Kürk Mantolu Madonna

Autorstwa ClassicsTR

157K 4.2K 1.4K

Hep başkalarının istediği gibi yaşayan Raif Efendi, memnuniyetsiz hayatının tek bir anıyla değiştiğine şahit... Więcej

1. Bölüm
2. Bölüm
3. Bölüm
5. Bölüm
6. Bölüm
7. Bölüm
8. Bölüm
9. Bölüm
10. Bölüm
11. Bölüm
12. Bölüm
13. Bölüm
Son Söz

4. Bölüm

11.1K 297 75
Autorstwa ClassicsTR

20 Haziran 1933 

Dün başımdan garip bir hadise geçti ve bana on sene evvelkibaşka birtakım hadiseleri yeniden yaşattı. Unutup gittiğimizannettiğim bu hatıraların, bundan sonra beni hiç bırakmayacaklarınıbiliyorum. Hangi hain tesadüf dün onları yolumunüstüne çıkardı ve beni, senelerden beri dalmış olduğumderin uykudan, artık yavaş yavaş alıştığım hissiz uyuşukluktanayırdı. Deli olacağım, yahut öleceğim dersem yalan söylemişolurum. İnsan tahammül edemeyeceğini zannettiği şeylere pekçabuk alışıyor ve katlanıyor. Ben de yaşayacağım. Ama nasılyaşayacağım! Bundan sonraki hayatım nasıl dayanılmaz birişkence olacak! Ama ben dayanacağım. Şimdiye kadar olduğugibi... 

Yalnız bir şeye dayanmak artık benim için mümkün değil: hiçbir şeyi kafamda yalnız başıma saklayamayacağım. Söylemek,bir şeyler, birçok şeyler anlatmak istiyorum. Kime? Şu koskocamandünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan dahavar mı acaba? Kime, ne anlatabilirim? On seneden beri hiçkimseye bir şey söylediğimi hatırlamıyorum. Boşuna yere herkestenkaçmış, boş yere bütün insanları kendimden uzaklaştırmışım; ama bundan sonra başka türlü yapabilir miyim? Artıkhiçbir şeyin değişmesine imkân yok... Lüzum da yok. Demekböyle olması icap ediyormuş. Yalnız söyleyebilsem... Bir kişiyeolsun içimdekileri dökebilsem... Bunu sahiden istesem bile artıkböyle bir insan bulmama imkân yok... Bende arayacak halkalmadı... Kalsa da aramam... Zaten bu defteri neden aldım?Küçük bir ümidim olsa, dünyada en sevmediğim bu yazmakişine kalkışır mıydım? İnsanın muhakkak kendini boşaltmasılazım... Dünkü hadise olmasaydı... Ah, dün her şeyi öğrenmişolmasaydım... Şimdi eski ve belki de rahat hayatım devam edecekti... 

Dün sokakta giderken iki kişiye rast geldim. Birini ilk defagörüyordum, öteki de dünyada bana belki en uzak insanlardanbiriydi. Bunların hayatım üzerinde bu kadar müthiş tesirleriolabileceği aklıma gelir miydi?Fakat mademki bir kere yazmaya karar verdim, her şeyisükûnetle ve baştan anlatmalıyım... Bu takdirde birkaç sene,hatta on on iki sene geriye gitmek lazım... Belki de on beş... Fakatsıkılmadan yazacağım... Belki manasız tafsilat arasında asılkorkunç tarafları boğmak, onların tesirinden kurtulmak mümkünolur. Belki yazacaklarım yaşadığım kadar acı olmaz ve benbiraz ferahlarım. Birçok şeylerin zannettiğimden daha ehemmiyetsiz,basit olduğunu görüp kendi heyecanımdan utanırım...Belki...Babam Havranlıydı. Ben orada doğdum ve büyüdüm. Oradailk tahsilimi yaptım, sonra bir müddet, bize bir saat kadaruzaktaki Edremit idadisine gidip geldim. Umumi Harbin sonsenelerinde, on dokuz yaşlarında askere alındım; fakat daha talimgahtamütareke ilan edildi. Kasabaya döndüm. Tekrar idadiyedevam edip bitirmedim. Zaten okumaya pek hevesimyoktu. Araya giren bir senelik zaman ve o sıralarda bu havalidehüküm süren karmakarışık vaziyet beni tahsilden soğutmuştu.Mütarekeden sonra bütün bağlar gevşemiş, ne doğru dü­rüst bir hükümet, ne de muayyen bir fikir ve hedef kalmıştı.Bazı mmtakalar ecnebi kuvvetleri tarafından işgal ediliyor, birdenbiretüreyen bir sürü çeteler, türlü türlü namlar altında, bazan düşmana karşı cephe kurarak, bazan köyleri soyarak faaliyet gösteriyor; dün bir kahraman olarak ismi ağızdan ağıza dolaşanbir sergerdenin bir hafta sonra tenkil edildiği ve ölüsü­nün Edremit'te Konakönü meydanında asılı durduğu ilan ediliyordu.Böyle bir devirde, dört duvar arasına kapanarak Osmanlıtarihi veya musahabat-ı ahlâkiye okumak pek cazip birşey değildi. Yalnız, memleketin oldukça hali vakti yerindelerindensayılan babam, nedense beni okutmak sevdasına düşmüştü. Akranlarımdan birçoğunun çapraz fişeklikler takıp mavzerisırtlayarak çeteliğe çıktığını, bunlardan bir kısmının düşman,bir kısmının eşkıya tarafından öldürüldüğünü görünce, benimde akıbetimden korkmaya başlamıştı. Hakikaten ben de boşdurmak istemiyor, gizli gizli hazırlanıyordum. Fakat bu sıradaişgal kuvvetleri kasabaya geldiler ve her türlü kahramanlık heveslerim,içimde boğulup kalmaya mahkûm oldu. 

Birkaç ay serseri gibi dolaştım. Arkadaşlarımın çoğu ortadankaybolmuştu. Babam beni İstanbul'a göndermeye kararverdi. Nereye gideceğimi o da bilmiyor, "Bir mektep bul, oku!"diyordu. Daima biraz beceriksiz ve mahcup bir çocuk olduğumhalde babamın bana böyle söylemesi, oğlunu ne kadar az tanı­dığını göstermeye kâfiydi. Ne olsa, içimde bazı cihetlere doğrugizli birtakım arzular duyuyordum. Mektepteyken hocalarımıntakdirini kazandığım bir ders vardı: Oldukça iyi resim yapıyordum.İstanbul'daki Sanayii Nefise Mektebi'ne girmek ara sıraaklımdan geçer ve bana tatlı hayaller kurdururdu. Zaten kü­çükten beri hakikatten ziyade hayal dünyasında yaşayan sessizbir çocuktum. Tabiatımda manasız denilecek kadar ileri gidenbir çekingenlik vardı ki, çok kere etrafım tarafından yanlış anlaşılmama,aptal yerine konmama sebep olur ve beni üzerdi. Hiç­bir şey beni, hakkımdaki bir kanaati düzeltmek mecburiyeti kadarkorkutmazdı. Sınıfta arkadaşlarımın yaptığı bir kabahat daimabenim üzerime atıldığı halde ben kendimi bir kelime ile olsunmüdafaaya cesaret edemez, eve döndüğüm zaman bir kenarasaklanıp ağlardım. Annemin ve bilhassa babamın bana sık sık: "Yahu, sen kız olacakmışsm ama yanlış doğmuşsun!" dediklerinihatırlıyorum. En büyük zevkim evin bahçesinde veyaderenin kenarında yalnız başıma oturup hülyalara dalmaktı.Bu hülyalar, hareketlerimle büyük bir tezat teşkil edecek kadarcesurca ve genişti: Okuduğum sayısız tercüme romanlarındakikahramanlar gibi, her sözüme tereddütsüz itaat eden maiyetimleberaber ortalığı kasıp kavurduğum, bir mahalle ötedeoturan ve içimde şeklini pek tayin edemediğim tatlı arzularuyandıran Fahriye ismindeki bir kızı, yüzümde bir maske vebelimde çifte tabancalarla, dağlardaki muhteşem mağarama kaçırdığımolurdu. Onun evvela nasıl korkup çırpınacağmı, sonra,önümde tir tir titreyen insanları, mağaradaki emsalsiz zenginliğigörünce nasıl büyük bir hayrete düşeceğini ve nihayetyüzümü açınca, saklayamadığı bir sevinçle nasıl haykırarakboynuma atılacağını tasavvur ederdim. Bazan büyük kâşiflergibi Afrika'da gezer, yamyamlar arasında görülmemiş maceralargeçirir, bazan meşhur bir ressam olur ve Avrupa'yı dolaşırdım.Bütün okuduğum kitaplar, Misel Zevako'lar, Jül Vern'ler,Aleksandr Duma'lar, Ahmet Mithat Efendi'ler, Vechi Bey'ler kafamdasilinmez şekilde yer tutmuşlardı. 

Babam bu kadar okumama kızar, bazan romanları alıp atar,bazan geceleri odama ışık verdirmezdi. Fakat benim her şeyebir çare bulduğumu, küçük kaytan fitilli idare lambasının ışığıaltında kendimden geçerek "Paris Esrarı"nı veya "Sefiller"iokuduğumu görünce tazyikinden vazgeçmişti. Elime geçen herşeyi okuyor ve her okuduğum şeyin, ister Mösyö Lökok'unmaceraları, ister Murat Bey'in tarihi olsun, tesiri altında kalı­yordum. 

Eski bir Roma tarihinde, Mucius Scaevola isminde bir murahhasın düşmanla sulh müzakeresi yaparken, kendisine teklifedilen şartları kabul etmezse öldürüleceği yolundaki tehdidecevap olarak, kolunu yanı başındaki ateşe sokup dirseğine kadaryaktığını ve bu sırada sükûnetle müzakereye devam ederek,böyle tehditlerle korkutulamayacağmı gösterdiğini okuduğumzaman, elimi aynı şekilde bir ateşe sokmak ve aynı metaneti nefsimde denemek arzusuna kapılmış ve parmaklarımı oldukçaağır bir şekilde yakmıştım. En büyük bir acıya yüzündekitebessümü muhafaza ederek tahammül eden bu adamın hayalibeni hiçbir zaman terk etmemiştir. Bir zamanlar kendim deyazı yazmaya, hatta ufak şiirler karalamaya kalkmış, fakat bundançabuk vazgeçmiştim: İçimdekileri herhangi şekilde olursaolsun dışarıya vurmak korkusu, bu manasız ve lüzumsuz ürkeklikyazı yazmama mâniydi. Yalnız resim yapmaya devamediyordum. Bu iş bana, içimden bir şey vermek gibi gelmiyordu.Dışarıyı alıp bir kâğıda aksettirmekten, bir mutavassıtlıktan ibaret görünüyordu. Nitekim işin böyle olmadığını anlayıncabundan da vazgeçtim... Hep o korku yüzünden...Resim yapmanın da bir nevi ifade, bir iç ifadesi olduğunuİstanbul'da ve Sanayii Nefise mektebinde, hiç kimsenin yardı­mı olmadan, kendi kendime öğrendim ve mektebe devam etmezoldum. Zaten hocalar da bende fazla bir şey bulmuyorlardı.Evde veya atölyede karaladığım şeyler arasından ancak enmanasızlarını gösterebiliyor, bana dair herhangi bir şey ifadeeden, içinde benden herhangi bir şey bulunan resimleri büyükbir titizlikle saklıyor ve ortaya çıkarmaktan utanıyordum. Bunlartesadüfen birinin eline geçse, çıplak ve mahrem bir haldeyakalanmış bir kadın gibi şaşırıyor, kıpkırmızı oluyor ve kaçı­yordum. 

Ne yapacağımı bilmeden uzun zaman İstanbul'da dolaş­tım. Mütareke seneleriydi, şehir benim tahammül edemeyeceğimkadar hayâsız ve karmakarışık olmuştu. Havran'a dönmekiçin babamdan para istedim. On gün kadar sonra uzun birmektup aldım. Babam benim işe yarar bir adam olmam için sonbir tedbire başvuruyordu. 

Almanya'da, paranın kıymetini kaybetmesi yüzünden, ecnebileringayet ucuz, hatta İstanbul'dakinden daha az bir paraile geçindiklerini bir yerden duymuş, benim oraya giderek "sabunculuk,bilhassa mis sabunculuğu" öğrenmemi söylüyor, yolparasıyla diğer masraflar için bir miktar para yolladığını bildiriyordu.Fevkalade sevindim. Bu sanatlara karşı bir heves duyduğumdan filan değil, çocukluğumdan beri gözlerimin önündebin bir şekilde canlanan, birçok hayallerime mevzu olan Avrupa'yıgörmek fırsatının böyle hiç beklemediğim bir zamanda çı-kıvermesinden sevindim. Babam mektubunda: "Bir iki senedebu işi öğrenip gelirsen, bizim burdaki sabunhaneyi büyütür, ıslaheder ve senin idarene veririm, sen de ticaret hayatına atılarakaltın bileziğin sayesinde mesut ve müreffeh olursun!" diyordu.Fakat ben işin bu tarafını düşünmüyordum bile... 

Bir ecnebi dil öğreneceğimi, bu dilde kitaplar okuyacağımı,ve asıl, şimdiye kadar sadece romanlarda rastladığım insanlarıişte bu "Avrupa"da bulacağımı tahmin ediyordum. Zaten muhitimdenuzak duruşumun, vahşiliğimin bir sebebi de kitaplardatanıştığım ve benimsediğim insanları muhitimde bulamayı­şım değil miydi? 

Bir hafta içinde hazırlandım ve Bulgaristan üzerinden trenleBerlin'e hareket ettim. Hiç lisan bilmiyordum. Dört günlükyolculuk esnasında bir mükâleme kitabından ezberlediğim beşon kelime sayesinde, adresini daha İstanbul'dayken defterimeyazdığım bir pansiyona gittim. 

İlk haftalar, kendimi idare edecek kadar lisan öğrenmek vehayran hayran etrafıma bakınarak şehri dolaşmakla geçti. İlkgünlerin şaşkınlığı çok sürmedi. Burası da en nihayet bir şehirdi.Sokakları biraz daha geniş, çok daha temiz, insanları dahasarışın bir şehir. Fakat ortada insanı hayretinden düşüp bayılmayasevk edecek bir şey de yoktu. Benim hayalimdeki Avrupa'nınnasıl bir şey olduğunu ve şimdi içinde yaşadığım şehrinbuna nazaran ne noksanları bulunduğunu kendim de bilmiyordum...Hayatta hiçbir zaman kafamızdaki kadar harikuladeşeyler olmayacağını henüz idrak etmemiştim. 

Lisan öğrenmeden bir işe başlanamayacağını düşünerek,Umumi Harp'te Türkiye'de bulunmuş ve biraz Türkçe öğrenmişbir eski zabitten ders almaya başladım. Pansiyon sahibimadam da boş zamanlarını benimle gevezeliğe hasrediyor veyardımda bulunuyordu. Pansiyonun diğer müşterileri de birlikte ahbaplık etmeyi fırsat sayıyorlar ve saçma sapan suallerlebaşımı şişiriyorlardı. Akşam yemeklerinde sofra başındaluplanan kalabalık, oldukça renkliydi. Bunların arasında billı.ıssaHollandalı bir dul kadın olan Frau van Tiedemann, Porlekizlibir tüccar olan ve Berlin'e Kanarya adalarından portakalgetiren Herr Camera ve ihtiyar Herr Döppke benimle ahbaptı­lar. Bu sonuncusu Almanya'nın Kamerun müstemlekesinde ticaretyaparken mütarekeden sonra her şeyini bırakarak vatanı­na sığınmış bir adamdı. Kurtarabildiği bir miktar parasıyla oldukçamütevazı bir hayat sürüyor, gününü, o sıralarda BerIi n'de pek bol olan siyasi toplantılara gidip akşamları intibaları­ni anlatmak suretiyle geçiriyordu. Çok kere, yeni tanıştığı terhisedilmiş işsiz Alman zabitlerini de yanında getirir ve onlarla, saatlercemünakaşa ederdi. Benim yarım yamalak anladığıma gö­re Almanya'nın kurtuluşunu Bismark gibi demir iradeli biradamın işbaşına geçmesinde ve hiç vakit geçirmeden silahlanmayabaşlayarak ikinci bir harple haksızlıkları düzeltmekte buluyorlardı. 

Bazan pansiyon müşterilerinden biri gider, açılan odayahemen bir başka misafir gelirdi. Fakat zamanla bu değişmelere,yemek yediğimiz karanlık salonun daima yanık duran kırmızıabajurlu elektriğine, günün hiçbir zamanında eksik olmayançeşitli lahana kokularına, sofra arkadaşlarımın siyası münakaşalarınaalışmış, hatta bunlardan sıkılmaya başlamıştım. Helebu münakaşalar... Herkesin Almanya'yı kurtarmak için kendinegöre bir fikri vardı. Fakat bütün bu fikirler hakikaten Almanya'yadeğil, her birinin kendi şahsi menfaatlerine bağlıydı.Para düşkünlüğü yüzünden servetini kaybeden ihtiyar bir kadın,zabitlere kızıyor, zabitler grev yapan ameleyi ve harbe devametmek istemeyen askerleri kabahatli buluyor, müstemleketüccarı durup dururken, harp açan imparatora küfür ediyordu.Sabahları odamı düzelten hizmetçi kız bile benimle siyasettenkonuşmaya kalkar, boş zamanlarında derhal gazetesini okumayakoyulurdu. Onun da kendine göre ateşli kanaatleri vardı vebunlardan bahsederken yüzü büsbütün kızarır, yumruğunu sı­karak havada sallardı.

Almanya'ya niçin geldiğimi unutmuş gibiydim. Sabunculukmeselesini babamdan mektup aldıkça hatırlıyor, henüz lisanöğrenmekle meşgul olduğumu, yakında bu neviden birmüesseseye müracaat edeceğimi yazarak hem onu, hem kendimiavutuyordum. Günlerim birbirine tıpkı üpkısına benzeyerekgeçiyordu. Bütün şehri, hayvanat bahçesini, müzeleri dolaşmış­tım. Bu milyonluk şehrin birkaç ay içinde tükenivermesi banaadeta yeis veriyordu. Kendi kendime: "İşte Avrupa! Ne var buradasanki?" diyor ve esas itibariyle dünyanın pek sıkıcı olduğunahükmediyordum. Ekseriya öğleden sonraları büyük caddelerde,kalabalığın içinde dolaşır, yüzlerinde çok mühim işleryapmış insanlara mahsus bir ciddilikle evlerine dönen veya birerkeğin koluna asılarak baygın gözleriyle etrafa tebessüm saçankadınları ve yürüyüşlerinde hâlâ asker adımlarını muhafazaeden erkekleri seyrederdim. 

Babama büsbütün yalan söylemiş olmamak için, birkaçTürk arkadaşın yardımıyla, bir lüks sabun firmasına müracaatettim. Bir İsveç grubuna ait olan müessesenin Alman memurları,her üz unutulmamış olan silah arkadaşlığının verdiği bir alakayla,beni gayet iyi karşıladılar, fakat bu mesleğin, Havran'dakisabunhanemizde göre göre öğrendiğimden daha derin taraflarını,galiba firmanın sırındır diye, bana göstermekten çekindiler. 

Belki de bende bu işe fazla bir heves görmediklerinden, boşunayere vakit ziyan etmemek için böyle yaptılar. Yavaş yavaşben fabrikaya uğramaz oldum, onlar neredeydin demediler, babammektuplarının arasını uzattı ve ben, Berlin şehrinde, neyapacağımı, buraya niçin geldiğimi hiç aklıma getirmeden, yaşamayadevam ettim. 

Haftada üç defa akşamüzerleri eski zabitten Almanca dersalıyor, gündüzleri müzelerdeki ve yeni açılan galerilerdeki tablolarıseyrediyor ve pansiyona daha yüz adım uzaktayken burnumdalahana kokuları hissediyordum. Fakat ilk aylar geçinceeskisi kadar canım sıkılmamaya başladı. Yavaş yavaş kitapokumaya çalışıyor ve bu işten zamanla daha çok zevk duyuyordum.Bir müddet sonra bu adeta bir iptila halini aldı. Yatağın üzerine yüzükoyun yatarak kitabı önüme açar, yanı başımaeski ve kaim lügat kitabını kor, saatlerce kalırdım. Çok kere lü­gat aramaya bile tahammül edemez, cümlelere karineyle manavererek geçerdim. Gözümün önünde yepyeni bir dünya açılırgibiydi. Bu sefer okuduklarım, çocukluğumun ve ilk gençliğimintercüme veya telif kitapları gibi sadece kahramanlardan,fevkalade insanlardan ve görülmemiş maceralardan bahsetmiyorlardı.Hemen hemen hepsinde kendimden, etrafımdan, gördüklerimve duyduklarımdan birer parça buluyordum. Evvelceiçinde yaşadığım halde anlamadığım, görmediğim şeyleri birdenbirehatırlıyor, onlara şimdi hakiki manalarını verdiğimizannediyordum. Üzerimde en çok tesir yapanlar Rus muharrirleriydi.Turgenyef in koskocaman hikâyelerini bir defada sonunakadar okuduğum oluyordu. Hele bunlardan bir tanesi günlercesarsmıştı. Klara Miliç ismindeki bu hikâyenin kahramanıolan kız, oldukça saf bir talebeye âşık oluyor, fakat buna dairhiç kimseye bir şey söylemeden, böyle bir aptalı sevmenin hicabıyla, müthiş iptilasının kurbanı olup gidiyordu. Bu kızınedense kendime pek yakın bulmuştum, içinden geçenleri söyleyememek,en kuvvetli, en derin, en güzel taraflarını müthişbir kıskançlık ve itimatsızlıkla saklamak cihetinden onu kendimebenzetiyordum. 

Müzelerdeki eski resim üstatları da artık bana sıkılmadanyaşamak imkânını veriyorlardı. National Galeri'deki bir tabloyusaatlerce seyrettiğim ve sonra günlerce aynı çehreyi ve manzarayıkafamda yaşattığım oluyordu. 

Almanya'ya geleli bir sene olmak üzereydi. Günün birinde,gayet iyi hatırlıyorum, yağmurlu ve karanlık bir teşrinievvel gününde, gazeteleri karıştırırken, yeni ressamların açtığıbir sergi hakkındaki tenkit makalesi gözüme ilişti. Ben bu yenilerdenpek bir şey anlamıyordum. Belki eserlerindeki fazla iddia,herhangi bir şekilde göze çarpmak, kendini göstermek temayülü,benim mizacıma aykırı olduğu için onlardan hoşlanmıyordum. Nitekim gazetedeki yazıyı bile okumadım. Fakatbirkaç saat sonra, gene rastgele sokaklarda dolaşarak günlükgezintilerimden birini yaparken, gazetede bahsedilen sergininaçılmış olduğu binanın önünde bulunduğumu fark ettim. Yapacakmühim işlerim yoktu. Tesadüfe itaat ederek içeri girmeyitercih ettim ve duvarlardaki küçüklü büyüklü birçok tablolarıalakasız gözlerle seyrederek uzun müddet dolaştım. 

Resimlerin çoğu insana gülümsemek arzusu veriyordu:Köşeli dizler ve omuzlar, nispetsiz başlar ve memeler, elişi kâ­ğıdından yapılmış gibi keskin renklerle gösterilmeye çalışılantabiat manzaraları. Kırık bir tuğla parçası kadar şekilsiz kristalvazolar, senelerce kitap arasında kalmış kadar cansız çiçeklerve nihayet, mücrimler albümünden alınmışa benzeyen korkunçportreler... Ama ne olsa insan eğleniyordu. Bu kadar az emeklebu kadar büyük işler başarmaya kalkan insanlara belki içerlemekicap ederdi. Fakat onların hiç kimse tarafından anlaşılmamakve gülünç olmak gibi bir cezayı da adeta marazi bir zevkleve isteyerek kabul ettiklerini düşününce acımaktan başka yapılacakiş yoktu. 

Büyük salonun kapıya yakın bir duvarının önünde birdenbiredurdum. O andaki hislerimi, bilhassa aradan bu kadar senelergeçtikten sonra, anlatmama imkân yok. Yalnız orada,kürk mantolu bir kadın portresinin önünde, mıhlanmış gibidurduğumu hatırlıyorum. Resimleri seyredip geçenler, vücutlarıylabeni sağa sola itiyorlar, fakat ben olduğum yerden ayrılamıyordum.Bu portrede ne vardı?.. Bunu izah edemeyeceğimibiliyorum; yalnız, o zamana kadar hiçbir kadında görmediğimgarip, biraz vahşi, biraz mağrur ve çok kuvvetli bir ifade vardı.Bu çehreyi veya benzerini hiçbir yerde, hiçbir zaman görmediğimiilk andan itibaren bilmeme rağmen, onunla aramızda birtanışıklık varmış gibi bir hisse kapıldım. Bu soluk yüz, bu siyahkaşlar ve onların altındaki siyah gözler; bu koyu kumral saçlarve asıl, masumluk ile iradeyi, sonsuz bir melal ile kuvvetli birşahsiyeti birleştiren bu ifade, bana asla yabancı olamazdı. Benbu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşımdanberi kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Onda Halit Ziya'nm Nihal'inden, Vecihi Bey'in Mehcure'sinden,Şövalye Büridan'm sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğumKleopatra'dan, hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim,Muhammed'in annesi Âmine Hatun'dan birer parça vardı. Obenim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir imtizacıydı. Yabankedisi derisinden bir kürkün içinde, gölgede kalması­na rağmen donuk beyaz rengi belli olan küçük bir boyun parçası,bunun üzerinde, hafifçe sola dönmüş, beyzi bir insan yüzüvardı. Siyah gözleri anlaşılmaz, derin düşüncelere dalmış gibiyere bakıyor, adeta bulamayacağından emin olduğu oir şeyison bir ümitle aramak istiyordu. Buna rağmen bakışındaki hü­zün biraz da istiğna ile karışıktı. Sanki: "Evet, aradığımı bulamayacağım...Fakat ne olur?" der gibiydi. Bu istiğna ifadesi, birazdolgun ve alttakisi daha irice olan dudaklarında tamamenaçık bir hal alıyordu. Gözkapakları hafifçe şişti. Kaşları ne pekkalın, ne pek ince, fakat biraz kısaydı; koyu kumral saçları, kö­şeli ve oldukça geniş alnını çevreleyerek aşağı doğru uzanıyorlarve yabankedisinin tüylerine karışıyorlardı. Çenesi hafifçeöne doğru kıvrık ve sivriceydi. İnce uzun ve kanatları biraz etlibir burnu vardı. 

Adeta ellerim titreyerek katalogu karıştırdım. Bu tablo hakkındaorada tafsilat bulacağımı umuyordum. Sonlara doğru,sahifenin alt tarafında, tablonun numarasının hizasında şu üçkelimeyi okudum: Maria Puder, Selbstportrât. Başka hiçbir şeyyoktu. Ressamın sergide yalnız tek bir eseri, kendi portresi bulunduğuanlaşılıyordu. Bundan biraz da memnun oldum. Buharikulade resmi yapan kadının başka tablolarının, üzerimdebu kadar büyük bir tesir yapamayacağını, hatta belki de ilkhayranlığımı azaltacağını düşünerek korkuyordum. Geç vaktekadar içeride kaldım. Ara sıra dolaşıyor, görmeyen gözlerle diğertablolara bakıyor ve sonra çabucak aynı yere dönerek uzunmüddet seyrediyordum. Her defasında yüzünde yeni ifadeler, gitgide kendini belli eden bir hayat görür gibiydim. Aşağıyadoğru bakan gözlerin gizlice beni süzdüğünü, dudakların hafifçekıpırdadığını zannediyordum.

Salonda kimseler kalmamıştı. Kapının yanında duran uzunboylu bir adam, galiba beni bekliyordu. Süratle kendimi toplayarakdışarı çıktım. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Her akşamkininaksine olarak hiç yollarda oyalanmadan pansiyona döndüm.Hemen yemeğimi yemek, odama çekilerek yalnız başımao çehreyi gözlerimin önüne getirmek arzusuyla yanıyordum. Sofrada hiç konuşmadım. Pansiyonun sahibi Frau Heppner: 

"Bugün nereleri gezdiniz?" dedi. 

"Hiç... Dolaştım, sonra modern ressamların bir sergisinigezdim!" diye cevap verdim. 

Salondakiler, derhal modern resim üzerinde konuşmayabaşladılar, ben yavaşça odama gittim. 

Soyunurken ceketimin cebinden yere bir gazete düştü. Kaldırıpmasanın üzerine korken birdenbire yüreğim atmaya baş­ladı. Bu, sabahleyin aldığım ve bir kahvede oturup okurkensergi hakkındaki makaleyi gördüğüm gazeteydi. Bu yazıda otablo ile ressamı hakkında neler bulunduğunu öğrenmek içinsahifeleri yırtarcasına açtım. Benim gibi yavaş ve heyacansız biradamın bu kadar telaşına kendim de hayret ediyordum. Yazıyıbaştan itibaren şöyle bir süzdüm. Ortalara doğru gözlerim, katalogdagördüğüm kelimelerin üzerinde mıhlanıp kaldı: MariaPuder... 

Bir sergide ilk defa resim teşhir eden bu genç sanatkârdanoldukça uzun bahsediyordu. Daha ziyade klasiklerin yolundayürümek istediği anlaşılan ressam kadının, hayret verecek kadarbüyük bir ifade kabiliyetine malik olduğu, kendi portreleriniyapan sanatkârların çoğunda görülen "güzelleştirme" veya"inadına çirkinleştirme" temayüllerinin onda bulunmadığı söyleniyor,birçok teknik mütaalalardan sonra nihayet tablodakikadının, duruşu ve yüzünün ifadesi bakımından, tuhaf bir tesadüfeseri olarak, Andreas del Sarto'nun Madonna d elle Arpietablosundaki Meryemana tasvirine insanı şaşırtacak kadar çokbenzediği iddia ediliyor ve yarı şaka bir ifade ile bu "KürkMantolu Madonna"ya muvaffakiyetler temenni edilerek başkabir ressamdan bahse geçiyordu. 

Ertesi gün ilk işim, meşhur kopyalarını satan bir mağazayagiderek Arpie Madonnası'nı aramak oldu. Büyük bir Sarto albümününiçinde onu buldum. Bir hayli fena basılmış olan kopyafazla bir şey göstermemekle beraber, makale sahibinin hakkıvardı: Kucağında mukaddes çocuğu ile yüksekçe bir yerde oturan,sağındaki sakallı erkekle solundaki genci hiç fark etmiyormuşgibi gözlerini yere diken bu Madonna'nm yüzü, başını tutuşu,bakışlarında ve dudaklarında apaçık görünen melal vekırgınlık ifadesi aynen dün gördüğüm tabloya benziyordu. Albümünbu yaprağını ayrıca sattıkları için hemen alarak odamadöndüm. Dikkatle baktığım zaman bu resimde sanat bakımındanbüyük bir hususiyet bulunduğuna hükmettim. Hayatımdailk defa böyle bir Madonna görüyordum: Şimdiye kadar tesadüfettiğim Meryemana tasvirlerinde, lüzumundan biraz fazlatebarüz ettirilen, hatta manasızlığa kadar götürülen bir masumlukifadesi vardı; kucaklarındaki bebeğe bakarken: "Gördünüzmü? Allah bana neler ihsan etti!" demek isteyen küçükçocuklara, veya ismini söyleyemeyecekleri bir adamdan peydahladıklarıevlatlarına gözlerini dikip şaşkın şaşkın gülümseyenhizmetçi kızlara benzerlerdi. Halbuki Sarto'nun bu tablosundakiMeryem, düşünmeyi öğrenmiş, hayat hakkındaki hü­kümlerini vermiş ve dünyayı istihfaf etmeye başlamış bir kadındı.İki tarafında ibadet eder gibi duran azizlere değil, kucağındakiMesih'e değil, hatta gökyüzüne de değil, toprağa bakı­yor ve muhakkak ki bir şeyler görüyordu. 

Resmi masanın üzerine bıraktım. Gözlerimi kapayarak sergidekitabloyu düşündüm. Orada tasvir edilen insanın hakikattede mevcut olduğu ancak bu anda aklıma geldi. Öyle ya, ressamkendi resmini yapmış olduğuna göre, bu harikulade kadınaramızda dolaşmakta, siyah ve derin gözlerini toprağa veyakarşısındakine çevirmekte, alt dudağı biraz büyükçe olan ağzı­nı açarak konuşmakta, hulasa yaşamaktaydı. Onu herhangi biryerde görmek mümkün olabilirdi... Bu ihtimali düşününce ilkduyduğum his, büyük bir korku oldu. Benim gibi hayatındahiç macerası olmayan bir erkeğin ilk defa böyle bir kadınla karşılaşmasıhakikaten korkunç olurdu.

 Yirmi dört yaşında olduğum halde başımdan hiçbir kadınmacerası geçmemişti. Havran'dayken, bizden yaşça büyük bazımahalle arkadaşlarının delaletiyle yaptığımız birkaç hovardalık,manasını anlamama imkân olmayan sarhoşluk maceralarındanbaşka bir şey değildi ve tabiatımdaki sıkılganlık, bunlarıtekrara heves etmeme mâni olmuştu. Kadın, benim için, muhayyilemikamçılayan, sıcak yaz günlerinde zeytin ağaçlarınınaltına uzandığım zaman yaşadığım bin bir türlü maceraya iştirakeden, maddilikten uzak, yaklaşılmaz bir mahluktu. Uzunseneler kimseye haber vermeden âşık olduğum komşumuzFahriye ile, hayalen, çok kere hayâsızlığa kadar varan münasebetlerimolduğu halde, kendisiyle sokakta karşılaştığım zamanyerlere yıkılacak kadar şiddetli çarpıntılara uğrar, yüzüm ateşgibi kesilerek kaçacak yer arardım. Ramazan geceleri onun, annesiyleberaber, elinde bir fenerle, teraviye gidişini seyretmekiçin evden kaçıp kapılarının karşısına gizlenir, fakat bu kapıaçılıp, dışarı vuran sarımtırak ışıkta siyah feraceli vücutlar gö­rünür görünmez başımı duvara çevirerek, benim burada olduğumufark edecekler diye titremeye başlardım. 

Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığımiş ondan kaçmak olurdu. Karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin,her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar,tarif edilmesi imkânsız, adeta boğucu bir utanma ile dünyanınen zavallı bir insanı haline gelirdim. Hayatımda hiçbir kadının,hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum.Son zamanlarda, bilhassa İstanbul'da bulunduğum müddetzarfında, bu manasız hicapla mücadeleye niyet etmiş, arkadaşlarvasıtasıyla tanıştığım bazı genç kızlara karşı serbest olmayaçalışmıştım. Fakat onlardan ufak bir alaka gördüğüm andabütün niyet ve kararlarım uçup gidiyordu. Hiçbir zamanmasum bir insan değildim: Yalnız kaldığım zamanlar, kafamdacanlanan bu kadınlarla, en usta âşıkların bile aklına gelmeyeceksahneler yaşar, sıcak ve zonklayan dudakların sarhoş edentazyikini ağzımda, hakikatte olabileceğinden birkaç kat dahakuvvetli olarak duyardım.

Czytaj Dalej

To Też Polubisz

2K 262 17
9 senelik grafik tasarım bilgim ve 4 senelik watty cover üyesi tecrübem ile sildiğim kitabı tekrar yayınlıyorummmm ! künyelerinizi bölümlere vote ver...
383K 7.7K 25
William Shakespear'in kaleme aldığı Romeo ve Juliet, iki düşman ailenin birbirini seven çocuklarının ölümle sonuçlanan mutsuz aşklarını konu alıyor.
589K 15K 28
Paylaşan: HmeyraHarman
64.4K 2.3K 10
Hayvan Çiftliği'nin kişileri hayvanlardır. George Orwell, bu romanında tarihsel bir gerçeği eleştirmektedir. Romandaki önder domuzun, düpedüz Stalin'...