άρρητη |Tarifsiz|

By Caramio-chan

10.9K 1.1K 906

Onu ancak şairler tarif edebilirdi. Ve onu şairler bile asla tam olarak tarif edemezdi. |Chanbaek| More

Birinci Kısım
İkinci Kısım
Üçüncü Kısım
Final (M)
Güneş Yemini
Kan Damlaları

Ölüm bana baktı

1.2K 114 80
By Caramio-chan



Gözlerim masanın üzerinde duran haritaya sabitlenmiş, karşımda oturan generallerin sessizce bana bakmasını ve bir an önce onlara emir vermemi beklemiyormuş gibi yaparak sakince beklemelerini görmezden gelerek olası olan bütün durumları düşünüyordum. On dakika önce saraya ulaşan bilgiye göre Hrausyina Krallığının gemileri yaklaşık bir hafta önce sınır bölgesindeki bir sahil şehrine baskınlar düzenlemişlerdi. Tahmini gemi sayısı on beşi geçiyordu ve bu benim için, ülkem için, oldukça kötü bir durumdu.

Bir hafta içerisinde en fazla ne kadar ilerlemiş olabilirlerdi? Diğer şehirlerden bilgi gelmesi ne kadar sürerdi? Oraya çıkarılan ek birlikler vardı, ancak sadece on gemi düşünüldüğünde bile bir şehri ele geçirmeleri çok uzun sürmezdi. Ne kadar vaktim vardı?

Bir kaç saniye geçti geçmedi, toplantı odasının kapısı tıklandı ve içeriye nöbet tutan askerlerden bir tanesi girdi. Daha henüz bıyıkları terlemiş, sarı saçlarıyla orta boylarda bir oğlandı. Kaşlarım istemsizce çatıldı ve oğlanı süzmekten kendimi alamadım. Yeşil gözlere sahip, hafif yanık tenliydi. Oda Nöbetçileri'nin arasında durmaktansa eğitimde kılıç kuşanıyor olması gereken zamanları gibi duruyordu daha çok. Bu konu hakkında daha sonra Yifan ile konuşacaktım.

Bu düşüncelerden uzaklaşmaya çalışarak, askerin verdiği selamın ardından konuşmasını bekledim. Güzel bir haber için neler feda etmezdim şu anda, bilmiyordum. Beklemediğim bir anda, çok fazla şey üst üste binmişti. Bu kadar seri bir şekilde davranmaları bahanelerinin gerçek olduğunu düşündürtüyordu bana ancak Baekhyun'u düşündüğümde, anlattıklarını düşündüğümde, bu yalnızca bir bahaneydi işte.

''Sınıra komşu olan üç şehirden haberci ulaklar geldi, Kralım.''

Kalbim heyecanla attı ve hızla eğildiğim masadan doğruldum.

''Koridorun sonundaki küçük odayı açın, geliyorum.''

Masanın kenarına yaslamış olduğum altın işlemeli kına sahip olan kılıcımı alarak tekrardan belime takmak için nöbetçinin odadan çıkmasını bekledim ve o çıktıktan tam olarak üç dakika sonra arkama takılan generaller ile birlikte ulakların alındığı küçük odaya geçtim.

Odadaki sıcak havanın biraz olsun dağılabilmesi adına var olan bütün pencereler açılmış, perdeler sonuna kadar çekilmişti ve ortada toplanmış olan üç ulakla birlikte, alelacele hazırlanmış soğuk şaraplarla köşede hizmetçiler bekliyordu. Odaya sakin adımlarla girdim ve kalın mavi kumaşa sarılmış, altın işlemeleri yaldızları olan odadaki tek koltuğa rahatça oturdum. Beyaz bir ejderin dolanarak sapında bittiği, altın ve gümüşi işlemelerle kaplı olan kın yere değiyordu ve belime hafif bir baskı yapıyordu. Bu onların ilgisini birazcık çekti ancak çokta üzerinde durmadılar ve hemencecik eğildiler. Giymiş oldukları yeşil,mavi ve sarı togalar kesinlikle ulaklara yakışır türden togalar değildi ancak bu gerçekten acil bir durumdu bu yüzden hallerini çok fazla umursamadan kalkmalarını işaret ettim ve bu işaretle de aynı anda kızıl saçlı, saraya yakışır bir şekilde beyaz togaya sarılmış bir hizmetçi, gümüş bir tepside, bardağın çevresine buz parçaları kırılmış olan kırmızı bir şarap ikram etti ancak onu elimle kovaladım. Buzun sonradan eriyecek olması yazıktı ancak serin şarapla yapacağım keyif Baekhyun'nun narin ellerinin altında olacağım bir an içindi. Şuan daha önemli mevzular vardı.

''Sizleri dinliyorum.''

Sesim neredeyse yarı yarıya boş olan odada hafif bir yankı yaparak tekrardan bana dönerken ulaklar kendi aralarında bakıştılar ve yeşil togaya gelişi güzel girmiş olanı bir adım öne çıkarak tekrardan eğildi ve konuşmaya başladı. Kahve gözleri yere bakıyor ve sol eli sakalında geziniyordu.

''Illean, Tareon ve Far Malon şehirleri, ülkeye ve Kral Chanyeol'e itaat etmeye hazır, Kralım. Askerler şehirleri tutuyor ve düşmanın girmesine kesinlikle izin vermiyorlar ancak üzgünlükle belirtmek isterim ki liman ve sınır şehri olarak kabul gören Mareon çökmüştür.''

Ardından mavi togalı bir diğer orta yaşlı adam öne adım attı ve konuşmayı devraldı.

''Çıkarma yapılan askerler Mareon'a ne yazık ki yetişemediler ve bir anda gelen on sekiz geminin de şokuyla düşmesi bir saatten az sürdü, Kralım. Üzgünlükle belirtmek isterim ki.''

Son olarak da Sarı togalı olan, odadaki neredeyse herkesten kısa olan boyuyla diğer iki ulağın yanına bir adım attı ve o da tıpkı diğer ikisi gibi gözü yerde, konuştu. Kel kafası ve kısa boyuyla bir ulaktan çok başka her şeye benziyordu aslında.

''Ben Tareon şehrinden, Merilda Faon Tuana'nın aslen,'' kısa bir durak vererek başını kaldırdı ve arkamda, ayakta duran Generallare ve yanındaki diğer iki ulağa sanki onlardan rahatsızlık duyuyormuş ancak buna mecburmuş gibi konuşmasına devam etti. ''köstebeklerin başıyım.''

Salonda kısa süreli bir sessizlik olmasının ardından arkamda hafif bir kıpırdanma olduğunu hissetmiştim. Sağ elimi kaldırdım ve o henüz doğmamış ama buna oldukça yakınlaşmış olan fısıldaşmalar kesildi. Köstebek Başı olduğunu ilan eden bu yaşlıca, küçük yüzlü adamın suratı gergin duruyordu. Vücudu da oldukça gergindi ancak nefes alış verişleri bir şekilde sakindi.

Doğruyu söylüyordu.

Çıplak koridorlar gecenin karanlığında küçük mumlarla aydınlanmıştı ve koskoca sarayda yalnızca benim ve Yifan'nın ayak sesleri var gibi geliyordu kulağa. Yankılar duvara çarpıyor, keskin bir şekilde bana geri dönüyordu ve yolun bitimindeki, odamın girişinde duran şu sarışın muhafıza bir şekilde daha çok odaklanmamı sağlıyordu. Odamı tutan bir diğer muhafız, o toy çocuktan çok daha iri duruyordu ve kesinlikle sakal tıraşını yeni olmuşçasına temiz bir koku vardı etrafında. Benim geldiğimi anladıklarında bir şekilde daha dik durmayı başardılar ve hızlıca selam vererek kapıyı araladılar. Kızıl kahve saçlı iri muhafızın gözleri direk olarak arkamda kalan duvara odaklanmış bir haldeydi ve Yifan tarafından iyi bir şekilde eğitilmiş olduğu da etrafındaki auradan kendini belli ediyordu.

Diğer sarı çocuksa, bu muhafızdan bir el daha kısaydı ve gözleri titriyordu. Yüzümü sert tutarak kaşlarımı çatmaktan son anda döndüm ancak odanın içinde hafifçe sonu gözüken yatağa yani uyuyan Baekhyun'nun bu sıcakta açılan bacaklarına doğru, koridorun odaya dolan ışığı ile yağlanmış olduğu belli olan beyaz bacakları hafifçe parıldıyordu, bakar gibi olduğunu fark edince, o kadar kısa bir andı ki çocuk bir şekilde kafama takılmış olmasa fark etmezdim bile, Yifan'a kendimi tutamadan hızla döndüm ve çocukta o an gözlerini tıpkı yanında duran tecrübeli muhafız gibi arkama dikti. Küçük bir hareketle başımı çocuğa doğru devirdim ve anlamasını bekledim. Yifan gözlerini kırptı ve sakince teki hala kapalı olan kapıya gözlerini dikti.

Bu gece sorgu odalarından biri dolu olacaktı.

Bir şey demeden, sessizce odanın içinde adımımı attım ve kapının kapanmasını çok kısa bir an bekledim. Odaya dolan mum ışığı kesildiğinde, yalnızca ayın aydınlattığı geniş odada benim dünyamı aydınlatan parıltıma doğru yürüdüm.

Benim yastığıma sarılmıştı ve hafifçe uzamış saçları beyaz, kuş tüyü yastığa dağılmıştı. Dudakları nemli duruyordu ve kesinlikle ağlamış gibi gözüküyordu kapalı gözleri.

Yatağa yönelmeden hemen önce ayağımdaki sandaletlerimi hızlı ancak bir o kadar da sessiz olmasına özen göstererek çıkardım ve Baekhyun'nun yanına tırmandım. Yatak biraz içe doğru göçmüş ve değerlimin tek eli sarıldığı yastıktan kurtularak önüme doğru savrulmuştu. Uykusunun ağırlığı yeniden kendisini gösterirken gülümsedim. İlk geldiği günlere kıyasla daha fazla uyuyordu ve daha güzel yemek yiyordu. Bedeni sanki kendine gelmiş gibiydi ve gözleri her daim parıldıyordu. Dudaklarımda engelleyemediğim bir gülümseme oluştu ve elimin tersiyle, uyandırmamaya özen göstererek yanaklarını okşadım. Ona bir şey olmasına, zarar görmesine asla izin vermeyecektim. Ne olursa olsun. O her kim olursa olsun.

Biraz öyle durduktan sonra yeniden ayağa kalktım ve ayaklarımın çıplak mermere basmasına aldırmadan önce sıkıca bağlanmış kemer tokasını ve ardından kemerin iyice yağlanarak fırçalanmış olan derisini çıkararak odanın kenarına koydurduğum minderlerin üzerine öylece bıraktım. Ardından üzerime sarılmış toga kolayca ayaklarımın dibine düşmüştü bile. Gerilmiş vücudum, şehrin havası her ne kadar sıcak olursa olsun akşamın serinliği ile beraber titremişti. Omuzlarım saatlerce olan tartışmaların ardından kasılmıştı ve iyi bir masajın ardından gelen uzun bir uykuya ihtiyacım vardı. Derin bir iç çekiş dudaklarımın arasından kaçtığında, bir çift gözün üzerimdeki ağırlığını hissederek yataktan tarafa döndüm.

Baekhyun gözlerini açmış, yastığa yeniden sarılmış ve yüzünü benden tarafa dönerek beni izliyordu. O küçük, kırmızı dudaklarında minik bir gülümseme peyda olmuştu ve kahve gözleri ay ışığının altında nemli duruyordu.

''Hoşgeldin.''

Fısıltıyla söylemesi, tüylerimi diken diken etmesiyle birlikte oldukça uzun gelen bir günün sonunda onun sesini duyabilmek beni aynı anda rahatlattı. Yüzünde oldukça tuhaf bir hüzün gizlenmeye çalışıyor gibiydi ve sesi geceyi rahatsız etmek istemez gibiydi.

''Hoşbuldum.''

Bende ona uydum ve fısıldadım. Söyledikten sonra bacaklarını biraz daha kendisine çekmiş ve yastığa biraz daha fazla yaslanmıştı. Burnunu çekti ve bende kaşlarımı çattım. Üzerime bir şey almadan, sadece içliğimle kaldığımda sonunda tekrardan yatağa tırmanmıştım. Gözleri üzerimde, her hareketimi kaçırmadan takip etmeye çalışıyordu. Tıpkı onun gibi yatağa uzandım ve kenara iteklenmiş pikeyi iyice üzerimize örttüm. Ona mümkün olduğunca yaklaşmışken, görmezden gelerek iteklediği bir diğer şeyi, onun yastığını aldım ve benim yastığıma sarılmasına devam etmesine izin verdim. Şu şekilde dururken, ona istediği her şeyi yapması için izin verebilirdim.

Elimin biri beline sarılırken bacaklarının gevşemesini ve benimkilere dolanmasını hissettim. Diğer elim yeninden yanağını bulmuştu ve gözlerimiz birbirinden ayrılmıyordu. Ne o benim, ne de ben onun hiç bir hareketini kaçırmak istemiyor, odaya dolan ışık ne kadar az olursa olsun sanki ikimizden biri deniz köpüğü gibi kaybolacakmışcasına her şeyi hafızamıza kaydediyorduk.

Gözleri dediğim gibi, bir hüznü saklamaya çalışıyordu. Onu mümkün olduğunca iteklemeye ve şuanda kollarımın arasında olmasından gelen mutluluğu yaşamaya çalışıyordu. Ruhunda bir huzur parçası mayalanmıştı, hissedebiliyordum. Ama ne o huzur yüzüne vurabiliyordu ne de hüznü tamamen toprak altına atabiliyordu. Beni endişelendiriyordu. Elimde olamadan, bu güzel sessizliğinden içinden geçerek sesimi çıkardım.

''Ne oldu?''

Dudaklarında yer etmeye çalıştığı gülümseme silinir gibi oldu ve gözlerini gözlerimden alarak başını boynuma sakladı. Nefesi tenime çarpıyor ve güzel kokusunu kendisine hapsediyordu. Onu kendime biraz daha çekmeye çalıştım ve en sonunda tüm vücudu vücuduma değdi. Artık dudakları bile belli belirsiz tenimi okşuyordu. Ne güzel bir okşamaydı bu, sanki bütün gerginliğimi almıştı.

''Hiç bir şey, önemsiz.''

''O halde önemsiz şeyler için üzülmeyi bırak, bir tanem. Veyahut söyle bana, böyle önemsiz şeylerle uğraşma.''

Yeniden gülümsediğini hissettiğimde içimde minik mutluluk patlamaları oluştu ve elimde olmadan bende gülümsedim.

''Artık üzülmüyorum.'' Söylediğinde, başımı biraz geri çekerek yüzüne bakmaya davrandım. Önce herhangi bir tepki vermeden, öylece durmaya devam etmişti ancak en sonunda yüzünü kaldırıp o da bana baktığında ikimizinde suratında güzel birer gülümseme vardı. ''Sen buradasın ya yine, her gece. Kollarımda. Artık üzülmüyorum.''

Fısıldayışı öyle sessizdi ki, öyle güzel. Odanın karanlık duvarlarına ulaşamamıştı bile belki. Sanki onlardan bile sakınıyordu sözcüklerini, sesini. Sanki sadece bana saklıyordu.

Başımı hafifçe eğmiş, dudaklarımı dudaklarına kıpırtısız bir öpücük için yaslamıştım. O da öylece durdu ve bana her zamanki gibi izin verdi. Sonra alt dudağını hafifçe emerek geri çekildim ve uyuyabilmek adına bu sefer ben yasladım başımı boynuna. En huzurlu yerimdi o benim. Belki de aslında, tek huzurumdu.













Karanlık gecenin sonunda, gözümü tekrar araladığımda dışarıdan gelen kırmızı ışıklar odanın içine hafifçe yansıyor ancak çok fazla duramadan tekrar geri çekilsede, sürekli deniyormuş gibi görünüyordu.

Neler olduğunu anlayabilmek için tamamen doğrulduğumda Baekhyun kucağımda hafifçe kıpırdandı ve diğer tarafa dönerek uykusuna devam etmeye çalıştı. Bir süre ona baktım. Uyandırıp uyandırmamak konusunda emin değildim ancak sonradan çokta önemli bir şey olmayacağını düşünerek, uykusuna devam etmesine izin verdim. Yeniden benim yastığıma sarılmıştı ve bu gerçekten çok tatlı bir görüntü oluşturuyordu.

Dolaptan uzun, beyaz bir togayı çıkarıp minderlerin üzerine bıraktığım kemer takımıyla hızlıca sarındım ve sandaletlerimi de giyerek odadan dışarı adımladım. Çok tuhaf bir şekilde, her zaman burada olması gereken nöbetçilerden herhangi bir iz yoktu.

Üstelik koridor tamamen sessizlik içerisindeydi. Sanki bir şekilde, bekliyor gibiydi.

Hızlı adımlarla odama uzanan koridoru geçerek ortak salona ulaştığımda bazı yerlerden gelen bağırışları duyar gibi oldum ki bu bir şeylerin ters gittiğinin en büyük sinyaliydi zaten. Ve sonunda ana salona ulaştığımda ise General Aetos'u elinde kılıçla gördüm. Oda Muhafızlar'ı salonun her bir tarafındaydı ve yerde çoğu adamla birlikte yatan bir kaç kadın bile görmüştüm. Genaral'in tam arkasında, sırtını yasladığı biri vardı ancak yüzünü seçemiyordum. Benim geldiğimi fark ettiklerinde, yanıma kılıç almadığımı fark etmiştim. Bunu onlarda fark etmiş gibiydi ve sonunda yüzünü görebildiğim kişi gözüme sürekli takılan şu sarışın muhafızdan başkası da değildi.

Herhangi bir adım atmadım. Onlarda bana doğru ilerlemedi. General Aetos'un yüzünde küçük ve kesinlikle sinir bozucu olan bir gülümseme vardı. Sarışın muhafız ise sanki orada olmak istemiyormuş gibi bir duruş sergiliyor, gözleri kaçacak herhangi bir delik bulmak istercesine dönüp duruyordu salonun çevresinde. Ancak salonun her yere açılan kapıları kapatılmıştı.

Benim odama uzanan koridorun o büyük kapısı hariç.

''Senden böyle bir şey beklemediğimi söylemem gereken, tebrik ederim.''

Söylediklerim onu mutlu etmiş gibi gülümsedi ve sanki bana hala bağlıymış gibi hafifçe eğildi.

''Sizi şaşırtabildiysem ne mutlu bana, Kralım.''

Gösterdiği sahte sevgi midemi bulandırırken, odama başka türlü gidemeyecekleri bu koridorun önünden ayrılmadım. Baekhyun hala oradaydı ve her şeyden habersiz yatağımızda uyuyordu. Tek ümidim, odamla bağlantılı olan o neredeyse bir orman büyüklüğündeki bahçeyi geçmeye cesaret edememeleriydi veya belki de bunun akıllarına bile gelmemesiydi.

General Aetos herhangi bir şekilde hareket etmediğimi fark ettiğinde yüzünde olmuş olan sırıtma daha da büyüyerek bir gülümsemeyi ortaya çıkarttı ve en sonunda kahkaha atmıştı. Elindeki kılıcı yere sürterek bana doğrı yaklaşmaya başladı. Kılıcının kabzasında beyaz pırlantalar işlenmişti ve artık ne olduğunu anladığım dışarıdan gelen ışıkla hafifçe parıldıyordu. Sarayı ateşe vermişlerdi. Bu nedense komiğime gitti ve gülmeden edemedim.

Buna biraz bozulmuş gözükmüştü.

''Her ülkeyi dizine yatırmış genç Kral Park Chanyeol, kendi General'i tarafından tahtından ediliyor. Bu nasıl bir his acaba?''

Vücudumu gevşettim ve tek elimi belime atarak başımı yana yatırdım. Kraliyet yüzüğünü yatmadan önce çıkarmayı unuttuğum gibi, halen orada durduğunu yeni fark etmiştim ve bunu General de fark etmişti. Gözü ona bir kaç saniye takılır gibi olduğunda kendisini hemen toparladı. Sarışın nöbetçi hala ilk gördüğüm yerde duruyordu.

''Şuanda, aslında senin Hrausyina Krallığından gelme bir yetim olduğunu hatırladığım kadar şaşırtıcı General Aetos. Eğer gerçekten merak ediyorsanız.''

Sarışın olandan küçük bir şaşırma nidası duyduğumda bu hoşuma gitti ve yüzümdeki gülümseme büyüdü. Onun kavruk teniyle, Titaniana İmparatorluğunda doğup büyüdüğü oldukça belli oluyordu. General Aetos ise beyaz yanağında kırmızı bir savaş yarası ile bu ülkede gittiği her yerde parıldıyordu.

''Bunu duyduğuma sevindim Kralım, emin olabilirsiniz.''

Ve sözünü bitirdiğinde sağ ayağından destek alarak ileri atıldı. Gerçekten de işimi bitirmek istiyordu. Ancak gelen kılış darbesinden kendimi geriye ittim ve dönerek onun arkasına geçtim. Dizleri bükülmüş, görüş açımda duruyordu. Fakat ben daha hamle yapamadan kılıcını geri savurdu ve eğilmek zorunda kalarak kendimi yeniden geri attım. Beni giderek koridordan uzaklaştırıyor, ana salonun ortasına çekmeye çalışıyordu.

Elimde kendimi savunabileceğim bir şey olmadan, bir süre benimle kılıç dansını yapmaya çalıştı. Ben sadece kendimi geriye itiyor, koridora ulaşmaya çalışıyordum. O ise çabamı fark etmiş görünerek beni sürekli salonun ortasına çekmeye uğraşıyordu. Sarışın muhafız yerinden hareket edene kadar onunla gerçekten de oynadım ve beni bir çocuk gibi görmesini sağladım. Tam on üç kere yerden alabileceğim herhangi bir kılıcın yanından öylesine geçip gitmiştim ve muhafız hareket ettiğinde onun istediği gibi kendimi oraya doğru savurdum. Muhafızın yüzünde bir süredir belli olan ve gittikçe de büyüyen bir kararsızlık vardı. Ancak General Aetos tamamen bana odaklandığından, bazı şeyleri sırtına yüklediği ve çok büyük ihtimalle yaptığı şeyin onu onurlandıracağına inandırmış olduğu çocuğu unutmuştu bile.

''Bir çocuk gibi kaçmaya devam mı edeceksiniz, Kralım? Onurlu bir ölüm olabilmesi için durup kılıç almanıza izin vermemi ister miydiniz?''

General gülerek söyledi ve gerçekten de durmuş göründü. Sonra aslında arkamda kalması gereken muhafızı aradı gözleri. Bu ona orada olmaması gereken bir panik vermişti.

''Buna sevinir miydim bilmiyorum, sanırım pek adil olmazdı General Aetos.''

''Beni hala General diye çağırmanız çok şaşırtıcı, Kralım. Çoktan asılma emrimin gelmiş olacağını düşünürdüm.''

''Ne yazık ki elime henüz bunu yazabileceğim bir parşömen ve mürekkep gelmedi ama en kısa zamanda yayınlanacağından emin olabilirsin, tabii muhafızlar sana bunu haber verir mi bilmiyorum.''

Dediklerime neredeyse kahkaha atıyordu. Neredeyse. Ancak kapatılan kapılara vurulmaya başlanmış yumruklar onu kendisine getirdi ve gözleri önce kapılara, ardından da görevlendirdiği sarışın çocuğa kaydı. Çocuk elinde bir kılıçla, öylece duruyordu kenarda. Sarışın çocuk kendisine bakıldığını fark edince yerinden sıçramıştı adeta ve elindeki kılıcı titrettiğini bile fark etmeden bana doğru adım atmaya çalıştı. Ancak ben onun Kralıydım. Gözlerindeki tereddütten, hala daha öyle olduğum da açıkça belli oluyordu.

Üstelik çocuk açık olan tek kapının yakınındaydı.

''Eğer sana söyleyeceğim şeyi yaparsan şayet, bundan sonrası için canın bağışlanır, sarı çocuk.''

Çocuk yutkundu ve General Aetos sessizlikle bekledi. Gözleri taş kadar sertti, bir kaya kadar da soğuk duruyordu. Yüzündeki iz kırmızı kırmızı parladı.

''Odama kılıçsız bir halde gideceksin. Girdiğin zaman anlayacaksın.'' Dediğimle General Aetos kaşlarını çatmıştı. Anlamlandırmaya çalışıyor gibi görünüyordu, henüz evli olmadığım için oda şuan boş olmalıydı haliyle. Eh, beni gerçekten tanıyacak kadar çok kalmamıştı sarayda ve görünüşe göre de seçmiş olduğu çocuk ona tam anlamıyla bağlanmış değildi.

Çocuk kılıcını hızlıca yere fırlattı ve koridora doğru koşmaya başladı, her şey bir anda gerçekleşmiş gibiydi. Kılıcın yerle buluşması, ardından çınlayan metalin sesi ve kapıların kırılışı. General Aetos sinirle bağırdı ve kılcını tıpkı bir mızrak gibi kullanarak bana fırlattı.



Nasıl anlatılır bilmiyorum. Hani söylenir ya, insanlar ölmeden hemen önce bütün yaşantıları gözlerinin önünden geçermiş. Babam çok bahsederdi bundan. Bütün hayatımı görürdüm derdi, savaşırken. Onun için, mızrağının ucunda sadece düşmanının hayatı durmazdı. Aynı zamanda kendi hayatını da koyardı oraya. Biliyordum derdi, bir gün taşıyamacağım. Gözlerimin önünden herkes geçerken, öldürdüğüm herkes gelip geçerken bir gün ağır gelecek derdi. Haklıydı.

Kendime dürüst olmam gerekirse, asla öyle bir şey hissettiğimi hatırlamıyorum. Sanki ben asla ölmeyecekmişim gibi, sanki kılıcımın ucunda yalnızca onların hayatı varmış gibi. Sadece onlar ölecekmiş gibi.

İşte böyle bir şeydi. Bir tür farkındalık anıydı ve bir tür sondu sanki. Bütün hayatım yavaşça gözlerimin önünden geçip gidiyor ve bende öylece bana doğru gelen kılıca bakıyordum. Onun o sivri ucuna. Kanlı ucuna.

Benim ölümüm, bir kılıcın kanlı ucuna asılıydı.

Babamı gördüm sanki, Yifan'nın babası da yanında duruyordu. Bana kılıç tutmayı, savaşmayı ve sevmeyi öğreten iki adam yan yanalardı. İkisi de saray bahçesine kurulmuş salıncaklarda oturuyorlar, ellerinde tuttukları soğuk şaraplar eşliğinde bir şeyler konuşuyorlardı. Ne dediklerini duyamıyordum. Kulaklarım uğulduyordu sanki.

Babamın hemen önünde annem çimenlerin üzerine oturmuş, hiç bir zaman doğru dürüst yapamayacağı bir çiçek tacı örmeye çalışıyordu. Bir an babama baktı ve ona gülümsedi.

Sonra Yifan ve Kyungsoo'yu gördüm. Yifan önümde nefes nefese duruyordu. Antrenman salonundaydık. Kyungsoo onun arkasında, uzakta bir yerde ayakta bizi bekliyordu. Artık bırakmamız gerektiğiyle ilgili söyleniyordu.

Böyle anlar gözümün önünden geçip giderken uyuyan bir yüzü seçer gibi oldum. Bembeyaz teniyle, yatak odamın dağılmış çarşafları arasında uzanıyordu. Ellerinden biri yastığıma sarılmış, diğeriyle de bana uzanmaya çalışır gibiydi. Sonra gözlerini açtı ve gülümsedi. Bu öyle bir gülümseyişti ki, bana her şeyi unutturuyordu. Sanki ondan başka bir şey kalmamıştı. Kulaklarım hala uğulduyordu. Ancak o dudaklarını araladı, ve ismimi fısıldadı.

''Chanyeol.''

Sesi tüm bu uğultuyu bir ok gibi yarıp geçmişti. Sanki gözlerimin önünde düşen tüm sis dağılmış, sanki yeni bir güne uyanmıştım. Bu gerçekten de bir farkındalık anıydı.

Henüz ölemeyeceğimi anladığım bir farkındalık anı.



Kılıç hala bana doğru geliyordu ve sanki zaman yeniden eski hızına kavuşmuş gibiydi. Kapılardan bir kaçını sonunda kırabilen askerler içeri doluşmaya başlamış, dışarıda kalan yangın dumanı içeri sonunda girebildiğine sevinmiş gibi dalgalanıyordu. Duvarın arkasında kalan boğuk bağırışlar artık sonunda duyuluyordu.

Kendimi yana doğru savurdum. Kılıç omzumun üzerinden büyük bir hızla geçmiş, arkada bir yerlerde duvara çarpmıştı. Omzuma küçük bir sıcaklık yayılır gibi oldu. Ancak umursamadım ve gelen acıyı göz ardı ederek bu sefer gerçekten öldürmek için koştum.

İçeri giren askerlerin çoğu neler olduğunu anlamamıştı. Hepsi öylece durmuş, bir General Aetos'a bir de ona doğru koşan bana bakıyorlardı. Odama yolladığım sarışın çocuk hala geri dönmemişti.

General Aetos'da kılıçtan nasıl kaçtığıma şaşırmış bir halde duruyordu. Ancak çabucak bu halinden kurtuldu ve koşarken yere eğilip bir kılıç kapan bana eşlik ederek o da bir tane buldu. Kılıçlarımız çarpıştığında, ve ikimizde birbirimize bağırdığımızda askerler neler olduğunu sonunda kavramışlardı ve etrafımızı sarmışlardı.

''Gerçekten ölmek istiyor musun? Bağışlanma şansın her zaman olacak.''

General güldü ve bir itişten sonra geri çekilerek yeniden bana doğru atıldı. Onu çevik bir hareketle karşılamıştı. ''Benim için bu yalanlardan çok daha büyüğü gerekecek, Kralım.''

An sonra, askerlerden biri tıpkı onun yaptığı gibi kılıcını fırlattı. Ben kendimi geriye atarken, general ne olduğunu tahmin edermiş gibi gülümsedi ancak hiç bir şey yapmadı ve kılıç sırtından girip göğsünden çıkarken gülümsemeye devam etti. Ne hissettiğini tahmin edebiliyordum. Ancak neden gülümsediğini, yangın etrafımızda çatırdamaya devam ederken hala tahmin edemiyordum.

Bir kaç gün sonra General'in aslında Hrausyina Krallığı'nın Kralı olduğu anlaşıldı. Krallık tamamen tepetaklak olmuştu ve onun ölümüyle babamın intikamını gerçekten almış olmuştum. Kanlı ellerimden akıp giden su kırmızı rengini alırken, gözlerimin önünden asla gitmeyecek olan gülümsemesi hatıralarıma asılmıştı. Hrausyina Krallığı bütün askerlerini çekti ve saraydan kaçarken yakalanan tam tamına 13 muhafız yakalandı. Suçlarını itiraf ettikten sonra hepsi meydanda asılmıştı.

Ve şimdi Baekhyun, gün ışığım, hayatım kollarımda gecenin karanlığında gözlerini kapatmış dinleniyordu. Yangından beri üç hafta geçmesine rağmen onu asla yalnız bırakmıyordum. Bunu ne o istiyor, ne de ben müsaade edebiliyordum. Göğsü hafifçe, nefes aldıkça yükselip tekrardan yerini buluyordu. 

Bir kaç dakika öyle durduktan sonra yeniden gözlerini açmış, gecenin tüm detaylarıyla gözlerimize serdiği yıldızlara bakmaya başlamıştı. Yıldızların ışığı aynı zamanda gözlerine yansıyor, bir de yeniden orada hayat buluyorlardı.

İşte böyle bir gecede, ben ölümün yalnızca kılıcımın ucunda değil, bir çift gözün kirpiklerinde de asılı durduğunu anladım.

Sonra ölüm bana baktı, ve bende onu hiç bırakmadım.





                                                                                                                                                          Son



Selammm ldmflksf Valla bölümü öyle uzun aralıklarla yazdım ki şuan kontrol etmeye hiç mecalim yok çünkü kontrol edersem bir yerleri silip tekrardan yazmaya karar verme ihtimalim %6789 falan:'D

Sonunda bu hikayemin sonuna gelebildiğim için mutluyum. Umarım sizlerde memnunsunuzdur. Son biraz havada asılı kalmış olabilir ancak ben bu sefer istiyorum ki geri kalan her şey sizin hayal gücünüze kalsın. 

Ki aslında bunlara yapmak istediğim daha tonla şey var sdlfmsld mesela meselaaa chanın artık evlenmesi gerektiği ve çocuk sahip olması gerektiği sonra bir primses bulmaları buna sonra baek triplere girecek falan filan flsmfls 

Belki yazarım belki yazmam ama çok büyük ihtimalle yazmam lsdkmfsklf yoruldum sdlkfmsf Bu hikayeye destek veren ve uzun aralıklara rağmen bekleyip okuyan yorum yapan herkese çok teşekkür ederim iyi ki varsınız :* 

Şimdi reklam gibi olacak ama bu hikayeme de yakında başlayacağım ehehe kendisine bölüm biriktiriyorum şu aralar >< desteğinizi bekliyorum, sizleri seviyorum >< 

           şu 3 gözüken şey taslaklarda olanlar şşşşşş 

Continue Reading

You'll Also Like

888 55 12
vampir kardeşler insan min yoongi 'yi gözüne kestirmiştir bottom;yoongi seme ; V. Jk.
2.5K 100 3
Taejin'e ait oneshotlar 🦋 (Smut bulunur! Rahatsız olursanız okumayın lütfen.!!)
1.6K 228 11
Yoongi yeni taşındığı evde hoseok ile tanışır
1.5K 85 11
herkezin korktuğu asabi ve sinirli kralın oğlu Min yoongi ölmek üzere olan park jimin'i kendisi için özel kılar