Seçme Öyküler

By WattpadClassicsTR

10.4K 192 33

Mark Twain 1835 yılında Missouri'nin Florida kentinde doğdu. Missisipi ve ve Amazon nehirleri boyunca gemiler... More

Gizemli Yabancı: 1
Gizemli Yabancı: 2
Gizemli Yabancı: 3
Gizemli Yabancı: 4
Gizemli Yabancı: 6
Gizemli Yabancı: 7
Gizemli Yabancı: 8
Gizemli Yabancı: 9
Gizemli Yabancı: 10
Gizemli Yabancı: 11
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 1
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 2
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 3
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 4
ESKİMO KIZIN AŞK ÖYKÜSÜ
CALAVERAS COUNTY'NİN ADI KÖTÜYE ÇIKMIŞ SIÇRAYAN KURBAĞASI
1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT

Gizemli Yabancı: 5

251 8 0
By WattpadClassicsTR

5

Dördüncü gün müneccim, koyaktaki yıkık dökük kulesinden çıkıp geldi, sanırım haberi orada almıştı. Bizimle güzel bir konuşma yaptı, anlatabileceğimiz her şeyi ona anlattık, çünkü ondan çok korkuyorduk. Orada bir süre kendi başına düşünerek öylece oturdu, sonra şunu sordu:

"Kaç duka demiştiniz?"

"Bin yüz yedi, efendim."

Sonra kendi kendine konuşuyormuş gibi şöyle dedi: "Hiç gö-rül-me-miş bir şey bu. Evet... çok garip. Tuhaf bir rastlantı." Sonra bazı sorular sormaya başladı, olayı bize başından sonuna kadar yeniden anlattırdı, biz de ona yanıtlar verdik. Sonunda şöyle dedi: "Bin yüz altı altın duka. Büyük bir miktar bu."

"Yedi," dedi Seppi, onun söylediğini düzelterek.

"Ah, yediydi, öyle mi? Bir duka az ya da çok olmuş, bunun hiç önemi yok, ama daha önce bin yüz altı demiştiniz."

Ona yanıldığını söylemek bizim açımızdan sakıncalı olurdu, ama biz onun yanıldığını biliyorduk. Nikolaus, "Bu yanlış için bizi bağışlamanızı diliyoruz, ama biz yedi demek istemiştik." dedi.

"Aaa, bunun hiçbir önemi yok delikanlı; yalnızca, bu uyuşmazlık benim gözümden kaçmadı. Aradan birkaç gün geçti, her şeyi tamı tamına anımsamanız beklenemez. Sayıları belleğe kazıyacak özel bir durum yoksa insan yanılgıya düşebilir."

Seppi hevesle öne atılarak, "Özel bir durum vardı efendim." dedi.

"Neymiş bu durum, oğlum?" diye sordu müneccim, aldırmaz bir havayla.

"Önce yığın yığın duran sikkelerin hepsini sırayla saydık, her seferinde aynı sayıya ulaştık – bin yüz altı. Ama sayma işlemi başladığında, ben birini şaka olsun diye sakladım, sonra çıkarıp yeniden yerine koydum ve, 'Sanırım bir hata oldu – bin yüz yedi tane var, bir daha sayalım.' dedim. Yeniden saydık ve elbette ben haklı çıktım. Herkes şaşırdı, sonra da ben bunun nasıl böyle olduğunu anlattım."

Müneccim, dönüp bize böyle olup olmadığını sordu, biz de öyle olduğunu söyledik.

"Bu, durumu açıklıyor." dedi müneccim. "Şimdi hırsızın kim olduğunu biliyorum. Çocuklar, bu para çalınmıştı."

Sonra çekip gitti, bizi büyük bir endişe içinde, ne demek istiyor acaba diye düşünerek merak içinde bıraktı. Bir saat kadar bir süre içinde, bunun nedenini anladık, çünkü artık köyün dört bir yanında Peder Peter'in müneccimden çok büyük miktarda para çalmış olduğu için tutuklandığı konuşuluyordu. Herkesin dili çözülmüştü, herkes ağzına geleni söylüyordu. Çoğu, Peder Peter'in böyle bir şey yapacak kişilikte biri olmadığını, bu işte bir yanlışlık bulunduğunu söylüyordu, ama bazıları da başlarını iki yana sallayarak, sefaletin ve gereksinmenin, zorluklar içindeki bir insana her şeyi yaptırabileceğini söylüyordu. Tek bir ayrıntı konusunda hiçbir görüş ayrılığı yoktu, herkes Peder Peter'in paranın nasıl eline geçmiş olduğu hakkında anlattıklarının neredeyse inanılmayacak şeyler olduğu konusunda aynı görüşü paylaşıyordu. – bu, öylesine olmayacak bir şey gibi görünüyordu ki! Bu insanlar o paranın müneccimin eline de buna benzer bir yolla geçmiş olabileceğini, ama Peder Peter'in eline hiçbir zaman bu yolla geçmiş olamayacağını söylüyorlardı, hiçbir zaman! Biz de artık acılar içinde kıvranmaya başlamıştık. Peder Peter'in tek tanıkları bizdik, onun uydurduğu bu inanılmaz masalı desteklememiz için bize ne kadar para ödemiş olabilirdi acaba? İnsanlar bu gibi şeyleri bizimle dürüstçe, açık açık konuşuyorlardı, bizse anlattıklarımıza inanmaları için onlara yalvardığımızda, bizimle bol bol alay ediyorlardı. Anne babalarımızsa herkesten daha sert davranıyorlardı bize. Babalarımız ailelerimizin onurunu lekelediğimizi söylüyor, kendimizi bu yalandan kurtarmamızı buyuruyorlardı, biz gerçeği anlattığımızı söylemeye devam edince de öfkeden deliye dönüyorlardı. Annelerimiz karşımızda ağlıyor, aldığımız rüşveti geri vermemiz için yalvarıyor, adımıza sürdürdüğümüz lekeden kurtulmamızı istiyor, ailelerimizi bu utançtan kurtarmamızı söylüyor, ortaya çıkıp onurlu bir biçimde her şeyi itiraf etmemiz gerektiğini belirtiyorlardı. Sonunda öylesine endişelendik, öylesine bezdirildik ki her şeyi başından sonuna kadar anlatmaya çalıştık. Şeytanı ve her şeyi – ama hayır, anlatamıyorduk. Bütün bu süre boyunca Şeytan'ın çıkıp geleceğine ve bizi bu dertten kurtaracağına inanıyorduk, ama ondan da hiçbir haber yoktu.

Müneccimin bizimle konuşmasının üstünden daha bir saat bile geçmeden Peder Peter hapse atılmıştı, paralar bir yere konup mühürlenmiş, yasa koruyucuların eline teslim edilmişti. Paralar bir torbanın içindeydi, Solomon Isaacs, saydığından beri paralara hiç dokunmadığını söyledi, bunların o paralar olduğunu, miktarının da bin yüz yedi duka tuttuğunu doğrulaması için kendisine yemin ettirildi. Peder Peter kilise mahkemesinde yargılanmak istediğini söyledi, ama bizim rahibimiz Peder Adolf, kilise mahkemesinin görevden alınmış bir rahibi yargılamaya yetkisi bulunmadığını belirtti. Piskopos da onun bu görüşünü destekledi. Böylece mesele halledilmiş oldu, davanın duruşması sivil mahkemede yapılacaktı. Mahkeme bir süre toplanmayacaktı. Wilhelm Meidling, Peder Peter'in avukatı olacak, elbette elinden geleni yapacaktı, ama bize gizlice bunun kendisi açısından savunulması zor bir dava olduğunu, karşı tarafın gücünün ve önyargılarının davanın olumlu sonuçlanmasına engel olacağını söyledi.

Böylece Marget'in yenilerde kavuştuğu mutluluk da çabucak uçup gitti. Dostlarından hiçbiri onun acısını paylaşmak için gelmedi. Hiçbirinin gelmesi de beklenmiyordu zaten, Marget'in partiye daveti de imzasız bir notla iptal edildi. Ders almak için gelecek öğrenci de kalmamıştı. Marget kendisini nasıl geçindirebilirdi? O evde oturmaya devam edebilecekti, çünkü o sırada zavallı Solomon Isaacs'ın elinde değil de hükümetin elinde bulunsa bile, ipotek parası ödenmişti. Peder Peter'in aşçısı, oda hizmetçisi, kâhya kadını, çamaşırcısı, başka her şeyi olan, ayrıca Marget'e sütninelik yapmış olan yaşlı Ursula, Tanrı'nın kendilerine yardım edeceğini söylüyordu. Ama bunu alışkanlık gereği yapıyordu, çünkü o iyi bir Hıristiyandı. Aslında durumu düzeltmeye kendisinin yardım edeceğini söylemek istiyordu, bunu yapmanın bir yolunu bulabilirse, kesinlikle yapacaktı.

Biz çocuklar gidip Marget'i görmek ve ona dostluğumuzu göstermek istiyorduk, ama annelerimiz, babalarımız cemaatin duygularını incitmekten çekiniyor, gitmemize izin vermiyorlardı. Müneccim kapı kapı dolaşıyor, herkesi Peder Peter'e karşı kışkırtıyordu, onun sefih bir hırsız olduğunu, kendisinden bin yüz yedi altın duka çaldığını anlatıyordu. Onun hırsız olduğunu bundan dolayı bildiğini söylüyordu, çünkü kendisinin kaybettiği ve Peder Peter'in "bulmuş" gibi yaptığı paranın miktarı tam olarak bu kadardı.

Bu felaketten sonraki dördüncü gün yaşlı Ursula bizim evin önünde belirdi, yıkanacak çamaşır var mı diye sordu, Marget'in onurunu korumak adına bu sırrı saklaması için anneme yalvardı, sırrı öğrenirse Marget bu girişimine hemen son verirdi, oysa Marget yiyecek şey bulamıyor, zayıf düşüyordu. Ursula'nın kendisi de güçten düşüyordu, bu her halinden anlaşılıyordu, kendisine ikram edilen yiyecekleri kıtlıktan çıkmış gibi yedi, ama alıp eve yiyecek götürmesi için ikna edilemiyordu, çünkü Marget hayır için verilen yiyecekleri kesinlikle yemiyordu. Ursula yıkamak için biraz çamaşır alıp ırmağa gitti, ama biz pencereden onun çamaşır tahtasını kaldıracak gücü bile kalmamış olduğunu gördük, ırmaktan geri çağırıldı kendisine biraz para teklif edildi, ama Marget kuşkulanır diye Ursula o parayı da almak istemedi, sonra yolda buldum diye bir açıklama getireceğini söyleyerek parayı aldı. Yalan söylemiş olmaktan ve ruhunu lanetlenmekten kurtarmak için, parayı benim elime verip kendisi beni seyrederken yere atmamı istedi, sonra benim parayı attığım yere gidip parayı orada buldu, şaşkınlık ve sevinç içinde bir çığlık atarak parayı yerden alıp yoluna devam etti. Köydeki bütün öteki insanlar gibi o da çarçabuk sıradan yalanlar uydurup söyleyebiliyordu, üstelik bunu, söylediği yalanlara karşı kireçtaşı ve ateşle hiçbir önlem almadan yapıyordu, oysa bu yeni türde bir yalandı ve tehlikeli görünüyordu, çünkü daha önce hiç böyle bir deneyimi olmamıştı. Bir hafta süreyle uygulama yaptıktan sonra bu konuda artık hiç güçlük çekmeyecekti. Bizler böyle yaratılmışız.

Benim başım dertteydi, çünkü Marget nasıl yaşayacaktı? Ursula her gün yolda para bulamazdı – hatta ikinci bir kez bile para bulamazdı. Ben de Marget'in yanında olmadığım için utanç duyuyordum, üstelik o, dostlarına bu kadar çok gereksinme duyarken, ama bu benim annemle babamın hatasıydı, benim değil, benim yapabileceğim bir şey yoktu.

Patika boyunca üzgün üzgün yürüyordum ki birden içimde beliriveren, çok neşeli, titreşimler yaratan bir duyguyla baştan aşağı sarsıldım, sözcüklerle anlatılamayacak bir hoşnutluk duydum, çünkü bu Şeytan'ın yakınlarda olduğunun belirtisiydi. Bunu daha önce de fark etmiştim. Bir dakika sonra Şeytan yanımda belirdi, ben de ona bütün dertlerimi ve Marget'le amcasının başına gelenleri anlatıyordum. Birlikte yürürken bir dönemeçten geçtik, bir ağacın gölgesinde dinlenmekte olan yaşlı Ursula'yı gördük, kucağında sokakta bulduğu zayıf bir kedi yavrusu vardı, onu okşuyordu. Ursula'ya o kedi yavrusunu nerede bulduğunu sordum, kedinin korudan çıkıp geldiğini, peşine takıldığını söyledi, belki de bu yavrunun annesi ya da arkadaşları yoktu, bu nedenle Ursula kedi yavrusunu eve götürüp ona bakacaktı. Şeytan şöyle dedi:

"Anladığıma göre sen çok yoksul birisin. Neden birini daha besleme sorumluluğunu üstleniyorsun? Neden onu zengin birine vermiyorsun?"

Bunu duyunca Ursula irkilerek başını kaldırıp şöyle dedi: "Belki onu siz almak istersiniz. Siz zengin biri olmalısınız, bu güzel giysileriniz ve üstten bakan havanızla." Sonra da burun kıvırarak şöyle dedi: "Zenginlere verecekmişim – şu düşünceye bakın hele! Zenginler, kendilerinden başka kimseye bakmazlar, yoksullara acıyıp onlara yardım edenler yalnızca yoksullardır. Yoksullar ve Tanrı. Bu kedi yavrusunun rızkını Tanrı verecektir."

"Seni böyle düşünmeye götüren şey nedir?"

Ursula'nın gözleri öfkeyle kapanıp açıldı. "Çünkü bunu biliyorum ben!" dedi. "Tanrı görmeden tek bir serçe bile yere düşemez."

"Ama serçe gene de yere düşer. Düştüğünü görmenin neresi iyi?"

Ursula'nın çenesi oynamaya başladı, ama öylesine dehşete kapılmıştı ki ağzından tek bir sözcük bile çıkmadı. Dilini oynatacak duruma gelince bir öfke fırtınasına kapılarak, "Sen git de kendi işine bak it dölü, yoksa sopayı elime alır, seni iyice bir pataklarım!" dedi.

Ben konuşamıyordum, öylesine korkmuştum. Biliyordum ki Şeytan'ın insan ırkı hakkında zihninde barındırdığı görüşler nedeniyle, Ursula'yı oracıkta çarpıp öldürmenin onun gözünde hiçbir önemi yoktu, insanlardan "daha çok vardı", dilim tutuldu, Ursula'ya hiçbir uyarıda bulunamadım. Ama bir şey olmadı, Şeytan çok sakin duruyordu – sakin ve aldırmaz. Sanırım Ursula ona hiçbir şekilde hakaret etmiş olamazdı, bir bokböceğinin kral için bir hakaret oluşturmaması gibi. Yaşlı kadın, görüşünü dile getirdikten sonra sıçrayarak ayağa kalktı, bunu bir genç kız çevikliğiyle yaptı. Yıllardır böyle çevik bir hareket yapmamıştı. Bu, Şeytan'ın etkisiyle olmuştu, Şeytan nereye gelse zayıflarla hastalara taptaze bir esinti getiriyordu. Şeytan'ın oradaki varlığı, bir deri bir kemik olan kedi yavrusunu da etkiledi, yavru yere atlayıp bir yaprağı kovalamaya başladı. Bu olay Ursula'yı şaşkına çevirdi, orada öylece oturup kediyi seyretmeye, öfkesini bütünüyle unutarak hayretler içinde başıyla onu onaylamaya girişti.

"Ne oldu bu hayvana böyle?" dedi. "Biraz önce yürüyecek gücü bile yoktu."

Şeytan, "Sen daha önce bu cins bir kedi görmedin." dedi.

Ursula'nın bu alaycı yabancıyla dostluk kurmaya hiç niyeti yoktu, hiç de yumuşak olmayan bir havayla ona bakarak ters bir yanıt verdi: "Kim senden buraya gelip de benim üstüme saldırmanı istedi, çok merak ediyorum. Benim neyi görüp neyi görmediğimi nereden biliyorsun?"

"Dilindeki pürtükler öne doğru yatık olan bir kedi yavrusu görmedin ki sen şimdiye kadar, gördün mü?"

"Hayır – sen de görmedin."

"Pekâlâ öyleyse, bununkine bak da kendin gör."

Ursula epeyce çevikleşmişti, ama kedi yavrusu ondan daha da çevikti, bu nedenle Ursula yavruyu yakalayamadı. Şeytan şöyle dedi:

"Ona bir isim tak, belki o zaman gelir."

Ursula onu birkaç değişik adla çağırmaya çalıştı, ama kedi yavrusu hiç oralı olmadı.

"Onu Agnes diye çağır. Bu adı dene."

Yaratık bu adı duyar duymaz tepki verdi, hemen geliverdi. Ursula yavrunun diline baktı. "Aman Tanrım, söylediğin doğru!" dedi. "Daha önce hiç bu tür bir kedi görmemiştim. Senin kedin mi bu?"

"Hayır."

"O zaman nasıl oldu da adını pat diye biliverdin?"

"Çünkü bu cins kedilerin hepsinin adı Agnes'tir, başka bir ada tepki vermezler."

Ursula etkilenmişti. "Dünyanın en harika şeyi bu!" Sonra yüzünü bir endişe bulutu kapladı, çünkü kör inançları depreşmişti, o yaratığı istemeye istemeye yere bırakarak şöyle dedi: "Sanırım, gitmesine izin vermem gerekiyor, korktuğumdan değil – hayır, tam olarak böyle diyemem, her ne kadar rahip – vallahi, insanların dediklerini de duydum – gerçekten de pek çok insanın... Sonra üstelik kedi de artık epeyce iyileşti, kendine bakabilecektir." İçini çekti, şunları mırıldanarak arkasını döndü: "Öylesine güzel bir kedi yavrusu ki bu, çok iyi bir can yoldaşı olurdu – üstelik bu zorlu günlerde evimiz çok hüzünlü ve çok sessiz... Bayan Marget öyle bir yas havası içine girdi ki tam bir gölgeye dönüştü, yaşlı efendimi de hapse attılar."

Şeytan, "Kedinin gitmesine izin vermen çok yazık oldu," dedi.

Ursula hemen arkasına döndü – sanki birinin kendisini yüreklendirmesini umuyor gibiydi.

"Neden?" diye sordu, hevesle.

"Çünkü bu cins kediler insana şans getirir."

"Öyle mi? Doğru mu bu? Genç adam, bunun doğru olduğunu biliyor musun? Nasıl şans getiriyor?

"Vallahi, en azından para getiriyor."

Ursula'nın umutları kırıldı. "Para mı? Kedi para mı getiriyor? Şu düşünceye bak! Onu burada kimseye satamazsın, insanlar burada kedi satın almazlar, bedava kedi bile veremezsin onlara." Gitmek üzere arkasını döndü.

"Ben satmayı kastetmiyorum. Ondan gelir elde etmekten söz ediyorum. Bu tür kedilere uğurlu kedi denir. Bu kedinin sahibi, her sabah cebinde dört gümüş groschen bulur."

Ben yaşlı kadının yüzünden kızgınlığının artmakta olduğunu görüyordum. Hakarete uğramıştı. Bu genç çocuk onunla alay ediyordu. Ursula'nın aklından bu düşünceler geçiyordu. Ellerini cebine soktu, genç adamın ağzının payını vermeye hazırlanarak dikleşti. Öfkesi iyice kabarmıştı, yüzüne ateş basmıştı. Ağzı açıldı, dışarıya sert bir tümcenin üç sözcüğü döküldü... sonra o ağız kapandı, yüzündeki öfke de yerini şaşkınlığa, hayrete, korkuya ya da öyle bir şeye bıraktı, ellerini yavaşça ceplerinden çıkardı, açtı ve öylece tuttu. Bir elinde bana ait olan para, ötekinde de dört gümüş groschen duruyordu. Ursula, bir süre paralara dikkatle baktı, belki de groschen'ler uçup gidecek mi diye bakıyordu, sonra heyecanlı bir havayla şöyle dedi: "Doğruymuş – doğruymuş – utanıyorum ve senden beni bağışlamanı diliyorum, ah benim sevgili efendim, ey hayırsever kişi!" Sonra Şeytan'ın yanına kadar koşup Avusturya adetleri gereğince elini tekrar tekrar öptü.

Ta içinde belki bunun bir cadı-kedi ve Şeytan'ın maşası olduğunu inanıyordu, ama bunun önemi yoktu, böylece Ursula'nın verdiği sözü tutabileceği, ailenin günlük yaşamını sürdürmesini sağlayabileceği daha da kesinleşmiş oluyordu, çünkü parayla ilgili konularda, köylülerin en dindarı bile Şeytan'la yapacağı anlaşmaya, bir başmelekle yapacağı anlaşmadan daha çok güvenirdi. Ursula, Agnes'i kucağına alıp evin yolunu tuttu, ben de keşke onun ayrıcalığına, Marget'i görme ayrıcalığına ben de sahip olsaydım dedim.

Sonra hemen soluğumu tuttum, çünkü kendimizi orada bulmuştuk. Orada, salonda Marget ayakta durmuş, hayretler içinde bize bakıyordu. Zayıf düşmüş, solgunlaşmıştı, ama ben bu koşulların Şeytan'ın yarattığı hava içinde uzun süre böyle devam edemeyeceğini biliyordum, beklediğim gibi de oldu. Şeytan'ı –yani Philip Traum'u– onunla tanıştırdım, oturup konuştuk. Biz köyümüzde basit insanlardık, bir yabancının hoş bir kişiliği varsa, onunla kısa sürede dostluk kurardık. Hiçbir ses duymamış olmasına karşın, Marget bizim içeriye nasıl girdiğimizi merak etti. Traum kapının açık olduğunu, bizim de içeriye girip, o arkasını dönüp bizi selamlayıncaya kadar beklediğimizi söyledi. Bu doğru değildi, açık kapı falan yoktu, biz duvarın içinden, çatıdan, bacadan ya da işte her nerdense içeriye girmiştik, ama bunun önemi yoktu, Şeytan birinin neye inanmasını istiyorsa, o kişi o şeye inanıyordu, Marget de bu açıklamayı hemen kabul etti. Marget'in aklı zaten neredeyse bütünüyle Traum'a takılmıştı, gözlerini ondan alamıyordu, Traum öylesine yakışıklıydı. Bu da bana kıvanç veriyor, beni gönendiriyordu. Ben Traum'un biraz hava atmasını bekliyordum, ama o bunu yapmadı. Traum, yalnızca dostça davranışlarda bulunmakla ve yalanlar uydurmakla ilgileniyor gibiydi. Kendisinin öksüz olduğunu söyledi. Bu da Marget'in ona acımasına yol açtı. Kızın gözleri yaşardı. Traum, annesini hiç tanımadığını söyledi, annesi o daha küçükken ölmüştü, babasının sağlığının da çok bozuk olduğunu, söz etmeye değecek bir mülkü – aslında para edecek hiçbir şeyi – bulunmadığını söyledi, ama tropiklerde ticaretle uğraşan bir amcası vardı, bu amca çok varlıklıydı ve bir tekeli vardı, Traum desteğini bu amcasından alıyordu. İyi yürekli bir amcadan söz edilmesi bile Marget'e kendi amcasını anımsatmaya yetti, gözleri yeniden doldu. Marget ikisinin de amcalarının bir gün birbirleriyle tanışmalarını umduğunu söyledi. Bu benim tüylerimi diken diken etti. Philip de bunun olmasını umduğunu söyledi, bu da gene benim tüylerimin diken diken olmasına yol açtı.

Marget, "Belki de tanışırlar," dedi. "Sizin amcanız çok seyahat eder mi?"

"Ah, evet, her yeri dolaşır, her yerde iş bağlantıları vardır."

İşte böylece sohbet etmeyi sürdürdüler; zavallı Marget, üzüntüsünü kısa bir süre için de olsa unutmuş oldu. Bu, son zamanlarda belki de onun geçirdiği gerçekten canlı ve neşeli tek saat oldu. Onun Philip'ten hoşlandığını görüyordum, hoşlanacağını da biliyordum. Sonra Şeytan papaz olmak için eğitim görmekte olduğunu söyleyince, Marget'in ondan daha da çok hoşlanmaya başladığını görebiliyordum. Daha sonra Traum, Marget'e amcasını görebilmesi için hapishaneye girmesini sağlayabileceğini söyleyince, bu müthiş bir etki yarattı. Traum gardiyanlara küçük bir armağan vereceğini, Marget'in hep akşamları karanlık bastıktan sonra oraya gitmesi gerektiğini, hiçbir şey söylememesini, yalnızca şu kâğıdı gösterip içeriye girmesini, sonra çıkarken gene o kâğıdı göstermesini söyledi – sonra o kâğıdın üzerine garip işaretler çiziktirip kâğıdı Marget'e verdi, Marget öylesine büyük bir şükran duygusu içine girmişti ki hemen büyük bir heyecana kapılıp güneşin batacağı saati beklemeye başladı, çünkü o eski, acımasız günlerde mahpusların yakınlarını görmelerine izin verilmiyordu, bazen insanlar hapishanedeki bir yakınının yüzünü görmeden yıllar geçiriyordu. Ben o kâğıdın üzerindeki işaretlerin bir tür büyü olduğuna karar verdim, gardiyanlar ne yaptıklarını bilmeyeceklerdi, yaptıkları şeyleri de daha sonra hiç anımsamayacaklardı, bu gerçekten böyle olacaktı. Ursula şimdi başını kapıdan içeriye uzatmış şöyle diyordu:

"Akşam yemeği hazır, küçük hanım" Sonra bizi gördü ve korkuya kapıldı, bana yanına gitmem için bir işaret yaptı. Ben de gittim, Marget'e kediden söz edip etmediğimi sordu. Ben etmediğimi söyleyince Ursula'nın içi rahatladı, benden ona kediden söz etmememi rica etti, çünkü Bayan Marget olanları öğrenirse, onun uğursuz bir kedi olduğunu düşünecek, bir rahip çağıracak ve kedinin getirdiği bütün armağanları günahlarından arındırtacaktı, o zaman da artık kediden herhangi bir kazanç sağlanamayacaktı. Ben, Ursula'ya Marget'e hiçbir şey söylemeyeceğime söz verdim. Ursula'nın içi rahatladı. Sonra ben Marget'e veda etmeye hazırlanırken Şeytan araya girdi, çok çok canlı bir havayla –vallahi, kullandığı sözcükleri tamı tamına anımsamıyorum ama neyse– sonunda kendini de, beni de akşam yemeğine davet ettirmeyi başardı. Elbette Marget, utancından perişan oldu, çünkü evde hasta bir kuşu doyurmaya yetecek kadar bile yiyeceğin bulunduğunu düşünmesi için hiçbir neden yoktu. Ursula, Şeytan'ın söylediklerini duyup hemen odaya geldi, hiç de memnun olmuş bir havası yoktu. Önce Marget'in öylesine taptaze ve pespembe bir havaya bürünmüş olduğunu görünce şaşırdı ve şaşkınlığını dile getirdi, sonra Bohemce olan ana dilinde konuşarak –sonradan öğrendiğime göre– şunları söylemiş: "Onu buradan gönderin Bayan Marget, evde yeterince azık yok."

Ama Marget daha konuşma olanağı bulamadan sözü Şeytan aldı, Ursula'ya onun dilinde yanıt vermeye başladı – bu Ursula'yı da, hanımını da çok şaşırttı. Şeytan şöyle dedi: "Ben seni bir süre önce yolun aşağısında görmemiş miydim?"

"Evet, efendim,"

"Ah, buna sevindim işte, görüyorum ki beni anımsıyorsun." Şeytan bir adım atıp Ursula'nın yanına yaklaştı, fısıldayarak ona şunları söyledi: "Sana onun bir uğurlu kedi olduğunu söylemiştim. Endişelenme, o her şeyi sağlayacaktır"

Bu sözler Ursula'nın içinde bulunduğu endişeleri süngerle silmiş gibi yok etti, Ursula'nın gözleri parasal kazanç sağlamış olmanın derin sevinciyle dolarak parladı, kedinin değeri gittikçe artıyordu. Marget'nin kafası Şeytan'a yaptığı daveti bir bakıma içine sindirmekle meşguldü, bunu olabilecek en iyi yolla, kendisi için doğal bir şey olan dürüstlükle yapıyordu. Şeytan'a kendisine sunabilecekleri pek fazla bir şeyleri bulunmadığını, ama o isterse bulunanları kendisiyle seve seve paylaşmaya hazır olduklarını söyledi.

Akşam yemeğini mutfakta yedik, masada bize Ursula hizmet etti. Tavada küçük bir balık vardı, kızarmış, kıtır kıtır ve iştah açıcıydı, insan Marget'in böylesine güzel bir yemek beklemediğini görebiliyordu. Ursula balığı masaya getirdi, Marget de onu Şeytan'la benim aramda paylaştırdı, kendisine balıktan hiçbir şey almak istemedi, o gün canının balık yemek istemediğini açıklamaya çalıştı, ama sözünü bitiremedi. Bunun nedeni, tavada bir balığın daha belirdiğini fark etmesi olmuştu. Marget şaşırmış görünüyordu, ama hiçbir şey söylemedi. Belki de bunun nedeni Ursula'ya bunu daha sonra sormak niyetinde olmasıydı. Başka sürprizler de vardı: Kırmızı et, av eti, şaraplar ve meyveler – son zamanlarda bu eve yabancı olan şeyler, ama Marget hayretini gösteren bir tek söz bile etmedi, artık şaşırmış bile görünmüyordu, bu da elbette Şeytan'ın etkisiyle oluyordu. Şeytan konuşmasını sürdürdü, çok eğlenceli şeyler anlatıyordu, zamanımızı hoş ve neşeli geçirmemizi sağladı, pek çok yalan söylemesine karşın, bunun ona hiçbir zararı olmuyordu, çünkü o yalnızca bir melekti ve bunun yanlış bir şey olduğunu bilmiyordu. Melekler doğruyla yalanı birbirinden ayıramazlar, ben bunu biliyordum, çünkü onun bu konuda söylemiş olduklarını anımsıyordum. Ursula'dan yana çıkıyordu. Onu Marget'e övüyordu, gizli gizli ama Ursula'nın da duyabileceği kadar yüksek bir sesle. Ursula'nın harika bir kadın olduğunu, bir gün onunla amcasını bir araya getirmeyi umduğunu söylüyordu. Çok geçmeden Ursula, küçük kızlara özgü gülünç bir havayla kırıtarak yürümeye, aptal aptal gülümsemeye, giysisini çekiştirip düzelterek aptal bir tavuk gibi saçını başını düzeltmeye girişti; bütün bunları yaparken de Şeytan'ın söylediklerini duymamış gibi yapıyordu. Ben utanıyordum, çünkü bunlar Şeytan'ın bizi nasıl gördüğünü kanıtlıyordu: Aptal bir ırk, değersiz. Şeytan amcasının sık sık konuk ağırladığını, becerikli bir kadının bu şölenleri ele alıp yönetmesinin evin çekiciliğini iki kat arttıracağını belirtti.

"Ama sizin amcanız soylu bir beyefendi, değil mi?" diye sordu Marget.

"Evet," dedi Şeytan, aldırmaz bir havayla, "bazıları ona prens derler iltifat olsun diye, ama bağnaz değildir, onun gözünde kişisel değer her şeydir, unvanın hiçbir değeri yoktur."

Benim elim iskemlemin yanından aşağıya sarkıyordu; Agnes gelip elimi yaladı; bu hareketle bir sır açığa çıkmış oldu. Ben şöyle demeye başladım: "Bütün bunlar bir yanlış; bu yalnızca sıradan, adi bir kedi, dilinin üstündeki pürtükler içeriye doğru kıvrılmış, dışarıya doğru değil." Ama bu sözler ağzımdan çıkmadı, çünkü çıkamıyordu. Şeytan bana bakıp gülümsedi, ben de durumu anladım.

Karanlık basınca Marget bir sepete yiyecek, şarap ve meyve koyup aceleyle hapishanenin yolunu tuttu, Şeytan'la ben de bizim eve doğru yürümeye başladık. Ben kendi kendime, hapishanenin içinin nasıl bir yer olduğunu görmek isterdim diye düşünüyordum, Şeytan bu düşünceyi duydu, bir an sonra kendimizi hapishanenin içinde bulduk. Şeytan işkence odasında bulunduğumuzu söyledi. Gergili işkence aleti ve öbür işkence araçları orada duruyordu, duvarlarda da bir iki tane isli fener asılıydı, bunlar ortama loş ve ürkütücü bir hava veriyordu. Orada insanlar –cellatlar– da vardı, ama bize hiç dikkat etmediler, bu da bizim görünmez olduğumuz anlamına geliyordu. Genç bir adam bağlanmış olarak yerde yatıyordu, Şeytan bu kişinin bir sapkın olduğundan kuşkulanıldığını söyledi, cellatlar onu konuda sorgulamak üzereydiler. Genç adamdan bu suçlamayı kabul etmesini istediler, o da bunu yapamayacağını, çünkü doğru olmadığını söyledi. Sonra cellatlar adamın tırnaklarının altına art arda kıymıklar soktular, adam acı dolu çığlıklar atarak bağırdı. Şeytan hiç rahatsız olmamıştı, ama ben olanlara katlanamıyordum, bu nedenle oradan hızla uzaklaşmamız gerekti. Bayılacak gibi olmuştum, kusuyordum ama temiz hava beni kendime getirdi, bizim eve doğru yola koyulduk. Ben bunun hayvanca bir şey olduğunu söyledim.

"Hayır. Bu insanca bir şeydi. Bu sözcüğü böylesine yanlış kullanarak hayvanlara hakaret etmemelisin." dedi Şeytan, bu çizgide konuşmayı sürdürdü. "Bu, tam da sizin düzeysiz ırkınızın yapacağı bir şey – hep yalan söylerler, her zaman sahip olmadıkları erdemlerin kendilerinde bulunduğunu iddia ederler, sürekli olarak erdemlerin gelişmiş hayvanlarda bile bulunmadığını söylerler, oysa bunlar yalnızca o hayvanlarda vardır. Hiçbir hayvan, hiçbir zaman acımasızca bir şey yapmaz – bu, Ahlak Duygusu'na sahip olanların tekelinde olan bir şeydir. Bir hayvan acı verdiği zaman bunu masumca yapar, yaptığı şey yanlış değildir, onun için yanlış diye bir şey yoktur. Ayrıca hayvan acı vermenin zevkini tatmak için acı vermez – bunu ancak insan yapar. Kendisinde bulunan iki yanlı Ahlak Duygusu'ndan esinlenerek! İşlevi, hangisini yapmanın yerinde olacağını seçme özgürlüğüyle, doğruyla yanlışı birbirinden ayırmak olan bir duygudur bu. Şimdi, insan bundan nasıl bir kazanç sağlayabilir? İnsan hiç durmadan seçme yapar, on durumdan dokuzunda da yanlışı yeğler. Yanlış diye bir şey olmamalıdır, Ahlak Duygusu yoksa, yanlış diye bir şey de olamaz. Gene de insan öylesine akıl yürütemeyen bir yaratıktır ki, Ahlak Duygusu'nun kendisini canlı varlıkların en alt düzeyine indirgediğini ve bu duyguya sahip olmanın utanılacak bir şey olduğunu algılamaktan yoksundur. Şimdi kendini daha iyi hissediyor musun? Sana bir şey göstereyim."

Continue Reading

You'll Also Like

75.4K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...
59.1K 2.3K 21
Yeraltından notlar gerçek dünyadan kendini soyutlamış bir kişinin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını konu alır. Bu roman Dostoyevski'nin daha sonra ya...
74.9K 1.3K 98
Hugo, Sefiller adlı dev romanının önsözünü şöyle bitirir: "Yeryüzünde yoksulluk ve bilgisizliğin egemenliği sürdükçe, böylesi kitaplar gereksiz sayıl...
611 45 7
Uzumaki Boruto kişilik bozukluğu yüzünden akıl hastanesine girmiş 14 yaşında bir çocuk. Boruto hergün bu lanet yerden kaçmak için planlar kuruyordu...