Olağanüstü Bir Gece

By WattpadClassicsTR

37.5K 1.4K 234

Olağanüstü Bir Gece, seçkin bir burjuva olarak rahat ve tasasız varoluşunu sürdürürken giderek duyarsızlaşan... More

1. Bölüm
3. Bölüm
4. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm

2. Bölüm

5.3K 188 18
By WattpadClassicsTR

Şu anda tekrar somutlaştırmaya çalıştığım, o zamanlar olduğum kişinin de kendisini, başkalarının inandığı gibi mutlu bir insan olarak kabul edip etmemiş olduğunu ise artık bilmiyorum, çünkü şimdi o maceradan tüm duygularımla çok daha dolu ve tatminkâr bir anlam beklerken geçmişe dönük her türlü değerlendirme bana olanaksız görünüyor. Fakat neredeyse tüm isteklerimin yerine geldiği ve yaşam karşısındaki beklentilerimin karşılıksız kalmadığı o dönemde kendimi hiçbir biçimde mutsuz hissetmemiş olduğumu da kesinlikle söyleyebilirim. Ne var ki kaderin tüm beklentilerimi yerine getirmesi ve benim de bunun ötesinde hiçbir şey talep etmeyişim bir alışkanlık haline geldiğinden bu hal giderek yaşamımda bir heyecan eksikliğine ve cansızlaşmaya yol açtı. O dönemde bazı yarı farkındalık anlarında bilincine tam varmadan içimde özlemini çektiğim şey arzulardan ziyade, arzulama arzusuydu; daha güçlü, daha bağımsız, daha tutkulu, daha doyumsuz istek duyma, daha yoğun yaşama, belki de acı çekme ihtiyacıydı. Fazlasıyla aklı başında bir yöntemle varoluşumdan bütün çelişkileri uzaklaştırmıştım ve bu çelişki yokluğu canlılığımı söndürüyordu. İsteklerimin giderek daha da azaldığını ve zayıfladığını, duygularıma bir tür donukluğun yerleştiğini görüyordum; belki de en iyisi şöyle ifade edecek olursam, bir tür ruhsal iktidarsızlık ve yaşamda tutkuyla yer alabilme yetersizliği hissettiğimi söyleyebilirim. Bu eksikliğimi önce küçük işaretlerden fark ettim. Tiyatrolardaki ve salonlardaki bazı sansasyonel toplantılara katılmayı giderek daha sıklıkla ihmal ettiğimi, övgüyle söz edilen kitapları ısmarlayıp sonra da haftalarca hiç dokunmadan yazı masamın üzerinde bıraktığımı gördüm; gerçi mekanik bir biçimde merak duyduğum şeyleri toplamaya, kadeh ve antika satın almaya devam ediyordum, ama onları düzenlemekten vazgeçmiştim ve bazen uzun zamandır peşinde olduğum nadir bir parçayı beklenmedik bir anda ele geçirdiğimde bile doğru dürüst sevinmiyordum.

Fakat ruhsal diriliğimdeki bu ağır gerileme ve değişimin bilincine ancak hâlâ gayet iyi hatırladığım belli bir olaydan sonra vardım. Yine hiçbir yeniliğin harekete geçirip canlandıramadığı bu tuhaf uyuşukluk nedeniyle olsa gerek, o yazı Viyana'da geçiriyordum ki, bir hanımın kaplıca otellerinden birinden gönderilmiş mektubu geldi, aramızda üç yıldan beri yakın bir ilişki vardı, hatta samimi bir biçimde onu sevdiğimi söyleyebilirdim. Bana yazdığı heyecan dolu on dört sayfa boyunca orada geçirdiği son haftalarda kendisine çok şey ifade eden, hatta her şeyi haline gelen bir adamla tanıştığını, sonbaharda evleneceklerini ve aramızdaki ilişkinin bitmesi gerektiğini anlatmıştı. Benimle birlikte olduğu zamanı pişmanlık duymadan, hatta mutlulukla hatırlıyordu, yeni bir evliliğe adım atarken benimle ilgili anıları, geçmişte bıraktığı yaşamın en hoş anıları olarak kalacaktı ve bu ani kararından ötürü onu bağışlayacağımı umut ediyordu. Heyecan yüklü mektup bu yansız açıklamadan sonra son derece dokunaklı yeminlere ve antlara geçiyordu, ona gücenmemeliydim ve bu ani vazgeçiş – beni üzmemeliydi, onu bana geri dönmesi için zorlamamalı veya kendime zarar verecek bir aptallık yapmamalıydım. Giderek daha hararetlenen satırlar birbirini izliyordu: Daha iyi birinde teselli bulacağımı umuyor ve bu mektubu nasıl karşılayacağım konusunda endişeli olduğundan ona hemen yazmamı istiyordu. Ayrıca mektubun sonuna ek olarak kurşunkalemle alelacele şunlar yazılmıştı: "Bir budalalık yapma, beni anla, beni bağışla!" Bu mektubu önce aldığım haberden duyduğum şaşkınlıkla okudum, sonra sayfaları biraz karıştırıp ikinci bir kez, bu defa biraz utanarak okudum ve bilincine vardıkça içimi bir korku kapladı. Çünkü içimde, sevgilimin anlaşılır biçimde öngördüğü bütün o güçlü ve doğal duygulardan hiçbirinin bir belirtisi dahi uyanmamıştı. Yaptığı açıklama bana acı vermemişti, ona gücenmemiştim, hele kendime veya ona şiddet uygulamayı bir an olsun aklımdan geçirmemiştim; içimdeki bu duygusal soğuma o kadar tuhaftı ki, beni korkutmamıştı bile. Yıllar boyunca hayatıma eşlik etmiş olan, yumuşak, sıcak bedeni bedenime değerek, soluklarımız birbirine karışarak uzun geceler geçirmiş olduğum bir kadın benden kopuyordu ve içimde hiçbir kıpırtı uyanmıyordu; olanlara karşı çıkmıyor veya onu geri döndürmeye çalışmıyordum; bu kadının sağlıklı içgüdüsüyle gerçek bir insandan beklediği olağan duygulardan hiçbiri içimde uyanmamıştı. O an içimdeki bu donuklaşma sürecinin ne kadar ilerlemiş olduğunu birden görüverdim – hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yerde köklenmeden, akan suyun üzerinde kayar gibi yaşıyordum ve bu soğuklukta ölü, cesedimsi bir yan olduğunu gayet iyi biliyordum; gerçi henüz çürümenin kötü kokan soluğu hissedilmiyordu, ama umarsız bir donukluk, acımasız, soğuk bir duygusuzluk yerleşmiş, yani bedensel anlamda gerçek ölümün ve çürümenin dışarıdan da görüldüğü aşamanın eşiğine gelmiştim.

Bu olaydan sonra kendimi ve içimdeki bu tuhaf duygusal donukluğu bir hastanın hastalığını izlemesi gibi dikkatle gözlemlemeye başladım. Kısa bir zaman sonra bir arkadaşım öldü ve ben tabutunun peşinden yürürken, çocukluğumdan beri yakın olduğum bu insanı sonsuza kadar kaybettikten sonra içimde bir keder var mı, herhangi bir duygu yüzeye çıktı mı diye kendimi dinledim. Fakat hiçbir kıpırtı yoktu ve ben kendimi, ışığın hiçbir zaman içinde kalmadan geçip gittiği camdan bir nesne gibi hissettim. Bu olayda ve diğer benzer durumlarda kendimi ne kadar bir şeyler hissetmeye zorlasam, hatta mantıklı nedenler öne sürerek duygularımı harekete geçirmeye çalışsam da içimdeki o donukluktan bir yanıt gelmiyordu. Beni bırakan insanlar, gelen ve giden kadınlar oldu, her defasında odada oturmuş camın dışındaki yağmuru seyreden biri gibi hissettim kendimi; doğrudan yakınımda olan şeylerle bile aramda camdan bir duvar vardı ve kendi irademle onu yıkacak gücü bulamıyordum.

Bu halimi açıkça görmüş olmam bile içimde gerçek bir huzursuzluk uyandırmadı, çünkü zaten söylediğim gibi doğrudan kendimi ilgilendiren şeylere karşı bile büyük bir kayıtsızlık içindeydim. Acı çekmek için bile yetersizdim. Nasıl ki bir erkeğin cinsel iktidarsızlığı ancak bir kadınla sevişeceği anda belli olursa, bu duygu bozukluğunun da dışarıdan bakıldığında anlaşılmaması bana yetiyordu. Toplum içinde olduğum zamanlarda da hayranlığımı ifade ederken yapay bir heyecan sergileyip etkileyici şeyleri abartarak içimin ne kadar hissiz ve kayıtsız olduğunu gizlemek için bir anlamda gösteri yapıyordum. Dışarıdan bakıldığında bir yön değişikliği yapmadan eski rahat ve sorunsuz hayatımı sürmeye devam ediyordum; haftalar ve aylar fark ettirmeden geçip gidiyor, usulca yıllara dönüşerek ağırlaşıyorlardı. Bir sabah aynada şakaklarıma düşen ilk kırlarla karşılaştım ve gençliğimin artık beni bırakmaya hazırlandığını anladım. Fakat başkalarının gençlik dedikleri şey benden çoktan geçip gitmişti zaten. Böylece bu vedalaşmayı da özel bir acı duymadan atlattım, çünkü kendi gençliğimi bile yeterince sevmiyordum. Duygusal donukluğum kendime karşı da geçerliydi.

İçimdeki bu kıpırtısızlıkla hayatım giderek tekdüzeleşti, uğraşlarımın ve olayların çeşitliliğine rağmen günler öne çıkan bir şey olmadan peş peşe diziliyor, bir ağacın yaprakları gibi yeşeriyor ve sararıp gidiyorlardı. Sırf kendim için bir kez daha canlandırmak istediğim o yegâne gün de herhangi sıra dışı bir şey olmadan, içimde bir önsezi hissetmeden gayet sıradan bir şekilde başladı. O gün, yani 7 Haziran 1913 günü, ben bilincine varmadan içimde varlığını sürdüren okul zamanından, çocukluğumdan kalma bir pazar günü duygusuyla geç kalkmış, banyomu yapmış, gazeteleri okumuş ve biraz kitap karıştırmıştım. Sonra davetkârca odama dolan sıcak yaz gününün çekiciliğine kapılarak dolaşmaya çıktım, alışkanlığım olduğu üzere arkadaşlarla ve tanıdıklarla selamlaşa selamlaşa Graben Bulvarı'ndan geçtim, bazılarıyla ayaküstü sohbet ettim ve sonra arkadaşlarla öğle yemeği yedik. Öğle sonrası için herhangi bir söz vermekten kaçınmıştım, çünkü pazar günleri, tamamen keyfimin, tesadüflerin veya anında verilmiş kararların akışına göre geçireceğim planlanmamış birkaç boş saatim olmasını özellikle severim. Arkadaşlarımdan ayrıldıktan sonra Ring Caddesi'nden geçerken yaz başının renkliliğiyle süslenmiş güneşli kentin güzelliği çok hoşuma gitti. Herkes neşe içindeydi, insanlar sokaktaki pazar günü canlılığıyla coşmuş gibiydiler, dikkatimi çeken pek çok şey oldu, özellikle de caddenin ortasındaki şeritte yükselen ağaçların gür ve taze yeşili. Burası her gün geçtiğim bir yer olmasına rağmen bu pazar günü kalabalığını birden bir mucize gibi algıladım ve elimde olmadan içim yeşillik, aydınlık, canlılık özlemiyle doldu. Aklıma biraz da merakla Prater geldi; şimdi ilkbahar biter, yaz başlarken oradaki ulu ağaçlar, arabaların vızır vızır geçtiği anacaddenin iki yanında devasa yeşil nöbetçiler gibi yükseliyor ve aralarından geçen şık giyimli insanlara beyaz çiçeklerini uzatıyor olmalıydılar. En sıradan isteğimi bile hemen gerçekleştirme alışkanlığımla, önüme çıkan ilk faytonu durdurarak beni Prater'e götürmesini istedim. "Yarışlara, değil mi beyefendi?" diye saygılı bir rahatlıkla karşılık verdi sürücü. O pazar çok rağbet gören bir yarışın yapılacağını ancak o zaman hatırladım, Viyana'nın bütün kalburüstü tabakasının bir araya geleceği bir derbiydi bu. Arabaya binerken, ne tuhaf, diye düşündüm, daha birkaç yıl önce böyle bir günü kaçırmam veya unutmam kesinlikle mümkün değildi! Ve yaralı birinin her hareket edişinde yarasını hissetmesi gibi, bu unutkanlığım da bana kapılmış olduğum duygusal donukluğu hatırlattı yeniden.

Vardığımızda anacadde oldukça boştu, yarış çoktan başlamış olmalıydı, çünkü yolu her zaman ihtişamla dolduran araba kalabalığı görünmüyor, sadece ara sıra bir fayton görünmez bir şeyi kaçırmışçasına atların nallarını takırdatarak geçip gidiyordu. Arabacı oturduğu yerde bana doğru dönerek hızlanmasını ister miyim diye sorunca sakin sürmesini söyledim, çünkü geç kalmak gibi bir kaygım yoktu. Zamanında varmayı önemseyemeyecek kadar çok yarış ve yarış izleyen insan görmüştüm; mavi havanın denizin bir geminin bordasından yumuşak hışırtılarla yükselişi gibi bedenimi kucaklayışını hissetmek, huzur içinde gür yapraklı, güzel kestane ağaçlarını, okşayıcı ılık rüzgârın ara sıra kopan birkaç çiçekle oynayıp uçuşturduktan sonra onları yola kar gibi bembeyaz yağdırışını seyretmek benim heyecansız halime daha uygundu. Kendimi arabanın içinde öylece salınmaya bırakmak, gözlerim kapalı ilkbaharı duyumsamak, hiçbir çaba harcamadan kanatlanmış gibi bir yerden bir yere taşındığımı hissetmek hoş bir duyguydu; araba Freudenau'da girişin önünde durduğunda neredeyse üzüldüm. Geri dönmeyi, o okşayıcı yaz gününün kollarında salınmaya devam etmeyi yeğlerdim aslında. Fakat bunun için geç kalmıştım artık, araba yarış alanının önünde durmuştu bile. Boğuk bir uğultu bizi karşıladı. Dalgalanan kalabalığı görmesem de çıkardığı ses tribün basamaklarının arkasından bir deniz gibi kabarıyordu. Aklıma ister istemez Ostende geldi, düzlükteki kentin küçük yan sokaklarından sahildeki gezi yoluna çıkarken dalgalarla kabaran denizin gri köpüklü yüzeyini görmeden önce tuzlu rüzgârın sert ıslığını duyar, boğuk bir uğultu işitirsiniz. Pistte şu sırada yeni bir yarış başlamış olmalıydı, fakat atların şimdi herhalde yıldırım gibi geçtikleri çimenlikle aramda, seyircilerin ve binicilerin içteki bir fırtınayla salınır gibi hareket eden renkli ve uğultulu kalabalığı vardı. Yarışı göremesem de heyecanın yükselişinden her aşamasını hissedebiliyordum. Biniciler çoktan start almış, artık birbirlerinden kopmuş ve birkaçı öne çıkmak için mücadele ediyor olmalıydı, çünkü koşunun benim için görünmez olan akışını izleyen kalabalıktan çığlıklar ve heyecanlı nidalar yükselmeye başlamıştı. Başların yönünden ve eğiminden atların çayırın uzunlamasına tarafındaki dönemece varmış olduklarını anladım, çünkü bütün o karmaşa içindeki kalabalık tek bir boyun gibi benim için görünmez olan bir noktaya doğru dönmüştü ve ezilip birbirine karışan binlerce ses tek bir gırtlaktan çıkarcasına köpüren dalgalar gibi yükseliyordu. Ve bu uğultu kabararak yukarıda kayıtsızca uzanan mavi göğe kadar bütün alanı doldurdu. Etrafımdaki birkaç yüze baktım. İçlerinde bir kasılma olmuşçasına çarpılmışlardı, gözler sabit ve kıvılcımlı, dudaklar sımsıkı kapalıydı, çeneler öne fırlamış, burun delikleri atlarınki gibi kıpır kıpırdı. Ben ayık olduğumdan, onların bu çılgınca taşkınlıklarını hem komik hem de dehşet verici buluyordum. Yanımda bir sandalyenin üzerine çıkmış şık giyimli bir adam vardı, yüz hatları normalde güzeldi herhalde, ama şimdi içine şeytan girmişçesine gerilmişti, bastonunu kamçı gibi havada sallarken bedeniyle de ata biner gibi hareketler yapıyordu ve bunu izlemek çok komikti. Sandalyenin üzerinde topuklarını üzengideymiş gibi indirip kaldırıyordu, sağ eliyle bastonu kamçı gibi kullanmaya devam ederken sol elinde tuttuğu beyaz bir kâğıdı bumburuşuk etmişti. Bu kâğıtlardan giderek daha fazlası etrafta uçuşmaya başladı, kalabalığın uğultulu boz dalgalarının üzerine köpük gibi dağıldılar. Şimdi dönemeçte birkaç at birbirine çok yaklaşmış olmalıydı, çünkü uğultunun içinden birden dört isim kopup çıktı; birkaç gruba ayrılan izleyici bu isimleri savaş çığlığı gibi haykırıyordu ve bu çığlıklar kendilerini kaptırdıkları çılgınlığı biraz olsun hafifletiyor gibiydi.

Continue Reading

You'll Also Like

582K 14.9K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
8.9K 3.8K 18
Yağmur yağar, bulutlar etrafı sarar, Güneş batar. İşte insan o zaman tam olarak tek başına, yapayanlız kalırdı. Bu Yağmur'un Toprak'a kavuşma hikayes...
380K 7.7K 25
William Shakespear'in kaleme aldığı Romeo ve Juliet, iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşklarını konu alıyor.
8.2K 446 9
Jack London'ın bütün eserlerine bir simgeci natüralizm örneği olan Deniz Kurdu ile devam ediyoruz. Varlıklı bir aileden gelen Humphrey Van Weyden, ge...