Budala

By WattpadClassicsTR

37.4K 958 262

Fyodor Mihayloviç Dostoyevski (1821-1881): İlk romanı İnsancıklar 1846'da yayımlandı. Ünlü eleştirmen V. Beli... More

Romanın Başlıca Kahramanları
Birinci Bölüm: I
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
XIII
XIV
XV
XVI
İkinci Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
XII
Üçüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
Dördüncü Bölüm: I
II
III
IV
V
VI
VII
VIII
IX
X
XI
SONUÇ

II

1.7K 42 7
By WattpadClassicsTR

II

General Yepançin, Liteynaya'nın biraz uzağında, Preobrajeniye Kilisesi'ne yakın kendi evinde oturuyordu. Altı dairesinin beşi kirada olan bu harika evden başka, generalin Sadovaya'da yine çok iyi kira getiren büyük bir evi daha vardı. Bu iki evin dışında, Petersburg'un hemen yakınında epeyce iyi geliri olan geniş bir çiftliği ile yine Petersburg civarında bir fabrikası vardı. General Yepançin'in eskiden vergi toplama görevinde bulunduğu biliniyordu. Şimdilerde ise önemli birkaç şirketin yönetimde sözü geçen önemli ortaklarındandı. Büyük paralar, büyük işler sahibi ve büyük ilişkileri olan biri olarak tanınıyordu. Bazı çevrelerde, bu arada kendi alanında da vazgeçilmez biri olmayı başarmıştı. Öte yandan İvan Fyodoroviç Yepançin'in öğrenimsiz biri olduğu ve bir er ailesinden geldiği de biliniyordu. Bir er ailesinden gelmesi hiç kuşku yok ki onun için yalnızca gurur verici bir şeydi; ne var ki kafası çalışan biri olmasına karşın, generalin birtakım küçük, hoş görülebilecek zayıflıkları da yok değildi; ayrıca bazı imalardan hoşlanmazdı. Ama zeki, becerikli biri olduğu kuşkusuzdu. Sözgelimi, öne atılmamak, geride kalmak gibi bir ilkesi vardı ki çoğu kimse onun bu sadeliğine, özellikle de her zaman yerini bilmesine değer verirdi. Ama yerini öylesine bilen bu İvan Fyodoroviç'in ruhunda kimi zaman nelerin olup bittiğinden insanlarının haberi olsaydı kim bilir ne düşünürlerdi! Gerçi gerçekten hem becerikli, hem yaşam deneyimi olan biriydi, son derece önemli birtakım yeteneklere de sahipti, ama kafasındaki "gerçek sadık" insandan çok, başkalarının düşüncelerini uygulayan ve "çağımız nereye gidiyor?" diye soran biri, hatta dürüst bir Rus olarak görünmeyi severdi. Bu son özelliği nedeniyle komik birkaç olay da geçmişti başından. Ama general hiç üzülmüyordu bunlara, en komiklerine bile... Bununla birlikte şansı yerindeydi. Kâğıt oyununda bile iyiydi şansı. Kâğıt oyununu aşırı büyük meblağlarla oynar ve bu sözde küçük, ama çoğu zaman işine pek yarayan zayıflığını kasıtlı olarak gizlemez, hatta tam tersine, öne çıkarırdı. Anlaşılacağı üzere, bulunduğu çevreler değişik, ama her zaman "birinci sınıf"tı. Ama her şey ilerideydi, zaman vardı, daima zaman olurdu ve her şeyin sırası vardı. Generalin yaşı da, nasıl derler, tam kıvamındaydı. Elli altı yaşındaydı, fazla değil, yani gerçek yaşamın yeni başladığı, çiçeklendiği yaşta. Sağlığı yerindeydi, yanakları al aldı, dişleri hafif kararsa da sağlamdı. Tıknaz, şişmancaydı. Sabahları görevde endişeli, telaşlı olan yüz ifadesi akşamları oyun masasında veya ekselanslarının evinde aydınlık, ışıl ışıldı... Her şey şimdiki ve gelecekteki başarıları için el ele vermiş, yoluna güller sermişti.

Çiçek bahçesi gibi bir ailesi vardı. Kuşkusuz, her şey güllük gülistanlık değildi. Generalin en büyük hedeflerinin, umutlarının uzun zamandır büyük bir ciddiyet ve içtenlikle yoğunlaştığı birçok şey daha vardı. Öyle ya, yaşamda ana baba olmak hedefinden önemli, kutsal ne olabilir? Ailesinden daha sıkı neye sarılabilir insan? Generalin ailesi eşi ve üç kızından oluşuyordu. General uzun zaman önce, daha teğmenken, kendisiyle hemen hemen aynı yaşta, güzelliği de, öğrenimi de olmayan, ona drahoma olarak topu topu, toprağa bağlı elli köle getiren bir kızla evlenmişti. Generalin sonraki servetinin temelini bu elli köle oluşturmuştu. Ne var ki gençlik heyecanıyla erken evlenmiş olmasından hiçbir zaman yakınmamıştı general, bunu gençliğinin bir hatası olarak görmemiş ve karısına her zaman saygılı davranmış, kimi zaman ondan çekinmişti. Sevmişti bile onu. Karısı Prens Mışkinler soyundandı. Generalin eşi, önemli olmasa da eski bir prens soyu olan Mışkinler soyundan olmakla gurur duyardı, kendini önemserdi. Prensesin koruyuculuğunu yapanlardan (aslında bir anlamı da yoktu ya bu koruyuculuğun) zamanının etkili kişilerinden biri genç prensesin evlenmesiyle ilgilenmeyi üzerine almıştı. Genç subaya o açmıştı kapıyı, içeri itmişti onu. Oysa itmek değil, bir bakış yeter de artardı bile buna. Küçük birkaç istisna dışında karıkoca uzun yıllar uyumlu bir yaşam sürmüşlerdi. General karısı henüz çok gençken, doğuştan bir prenses ve soyunun son temsilcisi olduğu için, belki biraz da kişisel özellikleri nedeniyle yüksek çevrelerde kendisine birkaç koruyucu edinmişti. Daha sonra zenginleşince, kocasının rütbesi de yükselince iyice alıştı bu çevreye, orada benimsendi bile.

Generalin üç kızı (Aleksandra, Adelaida ve Aglaya) son yıllarda büyümüş, gelişmiş, yetişkin birer genç kız olmuşlardı. Baba tarafından birer Yepançina olsalar da, anne tarafından birer prensestiler, dahası ileride belki de çok yüksek yerlere çıkma iddiasındaki bir babanın yüklü drahomaları olan kızlarıydılar. Epeyce önemli olan bir şey daha vardı: Yirmi beş yaşına basmış olan en büyük kız kardeş Aleksandra da dahil, üçü de çok güzeldi. Ortanca yirmi üç yaşındaydı, en küçüğü Aglaya ise yirmisine yeni basmıştı. Çok güzeldi Aglaya ve sosyetenin ilgisini çekmeye başlamıştı. Hepsi bu kadar da değildi: Üç kız kardeş öğrenimleriyle de, zekâlarıyla da, yetenekleriyle de dikkat çekiyorlardı. Birbirlerini çok sevdiklerini, desteklediklerini bilmeyen yoktu. Evin gözbebeği en küçük kız kardeş için iki ablanın da çok kez özveride bulunduğu bile dillerdeydi. Kız kardeşler toplum içinde öne çıkmak, sivrilmek istemedikleri gibi, aşırı ölçüde alçakgönüllüydüler. Kimse burnu büyüklükle, kendini beğenmişlikle suçlayamazdı onları, ama gururlu ve kendi değerlerinin farkında olduklarını herkes bilirdi. En büyükleri müzikle ilgileniyordu. Ortancanın ise resme büyük yeteneği vardı. Ne var ki yıllarca kimse farkına varmamıştı bu yeteneğinin. Ancak son zamanlarda, o da bir rastlantı sonucu anlaşılmıştı. Sözün kısası, üç kız kardeşten herkes büyük övgüyle söz ediyordu. Ama onlara iyi gözle bakmayan kötü niyetliler de yok değildi. Çok kitap okumalarından dehşetle söz ediyorlardı. Kızların evlenmek için hiç acele ettikleri yoktu. Toplumun belli kesimine değer vermesine veriyorlardı ama, pek o kadar çok da değil... Ne var ki babalarının kişilik yapısını, hedeflerini herkes bildiği için bu daha da önem kazanıyordu.

Prens, generalin oturduğu dairenin kapısını çaldığında saat on bire geliyordu. General ikinci katta, toplumdaki yerine uygun, ama olabildiğince sade bir evde oturuyordu. Prense kapıyı resmi giysili bir uşak açtı. Kapıyı açıp onu karşısında görünce yüzüne ve elindeki çıkına kuşkulu kuşkulu bakan bu uşağa derdini anlatabilmesi oldukça uzun sürdü. Gerçekten Prens Mışkin olduğunu, önemli bir iş için generali kesinlikle görmesi gerektiğini ısrarla birkaç kez yineledikten sonra kuşkulu uşak nihayet yanı sıra yürüyerek onu generalin çalışma odasına bitişik bekleme odasının holüne götürüp prensi orada, sabahları holde nöbet tutan, gelen ziyaretçileri generale haber veren görevliye teslim etti. Nöbetçinin üzerinde frak vardı. Kırkını geçkindi, yüz ifadesi ciddi, kaygılıydı. Generalin özel hizmetlisi olduğu, gelenleri generale haber verdiği için kendisini pek önemsediği belliydi.

Ağır, kibirli bir tavırla koltuğuna otururken prense pek bir şaşkın bakarak (o sırada prens de elinde çıkınıyla hemen yanındaki sandalyeye ilişmişti) şöyle dedi:

— Çıkınınızı burada bırakıp kabul odasına geçin.

— İzin verirseniz, dedi prens, burada sizin yanınızda kalayım, orada yalnız başıma ne yapacağım?

— Burada oturamazsınız, ziyaretçisiniz siz, yani konuk. Generalin kendisiyle mi görüşeceksiniz?

Uşağın böyle bir konuğu generalle görüştürmekte tereddüt ettiği belliydi. Bu yüzden bir kez daha sormuştu aynı soruyu.

— Evet, kendisiyle bir iş... diye başlamıştı prens.

Ama uşak kesti sözünü:

— Size generalle ne işiniz olduğunu sormuyorum. Benim görevim yalnızca kimin geldiğini haber vermektir. Ama sekreter olmadan generale geldiğinizi haber veremem, bunu söylüyorum.

Generalin oda hizmetçisi uşağın kuşkuları giderek artıyor gibiydi. Prens her günkü ziyaretçilere hiç de benzemiyordu. Oysa generale oldukça sık, hemen her gün belirli saatte, kimi zaman özellikle iş için çok değişik insanlar gelirdi. Ne var ki her zamanki alışkanlığın ve oldukça geniş ziyaretçi kabul talimatının tersine görevli büyük bir kararsızlık içindeydi. Sekretere haber vermesinin gerekli olduğunu düşünüyordu.

Sormadan edemedi sonunda:

— Siz gerçekten de... yurtdışından mı geliyorsunuz?

Ama şaşırdı. Aslında belki de şöyle sormak istiyordu: "Sahi, gerçekten Prens Mışkin misiniz?"

— Evet, trenden yeni indim. Sanırım gerçek Prens Mışkin olup olmadığımı sormak istediniz, ama kibarlığınızdan sormadınız.

Generalin oda hizmetçisi şaşırmıştı.

— Hım... diye mırıldandı.

— İnanın, size yalan söylemedim ve hiç çekinmeyin, benim yüzümden hesap sormayacaklardır size. Ama benim bu kıyafetle, elimde çıkınımla gelmemde yadırganacak bir şey yok: Bu aralar durumum pek iyi değil de...

— Biliyor musunuz, benim çekindiğim bu değil. Geldiğinizi haber vermek zorundayım. Ayrıca sekreter gelip görüşecektir sizinle, eğer... O da var işte. Sormamdan alınmayacaksanız, durumunuz kötü olduğu için generalden bir şey mi isteyeceksiniz yoksa?

— Ah hayır, bu konuda içiniz rahat olsun. Başka bir işim var kendisiyle.

— Bağışlayın ama, kıyafetinize bakarak sormuştum öyle. Sekreteri bekleyin. General şu anda albayla görüşüyor... Sohbeti çok sever de...

— Bu durumda uzun beklemem gerekecekse rica etsem, burada bir köşede pipo içebilir miydim acaba? Pipomla tütünüm yanımda.

Generalin oda hizmetçisi kulaklarına inanamıyormuş gibi, küçümser bir tavırla baktı prensin yüzüne.

— Pipo... mu içeceksiniz?.. dedi. Pipo ha? Olmaz, burada pipo içemezsiniz. Bunu düşünebilmeniz bile doğrusu çok tuhaf. He-he... Çok tuhaf!

— Bu odada demek istememiştim. Bu odada içilmeyeceğini biliyorum. Dışarı çıkar, uygun göreceğiniz bir yerde içerdim... Tiryakiyim... Üç saattir de içmedim. Hem bildiğiniz gibi, ne derler, yabancısı olduğun manastıra...

Uşak, handiyse elinde olmadan mırıldandı:

— Peki, bu durumda nasıl haber vereceğim geldiğinizi? Öyle ya, bir kere burada olmayacaksınız, ayrıca bekleme odasında oturmalısınız, çünkü konuksunuz. Orada olmazsanız, bana sorarlar sonra... (Prensin onu rahatsız ettiği belli olan çıkınına yan gözle bir kez daha baktıktan sonra ekledi:) Burada kalmaya niyetlisiniz galiba?

— Hayır, öyle bir niyetim yok. Kalmamı isteseler bile kalmayacağım. Yalnızca tanışmak için uğradım, hepsi o kadar.

Generalin oda hizmetçisi şaşırmıştı, kuşkulu bir tavırla,

— Nasıl? diye sordu. Tanışmak için mi? Oysa demin bir iş için geldiğinizi söylememiş miydiniz?

— Aslında pek iş için sayılmaz! Yani doğrusunu isterseniz, bir işim de yok değil. Bir şey danışacağım kendilerine. Ama gelişimin asıl nedeni aileyle tanışmak istemem, çünkü Prens Mışkinler'denim ben, generalin eşi de benim gibi Prens Mışkinler soyunun son temsilcisidir. Prens Mışkinler soyundan ikimizden başka kimse kalmadı.

Artık iyice çekinmeye başlayan uşak şöyle bir silkinip,

— Demek akrabasınız da? dedi.

— Tam sayılmaz. Bununla birlikte, derinine inecek olursanız akraba sayılırız, ama o kadar uzaktan ki, akraba sayılmayabiliriz de. Yurtdışından bir mektup yazmıştım generalin eşine, ama cevap vermedi... Ben dönünce yine de kendileriyle görüşmeyi uygun buldum. Bütün bunları size içiniz rahat olsun diye anlattım, çünkü farkındayım, hâlâ huzursuzsunuz. Prens Mışkin'in geldiğini söyleyin, ziyaretimin nedenini o anda anlayacaklardır. Kabul ederlerse ne âlâ, kabul etmezlerse, yine ne âlâ... Belki daha da iyi olacaktır o zaman. Ama sanırım kabul etmezlik yapamayacaklardır: Generalin eşi soyunun son temsilcisini görmek isteyecektir. Duyduğuma göre, soyuna çok değer veriyormuş.

Görünüşte prensin konuşması son derece sadeydi. Ne var ki sade olduğu ölçüde o anda anlamsız da kaçıyordu. Gelgelelim, generalin deneyimli oda hizmetçisinin iki uşağın aralarında böyle bir konuşmanın olağan olduğunu, ama bir konuğun bir uşakla böyle konuşmasının çok uygunsuz olduğunu bilmemesi olanaksızdı. Öte yandan, uşaklar genellikle efendilerinin sandığından daha zeki oldukları için, bu uşak da ortada iki durumun olduğunu düşünmeye başlamıştı: Ya prens dilencinin tekiydi ve dilenmeye gelmişti ya da bir aptaldı, gururu yoktu. Çünkü gururu olan bir prens sofada oturup bir uşağa işlerinden söz etmezdi. Yani öyle ya da böyle, hesabını vermeyecek miydi bunun?..

Olabildiğince ısrarlı, şöyle dedi:

— Yine de rica etsem, bekleme odasına buyurur musunuz?..

Prens gülümsedi.

— Ama orada otursaydım bütün bu açıklamaları yapamayacaktım size. Yağmurluğuma, çıkınıma bakarak telaşlanıp duracaktınız. Oysa şimdi sekreteri beklemenize bile gerek kalmadı. Doğrudan gidip geldiğimi haber verebilirsiniz.

— Sekretere haber vermeden, sizin gibi bir konuğun geldiğini içeri bildiremem. Kaldı ki, general demin, albay içerideyken kim gelmiş olursa olsun, rahatsız edilmemesini emretti. Gavrila Ardalionoviç ise haber verilmeden girer generalin yanına.

— Memur falan mıdır?

— Gavrila Ardalionoviç mi? Hayır. Şirkette görevlidir. Hiç değilse çıkınınızı şuraya bıraksaydınız.

— Ben de öyle düşünmüştüm; izniniz olursa kuşkusuz. Bakın ne diyeceğim, yağmurluğumu da çıkarsam mı?

— Elbette. Generalin yanına yağmurlukla girmeyin.

Prens ayağa kalktı, aceleyle çıkardı yağmurluğunu. Eski de olsa, dikimi güzel ceketiyle şimdi çok daha iyi görünüyordu. Yeleğinin cebinden çelik bir zincir sarkıyordu. Zincirin ucunda da Cenevre yapımı gümüş bir saat vardı. Her ne kadar prens aptal biri olsa da (uşak öyle karar vermişti), generalin oda hizmetçisi ondan nedense (elbette bir ölçüde) hoşlanmış bile olsa, konuşmayı sürdürmesinin artık uygunsuz kaçmaya başladığını düşünüyordu. Öte yandan kesin, kaba bir duygu da uyanmıştı şimdi içinde ona karşı.

Prens eski yerine tekrar otururken,

— Peki, generalin eşi ne zaman konuk kabul ediyor? diye sordu.

— Orası benim işim değil artık efendim. Hanımefendi adamına göre değişik saatlerde kabul ediyorlar. Şapkacılarını saat on birde kabul ediyorlar. Gavrila Ardalionoviç'i de herkesten önce kabul ederler, sabah kahvaltısına bile alırlar kendilerini.

Prens,

— Burada evler yurtdışındakinden daha sıcak, dedi. Dışarısı ise buradakinden ılık, ama evlerin içi biz Rusların alışık olmadığı kadar soğuk.

— Soba yakmıyorlar mı?

— Yakmasına yakıyorlar da, evlerinin planı değişik, yani sobalar, pencereler...

— Hım! Uzun süre mi dolaştınız oralarda?

— Evet, dört yıl. Ama hep aynı yerde kaldım, bir köyde...

— Belki de bizim buraların her şeyini unutmuşsunuzdur?

— Çok doğru. İnanır mısınız, Rusçayı nasıl unutmadığıma hayret ediyorum doğrusu. Şu anda sizinle konuşurken kendi kendime şöyle diyorum: "Evet, hiç de fena konuşmuyorum." Belki de bunun için çok konuşuyorum. Doğrusu, dünden beri durmadan Rusça konuşmak geliyor içimden.

Uşak kendini ne kadar tutmaya çalışıyorduysa da, böylesine soylu, kibar bir konuşmayı sürdürmemek elinde değildi.

— Hım! Anlaşılıyor! dedi. Yurtdışına gitmeden önce Petersburg'da mı oturuyordunuz?

— Petersburg'da mı? Sürekli sayılmaz, geçerken uğruyordum, o kadar. Eskiden de hiç bilmiyordum kenti, şimdi ise duyduğum kadarıyla biliyorum. Bilenler bile yeniden tanımaya çalışıyorlarmış Petersburg'u. O kadar değişmiş... Kentin mahkemeleri üzerine çok şey anlatıyorlar.

— Hım!.. Mahkemeler. Evet, haklısınız. Peki, oralardaki mahkemeler bizimkilere göre daha mı adil?

— Bilmiyorum. Ama bizimkilerle ilgili çok iyi şeyler duydum. Örneğin, ölüm cezası kaldırılmış.

— Orada var mı?

— Var. Fransa'da, Lyon'da gördüm. Şneyder götürmüştü beni oraya.

— Nasıl, asarak mı idam ediyorlar?

— Hayır, Fransa'da hep kafa kesiyorlar.

— Nasıl, adam bağırmıyor mu?

— Nasıl bağıracak! Her şey bir anda olup bitiyor. Adamın başını giyotin denen bir makineye yerleştiriyorlar, büyük, ağır ve yassı bir bıçak yukarıdan aşağı hızla düşüyor... Kafa göz açıp kapayıncaya dek bedenden kopup uzağa fırlıyor. Ama olayın hazırlık dönemi çok kötü. İdam edilecek kişiye karar okunuyor, sonra özel bir giysi giydiriyorlar, gözlerini bağlıyorlar ve idam sehpasına çıkarıyorlar. Asıl korkunç olanı da burası! İnsanlar seyretmek için toplanıyor. Kadınlar da... Ama kadınların seyretmeye gelmesini pek istemiyorlar.

— Öyle ya, ne işleri var kadınların orada?

— Elbette! Elbette! O korkunç acıya neden tanık olsunlar!.. İdam edilen kişi soyadı Legro olan orta yaşlı, zeki, korkusuz, güçlü biriydi. Ama bu söylediğime ister inanın, ister inanmayın, o korkusuz, güçlü kuvvetli adamın yüzü idam sehpasına çıkarken kâğıt gibi bembeyazdı. Ağlıyordu. Olacak şey mi? Korkunç bir şey değil miydi bu? Peki ama, korkudan kim ağlar? Hiç de çocuk olmayan, ömründe bir kez bile ağlamamış kırk beş yaşında bir insanın korkudan ağlayabileceğini düşünemezdim. O anda ruhunda neler olmaktadır, ruhu nasıl kıvranmakta, sarsılmaktadır? Ruhun küçük düşürülmesi, aşağılanmasıdır bu, başka bir şey değil! Kutsal kitapta "Öldürmeyeceksin" yazar. O birini öldürdü diye şimdi onu öldürüyorlardı. Olacak şey miydi bu? Bir ay önce tanık oldum bu olaya, hâlâ gözümün önünden gitmiyor. Beş kez de rüyama girdi.

Konuşurken heyecanlanmıştı prens. Başlangıçta olduğu gibi yine sakin konuşuyordu, ama soluk yüzü hafifçe kızarmıştı. Generalin odacısı içten bir ilgiyle dinliyordu onu. Öyle ki yanından ayrılmak istemiyor gibiydi. Belki o da hayal gücü olan, düşünmeyi seven biriydi.

— Başı bedeninden ayrılırken çok acı çekmemesi yine de iyi, dedi.

Prens heyecanla kesti sözünü:

— Bakın ne diyeceğim? Siz de aynı şeyi düşündünüz, herkes öyle düşünüyor... Giyotin denen makine de bunun için icat edilmiş. O zaman bir fikir gelmişti aklıma: Ya böylesi daha kötüyse? Komik geliyordur bu size, tuhafınıza gidiyordur. Ama bazen böyle şeyler geliyor insanın aklına işte. Düşünsenize: Ya işkence etseler? O zaman acı çekersin, yara bere içinde kalırsın, bedenin acıyla kıvranır. Ama bütün bunlar ruhsal ıstıraptan uzaklaştırır seni. Ölünceye kadar yalnızca yaralarının acısını hissedersin. Ama asıl ve en büyük acı belki de yaralarının acısı değildir. En önemli olan, bir saat sonra, az sonra, on dakika sonra, biraz sonra, yarım dakika sonra, biraz sonra, o anda ruhunun bedeninden ayrılacağını, artık bir insan olmayacağını, bunun kesin olduğunu, en önemlisi de kesin olduğunu bilmendir. İşte başını giyotinin altına koyuyorsun, kocaman bıçağın yukarıdan aşağı nasıl kayarak geldiğini duyuyorsun... işte saniyenin o dörtte biri olan süre en korkuncudur... Biliyor musunuz, benim hayal gücümün ürünü değil bunlar. Çoğu kimse aynı şeyi söylemiyor mu? Buna o kadar inanıyorum ki, doğrudan açtım size düşüncemi. Cinayet işlediği için bir insanı öldürmek, cinayetin kendisinden de büyük bir suçtur. Mahkeme kararıyla öldürmek, eşkıyanın öldürmesiyle karşılaştırılamayacak kadar korkunçtur. Haydutların gece ormanda veya başka bir yerde boğazına bıçak dayadıkları insanın içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Son ana kadar kaçıp ya da yalvarıp kurtulabileceğini umar. Oysa burada, bu umutla ölmek on kez daha kolayken, o son umudu da kesinlikle alırlar elinden. Bir karar söz konusudur burada, kaçıp kurtulabilme olasılığı olmayan bir karar. İçinde korkunç bir ıstırabın, dünyada eşi olmayan bir ıstırabın bulunduğu bir karar. Savaşta bir eri getirip, topun namlusunun önüne koyup üzerine ateş edin. Erin içinde hâlâ bir kurtulma umudu vardır. Ama aynı ere ölüm cezasına çarptırıldığı kararını okuyun, ya aklını yitirir ya da ağlamaya başlar. İnsan doğasının buna aklını yitirmeden katlanabileceğini kim söylemiş? Böylesine çirkin, yersiz, anlamsız bir hakarete ne gerek var? Kendisine ölüm kararı okunup acı çektirildikten sonra "Hadi git, bağışlandın" denen biri vardır belki. İşte o anlatabilir bize bunu... Bu acıyı da, dehşeti de İsa anlatmıştır. Hayır, bir insana yapılacak şey değildir bu!

Generalin odacısı bunların tümünü, yani hemen hemen tümünü böyle anlatamayacak olsa da, hepsini anladığı duygulu yüzünden bile belliydi.

— Canınız çok pipo içmek istediyse, olabilir belki, ama biraz çabuk olun, diye mırıldandı. Bakarsınız birden çağırır sizi, ortalarda yoksunuz. Bakın, şurada merdivenin altında bir kapı var, gördünüz mü? O kapıdan girin, sağda küçük bir oda göreceksiniz. Orada içebilirsiniz piponuzu. Yalnız pencereyi açın, çünkü yasaktır...

Ama prens pipo içmek için henüz çıkmamıştı ki, kapıdan elinde kâğıtlarla genç bir adam girdi. Generalin odacısı hemen kalkıp gencin kürkünü almaya davrandı. Genç adam yan gözle şöyle bir baktı prense.

Uşak neredeyse senlibenli, samimi bir tavırla,

— Gavrila Ardalionoviç, dedi, bu bay Prens Mışkin olduğunu söylüyor, hanımefendinin akrabasıymış. Çıkını elinde, trenle yurtdışından gelmiş, yalnız...

Generalin odacısı konuşmayı fısıldayarak sürdürdüğü için prens bundan sonrasını duyamadı. Gavrila Ardalionoviç dikkatle dinliyor, arada prense de büyük bir merakla bakıyordu. Sonunda uşağı dinlemeyi bırakıp hemen prensin yanına gitti.

Aşırı sevecen, kibar bir tavırla sordu:

— Demek Prens Mışkin'siniz?

Prens gibi yirmi sekiz yaşlarında, sağlam yapılı, sarışın, ortadan uzun boylu, hoş bir gençti Gavrila Ardalionoviç. Küçük bir Napolyon sakalı, zeki ve çok güzel bir yüzü vardı. Bütün bu sevimliliğinin yanında, gülümsemesinde aşırı bir kurnazlık da dikkati çekiyordu. Dişleri düzgün, inci gibiydi. Bakışı, bütün neşesine ve belirgin saflığına karşın, sabit ve araştırıcıydı.

Şöyle geçirdi içinden prens: "Tek başınayken böyle bakmıyordur, belki hiç gülmüyordur bile."

Prens, generalin oda hizmetlisine ve daha önce Rogojin'e anlattıklarının hemen hepsini çabucak bir kez de ona anlattı. Bu arada Gavrila Ardalionoviç bir şeyler hatırlamaya çalışıyordu sanki.

— Bundan bir yıl önce, hatta daha kısa bir zaman önce galiba İsviçre'den Yelizaveta Prokofyevna'ya mektup yazan siz miydiniz? diye sordu.

— Evet, bendim.

— Öyleyse sizi tanıyorlar burada, sanırım hatırlıyorlar da. Generalle mi görüşecektiniz? Hemen şimdi haber veririm kendilerine... Biraz sonra bitecek görüşmesi. Ancak siz... bekleme odasına geçseydiniz... (Sert bir tavırla uşağa döndü:) Neden burada beklettin prensi?

— Söyledim kendilerine, ama oraya geçmek istemediler...

O anda generalin çalışma odasının kapısı birden açıldı, elinde çantayla bir subay yüksek sesle konuşarak, vedalaşarak çıktı.

Çalışma odasından seslendi general:

— Orada mısın Gavrilacığım? Gelsene!

Gavrila Ardalionoviç başını eğerek prense selam verdi, çabuk adımlarla çalışma odasına girdi.

İki dakika sonra tekrar açıldı çalışma odasının kapısı, Gavrila Ardalionoviç'in çın çın öten dost sesi duyuldu:

— Buyurun lütfen prens!

Continue Reading

You'll Also Like

34.1K 1.3K 7
Lev Nikolayeviç Tolstoy (1828-1910): Anna Karenina, Savaş ve Barış, Kreutzer Sonat ve Diriliş'in büyük yazarı, yaşamının son otuz yılında kendini ins...
57.9K 1.8K 7
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı...
1.1K 68 10
İstanbul'u dinlemek ve duymak için mutlaka okunması gereken bu kitap, İstanbul üzerine yazılmış sayılı şaheserlerden. Hisar, Boğaziçi'ni mevsim mevsi...
75.3K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...