin, yalan söylemişti, oysa istasyonda neredeyse hiç saklanmadan durmuştu. Hatta kendisi, prens saklanmıştı Rogojin'den. Şimdi eve geldiğinde ise Rogojin elli adım ötede çapraz karşı kaldırımda kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, dikiliyordu. İyice ortadaydı ve sanki özellikle kendini göstermek istiyordu. Bir suçlayıcı, bir yargıç gibi duruyordu orada, şey gibi değil... Peki, ne gibi değil?

Peki, o, prens, kendi neden gitmemişti yanına da, göz göze geldikleri halde, onu fark etmemiş gibi öte yana çevirmişti başını... (Evet, göz göze gelmişlerdi! Birbirlerine bakmışlardı.) Evet, az önce onun elinden tutup oraya onunla birlikte gitmek isteyen kendisi değil miydi? Yarın evine gidip, ona gittiğini söylemeyi düşünen kendisi değil miydi? Peki, demin oraya giderken yarı yolda içi birden sevinçle dolduğunda iblisini kovan kendisi değil miydi? Yoksa gerçekten de değişik bir şeyler mi vardı Rogojin'de, yani bugünkü Rogojin'in sözlerinde, davranışlarında, yaptıklarında, bakışlarında prensin korkunç önsezilerini, iblisinin fısıltılarını gerçekleştirecek bir şeyler mi vardı? Apaçık ortada olsa da kolay kolay analizi yapılamayan, anlatılamayan, yeterli kanıtlarla doğrulanamayan, yine de bütün bu zorluklara, olanaksızlıklara karşın bir bütün olarak kalabilen, yadsınamayacak bir izlenim olabilen, ister istemez eksiksiz bir inanca dönüşebilen bir şeyler?

Neye olan inanç? (Ah, bu inancın, bu "aşağılık önsezinin" korkunçluğu, "iğrençliği" ne çok eziyet ediyordu prense, ne çok suçluyordu kendi kendini!) Durmadan sitemler ederek, öfkelenerek kendi kendine şöyle diyordu: "Cesaretin varsa, bu inancın neye olduğunu da söyle bakalım... Açıkça, olduğu gibi, yan çizmeye çalışmadan söyle!.." Öfkeden yüzü kıpkırmızı, "Ah! ne aşağılık bir adamım ben!" diye tekrarlıyordu. "Şimdi hayat boyu ne yüzle bakacağım bu adamın yüzüne! Of, ne kötü bir gün bu! Ah Tanrım, tam bir kâbus!"

Uzun ve acılarla dolu Petersburg Yakası'ndan dönüş yolunun sonunda, bir anlığına karşı konulmaz bir isteğe kapıldı prens: Hemen şimdi Rogojin'e gidip evde onu bekleyecek, gelince utanç içinde, gözyaşları dökerek kucaklayacak ve ona her şeyi anlatıp bütün bunlara bir anda son verecekti. Ama bu arada otelin önünde bulmuştu kendini... Buraya ilk geldiğinde hiç sevmemişti bu oteli. Görür görmez koridorlarından da, odalarından da, binanın kendinden de hoşlanmamış, gün boyunca birkaç kez akşama oraya dönmek zorunda olduğunu tiksinerek hatırlamıştı... Avlu kapısının önünde durup sinirli bir gülümsemeyle şöyle geçirdi içinden: "Bugün ne oluyor bana, hasta kadınlar gibi her önsezime inanıyorum!" Tam kapıdan girerken dayanılmaz yeni bir utanç, neredeyse bir umutsuzluk dalgası olduğu yere mıhladı onu. Bir dakika öylece durdu. Bazen böyle olur insana; dayanılmaz, özellikle utançla karışık hatıraları ansızın olduğu yerde bir dakika öyle durdurur onu. Canı sıkkın, "Evet, kalpsiz, ödlek biriyim ben!" diye tekrarladı kendi kendine ve olduğu yerden koparcasına yürüdü, ama... birden durdu yine.

Zaten karanlık olan kapı, kapkara bir fırtına bulutu akşamın ışığını yuttuğu için şimdi daha da karanlıktı. Tam prens binaya yaklaşmıştı ki, kara fırtına bulutu birden açıldı, yağmurunu boşalttı. Bu arada prens bir dakikalığına durduğu yerden kopup hızla yürümüş, tam sokak kapısının önüne gelmişti. O anda içerinin karanlığında, üst kata çıkan merdivenin başında bir adam gördü. Adam sanki birini bekliyordu, ama bir an görünüp kaybolmuştu. Adamı iyice görememişti prens, dolayısıyla kim olduğunu söyleyemezdi. Ayrıca bir oteldi burası, merdivenlerden inen çıkan çok insan vardı. Ama birden o adamı kesinlikle tanıdığı ve Rogojin olduğu duygusuna kapıldı. Hemen adamın arkasından merdivenden koşarak çıkmaya başladı. Kalbi duracak gibi çarpıyordu. Tuhaf bir kararlılıkla şöyle geçiriyordu içinden: "Her şey anlaşılacak şimdi..."

Prensin kapıdan geçip koşarak çıkmaya başladığı merdiven iki yanında odaların bulunduğu birinci ve ikinci katın koridorlarına çıkıyordu. Eski yapıların hepsinde olduğu gibi, bu merdiven karanlık, dar, taş bir merdivendi ve kalın bir taş sütunun çevresinde dolanarak yükseliyordu. İlk sahanlıktaki bu sütunda genişliği bir adımdan dar, derinliğiyse yarım adım, tam bir insanın sığabileceği kadar, niş benzeri bir oyuk vardı. Prens, koşarak sahanlığa çıktığında, ortam karanlık olsa da, birisinin nedense bu oyukta gizlendiğini fark etti. Bir an koşarak geçmeyi, dönüp sağına bakmamayı düşündü. Bir adım atmıştı ki dayanamayarak dönüp baktı.

Önceki bir çift gözle, aynı gözlerle göz göze gelmişti. Oyukta gizlenen adam da oradan çıkmış, ona doğru bir adım atmıştı. Bir saniye karşı karşıya, neredeyse birbirlerinin soluğunu duyacak kadar yakın durdular. Prens birden omzundan tuttu adamı, merdivene, ışığa doğru çevirdi: Yüzünü iyice görmek istiyordu.

Rogojin'in gözleri parladı, çılgın bir gülümsemeyle yüzü çarpıldı. Sağ kolunu kaldırdı, bir şey parladı elinde... Prens onun kolunu tutmayı düşünmemişti bile. Yalnızca şöyle bir çığlık attığını hatırlıyordu:

— Parfyon, inanmıyorum!..

Arkasından ansızın bir şey açıldı önünde sanki: İçinden gelen olağanüstü bir ışık aydınlatmıştı ruhunu. O an belki yarım saniye kadar sürmüştü. Ne var ki o yarım saniyenin başlangıcını ve göğsünden kendiliğinden kopup çıkan, durdurmaya gücünün bir türlü yetmediği o korkunç çığlığının ilk sesini çok iyi hatırlıyordu. Sonra bir anda yitirdi bilincini, her şey karanlığa büründü.

Uzun zamandır gelmeyen sara nöbeti gelmişti. Bilindiği gibi sara nöbeti, özellikle düşüren dedikleri çeşidi bir anda gelir. O anda saralının yüzü çarpılır, özellikle gözleri kayar. Tüm bedeninde, yüzünde kasılmalar olur. Anlatılamaz, hiçbir şeye benzemeyen korkunç bir çığlık kopar göğsünden. Bu çığlıkta insana özgü her şey bir anda yok olur gider. Onu duyan kişinin bu çığlığın karşısındaki insandan çıktığını düşünmesi olanaksız, en azından çok zordur. Hatta karşısındakinin içindeki başka biri çığlık atıyor sanır. Hiç değilse çoğu kimse böyle bir izlenime kapıldığını söylemiştir. Sara hastalarının nöbet anındaki görünüşü birçok kimseyi handiyse mistik bir yanı olan anlatılamaz bir dehşete düşürür. Rogojin'in de, bütün öteki korkunç izlenimlerin yanında, o anın böylesine birdenbire gelen dehşeti karşısında donup kaldığı söylenebilir. Bu da prensi kaçınılmaz bıçak darbesinden kurtarmıştı. Prensin nöbet geçirmekte olduğunu henüz anlayamadan Rogojin onun sallanmaya başladığını, birden sırtüstü düştüğünü, merdivenden aşağı yuvarlandığını, başını merdivenin taş basamağına çarptığını görünce, onun üzerinden atlayıp neredeyse kendinde olmadan koşarak indi merdivenden, otelden çıkıp gitti.

Prens sarsılarak, titreyip kasılarak on beş basamaktan fazla olmayan merdivenin dibine kadar yuvarlandı. Çok geçmeden, yaklaşık beş dakika sonra onu fark ettiler ve başına bir kalabalık toplandı. Başının çevresindeki kan birikintisi şaşkınlık yaratmıştı: Adam kendi mi düşmüştü, yoksa "birinin günahı" mı söz konusuydu? Yine de birileri bunun sara nöbeti olduğunu anlamakta gecikmemişti. Oda hizmetlilerinden biri prensin otel müşterilerinden olduğunu söyledi. Sonunda güzel bir rastlantıyla kargaşa sona erdi.

Saat dörde doğru Vesı'da olmaya söz veren, ama Pavlovsk'a giden Kolya İvolgin, General Yepançin'in eşinin yemeğe kalması önerisini geri çevirip ani bir kararla Petersburg'a dönmüş ve saat yedi sularında Vesı'ya gelmişti. Kendisi için bırakılan nottan prensin kentte olduğunu öğrenince doğru nottaki adrese koşmuştu. Prensin dışarıda olduğunu öğrenince alt kattaki büfeye inmiş, çay içerek, org dinleyerek beklemeye başlamıştı. Konuşmalardan birisinin nöbet geçirdiğini öğrenince doğru bir önseziyle olay yerine koşmuş ve hemen tanımıştı prensi. Hiç gecikmeden gereken her şey yapıldı. Prensi odasına taşıdılar. Ayılmıştı gerçi, ama bilinci uzun süre yerine gelmedi. Yaralı başına bakması için çağrılan doktor yaranın hiç tehlikeli olmadığını söyledi, kompres yaptı. Bir saat sonra prens iyice kendine gelip çevresinde olan biteni kavramaya başladığında Kolya onu otelden çıkardı, bir arabaya bindirip Lebedev'in evine götürdü. Lebedev hastayı büyük bir coşkuyla, yerlere kadar eğilerek karşıladı. Onun için yazlığa gitmeyi öne aldı. Üç gün sonra ailece Pavlovsk'taydılar.

Continue Reading

You'll Also Like

50.2K 2.4K 21
Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... bunun için her şeyi verirdim!" Özellikl...
724 61 7
Bakır Atlı, Aleksandr Puşkin'in üç uzun şiirinden; Bahçesaray Çeşmesi, Çingeneler, Bakır Atlı, üç acıklı hikayeden oluşmaktadır. Yayınevi: Cumhuriye...
6.5K 136 92
I. Cilt Savaş ve Barış, "klasik" dendiğinde akla gelen ilk kitaplardan. Na­poléon'un Rusya'yı işgalini anlatan dev bir savaş romanı, aynı zamanda bir...
75.3K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...