Budala

By WattpadClassicsTR

37.5K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

VIII

605 21 9
By WattpadClassicsTR

VIII

Gavrila Ardalionoviç'in ailesinin oturduğu daire üçüncü kattaydı. Daireye oldukça temiz, aydınlık, geniş bir merdivenle çıkılıyordu. Son derece sıradan, küçüklü büyüklü altı yedi odası olan daire, iki bin ruble maaşlı bir memur ailesi için yine de fazla pahalıydı. Bu daireyi Gavrila Ardalionoviç ile ailesi bundan iki ay önce tutmuştu ve Gavrila Ardalionoviç'in ısrarla itiraz etmesine karşın, aile bütçesine katkı olsun diye, Nina Aleksandrovna'nın da, Varvara Ardalionovna'nın da diretmesi sonucunda odalar yemekli ve hizmetçili olarak kiraya verilmişti. Gavrila Ardalionoviç buna surat asıyor, odaların kiraya verilmesinin çok çirkin olduğunu söylüyordu. Dikkati çeken, geleceği parlak bir genç olarak tanınmaya alışık olduğu çevrelerde bu durumdan utanır olmaya başlamıştı sanki. Kaderine bu razı oluş, bu can sıkıcı sıkışıklık, bütün bunlar onun ruhunda derin yaralar açmıştı. Uzun zamandır en küçük bir şeye aşırı sinirleniyordu. Bir süre için sesini çıkarmaması, sabretmesi, kısa bir zaman sonra her şeyi değiştirmeye karar vermiş olmasındandı. Bununla birlikte bu değişikliğin kendisi, karar verdiği çıkış yolu hiç de küçük bir sorun değildi. Çözümü önceki sorunundan daha da zor, acı olmaya adaydı.

Hemen antreden başlayan bir koridor daireyi ikiye bölüyordu. Koridorun bir yanında "özel tavsiyeli" kişilere kiralanan üç oda vardı. Ayrıca aynı sırada, koridorun en sonunda, mutfağın yanında, ailenin babası emekli general İvolgin'in kaldığı, öteki odalara oranla çok daha dar dördüncü bir oda daha vardı. Orada geniş bir divanda yatardı general, eve girip çıkarken mutfaktan geçip arka merdiveni kullanmak zorundaydı. Gavrila Ardalionoviç'in lise öğrencisi küçük kardeşi Kolya da aynı odada kalıyordu. Onu da oraya sıkıştırmışlardı. Orada derslerine çalışıyor, yırtık pırtık bir çarşaf serili çok eski, daracık, kısa ikinci bir divanda yatıyor, en önemlisi de giderek bakıma daha çok ihtiyacı olan babasıyla ilgileniyor, ona bakıyordu. Prense üç odadan ortadakini vermişlerdi. Sağdaki birinci oda (burası sabahları konuk salonu olarak kullanılıyordu, akşamları ise Gavrila Ardalionoviç'in çalışma ve yatak odası oluyordu) ve kapısı sürekli kapalı duran, dar, üçüncü bir oda daha vardı. Orası ise Nina Aleksandrovna ile Varvara Ardalionovna'nın yatak odasıydı. Sözün kısası her şey, herkes sıkış tepişti burada. Gavrila Ardalionoviç dişlerini gıcırdatıp duruyordu. Gerçi annesine karşı saygılıydı, öyle de olmak istiyordu, ama onun aile içinde bir zorba olduğu daha ilk bakışta belliydi.

Nina Aleksandrovna odasında yalnız değildi. Varvara Ardalionovna yanındaydı. İkisi de bir şeyler örüyor, konukları İvan Petroviç Ptitsın'la sohbet ediyorlardı. Nina Aleksandrovna elli yaşlarında gösteriyordu. Yüzü zayıf, yanakları çökük, gözlerinin altı mordu. Hastalıklı, biraz kederli görünüyordu, ama yüzü ve bakışı oldukça hoştu. Daha ilk sözcüklerinden ciddi yaradılışlı, gerçek bir hanımefendi olduğu anlaşılıyordu. Kederli görünümüne karşın sağlam, hatta kararlı bir kişiliği olduğu hissediliyordu. Yaşlı kadınların giydiği türden koyu renk, son derece sade bir giysi vardı üzerinde. Ama davranışları, konuşması, hareketleri görmüş geçirmiş, seçkin çevrelerde bulunmuş biri olduğunu gösteriyordu.

Varvara Ardalionovna orta boylu, epeyce zayıf, pek güzel yüzlü sayılamayacak, ama güzel olmadan hoşa gitme, insanları kendine tutkuyla bağlama sırrına sahip yirmi üç yaşlarında bir kızdı. Annesine çok benziyordu. Giyinişi bile annesininkiyle hemen hemen aynıydı; süslenmeye hiç meraklı olmadığı anlaşılıyordu. Çoğu zaman ciddi ve dalgın (hatta özellikle son zamanlarda fazlasıyla ciddi ve dalgın) olmasa, gri gözlerinin bakışı arada bir neşeli ve hoş da olabilirdi. Annesininki gibi onun yüzünden de sağlam ve kararlı bir kişiliği olduğu anlaşılıyordu. Hatta bu açıdan annesinden daha güçlü, atak olduğu hissediliyordu. Çabuk parlardı Varvara Ardalionovna, onun bu huyu ağabeyini bile korkuturdu. Şimdi evlerinde konuk olan İvan Petroviç Ptitsın da çekinirdi ondan. Ptitsın alçakgönüllü, şık giyimli, hoş tavırları olan, aynı zamanda ağırbaşlı, otuz yaşın altında bir gençti. Koyu kumral sakalı devlet hizmetinde olmadığını gösteriyordu. Zekice ve ilginç konuşuyordu, ama çoğu zaman da suskundu. Genellikle çevresinde hoş bir izlenim bırakırdı. Varvara Ardalionovna'ya karşı ilgisiz olmadığı belliydi ve duygularını gizlemiyordu. Varvara Ardalionovna dostça davranıyordu ona karşı, ama kimi sorularına cevap vermekte şimdilik ağırdan alıyordu, hoşlanmıyordu bile bu tür sorulardan. Bununla birlikte yılmıyordu Ptitsın. Nina Aleksandrovna ona karşı sevecen davranıyordu, son zamanlarda çok güvenmeye bile başlamıştı ona. Öte yandan tefecilik yaptığı, rehin karşılığı faizle para verdiği de biliniyordu. Gavrila Ardalionoviç'in yakın dostuydu.

Gavrila Ardalionoviç, annesiyle epeyce soğuk selamlaştıktan (kız kardeşinin yüzüne ise bakmamıştı bile) sonra Ptitsın'ı alıp hemen bir yere götürmüştü. Nina Aleksandrovna prense tatlı birkaç söz söyledi, o sırada kapıdan başını uzatan Kolya'ya prensi orta odaya götürmesini söyledi. Kolya güleç, pek sevimli yüzlü, davranışları güven veren, saf görünümlü bir çocuktu.

Prensi odasına götürdüğünde,

— Eşyanız nerede? diye sordu.

— Bir çıkınım var, onu da antrede bıraktım.

— Şimdi getiririm. Bütün hizmetçimiz aşçı kadınla bir de Matryona... Öyle ki işlere ben de yardım ediyorum. Varvara hepimizi denetler, hepimize de kızar. Gavrila sizin İsviçre'den geldiğinizi söyledi, öyle mi?

— Evet.

— Peki, güzel mi oralar?

— Çok.

— Ya dağları?

— Dağları da çok güzel.

— Şimdi getiririm çıkınınızı.

Varvara Ardalionovna girdi odaya.

— Matryona şimdi yapacak yatağınızı, dedi. Valiziniz var mı?

— Yok, yalnızca bir çıkınım var, o kadar. Kardeşiniz getirmeye gitti. Antrede bırakmıştım da...

Odaya geri gelen Kolya,

— Şundan başka çıkın falan yok antrede, dedi. Nerede bırakmıştınız?

Prens çıkınını Kolya'nın elinden alırken,

— Bundan başka bir şeyim yok zaten, dedi.

— Vay! Ben de Ferdışçenko aşırdı onu sandım.

Prensle epeyce soğuk ve zorlama kibar bir tavırla konuşmakta olan Varvara,

— Saçmalama! dedi.

— Chère Babette, benimle konuşurken biraz kibar ol, Ptitsın değilim ben.

— Kırbaçlamak gerek seni Kolya, öylesine aptalsın. Bir şeye ihtiyacınız olursa, Matryona'ya söyleyebilirsiniz prens. Yemek dört buçuktadır. Bizimle birlikte de, odanızda yalnız da yiyebilirsiniz. Nasıl isterseniz. Hadi çıkalım Kolya, rahatsız etmeyelim prensi.

— Gidelim, sert kız!

Kapıda Gavrila ile karşılaştılar.

Gavrila sordu Kolya'ya:

— Babam evde mi?

Olumlu yanıt alınca onun kulağına bir şey fısıldadı.

Kolya "tamam" anlamında salladı başını ve Varvara Ardalionovna'nın arkasından çıktı.

— İki sözcük söyleyeceğim prens, bir konuda... uyarmayı unuttum sizi. Rica edeceğim: Sizin için çok zor olmayacaksa, demin orada Aglaya ile aramızda olanlardan burada, burada tanık olacaklarınızdan da orada söz etmeyiniz. Çünkü burada da yeterince saçmalık var. Hepsine lanet olsun... Hiç değilse bugünlük tutun dilinizi.

Prens, Gavrila'nın serzenişine biraz alınmış gibi,

— İnanın, sizin sandığınızdan çok daha az şey söyledim bugün, dedi.

Görünüşe bakılırsa, aralarındaki ilişki giderek kötüleşiyordu.

— Öyle ama, bugün sizin yüzünüzden çok çektim... Neyse, kısaca rica ediyorum...

— Ayrıca dikkatinizi çekerim Gavrila Ardalionoviç, demin sizinle herhangi bir bağım ve resimden söz etmemek için de bir nedenim yoktu. Benden böyle bir ricada bile bulunmamıştınız.

Gavrila odanın içinde tiksinir gibi göz gezdirdikten sonra,

— Öf, ne iğrenç bir oda bu, dedi. Karanlık ve pencereler avluya bakıyor. Kim ne derse desin, çok ters bir zamanda katıldınız aramıza prens... Neyse, beni ilgilendirmez. Odaları kiralayan ben değilim.

Ptitsın kapıdan başını uzatıp seslendi Gavrila'ya. Gavrila prensi hemen bırakıp çıktı odadan. Oysa daha bir şeyler söylemek istiyordu prense, ama besbelli başlamaktan utanıyor, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Odayı kötülemesi de bundandı.

Prens daha yeni yıkanmış, üstüne başına yeni çekidüzen vermişti ki, tekrar açıldı odasının kapısı, yeni biri uzattı başını.

Uzunca boylu, geniş omuzlu, kıvırcık, kabarık sarı saçlı, otuz yaşlarında biriydi. Ablak yüzü kırmızı, dudakları iri, kocaman burnu yassı, sanki durmadan kırpıştırdığı alaylı bakan yarı kapalı gözleri ufaktı. Bütün bunlar onun küstah biri olduğu izlenimini veriyordu. Üstü başı da pek temiz sayılmazdı.

Kapıyı önce ancak başını sokabileceği kadar açmıştı. Aradan uzattığı başı beş saniye kadar kolaçan etti odayı; sonra yavaş yavaş açılmaya başladı kapı ve konuk bütün bedeniyle göründü eşikte. Ama içeri girmiyordu, eşikte durmuş, gözlerini kırpıştırarak prense bakmaya başlamıştı. Sonunda arkasından kapadı kapıyı, yaklaşıp bir sandalyeye oturdu, kuvvetlice tuttu prensi kolundan ve çapraz karşısındaki divana oturttu.

Soran bakışını prensin yüzüne dikip,

— Ferdışçenko, dedi.

Prens neredeyse gülerek,

— Evet? diye karşılık verdi.

Ferdışçenko prensin yüzüne yine öyle bakarak,

— Burada oturuyorum, dedi.

— Benimle tanışmak mı istiyorsunuz?

Konuk saçlarını karıştırdıktan sonra derinden bir göğüs geçirdi, karşı köşeye bakmaya başladı.

— E-eh! diye mırıldandı. (Birden prense dönüp ekledi:) Paranız var mı?

— Biraz var.

— Tam ne kadar?

— Yirmi beş ruble.

— Gösterin bakayım.

Prens yeleğinin cebinden yirmi beş rublelik banknotu çıkarıp Ferdışçenko'ya verdi. Ferdışçenko şöyle bir baktı banknota, sonra çevirip öteki yüzüne baktı, daha sonra ışığa tuttu.

Düşüncelere dalmış gibi,

— Çok tuhaf, dedi, neden koyulaşır bunlar? Yirmi beş rublelik banknotların bazıları çok koyulaşıyor, bazıları da tersine, soluklaşıyor. Buyurun.

Prens banknotunu geri aldı. Ferdışçenko ayağa kalktı.

— Sizi uyarmak için geldim buraya, dedi, ilk olarak bana borç para vermeyin, çünkü kesinlikle isterim.

— Tamam.

— Bu odaya kira ödemek niyetinde misiniz?

— Evet.

— Benimse hiç öyle bir niyetim yok. Teşekkürlerimi sunarım. Sağınızdaki ilk odadayım, görmüş olmalısınız... Bana pek sık uğramamaya çalışın. Merak etmeyin, ben size gelirim. Generali gördünüz mü?

— Hayır.

— Sesini de mi duymadınız?

— Duymadım.

— Yakında hem görürsünüz, hem sesini duyarsınız. Benden bile borç para ister! Avis au lecteur. Hoşça kalın. Ferdışçenko diye bir soyadıyla yaşanabilir mi dersiniz? Ha?

— Neden olmasın?

— Hoşça kalın.

Kapıya yürüdü Ferdışçenko. Daha sonra prens onun orijinalliği ve neşesiyle herkesi şaşırtmayı kendine görev edinmiş, ama bunu hiçbir zaman becerememiş biri olduğunu öğrenecekti. Bazı kimselerin üzerinde tatsız bir izlenim bile bırakıyor, bunun için üzülüyor, ama yine de edindiği bu görevden vazgeçmiyordu. Tam çıkarken kapıda biriyle karşılaşması ona bu başarısızlığını düzeltme fırsatı vermişti sanki. Prensin tanımadığı bu yeni konuğa içeri girmesi için yol verirken, konuğun arkasından prensi uyarır gibi göz kırpmış, böylece yine de başarısız olarak gitmekten kurtulmuştu.

Yeni gelen uzun boylu, elli beş yaşlarında (hatta daha fazla gösteriyordu), epeyce şişman biriydi. Kırlaşmış kabarık favorilerinin çevrelediği ablak yüzü kıpkırmızıydı. Bıyığı kalın, iri gözleri patlaktı. Kendini salıvermişliğe, yıpranmışlığa, hatta pisliğe bırakmış gibi görünmese, duruşu heybetli bile olabilirdi. Üzerinde dirsekleri neredeyse delinecek eski bir redingot vardı. Evde giydiği gömleği de yağlıydı. Yakından hafif votka kokuyordu, ama duruşu etkileyiciydi. Karşısındakini etkilemek için bu tavrı takınmaya çalıştığı belliydi. Prensin yanına yaklaştı; hiç acele etmeden, hoş bir gülümsemeyle, sessizce elini tuttu, avucunda tutarak, tanıdık çizgiler bulmaya çalışıyormuş gibi bir süre baktı prensin yüzüne.

Sakin ama mağrur bir tavırla,

— Ta kendisi! Evet, ta kendisi! dedi. Canlı gibi karşımda! Benim için değerli, tanıdık bir isimden söz edildiğini duydum ve bir daha geri gelmeyecek geçmişi hatırladım... Prens Mışkin mi oluyorsunuz?

— Evet efendim.

— General İvolgin, emekli ve şanssız General İvolgin... İzninizle adınızı, baba adınızı sorabilir miyim?

— Lev Nikolayeviç.

— Evet, evet! Yakın dostum, çocukluk arkadaşım Nikolay Petroviç'in oğlusunuz diyebilir miyim?

— Babamın adı Nikolay Lvoviç'di.

Yanlışını düzeltti general:

— Evet, Lvoviç.

Ama hiç acele etmeden, aslında bu ismi unutmamış da, dalgınlığından öyle söyleyivermiş gibi büyük bir kendine güvenle söylemişti bunu. Prensin elini tutup hemen yanına oturttu.

— Elimde büyüdünüz, diye ekledi.

— Gerçekten mi? dedi prens. Babam öleli yirmi yıl oluyor.

— Evet, yirmi yıl... Yirmi yıl ve üç ay. Okulda beraberdik, okuldan sonra da hemen orduya yazıldık...

— Evet, babam askerdi. Vasilyevski Alayı'nda üsteğmen.

— Yok, Belomirski'de... Ölmeden önce atanmıştı Belomirski Alayı'na. O sırada ben de oradaydım ve sonsuzluğa ben yolcu ettim onu. Anneciğiniz...

Hüzünlü anıları hatırlayınca üzülmüş gibi sustu general. Prens,

— Soğuk algınlığından altı ay sonra o da öldü, dedi.

— Hayır, soğuk algınlığından ölmedi. Soğuk algınlığından değil, inanın bu ihtiyara. Ben oradaydım. Toprağa ben verdim annenizi. Babanızın hasretine dayanamadı, soğuk algınlığından ölmedi. Evet efendim, prensesi de çok iyi hatırlıyorum! Gençlik işte! İki çocukluk arkadaşı prensle ben annenizin yüzünden az kaldı öldürecektik birbirimizi.

Prens generali biraz inanmadan dinlemeye başlamıştı.

— Daha babanızın, dostumun nişanlısıyken sırılsıklam âşıktım annenize. Prens bunu fark edince çok etkilendi. Bir gün sabah saat altı gibi gelip uyandırdı beni. Şaşkınlık içinde kalkıp giyindim. İkimiz de susuyorduk. Her şeyi anlamıştım. Cebinden iki tabanca çıkardı. Ortaya bir mendil koydu. Düello tanığımız bile yoktu. Beş dakika sonra birbirimizi sonsuzluğa yolcu edecektiysek tanık nemize gerekti? Tabancaları doldurduk, mendilden iki yana açıldık, tabancaları birbirimizin kalbine doğrulttuk... birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Ansızın ikimizin de gözlerinden yaşlar boşaldı, ellerimiz titremeye başladı. İkimizin de, ansızın ikimizin de! Aynı anda ikimiz de birbirimizin boynuna atıldık, kucaklaştık, aramızda bu kez bir yüce gönüllülük savaşı başladı. Prens kız senindir diye haykırıyordu; ben, hayır senindir! diye. Anlayacağınız... anlayacağınız... Siz burada... bizim evde mi kalacaksınız?

Prens hafifçe kekeleyerek,

— Belki bir süre için, dedi.

Kolya kapıdan başını uzatıp,

— Prens, annem sizi çağırıyor, diye seslendi.

Prens gitmek için kalkmıştı ki, general sağ elini onun omzuna koyup dostça tekrar divana oturttu.

— Babanızın gerçek bir dostu olarak uyarmak istiyorum sizi, dedi. Gördüğünüz gibi, acı bir olayın yargısız kurbanıyım! Yargısız! Nina Aleksandrovna eşi az bulunur bir kadındır. Varvara Ardalionovna, kızım Varvara Ardalionovna da eşi az bulunur bir kızdır. Durumumuz öyle gerektirdiği için odalarımızı kiraya veriyoruz. İnanılmaz bir düşüş bizimki! Oysa general-vali olmama şunun şurasında ne kalmıştı!.. Ama burada olduğunuz için mutluyuz. Gelgelelim, bir trajedi yaşıyoruz evimde!

Prens soru dolu bakışlarla ve büyük bir merakla bakıyordu ona.

— Bir evlilik, hem de benzeri az görülür bir evlilik hazırlanmakta burada. Neyin nesi olduğu bilinmeyen bir kadınla, ileride çarın maiyet subayı olabilecek bir delikanlının evliliği... Karımla kızımın bulunduğu eve getirecekler bu kadını! Ama ben hayatta olduğum sürece buraya giremez o kadın! Kapının eşiğine yatıp uzanacağım, üzerimden geçip girsin bakalım eve, nasıl girecek!.. Bu aralar Gavrila ile konuşmuyorum, onunla karşılaşmaktan bile kaçıyorum. Özellikle uyarmak istiyorum sizi, burada kalacaksanız, nasıl olsa her şeye tanık olacaksınız. Ama arkadaşımın oğlusunuz siz, bu nedenle sizden beklemek hakkım var...

— Prens, lütfen konuk salonuna, yanıma gelir misiniz?

Bu kez Nina Aleksandrovna kendi gelmişti kapıya. General seslendi ona:

— Düşünebiliyor musun dostum, küçükken prensi kucağımda gezdirmişim!

Nina Aleksandrovna generale sitemli, prense meraklı bir göz attı, ama bir şey söylemedi. Prens kalkıp arkasından gitti. Ama konuk salonuna gelip de oturduklarında Nina Aleksandrovna çok acele, alçak sesle prense bir şey anlatmaya tam başlamıştı ki birden general girdi içeri. Hemen sustu Nina Aleksandrovna ve gözle görülür bir can sıkıntısıyla elişinin üzerine eğildi. Belki de generalin gözünden kaçmamıştı onun bu can sıkıntısı, ama aldırmadı. Neşesi yerindeydi.

Nina Aleksandrovna'ya seslendi:

— Arkadaşımın oğlu! Rastlantıya bak! Hiç aklıma gelir miydi? Toprağı bol olsun, Nikolay Lvoviç'i hatırlamıyor musun yoksa dostum? Tanışmıştın onunla... Tver'de miydi?

— Nikolay Lvoviç diye birini hatırlamıyorum. (Prense döndü Nina Aleksandrovna.) Babanız mıydı?

— Evet, babamdı, dedi prens; (sonra generale dönüp ürkek bir tavırla ekledi:) ama sanırım Tver'de değil, Yelisavetgrad'da öldü. Pavlişçev öyle söylemişti bana...

General ısrar ediyordu:

— Hayır, Tver'de öldü. Ölümünden hemen önce Tver'e atanmıştı, hatta hastalığı tam ilerlememişti o zaman. Siz çok küçüktünüz, babanızın Tver'e atanmasını da, oraya gidişinizi de hatırlamazsınız. Çok iyi bir insandı Pavlişçev, ama yanılmış olabilir.

— Pavlişçev'i tanıyor muydunuz?

— Harika bir insandı, babanız öldüğünde ben yanındaydım. Ölüm döşeğinde dualar okudum onun için...

— Yargılanırken ölmüş babam, dedi prens. Ne için yargılandığını hiçbir zaman öğrenemediysem de, hastanede öldüğünü biliyorum.

— Ha, Kolpakov adında bir er yüzünden yargılandı, ama hiç kuşku yok, yargılanması sonuçlansaydı prensin suçsuz olduğu anlaşılacaktı.

Prens büyük bir merakla sordu:

— Öyle mi? Emin misiniz?

— Elbette! diye haykırdı general. Mahkeme kesin bir karara varamadan dağıldı. İnanılmaz bir davaydı! Hatta gizemli bile diyebilirim... Bölük komutanı Kurmay Yüzbaşı Larionov ölünce yerine prensi belirli bir süre için atamışlardı. Olağan bir şey... O arada er Kolpakov bir arkadaşının çizmesini çalmış, gidip satmış, parasıyla içki içmiş. Bu da olağan bir şey... Prens de (dikkat ediniz, olay bir başçavuşla bir onbaşının yanında oluyor), Kolpakov'u biraz haşlamış ve onu kırbaçlatacağını söyleyerek gözdağı vermiş. Bu da olağan... Kolpakov yatakhaneye gitmiş, ranzasına uzanmış, on beş dakika sonra da ölüvermiş. Tamam, ama hiç beklenmedik, neredeyse olmayacak bir şey. Neyse, gömmüşler Kolpakov'u. Prens olayı yukarıya rapor etmiş, sonra da mevcuttan düşmüşler Kolpakov'u. Bundan daha olağan ne olabilir, değil mi? Ama tam altı ay sonra tugayı teftişe geldiklerinde bakmışlar ki er Kolpakov hiçbir şey olmamış gibi aynı tümen aynı tugayın Novozemlyanski Piyade Alayı'nın ikinci tabur üçüncü bölüğünde mevcut!

Prens büyük bir şaşkınlık içinde,

— Nasıl olur! diye haykırdı.

Nina Aleksandrovna birden ona döndü, neredeyse üzgün, yüzüne bakarak,

— Öyle değil, yanlışı var! dedi. Mon mari se trompe.

— Ama dostum, se trompe demek kolay, hadi sen anlat bakalım ne olup bittiğini, çık işin içinden! Herkes şaşırıp kalmıştı. Önce ben qu'on se trompe derdim... Ama ne yazık ki olayın tanığıydım, kurulan komisyonda da vardım. Olayın bütün tanıkları komisyonda verdikleri ifadelerde bu Kolpakov'un altı ay önce olağan bir törenle, trampetler çalınarak toprağa verilen er Kolpakov olduğunu doğruladı. Gerçekten de görülmemiş, neredeyse inanılmaz bir olaydı, kabul ediyorum, ama...

O sırada Varvara Ardalionovna girdi içeri.

— Babacığım, yemeğiniz hazır.

— Bu güzel işte, harika! Çok acıkmıştım... Aslında o olayın psikolojik bir yanının daha olduğunu söyleyebilirim...

Varvara sabırsızca,

— Çorbanız yine soğuyacak, dedi.

General kapıdan çıkarken mırıldandı:

— Şimdi, hemen gidiyorum... (Sonra koridordan geldi sesi:) Bütün raporlara karşın...

Nina Aleksandrovna,

— Kiracımız olacaksanız Ardalion Aleksandroviç'in birçok şeyini hoş görmeniz gerekecek, dedi. Ama çok rahatsız etmez sizi; yemeğini de odasında yalnız yer. Kabul edersiniz ki herkesin birtakım kusurları vardır... Birçok kimsede, hatta parmakla gösterilmeye alışmış insanlarda bile daha fazla kusur vardır. Yalnız çok önemli bir ricam olacak sizden: Kocam bir gün sizden kirayı isterse, bana ödediğinizi söyleyin. Yani Ardalion Aleksandroviç'e yaptığınız ödeme elbette geçerli olacaktır, ama ödemelerin düzenli olması için rica ediyorum... Ne var Varvara?

Varvara odaya geri dönmüş ve bir şey söylemeden Nastasya Filippovna'nın resmini annesine uzatmıştı. İlk anda korkmuş gibi ürpermişti Nina Aleksandrovna, sonra sanki içi sızlıyormuş gibi büyük bir acıyla uzun uzun bakmıştı resme. Soru dolu bakışlarla bakmıştı Varvara'nın yüzüne.

Varvara,

— Bugün Gavrila'ya vermiş, dedi, akşama da her şey bitiyormuş.

Nina Aleksandrovna umutsuzca,

— Bu akşam ha! diye haykırdı. Ne diyorsun? Hiç kuşku yok demek, umut da kalmadı... Resmini verdiğine göre, her şey tamamdır... (Şaşırmış gibi ekledi:) Bunu kendisi mi gösterdi sana?

— Neredeyse bir aydır konuşmadığımızı biliyorsunuz. Ptitsın anlattı bana her şeyi. Bu resim de masanın altında yerlerde sürünüyordu, orada buldum.

Nina Aleksandrovna birden prense döndü.

— Bir şey sormak istiyorum size prens (buraya da sırf bunun için rica ettim sizi), oğlumu uzun zamandır mı tanıyorsunuz? Sanki bir yerlerden yeni geldiğinizi söylüyordu da...

Prens yarısını atlayarak kendisiyle ilgili kısaca bilgi verdi. Nina Aleksandrovna ile Varvara dikkatle dinledi anlattıklarını.

Nina Aleksandrovna,

— Sizden Gavrila Ardalionoviç'le ilgili bir şeyler öğrenmeye çalışmıyorum prens, dedi. Yanlış anlayabilirsiniz beni. Bana açamadığı bir şey varsa, bunu ondan gizli öğrenmeye çalışmak istemem. Özellikle şunun için soruyorum: Gavrila demin sizin yanınızda da, sonra siz gittikten sonra da sizi sorduğumda şöyle cevap verdi bana: "Her şeyi biliyor, açık konuşabilirsiniz kendisiyle, rahat olun!" Ne demek oluyor bu? Yani şunu öğrenmek isterdim, ne ölçüde...

Birden Gavrila ile Ptitsın girdi kapıdan. Nina Aleksandrovna hemen sustu. Varvara odanın bir köşesine çekildi, prens Nina Aleksandrovna'nın yanındaki sandalyede kaldı. Nastasya Filippovna'nın resmi Nina Aleksandrovna'nın masasının üzerinde, en görülen yerde, tam önünde duruyordu. Resmi orada görünce yüzünü buruşturdu Gavrila, canı sıkkın bir tavırla aldı, odanın öteki köşesindeki kendi çalışma masasının üzerine fırlattı.

Birden sordu ona Nina Aleksandrovna:

— Demek bugün, ha Gavrila?

Şöyle bir silkindi Gavrila,

— Ne bugün? dedi. (Sonra birden prense çullandı:) Evet, anlaşılıyor! Yani burada da yaptınız yapacağınızı!.. Neyiniz var sizin yahu, bir hastalık falan mı bu? Dilinizi tutamıyor musunuz? Bana bakın ekselansları...

Ptitsın araya girdi:

— Burada suçlu olan benim Gavrila, başka kimse değil.

Gavrila dönüp sorar gibi baktı ona.

Ptitsın,

— Her şey bir bakıma bittiğine göre, böylesi daha iyi oldu Gavrila... dedi.

Sonra odanın bir köşesine çekildi, oradaki masanın başına oturdu, cebinden kurşunkalemle yazılı küçük bir kâğıt parçası çıkardı, kâğıdı dikkatle incelemeye başladı. Gavrila yüzü asık, bir aile içi kavganın çıkmasını bekliyordu. Prensten özür dilemeyi ise düşündüğü yoktu.

Nina Aleksandrovna,

— Bittiğine göre, İvan Petroviç haklı, dedi. Surat asma lütfen Gavrila, kızma da. Anlatmak istemiyorsan, hiçbir şey sormayacağım sana. Ve inan, her şey kabulüm, canını sıkma lütfen.

Başını elişinden kaldırmadan konuşuyordu. Gerçekten de sakindi sanki. Gavrila şaşırmıştı, ama ne olur ne olmaz diye sesini çıkarmadan annesine bakıyor, onun daha açık konuşmasını bekliyordu. Aile içi kavgalar artık pahalıya patlamaya başlamıştı ona. Nina Aleksandrovna onun çekingenliğini fark etmişti. Acı bir gülümsemeyle ekledi:

— Hâlâ kuşkulusun, inanmıyorsun bana. İçin rahat olsun, daha önce olduğu gibi gözyaşı dökmeyeceğim, yalvarıp yakarmayacağım, en azından kendi adıma. Tek istediğim senin mutlu olman, sen de biliyorsun bunu. Kaderime katlanacağım, ama bir arada olsak da, ayrılsak da kalbim her zaman seninle olacak. Elbette yalnızca kendim için söylüyorum bunu. Kız kardeşinden aynı şeyi isteyemezsin...

Gavrila kız kardeşine bakıp alaycı, öfke dolu bir tavırla bağırdı:

— Ah, yine o! Anneciğim! Size daha önce verdiğim sözü yemin ederek tekrarlıyorum: Ben burada olduğum sürece, yaşadığım sürece hiç kimse saygısızlık edemeyecek size. Evimize giren herkes, bu kim olursa olsun, size saygı gösterecek...

Gavrila o anda öyle neşelenmişti ki, neredeyse uysal ve sevecen bakıyordu annesine.

— Kendimle ilgili bir korkum olmadığını biliyorsun Gavrila. Bu arada hiç kendim için endişelenmedim, acı çekmedim. Duyduğuma göre bugün her şey bitiyormuş, öyle mi? Gerçekten öyle mi?

Gavrila cevap verdi:

— Nastasya Filippovna kabul edip etmeyeceğini bu akşam açıklayacağına söz verdi...

— Neredeyse üç haftadır bu konuyu açmaktan kaçınıyorduk. İyi de ediyorduk. Şimdi her şey bittiğine göre tek sorum olacak sana: Onu sevmediğine göre, nasıl oluyor da "evet" demeyi düşünüyor sana, resmini veriyor? Yoksa sen onu, öyle bir... öyle bir...

— Görmüş geçirmişi mi demek istiyorsunuz?

— Öyle demek istememiştim. Yoksa o kadar mı döndürdün onun başını?

Nina Aleksandrovna'nın bu sorusunda ansızın bir sinirlilik belirmişti. Gavrila durdu, bir dakika kadar düşündü ve alaycı tavrını gizlemeden şöyle dedi:

— Yine heyecanlandınız anneciğim, tutamadınız kendinizi. Hep bu yüzden başlıyor kavgalarımız. Hiçbir şey sormayacağınızı, sitem etmeyeceğinizi söylediniz, oysa hemen başladınız... İyisi mi kapatalım bu konuyu. Gerçekten, kapatalım daha iyi. Hiç değilse niyetlendiniz ya... Hiçbir zaman, hiçbir şey için bırakmayacağım sizi. Benim yerimde başkası olsaydı, en azından böyle bir kız kardeşten kaçar giderdi. Görüyor musunuz, nasıl bakıyor bana oradan? Burada keselim anneciğim! Oysa nasıl sevinmiştim... Hem Nastasya Filippovna'yı aldattığımı nereden çıkardınız? Varvara'ya gelince, ne isterse yapsın... Yeter! Umurumda değil artık!

Konuştukça sinirleniyordu Gavrila, odanın içinde amaçsız dolaşıp duruyordu. Bu tür konuşmalar her zaman hemen gelir, aile üyelerinin en duyarlı oldukları konulara dayanırdı.

Varvara olduğu yerden seslendi:

— O bu eve gelirse buradan çıkıp gideceğimi söyledim, dediğimi de yapacağım.

— İnadından! diye bağırdı Gavrila. İnadından da evlenmiyorsun! Ne diye? Ne o, gözdağı mı veriyorsun bana? Umurumda değil Varvara Ardalionovna, isterseniz şu anda gerçekleştirin niyetinizi. Artık bıktım sizden. (Prensin kalktığını görünce seslendi ona:) Ne o prens, sonunda bizi terk etmeye mi karar verdiniz?

Gavrila'nın sesinde handiyse çileden çıkmanın eşiğindeymiş gibi bir ton vardı. Böyle sinirlenen insan öfkesinden neredeyse haz duymaya başlar, artarak güçlenen bu duygusuna gittiği yere kadar bütünüyle bırakır kendini. Gavrila'ya herhangi bir cevap vermek için prens kapıda durup arkasına baktı, ama onu aşağılayan Gavrila'nın allak bullak yüzündeki o ifadeyi görünce (bardağı taşıracak son damla eksikti o anda), bir şey söylemeden dönüp çıktı odadan. Birkaç dakika sonra konuk salonundan gelen seslerden, onun arkasından içerideki konuşmaların şiddetinin ve gürültüsünün arttığını anladı.

Koridora çıkmak, oradan da odasına gitmek için salondan antreye geçmişti ki, dış kapının yanından geçerken dışarıdan birinin kapının çıngırağını var gücüyle çekiştirmeye çalıştığını fark etti. Ama çıngırakta bir bozukluk olmalıydı: Titreşiyor ama ses çıkarmıyordu. Prens sürgüyü çekip kapıyı açtı, açar açmaz şaşkınlıkla bir adım geri çekildi, ürpermişti bile: Karşısında Nastasya Filippovna duruyordu. Resminden hemen tanımıştı onu. Prensi görünce öfkeyle parladı Nastasya Filippovna'nın gözleri. Bir omuz vurup onu kenara ittikten sonra hızla antreye daldı, kürkünü çıkarırken hiddetle,

— Çıngırağı onarmaya üşeniyorsan, hiç değilse antrede otur da, kapıyı çaldıklarında duy... Öf, şimdi de kürkümü yere düşürdün, salak!

Kürkü gerçekten de yerdeydi. Nastasya Filippovna, yardım etmesini beklemeden kürkünü çıkarıp arkasına bakmadan ona doğru atmış, ama prens yakalayamamıştı onu.

— Kovmak gerek seni. Hadi koş, geldiğimi haber ver içeri.

Bir şey söylemek istiyordu prens, ama öylesine şaşkın bir durumdaydı ki, ağzını açıp bir şey söyleyememiş, yerden kaldırdığı kürk elinde, konuk salonuna doğru yürümüştü.

— Şuna bakın, şimdi de kürkümle gidiyor! Ne diye götürüyorsun kürkümü? Ha-ha-ha! Deli misin nesin?

Prens durmuş aval aval bakıyordu Nastasya Filippovna'nın yüzüne. Nastasya Filippovna gülmeye başlayınca o da gülümsemişti. Ama hâlâ ağzını açıp bir şey söyleyemiyordu. Nastasya Filippovna'ya kapıyı açtığı ilk anda yüzü bembeyazdı, oysa şimdi birden kıpkırmızı olmuştu.

Nastasya Filippovna ayaklarını yere vurarak nefretle bağırdı:

— Ne budala şey bu! Nereye gidiyorsun? Kim geldi diyeceksin?

Prens,

— Nastasya Filippovna, diye mırıldandı.

Hemen sordu Nastasya Filippovna:

— Nereden tanıyorsun beni? Daha önce hiç görmedim seni! Hadi git, haber ver... O bağrışmalar da ne oluyor?

— Kavga ediyorlar, dedi prens.

Konuk salonuna doğru yürüdü. Çok kritik bir anda girdi salona: Nina Aleksandrovna "her şeye razı olduğunu" unutmak üzereydi. Varvara'yı savunuyordu şimdi. Ptitsın, kurşunkalemle yazılı kâğıdı bırakmış, Varvara'nın yanında ayakta duruyordu. Varvara'nın korktuğu falan yoktu. Hiç de korkak bir kız değildi. Oysa ağabeyinin sözleri gittikçe kabalaşmakta, dayanılmaz olmaktaydı. Böyle durumlarda genellikle susardı Varvara, gözlerini ayırmadan alaylı alaylı bakardı ağabeyinin yüzüne. Bu taktiğin ağabeyini çileden çıkaracağını biliyordu. Tam o anda da prens kapıdan seslenmişti:

— Nastasya Filippovna!

Continue Reading

You'll Also Like

8.1K 250 48
On dokuzuncu yüzyılda bütün Avrupa'yı saran siyasal ve sosyal çalkantılar içinde yaşamasına rağmen, daha çok 16. ve 17. yüzyılın tarihsel olaylarını...
3.4K 171 15
Tanzimat Edebiyatı'nın belki de en önemli ismi olan Namık Kemal, günümüzde "Vatan Şairi" lakabıyla hatırlanır. Bu lakabın sebebi, Namık Kemal'in eser...
581K 14.9K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
73.4K 4.2K 6
Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu'nun kadın kahramanını sadece uzun bir mektubun yazarı olarak tanıyoruz. Kadının hayatı boyunca sevmiş olduğu erkek içi...