Seçme Öyküler

By ClassicsTR

10.5K 192 33

Mark Twain 1835 yılında Missouri'nin Florida kentinde doğdu. Missisipi ve ve Amazon nehirleri boyunca gemiler... More

Gizemli Yabancı: 1
Gizemli Yabancı: 3
Gizemli Yabancı: 4
Gizemli Yabancı: 5
Gizemli Yabancı: 6
Gizemli Yabancı: 7
Gizemli Yabancı: 8
Gizemli Yabancı: 9
Gizemli Yabancı: 10
Gizemli Yabancı: 11
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 1
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 2
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 3
HADLEYBURG'U YOZLAŞTIRAN ADAM: 4
ESKİMO KIZIN AŞK ÖYKÜSÜ
CALAVERAS COUNTY'NİN ADI KÖTÜYE ÇIKMIŞ SIÇRAYAN KURBAĞASI
1.000.000 STERLİNLİK BANKNOT

Gizemli Yabancı: 2

967 21 2
By ClassicsTR

2

Biz üç oğlan –yerel mahkemenin başyargıcının oğlu Nikholaus Bauman, güzel bir bahçesi olan, gölgelik ağaçları ırmağın kıyısına kadar uzanan, korunun içinde gezi sandalları kiralanan en büyük hanın, "Altın Geyik"in sahibinin oğlu Seppi Wohlmeyer, üçüncü çocuk olarak da ben, köy müzisyenlerinin başı, keman hocası, besteci, cemaatin vergi toplama görevlisi, zangoç, daha başka bakımlardan da yararlı bir vatandaş ve herkesin saygı duyduğu kilise orgcusunun oğlu Theodor Fischer– her zaman birlikteydik, beşikten beri böyleydik, ta başından beri birbirimizi çok seviyorduk. Yıllar geçtikçe bu sevgimiz daha da derinleşti. Biz çocuklar, tepeleri ve koruları kuşlar kadar iyi tanıyorduk, çünkü ne zaman boş vakit bulsak –en azından, yüzmediğimiz, sandalla gezmediğimiz, balık tutmadığımız, buzun üstünde oynamadığımız ya da tepelerden aşağı kaymadığımız zamanlarda– çevreyi dolaşmaya çıkıyorduk.

Üstelik şatonun korusunda oynama hakkımız da vardı, üstelik bu hak çok az kişiye tanınmıştı. Bunun nedeni şatodaki en yaşlı uşağın –Felix Brandt'ın– sevgili çocukları olmamızdı, çoğu zaman onun eski günleri ve garip olayları anlatmasını dinlemek, onunla birlikte tütün içmek için (bunu bize o öğretmişti) ve kahve içmek için geceleri oraya gidiyorduk; çünkü o, savaşlara katılmış biriydi, Viyana kuşatmasında orada bulunmuştu, Türkler yenilgiye uğratılıp uzaklaştırıldıktan sonra ele geçirilen şeyler arasında çuval çuval kahve varmış, Türk esirler ona bunların ne olduğunu anlatmış, bunlardan nasıl güzel bir içecek yapılacağını öğretmiş, o da kendisi kahve içmek ve cahilleri şaşırtmak için artık yanında hep kahve bulunduruyordu. Havanın fırtınalı olduğu zamanlarda Felix bizi bütün gece orada alıkoyuyordu, dışarıda gök gürleyip şimşekler çakarken bize türlü türlü hayalet ve dehşet öyküleri anlatıyordu, meydan savaşlarından, öldürmelerden, kesip biçip sakat bırakmalardan, buna benzer şeylerden söz ediyordu. İçeride hoş ve sıcak bir hava yaratıyordu, büyük ölçüde kendi deneyimlerinde yaşamış olduğu şeyleri anlatıyordu. Kendisi zamanında pek çok hayalet görmüştü, cadılar, büyücüler de görmüştü, bir keresinde şiddetli bir fırtınada, gece yarısı dağlarda yolunu kaybetmişti; şimşeğin aydınlığında, Vahşi Avcı'nın delice esmekte olan rüzgâra, bulutların arasından çıkarak, peşinden koşan hayalet köpekleriyle birlikte öfkeyle saldırdığına tanık olmuştu, bir keresinde bir karabasan görmüştü, birkaç kez de uyurken insanların boyunlarından kan emen, onları kocaman kanatlarıyla yelpazeleyerek ölünceye kadar uyur durumda tutan o kocaman yarasayı görmüştü.

Hayaletler gibi doğaüstü şeylerden korkmamamız için bizi yüreklendiriyor, onların hiç zarar vermediklerini, yalnızca çevrede dolaştıklarını, çünkü yalnızlık çektiklerini, üzüntü içinde olduklarını, sevecenlik dolu bir ilgi ve şefkat istediklerini söylüyordu. Zamanla biz de korkmamayı öğrendik, hatta onunla birlikte gece şatonun mahzenlerindeki perili odaya indik. Hayalet bir kez ortaya çıktı, o zaman da belli belirsiz bir siliklikle yanımızdan geçti, havanın içinden sessizce kayıp gitti, sonra da gözden kayboldu, biz neredeyse bir titreme bile hissetmedik, çünkü o bize her şeyi öylesine güzel öğretmişti ki! Felix bize hayaletin bazen gece çıkıp geldiğini, yapışkan elini yüzünün üstünden geçirdiğini, ama hiç canını yakmadığını söyledi: Yalnızca sevecenlik ve ilgi istiyormuş. Ama en garip olanı, Felix'in melekler – cennetten çıkmış gerçek melekler– görmüş ve onlarla konuşmuş olmasıydı. Bu meleklerin kanatları yokmuş, giysiler içindeymişler, herhangi bir normal insan gibi davranıp konuşuyorlarmış, bir ölümlünün yapabileceği harika şeyleri yapmasalar, sen onlarla konuşurken birdenbire yok oluvermeseler, onların melek olduğunu anlamazmışsın bile, bunlar da hiçbir ölümlünün yapamayacağı şeylermiş. Felix bize onların çok tatlı ve neşeli olduklarını, hayaletler gibi iç kapayıcı ve melankolik olmadıklarını söyledi.

Mayıs'ta bir gece, yaptığımız bu tür bir konuşmadan sonra, ertesi sabah kalkıp onunla birlikte güzel bir kahvaltı ettik, sonra aşağıya inip köprüyü geçtik ve uzaklara, soldaki tepelerde çok sevdiğimiz bir yer olan ağaçlıklı doruğa çıktık, orada gölgelikte dinlenmek ve tütün içmek için yere uzandık ve o garip şeyler üzerinde yeniden konuştuk, çünkü bunlar henüz aklımızdan çıkmamıştı ve bizi etkiliyordu. Ama tütün içemedik, çünkü dikkatsiz davranmış ve çakmak taşımızla kavımızı yanımıza almamıştık.

Biraz sonra ağaçların arasından rahat adımlarla bir genç çıkageldi ve bize doğru yürüdü, yere oturup bizi tanıyormuş gibi sıcak, dostça bir havayla konuşmaya başladı. Ama biz ona yanıt vermedik, çünkü o bir yabancıydı, biz yabancılara alışık değildik, ondan çekiniyorduk. Üstünde yeni ve iyi giysiler vardı, yakışıklıydı, insanın gönlünü çelen bir yüzü ve hoş bir sesi vardı, rahattı, zarifti ve hiç sıkılgan değildi, öbür çocuklar gibi ağırkanlı, hantal, ürkek biri de değildi. Onunla dostluk kurmak istiyorduk, ama işe nereden başlayacağımızı bilmiyorduk. Sonra benim aklıma pipo geldi, ona teklif edersem, bunun iyi niyetle yapılmış bir teklif olarak algılanıp algılanmayacağını merak ettim. Ama aklıma yanımızda ateş olmadığı geldi, bu yüzden üzüldüm, umut kırıklığı yaşadım. Oysa o, yüzü aydınlanarak ve hoşnut bir havayla başını kaldırıp şöyle dedi:

"Ateş mi? Aaa, bu kolay, ben ateş bulurum."

O kadar şaşırmıştım ki konuşamıyordum, çünkü ben henüz hiçbir şey söylememiştim. Pipoyu eline aldı, üstüne nefesini üfledi, tütün kızardı, üstünden sarmallanarak dumanlar yükselmeye başladı. Biz yerimizden fırladık, koşup oradan gitmeye hazırlandık, çünkü bu doğaüstü bir şeydi, onun bize kalmamız için ısrarla yalvarmasına, bize hiçbir zarar vermeyeceği, yalnızca bizimle arkadaş olmak, bize eşlik etmek istediği yolunda söz vermesine karşın birkaç adım koşup uzaklaştık. Sonra bundan vazgeçip olduğumuz yerde durduk, merak ve şaşkınlık içinde olduğumuzdan geri dönmek istedik, ama korkup bunu göze alamadık. O, yumuşak, ikna edici sesiyle bizi yüreklendirmeye devam etti, piponun patlamadığını ve hiçbir şey olmadığını görünce güvenimiz yavaş yavaş yerine geldi, merakımız korkumuza ağır basmaya başladı, biz de geri dönmeyi göze aldık – ama yavaş yavaş ve bir tehlike anında hızla kaçıp gitmeye hazır olarak.

O bizi yatıştırmaya çalışıyordu, üstelik bunu nasıl yapacağını çok iyi biliyordu, karşısındaki kişi bu kadar ciddi, doğal ve nazik olduğu, onun konuştuğu kadar büyüleyici konuştuğu zaman insan kuşku içinde ve ürkek olmayı sürdüremez, hayır, o hepimizin gönlünü kazanmıştı; çok geçmeden biz de hoşnut, rahat ve konuşkan bir havaya girdik, bu yeni dostu bulduğumuz için kendimizi mutlu hissettik. Çekingenlik duygusunu üstümüzden attıktan sonra o garip şeyi nasıl yaptığını öğrenmek istedik, o da bunu yapmayı öğrenmiş olmadığını söyledi, bu ona –başka şeyler gibi– başka garip şeyler gibi, doğal olarak verilmiş bir yetenekmiş.

"Ne gibi garip şeyler?"

"Aaa, çok var, kaç tane olduğunu bilmiyorum."

"Onları da görmemize izin verir misiniz?"

"Gösterin – lütfen!" dedi ötekiler.

"Gene kaçmayacaksınız ama?"

"Hayır – gerçekten kaçmayacağız. Lütfen yapın bunu. Olmaz mı?"

"Peki, zevkle, ama verdiğiniz sözü unutmayacaksınız, biliyorsunuz."

Unutmayacağımızı söyledik, o, bir su birikintisinin yanına gitti, bir yapraktan yaptığı bardağın içine su doldurarak geri geldi, üstüne üfleyip bardağın elinden attı, su bardak şeklinde bir buz parçasına dönüşmüştü. Biz çok şaşırmış ve büyülenmiştik ama artık korkmuyorduk, orada bulunmaktan çok hoşnuttuk, ondan buna devam etmesini, daha başka şeyler de yapmasını istedik. O da yaptı. Bize, mevsimi olsun olmasın, istediğimiz her türlü meyveyi verebileceğini söyledi. Hepimiz bir ağızdan konuşmaya başladık:

"Portakal!"

"Elma!"

"Üzüm!"

"Hepsi cebinizde." dedi ve söyledikleri doğru çıktı. Üstelik meyvelerin hepsi en iyi cinstendi, biz de onları yedik, daha çok olmasını diledik, ama bunu dilediğimizi söze dökmedik.

"Onları da bunların geldiği yerde bulacaksınız," dedi, "iştah duyduğunuz başka şeyleri de, ayrıca canınızın çektiği şeyin adını söylemenize gerek yok, ben sizin yanınızda olduğum sürece dileyin yeter, bulacaksınız."

Söyledikleri doğru çıktı. Bu kadar harika, bu kadar ilginç hiçbir şey olamazdı. Ekmek, kekler, şekerler ve fındık fıstık – insanın canı ne isterse, o şey orada oluyordu. Kendisi hiçbir şey yemedi, oturup bizimle sohbet etti, bizi eğlendirmek için art arda pek çok hayret verici şey yaptı. Bize kilden küçük bir oyuncak sincap yaptı, sincap koşarak bir ağaca çıktı, yukarıdaki bir dalın üstüne oturdu ve aşağıya, bize seslendi. Sonra fareden hiç de büyük olmayan bir köpek yaptı, köpek heyecanla ve havlayarak sincabı kovaladı, ağacın çevresinde dans etti, bir köpeğin olabileceği kadar canlıydı. Sincabı korkutup ağaçtan ağaca kaçırttı, ikisi de ormanın içinde gözden kayboluncaya kadar sincabı kovaladı. Kilden kuşlar yaptı, havaya salıverdi, onlar da ötüşerek uçup gittiler.

Sonunda ben bütün cesaretimi toplayıp bize kendisinin kim olduğunu söylemesini istedim.

"Bir melek," dedi çok yalın bir havayla, sonra bir kuşu daha havaya salıverdi, ellerini çırparak kuşun uçup gitmesini sağladı.

Onun bunu söylediğini duyunca hepimizin üstüne korku dolu bir saygı havası çöktü, biz gene korkmaya başladık; ama o bize, rahatsızlık duymamız için hiçbir neden bulunmadığını, bir melekten korkulacak bir şey olmadığını söyledi, zaten bizden hoşlanmış olduğunu söyledi. Her zamanki gibi yalın ve yapmacıksız bir havayla sohbet etmeyi sürdürdü, konuşurken de parmak boyutlarında bir sürü erkek ve kadın yaptı, hepsi büyük bir hevesle çalışmaya koyuldular, çimenlerin üzerinde birkaç metrekare boyutlarında, dört köşe bir alanı temizleyip düzlettiler, üstüne küçük, şirin bir şato inşa ettiler, kadınlar harcı karıyor, işçi kadınlarımızın hep yaptıkları gibi, başlarına yerleştirdikleri kovalarla iskeleden yukarıya taşıyorlardı, erkekler taşları sıra sıra diziyorlardı – beş yüz kişiden oluşan bu oyuncak insanlar, büyük bir canlılık içinde oraya buraya koşuşturuyor, hevesle çalışıyor, yaşamdaki kadar doğal bir havayla yüzlerinde biriken terleri siliyorlardı. Bu beş yüz kişinin, adım adım ve kat kat inşa ederek şatoyu ortaya çıkarmalarını, şatonun biçime ve simetriye bürünüşünü seyretmenin yarattığı büyüleyici hayret içinde, o duygumuz ve saygı dolu korkumuz kısa süre içinde yok olup gitti, biz de kendimizi çok rahatlamış, sanki evimizdeymişiz gibi hissetmeye başladık. Biz de birkaç insan yapabilir miyiz diye sorduk, o buna evet diye yanıt verdi, Seppi'ye şatonun surlarına yerleştirmek üzere birkaç top yapmasını söyledi, Nikolaus'tan da birkaç mızraklı balta, göğsü ve bacakları koruyacak zırhlar ve miğferler yapmasını istedi, ben de atlarıyla birlikte birkaç süvari yapacaktım, bu görevleri dağıtırken bize adlarımızla sesleniyordu, ama bizim adlarımızı nasıl olup da bildiğini söylemiyordu. Sonra Seppi, ona kendi adının ne olduğunu sordu, o da çok doğal bir havayla, "Şeytan" dedi, sonra da büyük bir tahta parçasını eline alarak iskeleden düşmekte olan bir küçük kadını onunla yakalayıp yeniden eski yerine koydu, sonra da, "Böyle arkaya doğru adım atmakla ve yaptığı şeye dikkat etmemekle aptalca davrandı." dedi.

Her şey birdenbire kafamıza dank etti, onun adının anlamını kavradık ve elimizdeki işler –top, zırhlar, at– yere düşüp paramparça oldu. Şeytan bir kahkaha attı, bize "Ne oldu?" diye sordu. Ben, "Hiçbir şey olmadı, yalnızca bu bir melek adı olarak çok garip geldi bize." dedim. O bunun nedenini sordu.

"Çünkü bu – bu – işte bu, onun adı, biliyorsunuz."

"Evet – o benim amcamdır."

Bunu sakin bir havayla söylemişti, ama bir an bizim soluklarımızı kesti ve kalplerimizin hızla atmasına neden oldu. O buna dikkat etmiş gibi görünmüyordu, yapmakta olduğumuz zırhları ve öbür şeyleri bir dokunuşta onardı, tamamlanmış olarak bize geri verdi ve, "Anımsamıyor musunuz? – o da bir melekti, bir zamanlar." dedi Şeytan.

"Evet – bu doğru," dedi Seppi, "bunu düşünmemiştim."

"Cennetten kovulmadan önce tertemizdi."

"Evet," dedi Nikolaus, "günahsızdı."

"İyi bir ailedir – bizim ailemiz," dedi Şeytan, "daha iyi bir aile bulunamaz. Ailenin günah işlemiş tek üyesi odur."

Bütün bunların ne kadar heyecan verici olduğunu hiç kimseye anlatamam herhalde. Çok garip, büyüleyici ve harika bir şey gördüğünüzde, çevrenizde oluşan o titreşimi ve sarsıntıyı bilirsiniz, öyle ki yaşıyor olmak ve o şeye bakmak, yalnızca korku dolu bir sevinç yaratır sizde, bakışlarınızı nasıl olup da o şeyden ayıramadığınızı, dudaklarınızın nasıl da kuruyuverdiğini, soluğunuzun yetmez olduğunu bilirsiniz, ama oradan başka bir yerde olmak istemezsiniz, dünyayı size bağışlasalar bile istemezsiniz bunu. Tek bir soru sormak için sabırsızlanıyordum –o soru, dilimin ucundaydı ve ağzımdan dökülmesini neredeyse engelleyemiyordum– ama sormaya utanıyordum, kabalık etmiş olabilirdim. Şeytan, elinde biçimlendirmekte olduğu bir öküzü yere koydu, gülümseyerek bana bakıp şöyle dedi:

"Kabalık olmaz, olsa bile bağışlarım. Ben onu gördüm mü? Milyonlarca kez. Bin yaşında küçük bir çocuk olduğum zamandan bu yana –insanlara özgü bir deyiş kullanacak olursak– bizim kanımızdan ve soyumuzdan gelen çocuk yuvasındaki o melekler arasında ben onun en çok sevdiği ikinci çocuktum – evet, o zamanlardan cennetten kovuluncaya kadar, sizin zaman ölçünüze göre hesaplayacak olursak, sekiz bin yıl."

"Sekiz – bin!"

"Evet." Seppi'ye döndü, sanki onun kafasındaki bir şeyi yanıtlıyormuş gibi devam etti: "İşte, doğal olarak ben bir erkek çocuğa benziyorum, çünkü ben böyleyim. Sizin zaman dediğiniz şey bize göre çok geniş bir şeydir, bir meleğin tam yaşına ulaşması için bu zamanın çok uzun bir kesimi gereklidir." Benim zihnimde de bir soru vardı, bana döndü ve bu soruyu da yanıtladı: "Ben on altı bin yaşındayım – sizin hesaplamanıza göre." Sonra da Nikolaus'a dönüp şöyle dedi: "Hayır, cennetten kovuluşumuz beni de, ailenin geri kalan kesimini de etkilemedi. Ağacın meyvesini yiyen ve erkekle kadını bununla kandıran kişinin adı verildi bana yalnızca. Biz ötekiler, günahı hâlâ tanımayız, biz tertemiziz ve hep böyle kalacağız. Biz–" Küçük işçilerden ikisi kavga ediyorlardı, balarılarının vızıltılarına benzeyen sesler çıkararak birbirlerine lanetler, küfürler yağdırıyorlardı, bunun ardından yumruklaşmalar geldi, kan döküldü, sonra da bu iki işçi, bir ölüm kalım savaşında birbirlerine kenetlendiler. Şeytan elini uzattı, parmaklarıyla onları ezerek ikisinin de yaşamına son verdi, tutup bir yana attı, parmaklarına bulanan kanı mendiliyle silerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti: "Biz kötülük yapamayız, kötülük yapmaya yatkınlığımız da yoktur, çünkü kötülüğün ne olduğunu bilmeyiz."

O koşullarda bu konuşma garip kaçıyordu, ama biz buna dikkat bile etmemiştik, onun gözünü bile kırpmadan işlediği bu cinayet karşısında çok sarsılmış ve üzülmüştük – çünkü bu bir cinayetti, olayın gerçek adı buydu, üstelik onun hafifletici bir nedeni ya da özrü de yoktu, çünkü o iki adam herhangi bir kötülükte bulunmamışlardı. Bu bizi çok üzmüştü, çünkü onu çok sevmiştik, onun çok soylu, çok güzel ve çok yüce gönüllü olduğunu düşünüyorduk, bir melek olduğuna içtenlikle inanmıştık, oysa onun böyle bir şeyi acımasızca yaptığını görünce – ah, işte bu bizim gönlümüzde onu çok küçültmüştü, oysa biz onunla öylesine gurur duyuyorduk ki! O sanki hiçbir şey olmamış gibi konuşmasına devam etti, bize yolculuklarından söz etmeye başladı, güneş sistemimizin ve uzaklarda, uzayın ücra köşelerinde bulunan başka güneş sistemlerinin kocaman dünyasında görmüş olduğu ilginç şeylerden, bu dünyalarda yaşayan ölümsüz varlıkların adetlerinden söz etti, o anda gözümüzün önünde durmakta olan o acınası sahneye karşın, bizi her nasılsa hayranlık, büyülenmişlik ve şaşkınlık içinde bıraktı, çünkü ölmüş olan o küçük adamların karıları, kocalarının ezilmiş, biçimsiz cesetlerini bulmuşlardı ve üzerlerine kapanmış, hıçkırıklar içinde ağıtlar söyleyerek ağlıyorlardı, rahip de oradaydı, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak dizlerinin üstüne çökmüş dua ediyordu, olanlardan acı duyan yığın yığın dostları çevresinde toplanmış, başlarındakileri çıkarmış, saygıyla çıplak başlarını yere eğmiş, gözlerinden yaşlar boşanarak cesetlerin başına toplanmışlardı – bu için için ağlamalardan ve edilen dualardan çıkan ses, canını sıkmaya başlayıncaya dek Şeytan'ın hiç dikkate almadığı bir şeydi, sonra Şeytan elini uzattı, bizim salıncağımızın oturma tahtasını çekip aldı, hızla yere indirdi, orada bulunan bütün bu insanları, sanki hepsi birer sinekmiş gibi ezerek yere yapıştırdı, sonra da hiçbir şey olmamış gibi konuşmasına devam etti.

Bir melek bir rahibi öldürsün! Kötülük yapmayı bilmeyen bir melek, gene de kendisine hiç zarar vermemiş olan yüzlerce çaresiz, zavallı erkeği ve kadını kılı bile kıpırdamadan yok eden biri! O korkunç eyleme tanık olmak ve rahip dışında o zavallı yaratıklardan hiçbirinin buna hazır olmadığını düşünmek midemizi bulandırdı, çünkü aralarında hiçbiri büyük ayinin adını bile duymamış, bir kilise bile görmemişti. Biz de bunun tanıkları olmuştuk, o cinayetlerin işlendiğini gözlerimizle görmüştük, bunu anlatmak ve yasanın gereğinin yerine getirilmesini sağlamak bizim görevimizdi.

Oysa o hiçbir şey olmamış gibi konuşmaya devam etti, sesindeki o ölümcül müzikle, büyülerini yeniden bize uygulamaya başladı. Bize her şeyi unutturdu, biz yalnızca onu dinleyebiliyor, onu sevebiliyor, bize canının istediği şeyi yaptırabilmesi için onun köleleri olabiliyorduk. Onunla birlikte olmanın, onun gözlerindeki cennetin içine bakmanın, elinin dokunuşuyla damarlarımızda yarattığı güzel titreşimlerin coşkusunu hissetmenin verdiği sevinçle sarhoş ediyordu o bizi.

Continue Reading

You'll Also Like

58.6K 1.8K 7
Satranç, Zweig'ın psikolojik birikimini bütünüyle devreye soktuğu bir öyküdür ve bu öykünün baş kişileri, tamamen yazarın biyografilerinde ele aldığı...
383K 7.7K 25
William Shakespear'in kaleme aldığı Romeo ve Juliet, iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşklarını konu alıyor.
6.9K 243 10
Yayına hazırlayan: Egemen Berköz Dizgi: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş. Baskı: Çağdaş Matbaacılık Yayıncılık Ltd. Şti. Çeviren: Necmi...
76.4K 2.7K 18
Evrensel boyutlara ulaşmış ünüyle bugün dünya edebiyatının en büyük yazarlarından biri sayılan Goethe, henüz yirmi beş yaşındayken yazdığı Genç Werth...