Budala

By WattpadClassicsTR

37.5K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

IV

317 14 1
By WattpadClassicsTR


IV

Geldiğinde prensin geçtiği odalardan, koridorlardan geçtiler. Rogojin biraz önden yürüyor, prens de onu izliyordu. Büyük salona girdiler. Burada duvarlarda birkaç piskopos portresi, ne oldukları pek zor anlaşılan manzara resimleri vardı. Bir sonraki odaya açılan kapının üzerinde, boyutlarıyla oldukça tuhaf bir tablo vardı. Uzunluğu yaklaşık iki arşın, eni en çok otuz santimdi. Haçtan yeni indirilmiş bir İsa tablosuydu bu. Prens, bir şey hatırlamaya çalışıyormuş gibi göz ucuyla tabloya şöyle bir bakmış, hiç durmadan kapıya yürüyecek olmuştu. Dayanılmaz bir ağırlık vardı üzerinde, bir an önce kendini bu evden dışarı atmak istiyordu. Ama birden tablonun önünde durdurdu onu Rogojin.

— Gördüğün bu tabloların hepsini toprağı bol olsun, babam açık arttırmalarda birer ikişer rubleye almış, dedi. Resmi çok severdi. Resimden anlayan bir tanıdık buraya geldiğinde bu tablolara tek tek baktıktan sonra "Hepsi çöp bunların," demiş. Ama kapının üstündeki yine iki rubleye alınmış şu resmi göstererek "Ama bu çöp değil," diye eklemiş. Bir başkası da babamdan satın almak istemiş onu, üç yüz elli ruble vermiş. Tablolara pek düşkün, tüccardan Savelyev İvan Dmitriç ise dört yüze kadar çıkmış. Geçen hafta da kardeşim Semyon Semyonoviç'e beş yüz teklif etti. Verdirmedim, kendime aldım onu.

Bu arada tabloya dikkatle bakan prens,

— Ama bu... Hans Holbein'in tablosunun kopyası bu... Ben resimden pek anlamam ama, sanırım çok mükemmel bir kopya... Yurtdışındayken görmüştüm aslını, hâlâ unutabilmiş değilim. Ama... ne oluyor sana?..

Rogojin birden tabloyu bırakmış, yürümüştü. Hiç kuşku yok ki, Rogojin'in bu ani hareketinin açıklaması onun dalgınlığında, sinirli tuhaf ruhsal durumunda gizliydi. Üstelik kendisinin başlattığı bir konuşmayı birden kesip yürümesi, ona cevap bile vermemesi şaşırtmıştı prensi.

Birkaç adım attıktan sonra birden tekrar konuşmaya başladı Rogojin:

— Ne zamandır sormak istiyorum sana Lev Nikolayeviç, Tanrı'ya inanıyor musun sen?

Prens isteksiz karşılık verdi:

— Ne tuhaf bir soru ve... ne tuhaf bakıyorsun öyle!

Rogojin bir süre sustuktan sonra, sorusunu unutmuş gibi,

— Bu tabloya bakmayı seviyorum, diye mırıldandı.

Aklına o anda bir şey gelmiş gibi prens birden yükseltti sesini:

— Bu tabloya ha! Bu tabloya! Bu tablo bazı insanları dinden çıkarabilir!

Rogojin hemen onayladı:

— Çıkardı bile...

Bu arada dış kapıya gelmişlerdi.

Ansızın durdu prens.

— Nasıl? dedi. Ne diyorsun sen! Küçük bir şaka yapayım dedim, hemen ciddiye aldın! Hem Tanrı'ya inanıp inanmadığımı niçin sordun?

— Öylesine sordum işte. Daha önce de sormak istiyordum bunu sana. Günümüzde çoğu insan inanmıyor da... Sarhoşun biri gözümün içine baka baka, bizim Rusya'da Tanrı'ya inanmayanların öteki ülkelerde inanmayanlardan çok olduğunu söylemişti vaktiyle, sen yurtdışında bulundun, doğru mu bu? "Bizim inanmamamız onların inanmamalarından daha kolay, çünkü biz onlardan çok daha ilerideyiz..." diyordu.

Acı acı gülümsedi Rogojin. Konuşması bitince birden kapıyı açtı, eli kapının tokmağında, prensin çıkmasını bekledi. Onun bu yaptığına şaştı prens, ama yine de çıktı. Ardından Rogojin de merdiven sahanlığına çıktı ve arkasından kapıyı kapadı. Nereye geldiklerini, şimdi ne yapmaları gerektiğini bilmiyormuş gibi karşı karşıya öyle duruyorlardı.

Prens elini uzatıp,

— Hoşça kal öyleyse, dedi.

Rogojin kendisine uzatılan eli kuvvetlice, ama hiçbir şey düşünmeden sıkıp,

— Güle güle, dedi.

Prens bir basamak indikten sonra döndü. Gülümseyerek (Rogojin'i öyle bırakmak istemediği belliydi) ve o anda hatırladığı bir şeyin etkisiyle canlanarak şöyle başladı:

— İnanç konusuna gelince, geçen hafta iki günde değişik dört olay yaşadım. Yeni açılmış bir demiryolu hattında yolculuk ediyordum. Öğleden önceydi. S. adında biriyle dört saattir sohbet ediyordum. Trende tanışmıştım kendisiyle. Onunla ilgili çok şey duymuştum. Bu arada onun bir ateist olduğunu da biliyordum. Gerçekten de çok bilgili biriydi ve ben de böyle biriyle sohbet ettiğim için sevinçliydim. Ayrıca çok görgülü, kibar bir insandı, o kadar ki, bilgi yönünden de, anlayış yönünden de kendisiyle aynı düzeyde biriymişim gibi konuşuyordu benimle. Tanrı'ya inanmıyordu. Yalnızca bir şeyi şaşırttı beni: Sohbetimiz süresince sanki hiç söz etmiyordu bundan... Özellikle bu durumu beni şaşırtıyordu, çünkü karşılaştığım tüm inançsızlar, bu konuda okuduğum tüm kitaplar, sanki bundan hiç söz etmiyor, bu konuda yazmıyor gibi geliyordu bana; yani aslında söz ediyor, yazıyor gibi görünseler bile. Bunu ona da söyledim, ama açıkça söyleyememiş veya anlatamamış olacağım ki, bir şey anlayamadı... Akşam geceyi geçirmek için bir otele indim. Otelde bir gece önce cinayet işlenmişti. Öyle ki ben otele indiğimde herkes bu cinayetten söz ediyordu. Yaşını başını almış, üstelik sarhoş da olmayan ve uzun zamandır dost iki köylü çaylarını içtikten sonra aynı odada kalmaya karar vermişler. Ama iki arkadaştan birinin dikkatini son iki gündür arkadaşının boncuk işlemeli kordona bağlı gümüş cep saati çekiyormuş. Besbelli daha önce hiç görmemişti arkadaşında bu saati. Hırsız değilmiş bu köylü, hatta dürüst bir insanmış, bir köylü olarak yoksul da sayılmazmış. Gelgelelim bu saat öylesine hoşuna gitmiş, onu öylesine cezbetmiş ki, dayanamamış; arkadaşı arkasını dönünce bıçağını çıkarmış, usulca yaklaşmış arkasından, bıçağı saplayacağı yeri nişanlamış, gözlerini yukarı kaldırıp haç çıkarmış, içi sızlayarak "Tanrım, İsa'nın hatırı için affet beni!" diye dua ettikten sonra koyun keser gibi kesmiş arkadaşının boğazını. Çıkarıp almış cebinden saati.

Rogojin kahkahalarla gülmeye başladı. Gülme nöbetine tutulmuş gibiydi. Biraz önceki asık suratını düşününce bu gülüşünü yadırgamamak elde değildi.

Neredeyse tıkanırcasına, katılırcasına gülerek haykırdı:

— Buna bayıldım işte! Evet, çok hoş! Biri Tanrı'ya inanmıyor, öteki ise o kadar inanıyor ki, arkadaşını keserken bile dua ediyor... Yok prens kardeşim, inanılacak gibi değil! Ha-ha-ha! Evet, harika bu!..

Rogojin bir an susunca (ama kahkahaları dudaklarında titreşerek sürüyordu hâlâ) prens konuşmasını sürdürdü:

— Biraz hava almak için sabahleyin dolaşmaya çıktım. Baktım, üstü başı perişan, sarhoş bir er, ahşap kaldırımda yalpalayarak yürüyor. Yanıma geldi. "Beyim, şu gümüş haçı iki onluğa alsana," dedi, "saf gümüştür!" Baktım, elinde hemen o anda boynundan çıkardığı belli, eski mi eski mavi bir kurdeleye bağlı, kalaylı olduğu ilk bakışta anlaşılan Bizans işi sekiz köşeli kocaman bir haç var. Çıkarıp iki onluk verdim ona, haçı da hemen orada boynuma geçirdim. Aptal bir beyi kazıkladığı için pek sevindiği erin yüzünden belliydi. Hemen döndü, besbelli haçın parasını içkiye vermek için meyhanenin yolunu tuttu. İşte böyle dostum, o zamanlar gördüğüm her şey üzerimde güçlü bir etki bıraktı; sanki Rusya birden üzerime çullanmış gibiydi. Daha önceleri ülkemle ilgili hiçbir şey bilmiyordum. Dünyadan habersiz gelmiştim o yaşa ve yurtdışındayken beş yıl boyunca hep inanılmaz güzel bir yer olarak hayal etmiştim ülkemi. Yürürken düşünüyordum: "Hayır, bu İsa muhbirini suçlamakta acele etmemeliyim." Öyle ya, bu sarhoş, zayıf kalplerde nelerin olduğunu ancak Tanrı bilir. Bir saat sonra otele dönerken kucağında bebeğiyle bir köylü kadın gördüm. Gencecikti kadıncağız, bebeği de en çok altı haftalık. Bebek gülümsüyordu annesine, doğduğundan bu yana annesinin yüzüne bakıp ilk kez gülümsüyor olmalıydı. Baktım, kadıncağız kendinden geçercesine dindarca haç çıkarıyor. "Ne yapıyorsun öyle kadıncağız?" diye sordum. (O sıralar her şeyi soruyordum zaten.) Bak ne cevap verdi: "Yavrusunun ona bakarak ilk kez gülümsediğini gören bir annenin sevinci böyle olur. Gökyüzünden bakarken günahkâr bir kulunun bütün kalbiyle ona dua ettiğini gördüğünde Tanrı da böyle sevinir." Köylü bir kadın söyledi bunu, aşağı yukarı tam bu sözcüklerle söyledi. Hem de böylesine derin anlamlı bir gerçeği, Hıristiyanlığın özünü içinde bulunduran böylesine derin bir düşünceyi, yani Tanrı'yı babamız olarak kabul etme ve Tanrı'nın da biz insanlara bir baba sevgisi duyması düşüncesini, İsa'nın başlıca öğretisini! Cahil bir kadın anlattı bütün bunları bana! Evet, bir anneydi o... hem kim bilebilir, belki de biraz önce gördüğüm o erin karısıydı. Bak ne diyeceğim sana Parfyon, demin bana sorduğun sorunun cevabı şöyle: Din duygusunun özü birtakım düşüncelere, hatalara, suça ya da ateizme bağlı değildir. Bambaşka bir şeydir bu, her zaman da öyle kalacaktır. Ateizmin hiçbir zaman ulaşamayacağı, sözünü edemeyeceği bir duygudur bu. Ama en önemlisi de, en açık seçik ve belirgin olarak Rus insanının ruhunda bulursun bunu. Benim çıkardığım sonuç bu işte! Rusya'mızdan edindiğim en önemli kanı bu. Yapacak çok şey var Parfyon! Rusya'mızda yapılması gereken çok şey var, inan bana! Moskova'da bir araya geldiğimizde neler konuştuğumuzu hatırla... Şimdi buraya gelmeyi hiç istemiyordum! Ayrıca seninle böyle görüşeceğimi de hiç düşünmüyordum, hiç... Neyse... hoşça kal, görüşmek üzere! Tanrı yardımcın olsun!

Dönüp merdivenin basamaklarını inmeye başladı. Birinci ara sahanlığa indiğinde Parfyon seslendi arkasından:

— Lev Nikolayeviç! Erden aldığın o haç üzerinde mi?

Prens tekrar durdu.

— Evet, üzerimde.

— Göstersene.

"Bir tuhaflık daha!" diye geçirdi içinden, dönüp Parfyon'un yanına çıktı, boynundaki haçı çıkarmadan gösterdi ona.

— Bana ver onu, dedi Rogojin.

— Neden? Yoksa sen...

Bu haçtan ayrılmayı hiç istemiyordu prens.

— Boynuma takacağım onu, benimkini de sen boynuna tak.

— Haçlarımızı değiştirmemizi istiyorsun yani, öyle mi? Tamam Parfyon, neden olmasın... Kardeş olalım!

Prens kalaylı haçını çıkardı, Parfyon da altın haçını ve değiştiler. Parfyon susuyordu. Prens, haç kardeşinin yüzündeki güvensizlik ifadesinin, acı ve neredeyse alaycı gülümsemenin hâlâ yerinde olduğunu, hiç değilse zaman zaman daha bir belirgin olduğunu büyük bir şaşkınlıkla görüyordu. Sonunda bir şey söylemeden prensin elini tuttu Rogojin, sanki ne yapacağını bilemiyormuş gibi bir süre öyle bekledi. Neden sonra prensi çekerek götürürken duyulur duyulmaz bir sesle, "Benimle gel," dedi. Birinci katın sahanlığını geçtiler, biraz önce çıktıkları kapının karşısındaki kapıyı çaldılar. Hemen açıldı kapı. Siyah bir atkı bağlamış, iki büklüm, çok yaşlı bir kadın açtı kapıyı, bir şey söylemeden öne eğilerek selam verdi Rogojin'e. Rogojin çabucak bir şey sordu yaşlı kadına ve cevabını beklemeden yürüdü, prensi iç odalara doğru götürdü. Yine olağanüstü temiz, soğuk, tertemiz örtülü, kaba klasik mobilyalarla döşeli loş odalardan geçtiler. Rogojin geldiklerini içeri haber vermedi. İki yanında iki kapısı olan, arkasında yatak odası olsa gerek, cilalı maun ağacından bir paravana ile bölünmüş, konuk salonunu andıran geniş bir odaya girdiler. Salonun bir köşesinde sobanın yanındaki koltukta yaşlı olsa da yaşını pek göstermeyen, hatta epey sağlıklı, hoş ve yuvarlak yüzlü, saçları iyice ağarmış, (ilk bakışta, artık iyice bunamış denebilecek) ufak tefek bir kadın oturuyordu. Üzerinde siyah, ipek bir giysi, boynunda siyah, büyükçe bir atkı, başında siyah kurdeleli beyaz, tertemiz bir başlık vardı. Bacaklarını taburenin üzerine uzatmıştı. Hemen yanında, onun gibi matem elbisesi giymiş, başında yine beyaz başlık, evde sığıntı gibi olduğu belli, tertemiz, ondan yaşlıca başka bir yaşlı kadın oturuyor, sessizce çorap örüyordu. Uzun süredir aralarında konuşmadıkları belliydi. İlk yaşlı kadın Rogojin'le prensi görünce gülümsedi ve sevincini belirtmek için sevgiyle birkaç kez eğdi başını.

Rogojin yaşlı kadının elini öptükten sonra şöyle dedi:

— Anneciğim, işte benim en iyi dostum Prens Lev Nikola-yeviç Mışkin. Haçlarımızı değiştirip kardeş olduk. Moskova'dayken öz kardeşim gibiydi. Benim için çok şey yaptı. Kutsa onu anneciğim, öz oğlunu kutsar gibi kutsa. Dur ihtiyarcık, şöyle, hah işte şöyle, dur parmaklarını birleştireyim...

Ama ihtiyarcık, Parfyon onun elini daha tutmadan sağ elini kaldırmış, üç parmağını birleştirmiş, prensi haç çıkararak üç kez içtenlikle kutsamış, sonra sevgiyle kibarca bir kez daha başını eğerek ona selam vermişti.

Parfyon,

— Hadi gidelim artık Lev Nikolayeviç, dedi. Yalnızca bunun için getirmiştim seni buraya... (Merdiven başına çıktıklarında ekledi:) Söyleneni anlayamıyor annem, benim söylediklerimden de bir şey anlamamıştır, ama yine de kutsadı seni. Demek içinden geldi... Neyse, güle güle, senin de zamanın yok, benim de...

Kendi dairesinin kapısını açtı.

Prens onun yüzüne bakarak, biraz sitemli,

— Gel vedalaşırken bari kucaklayayım seni, dedi.

Rogojin'i kucaklamak için davranacak oldu. Ama Parfyon bir an kollarını kaldırmış, sonra hemen indirmişti. Kucaklaşmakta kararsızdı. Prense bakmamak için başını öte yana çevirmişti. Kucaklamak istemiyordu prensi.

Birden tuhaf tuhaf gülümsedi. Pek anlaşılmaz bir biçimde,

— Gerçi haçını aldım ama, korkma, saatin için boğazını kesmem... diye mırıldandı.

Ama birden değişti yüzü, bembeyaz oldu, dudakları titremeye başladı, gözleri parladı. Kollarını kaldırdı, kuvvetlice kucakladı prensi, tıkanıyormuş gibi, şöyle dedi:

— Senindir o! Kader işte! Senindir! Sana bırakıyorum onu... Rogojin'i unutma!

Ve dönüp, prense bakmadan hemen dairesine girdi, arkasından sertçe kapadı kapıyı.

Continue Reading

You'll Also Like

6.3K 346 17
Dostoyevski'nin bizzat mücadele ettiği parasızlık ve kumar düşkünlüğünü anlatan Kumarbaz, Dostoyevski'nin gençlik yıllarını, dramatik aşk ve kumar tu...
18.8K 891 25
Roman, Martin'in aşkı uğruna eğitimsiz genç bir işçiden başarılı ve rafine bir yazara dönüşüm mücadelesini anlatır. Kahramanı hedefine ulaştığında is...
12.2K 403 40
1860'ların Fransa'sında, kuzeydeki maden işçileri, çetin çalışma koşullarında yaşam mücadelesi vermektedir. İşçiler, ocaklarda göçük ve grizu patlama...
1.1K 68 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...