SİYAH NEFES

By Firatizgi

7.8K 353 199

​İnsan, hayatının en büyük hatalarını yol ayrımlarında yapar. En büyük hataların yol ayrımındaki tabeladaysa... More

VEDA
BABA
Sitem
Siyah Nesef'in kapağı hazır...
https://www.stoktankitap.com
Mersin & Osmaniye & Van

Sonra

4.8K 194 126
By Firatizgi

SİYAH NEFES

C. Fırat İzgi



KELEBEK ÖMRÜ KADAR AŞK SERİSİ





















1. BÖLÜM









1



ALEV'DEN SONRA

veya TEPEBAĞ

" ...hiç kendine çarptığın oldu mu, birdenbire bir köşe başında"

Ahmet ERHAN

Güneş güne merhaba derken beraberinde getiriyordu, Adana'nın o sarı sıcağını da birlikte. Şehrin sabah sıcağıyla, güneş renkli sarı sokaklarında bir telaş başlamıştı. Sabahın bu erken saatlerinde yola koyulan işçilerin tek telaşı işlerine yetişebilmekti. Bir tarafta simitçilerin gür sesleriyle müşteri bulma çabaları, diğer taraftaysa her köşe başında neredeyse her geçen gün mantar gibi türeyen unlu mamûl satan dükkânlar. Simitçilerse işçi sınıfının hâlâ en gözde uğrak yeriydi. Tepebağ Mahallesi'nin eski ahşap kokan sokaklarında da yine aynı yüzler vardı. Tekstil atölyelerinde çalışan işçi kızlar, her sabah olduğu gibi aynı saatte evlerinden çıkıp, mahallenin yorgun sokaklarında görünmeye başlamışlardı. Dün akşam televizyonda izledikleri dizideki genç oğlandan bahsederek, gülüşüyorlar ve o masum yüreklerinin derinliklerinde sakladıkları hayalleriyle yürüyorlardı. Hayatın neresinde olduklarını hiç düşünmüyor ya da umursamıyorlardı. Hemen arkalarında da tek tesellileri ara sıra arkalarına bakan genç kızlarla göz göze gelmek olan aynı gençler, hem onları süzüyor hem de işlerine yetişmeye çalışıyorlardı. Bıyıkları, içilen sigaralardan sararmış birkaç adam, sakin adımlarla dün akşam haberlerde çıkan emeklilik yaşının uzaması sürecini konuşarak yürüyorlardı. Kocalarını yolcu eden ev hanımları, dün akşam sokak kapısı önünde dedikodu eşliğinde yapılan çekirdek çitleme partisinden arta kalanları ot süpürgeleriyle temizlemekle meşgul iken bir yandan da birbirlerine laf yetiştiriyorlardı. Bu eski, yıllanmış ahşap kokulu yaşlı semtin sokaklarında nerdeyse her sabah aynı senaryo tekrarlanırdı. Tepebağ, Adana'nın en yaşlı, fakat içinde de bir dolu yaşanmışlığı barındıran müstesna bir semtiydi.

Yaramaz çocukların evden sokağa sıvışması gibi perdenin kenarından sızmayı başaran güneş, Batuhan'ın tam da yüzüne vuruyordu. Buğday rengi teni, sıcağın etkisiyle hafif kızarmakla birlikte ter içinde kalmıştı. Gözleri açılmamak için her ne kadar dirense de güneşin kurduğu baskıya daha fazla direnemedi. Aşağıdan mis gibi kokular geliyordu. Belli ki yaşlı anneannesi yine erkenden uyanmıştı. Batuhan anneannesinin artık eskisi kadar dinç olmadığının farkındaydı ve onun yorulmasını istemiyordu. Hâlbuki kaç defa -her ne kadar onun o güzel kreplerini sevse de- kahvaltı sevmediğini söyleyip aç karnına evden çıkmıştı. Belki bir dahaki sefere erkenden kalkıp yorulmaz diye düşünüyordu. Pakize Hanım'sa hiç bıkıp usanmadan yine her sabah kalkıp o kahvaltıyı hazırlamaya devam ediyordu. Batuhan yattığı yerden doğruldu. Alnını kapatan uzun siyah saçlarını elleriyle arkaya doğru attı. Tepebağ'daki bu sıcak ama bir o kadar da sessiz sabaha uyanmanın zamanı gelmişti. Yataktan kalkıp evin kemerli penceresinden yolu seyretti.

Odasının en sevdiği yeri burasıydı. Çoğu zaman bu pencerenin önünde oturur saatlerce karakalemle kıyafetler çizerdi. Nerede nasıl çizmeye başladığını o da bilmiyordu. Belli ki ruhuna doğarken yaradan tarafından yoğrulmuştu bu meziyeti. Fakat hatırladığı ilk çizimi, babasında kaldığı bir pazar sabahı erkenden uyanıp balkon duvarına çizdiği resimdi. O sabah bu manzarayı ilk gören Asu, sinirden köpürmüştü. Onun bağırıp çağırmasına Kerim uyanmış, Batuhan'ı alıp odasına götürmüştü. O an babası gelince aklına, içinde sanki bam teli titredi, acı veren, çığlık çığlığa, kendinden başka kimsenin duymadığı.

            Yıllar onları birbirlerinden ne kadar uzaklaştırmıştı. Kerim yıllar geçtikçe daha fazla suskun ve içine dönük bir adam olmuştu. Hatırlamak istemediği bir sürü anı gözünün önünde bir an gelip kayboldu. Geriye üzüntüsünü bırakıp gitmişti. Bir gözü duvarda asılı olan saate kaydı. Okul zilinin çalmasına pek bir zaman kalmamıştı. Neredeyse bu semt kadar yorgun ve yaşlı Tepebağ Güzel Sanatlar Lisesi'ne yürüyerek giderdi her sabah. Pencereden bakarken gözleri, annesinin elinden tutmuş, üzerinde okul kıyafetleri, sırtında çantası, ilkokul çağında bir erkek çocuğuna takıldı. İçinde bir şeylerin akıp gittiğini hissetti. Özlemle şefkat ve öfke arası bir şey. Aslında anneannesi de onun elinden tutup her sabah okula götürmüştü ama annesinin yerini tutamazdı. Eksiği yoktu, fazlası vardı. Annesinin annesiydi. Ama kendi annesi değildi. O da her çocuk gibi kendi annesinin ter kokusunun ellerinde kalmasını istemişti, o eve dönse dahi onunla birlikte tüm gün yanında kalacak... Yine de öfke duymadı ya da o çocuğu kıskanmadı. Oldum olası yumuşak ve iyi huylu bir çocuk olmuştu. Belki de yoksunlukları onu yetinme, acıma ve kanaatkâr olma konusunda geliştirmişti. Halen gözlerini annesinin ellerinden tutarak eski Tepebağ sokaklarından ilerleyen çocuktan alamıyordu. Buğday tenine hüzün bir an uğrayıp, ansızın ortadan kaybolup gitmişti. Geride göz kenarlarında kabul edilmeyen küçük bir damla ve dudak kenarlarında istenmeyen hafif bir titreme bırakarak. Eski binanın eski ve büyük penceresine oturdu. Çocukluğundan kalma birkaç hatırayı kurcaladı. Belli belirsiz birkaç anı zihninde belirdi. Bir süre sonra da sessiz sedasız dağılıp gittiler. Üstelik hiçbir değerli, hatırı sayılır bir iz bırakmadan... Siyah, kalın, keman yayını andıran kaşları hafif kalkmış, ahşap kokan odasına hüzün kokusu sinmişti. Aşağıdan gelen anneannesinin sesi odadaki hüzünlü havayı dağıtmaya yetmişti. Yüreğinde çalan acının seslerinden oluşan senfoni o anda durmuş, çantası sırtında annesinin elinden tutan çocuk da sokağın köşesinden dönüp gözden kaybolmuştu.  

Pakize Hanım iyice yaşlanmıştı. Alev'in bu diyardan göçüp gitmesinden sonra torununu Göreme'de büyütmekte ısrarcı olsa da Kerim oğlunu bırakmamış ve Batuhan'ı da alıp Adana'ya dönmüştü. Alev'in ölümünden sonra, Göreme'de bir ev kiralamıştı Pakize Hanım. Neredeyse her sabah Göreme Asri Mezarlığı'na gidip gelmeye başlamıştı. Bu ziyaretlerin hiçbirinde Alev'in mezarı başında yalnız değildi. İnsanları acıları ve sevinçleri birbirlerine yaklaştırırmış. Cihan, Pakize Hanım'ın acısını yalnız yaşamasına razı olmamıştı. Yine bir gün Alev'le buluşmalarında Pakize Hanım'ın tam yanına oturmuş, başını onun omzuna yaslamış, kadıncağızın şaşkınlığı henüz son bulmadan cümleler ardı sıra dökülmüştü Cihan'ın ağzından: 

"Bunca zamandır, her ikimiz de onsuzluğa alışmaya çalışıyoruz. Şu soğuk mezar taşının başında birbirimize yarenlik ediyoruz. Sessiz, sedasız hüznümüz birbirine karışıyor. Geceleri sessizleşince her yer, daha da acıyor yüreğimdeki yara. Bilirim ki, bendeki yaranın acısından daha da büyüktür bir ananın yüreğindeki yaranın acısı. Lakin şunu da bilirim ki, acı en çok güzel anıları hatırlarken acıtıyor. Bir kelebeğin ömrü kadardı bizim aşkımız. Güneş doğdu ona âşık olduğum gün. Rengârenk bir mevsim, bahar geldi onun gelişiyle kış uykusuna yatmış ruhuma. Sonrasında sonbahar ve ardından geçmek bilmeyen, sonsuza dek yüreğimin tam ortasına yerleşen bir kış. Kışın ortasında kalmış yüreğimi ancak bir ananın sevgisi ısıtır. Sen de evladın bilirsen beni, zamanla acıların kapanmasa da kabuk bağlar belki. Gel yanıma yerleş. Bana hem analık hem de acıma ortaklık et."

Pakize Hanım, o gün oğlu bilip yanına yerleşti, Cihan'ın.

          Batuhan'ı babası Adana'ya götürmüştü. Bir yanda evladının acısı bir yanında torunun hasretiyle yıllar hem bedenine hem ruhuna çok acımasız davranmıştı. Batuhan her yaz Kapadokya'ya gelip anneannesinin ve Cihan'ın yanında kalıyordu. Pakize Hanım bir nebze olsun kalbindeki acıları torunuyla teskin ediyordu. Bu gelip gitmeler esnasında Pakize Hanım Batuhan'ın bazı sorunları olduğunu hissetmeye başlamıştı. Batuhan'ın babasına en çok ihtiyaç duyduğu o günlerde Kerim'in daha da çok içine kapanması, Asu'nun çocuğunun olmayışından yaşadığı bunalımla Batuhan'a olan tavrı, Batuhan'ı sadece yalnızlaştırmakla kalmamış hırçınlaştırmaya da başlamıştı. Bunu fark eden sadece Pakize Hanım da değildi. Cihan da bu durumun farkındaydı. Normalde çok iyi anlaştığı Alev'in emaneti olan Batuhan, zaman içerisinde ona karşı da keskin tepkiler vermeye başlamıştı. Batuhan yazları Göreme'ye geldiğinde Cihan, onunla çok alâkadar olurdu. Batuhan'ın en çok sevdiği şey at çiftliklerinde vakit geçirmek ve Cihan'la fotoğraf çekmeye çıkmaktı. Cihan, Göreme'de açtığı küçük fotoğrafçı dükkânıyla oyalanıyor, gelin ve damatların fotoğraflarını çekip, onların mutluluklarıyla acı çeken ruhunu biraz olsun rahatlatmaya çalışıyordu. Eskisi gibi öyle büyük idealleri kalmamıştı. O alnını kapatan uzun saçlarına aklar düşmüş, gülünce kaybolan gözlerinin kenarlarında geceleri uykusuzluktan torbalar oluşmuştu. Artık neredeyse her gece birkaç kadeh rakı içmeden uyuyamıyordu. Kimseye zararı yoktu. İçince kendi iç dünyasına dönüyor, yazları terasta, kışlarıysa odun sobasının önünde bir köşeye kıvrılıp Alev'i düşünüyordu. Alev'in gidişiyle hayatından sadece aşk değil, sanki içindeki tüm yaşam enerjisi gitmişti.

Cihan ile Pakize Hanım, Batuhan'ın tavırlarındaki bu değişikliğin sebebini çok geçmeden çözmüşlerdi. Pakize Hanım çok istemesine rağmen torununun Göreme'de yanında yaşaması için Kerim'i ikna edememişti. En sonunda Adana'da olmak kaydıyla Batuhan'ın Pakize Hanım'la yaşamasına razı olmuştu, Kerim. Elbette Batuhan'ı evde istemeyen Asu'nun, Kerim'in bu kararı almasında oldukça büyük bir payı vardı. Cihan, Adana'ya dönecek olan Pakize Hanım'a, Göreme'ye tepeden hâkim evlerinin terasında akşam yemeği sonrası rakısının son yudumunu yudumlayıp, Tepebağ'daki evinin anahtarını uzatmış ve demişti ki:

"Biliyorum, Alev bu diyardan göç etmeseydi, Batuhan'ın o evde büyümesini çok isterdi. Ben o evi ilk gördüğümde o evin yaşadığına inanmıştım. Şimdi biliyorum ki, o ev derin bir sessizlik içerisinde. Bu sessizlik ne o eve ne de Alev'in anısına hiç yakışmıyor. Sizden ricam annecim, o eve yeniden ruh verin. Batuhan'ın ruhu o evi aydınlatsın, tıpkı annesinin aydınlattığı gibi."

Pakize Hanım zaman içerisinde oğlu gibi sevdiği, karakterine ve Alev'in ardı sıra tutmaya devam ettiği yasına saygı duyduğu Cihan'ı kırmamış ve Tepebağ'daki  yaşlı ama nice unutulmaz yaşanmışlıkları barındıran o eve yerleşmeyi kabul etmişti. Aslında o evde yaşamayı Pakize Hanım da istemekteydi. Sanki bu asil ev, kızının son hatırasıydı. Her şeyden önemlisi kızının en son ve en çok mutlu olduğu evdi.

Pakize Hanım Adana'ya dönüp yaşlı semtin kendisi kadar yaşlı olan kemerli evin kapısını açtığında içinden bir şeylerin akıp gittiğini hissetmişti. Alev'in ölümünün ardından Cihan bir daha bu eve dönmemişti, dönememişti. Her şey o gece Cihan ve Alev'in Kapadokya'ya hareket ettikleri o dönülmez yolculuğa çıktıkları gibi kalmıştı. Cihan için Göreme'den ayrılmak, Alev'e ihanet etmek ya da onu terk etmek demekti. Alev'in ölümünün ardından Cihan Göreme'den hiç ayrılmamıştı. Zaten ayrılacak ne gücü ne de isteği vardı. Ölüm sadece toprağın altında olmak değildi. O mutlu yanını Alev ile birlikte toprağın altına gömmüştü. Geriye sadece kederli, mutsuz dünyasında sevdiğine kavuşacağı günü bekleyen sadık ve âşık bir adam kalmıştı. 

Pakize Hanım için hiç de kolay olmayacak yeni bir meşgale başlamıştı. Önceleri Batuhan'ın tepkileri karşısında oldukça zorlanıp, yorulsa da zamanla Batuhan'ın da sakinleşmeye başlamasıyla her şey yoluna girmişti. Elbette bu yoluna girişte Batuhan'ın resme olan ilgisini keşfetmelerinin de çok büyük rolü olmuştu. Zaman geçtikçe yukarı kattaki Cihan'ın eskiden kullandığı odaya Batuhan yerleşmiş ve neredeyse evdeki tüm zamanını da burada saatlerce resim yaparak geçirir olmuştu. Kerim'in tüm karşı çıkmalarına rağmen Pakize Hanım'ın da desteğiyle Tepebağ Güzel Sanatlar Lisesi'nin sınavlarına girmiş ve kazanmıştı. Kerim, Batuhan'ın iyi bir özel okulda eğitim görmesini ve ileride doktor olmasını istiyordu. Elbette bu Batuhan'ın değil Kerim'in hayaliydi. Batuhan kendi hayallerinin peşinden gitmeyi kafasına koyalı o kadar uzun zaman olmuştu ki, artık Kerim bu planların hiçbir yerinde yoktu.

              Zaman ne kaba sığıyordu ne de dur durak biliyordu. Batuhan son sınıfa geldiğinde Pakize Hanım artık iyice yaşlanmış olmasına rağmen halen kızının ona emanetiyle aynı şekilde alâkadar olmaya devam ediyordu.

Pakize Hanım merdivenlerin başına kadar ağır adımlarla yaklaştı. Odasından inmek bilmeyen Batuhan'a seslendi:

"Sanırım Küçük Bey bu sabah okula geç kalacağının farkında değil."

Yukarıdan hiçbir cevap alamayınca tatlı siniri ve ısrarı sesine yansıdı. Bu sefer biraz daha gür ve gergin şekilde: "Hey!!! Küçük Bey size diyorum. Sanırım beni umursamıyorsunuz."

Pencerenin hemen kenarında annesiyle küçük çocuğun sokaktan okula el ele gidişlerine dalmış Batuhan, anneannesinin sesiyle irkildi.  Gözlerinin kenarına kendisinden izinsiz beliren küçük ıslaklığı parmağının ucuyla sildi. Ruhunda bıraktığı iziyse silmek imkânsızdı. Yutkundu. Başını dik tutmayı ve acılarla baş etmeyi öğreneli uzun zaman olmuştu. Derin bir nefes çekti. Alnının üzerine düşen siyah saçlarını elleriyle hafifçe geriye doğru taradı. Annesinin duvarda asılı fotoğrafıyla göz göze gelmemeye çalıştı. Biliyordu ki kafasını kaldırıp fotoğrafa baktığı an yüreğine birikenler göz kenarlarından dökülüp akıp gidecekti. Hemen odanın karşısındaki banyoya geçip ellerini ve yüzünü yıkadı. Üzerini değişip, tahta merdivenlerden ağır adımlarla aşağıya indi. Anneannesini görür görmez yüzündeki o hüzünlü ifade bir anda varlığını inkâr edercesine ortadan kayboldu. Elbette o hüznü hiçbir zaman hayatından tamamen yok edememişti. Sadece gerekli anlarda ortadan kaybediyordu. Pakize Hanım'ın konuşmasına fırsat vermeden gıdığından öpmeye başladı.

"Çok üzüyorsun beni Batu. Okula gecikeceksin ama sen hâlâ oyalanıyorsun.""

           Aslında sesinin tonunda bir sitem değil de şımarık bir çocuğun masumiyeti, yüzünde hoş bir tebessüm vardı. İnsanlar yaşlandıkça boşuna çocuklaşır demiyorlar diye geçirdi içinden Batuhan. Hafif bir tebessüm geldi geçti yüzünden. Zaten çok uzun zamandır kahkahalar atmayı unutmuştu. Öyle çok gülen bir genç de değildi. İnsanlarla her zaman tatlı bir mesafe kurmayı severdi. İç dünyasına oldukça sadıktı. Gerçek kendini, hiç kimseye göstermeyecek değerli bir hazine gibi saklamayı yeğliyordu. Aslında bu onun dokunulmazlık zırhıydı. Daha çocukken anlamıştı gözyaşlarının faydasızlığını. O çocuk masumluğunda annesizliğin eksikliğini Asu ile gidermek istemişti. Ama o ilk tokat aslında yüzünde değil ruhunda patlamıştı. O anı hatırlamak ruhunda soğuk rüzgârlar esmesine neden oldu. Yüzündeki ifade bir anda sertleşti. Pakize Hanım da bunu fark etmişti. Öyle şaşkın şaşkın Batuhan'ın yüzüne bakıp yine o çocuklara has masumiyet ile:

"Hayırdır paşam, bana mı bu tavrın?" diye sordu.

Batuhan bir anda kendine geldi. Her zaman ki gibi masadan ağzına birkaç lokma alıp, anneannesini kandırarak asi şehrin bu tarih kokan sokaklarından okula doğru yürümeye başlamıştı. Sabahın bu saatlerinde küflü ahşap kokulu sokaklarda civardaki eskiden ev olan, şimdilerdeyse birer tekstil atölyesine dönüşmüş işyerlerinde çalışan genç kızlar ve erkekler işe giderdi. Adana'nın henüz sarı sıcağa yeni yeni teslim olmaya başladığı, güneşin sıra sıra evlerin arasından yüzünü pek fazla gösteremediği ama sıcaklığını yavaş yavaş hissettirmeye başladığı saatlerdi. Yokuşlu yolları arşınlayan her bir gencin kendine ait ne hikâyeleri vardı. Yoksulluğun her birini buralara sürüklediği göçle, Doğu'nun birçok ilinden buralara gelmiş bu gençler için hayat, çalışmak ve hayal kurmak arasında geçip gidiyordu.

Yokuşlu ve kıvrımlı yolun hemen sonunda Cemal Gürsel Caddesi'nin köşesindeki okulun önüne geldiğinde saatine baktı. Zilin çalmasına biraz daha zaman vardı. Alnına düşen gür ve sık siyah saçlarını geriye doğru elleriyle taradı. Her sabah okul öncesi, eğer zilin çalmasına zaman varsa muhakkak uğradığı, okulun çaprazındaki hem sahaf hem de çay ocağı olan dükkâna yöneldi. Sahibi Serkan'la iyi anlaşırdı.

Serkan, uzun boylu otuzlu yaşların sonuna yaklaşmış, uzun ve dağınık saçlarını devamlı atkuyruğu toplayan, kızıla yakın sakalları sebepsiz ve nedensiz büyüyormuş gibi, oldukça küçük gözleri neredeyse yüzünde kaybolan bir adamdı. Aslen Tunceli doğumluydu. Yıllar önce babası ölünce çalışmak için Tunceli'den ayrılmıştı. Evin en büyük erkek çocuğu olunca çalışmak için İstanbul'a gitmiş, uzun yıllar İstanbul'da birçok işte çalışmıştı. İlk geldiği yıllarda lokantalarda garson olarak çalışmış. Geceleri, çalıştığı lokantanın mutfağında kaldığından uzun gecelerde sıkılıyor, zaman zaman da her on yedi yaşında ki genç gibi gecenin sessizliğinden ürküyormuş. Tesadüfen bir müşterinin unuttuğu "Babalar ve Oğullar" isimli kitabı okumasıyla başlamış kitaplara olan merakı. Böylece sadece kitaplara değil aynı zamanda siyasete de olan ilgisi artmış. Bazarov'un sisteme ve otoriteye başkaldırışı o dönemlerde oldukça zor şartlarda olan ve ezilen Serkan'ı derinden etkilemiş. Galata Kulesi'ne yakın, Ermenilerden kalma eski bir binanın altındaki sahaflık yapan Filiz ile tanışması da böyle olmuş. Filiz, kırklı yaşların ortasında seyrek ama bir o kadarda kıvırcık saçlı, hafif tombul, mavi gözlü bir kadınmış. Serkan neredeyse her hafta buradan eski kitaplar alıyor, kimi zaman da Filiz ona kitaplar hediye ediyormuş. Böylece gelişen dostluk, okuduğu siyasal kitapların da etkisiyle aslında pek konuşkan olmayan Serkan'ın özgüvenini beslemiş. Lokanta sahibinden yediği haksız bir tokat sonrası yaptığı başkaldırış neticesinde işsiz ve evsiz kalınca, soluğu Filiz'in yanında almış. Filiz aslında pek ihtiyacı olmasa da onu işe almış. Ona hiçbir zaman sahip olamadığı oğlu gibi sahip çıkmış. Serkan gündüzleri sahaf dükkânında çalışıp, geceleri de dükkânın arka tarafına yaptıkları küçük odada kalıyormuş. Bir gün Filiz'in İstanbul'un arka sokaklarında gizemli bir şekilde öldürülmesi sonrası koca dükkân ve hayatla baş başa kalmış Serkan. Yıllarca Filiz'den kalan dükkânı o işletmiş. Zaman içerisinde birkaç kez çeşitli siyasal eylemler yüzünden ceza evine de girip çıkmış. Sonra hayat onu bir kadının ardından Adana'ya getirmiş. Sonunda kırık bir aşk hikâyesi bırakan bu yolculuk onun son durağı olmuş. Küçük iki dükkânı içerden birleştirip, bir tarafını sahaf bir tarafını da çay ocağı yapmış.

Batuhan, dar ve uzun dükkânın içine girip Serkan'a bakındı, göremeyince de duvara yaslı eskitme koltuklardan birine oturdu. Hemen ocağın arkasında duran Serkan, eğildiği yerden kalkınca koltuğa oturmuş Batuhan'ı gördü.

           "Günaydın, Ressam Çocuk!"

             Serkan'ın Batuhan'a taktığı lakaptı bu. Batuhan iri ve siyah gözleriyle önce Serkan'ı şöyle bir süzdü. Gözlerinde muzipçe ama sert bir bakışla:

"Sana da günaydın, Kırmızı Sakal!" diye yanıtladı, hafifçe sağ yanağını kaldırıp gülümseyerek.

Geçen yıl kitap almak için içeri girmişti Batuhan. Serkan içeride dolaşan buğday tenli, kemikli yüz hatları olan ve gözleri doğuştan sürmeli olan bu genci epeyce süzmüştü. Tabiatı gereği ya da hayatın ona kattığı tecrübeler nedeniyle fazla konuşmayı sevmeyen bir yapıya sahip olduğundan bir süre süzmüş Batuhan'ı. Batuhan'ın geliş gidişleri sıklaştıkça onun da kitaplara olan merakını fark etmiş.

Bir gün yine kitaplara bakmak için kesif, eski kâğıt kokusunun hâkim olduğu dükkâna gelmişti Batuhan. Küçük dükkânın tahta rafları önünde dağınık şekilde dizili kitapları inceleyen, kâh birini kâh ötekini çeken delikanlıyı bir süre seyretmişti Serkan. Bir süre sonra kalın, tok, boğazdan ve bir o kadar da boğuk ses tonu ile:

"Çayım taze, üstelik sıcak poğaçam da var." dedi.

Bu kısa ve aslında amacına pek hizmet etmeyen bu teklif karşısında şaşkın bir şekilde kalın siyah kaşlarını kaldıran Batuhan: "Anlamadım" diyerek karşılık vermişti.

Serkan, biraz içe dönük yaşamayı seven bir insandı. Konuşmak, insanlarla ilk kez iletişime geçmek konusunda biraz sıkıntıları vardı. Aslında insanlar onu tanıdıkça çok severlerdi ama o ilk bağı kurabilmek, o köprüyü atabilmek Serkan için sırat köprüsünden geçmek kadar zordu. Serkan karşısında duran gencin tereddüdünü yüzündeki ifadeden anlamıştı:

"Çayı yeni demledim. Epeydir de gelip gidiyorsun. Sıcak ve yeni demlenmiş bir çay, sıcak, yeni ve taze bir dostluğun başlangıcıdır."

Batuhan, Serkan'ı baştan aşağı süzerek,

"Olur, neden olmasın?" diye kalın ve tok ses tonuyla hafif bir tebessüm eşliğinde yanıtlamıştı teklifini. İşte o gün bu ilk çay ile birlikte ilk kitabını da hediye etmişti Serkan. "Babalar ve Oğullar". Belki de bu gençte kendini bulmuştu.

Serkan; "Hadi gel bakalım, okul öncesi bir çay içelim" dedi, elinde tuttuğu demliği göstererek. Batuhan saatini tekrar kontrol etti.

"Çok fazla zamanım yok ama taze bir çaya da hayır demem."

Serkan önce bardakları sıcak suyla çalkalayıp ısıttı ve taze demlenmiş çayları doldurdu. Çaylar demlikten bardağa boşalınca ortalığı taze çayın o kendine has güzel kokusu sardı. Bir yanda eski kâğıt kokusu bir yanda taze demlenmiş çayın kokusu birbirine karıştı. Tıpkı Cebeli Tarık Boğazı'ndaki tatlı suyla tuzlu suyun buluşması gibi. Yeni ve eskinin, tazeyle bayatın buluşmasıydı. Çayla birlikte birkaç cümle havada dolaştı. Batuhan'ın sürmeli siyah gözlerindeki derin manayı çok seviyordu Serkan. Ona derin bir anlam yüklerdi. Tıpkı hiçbir zaman sahip olmadığı oğlu gibiydi. Ona hiç sarılmamış, hiç sırtını sıvazlamamıştı ama bu genç dostuna tok ve boğazdan gelen kalın ses tonuyla birçok kısa öğütler vermişti zaman içinde. Kimisi o anda anlaşılmayan ama zamanla anlam kazanacak öğütler. Batuhan çayını bitirdiğinde okulun önü de kalabalıklaşmaya başlamıştı. Serkan:

"Hadi bakalım Ressam Çocuk, sen okula ben de işimin başına"

Batuhan oturduğu eskitme koltuktan kalktı. Yüzünde yine o ciddi ama bir o kadar da muzip tebessümüyle: "Görüşürüz o zaman kırmızı sakal" diyerek yüzündeki tebessümün sıcaklığını, kesif eski kâğıt ve taze demlenmiş çay kokularının birbirine karıştığı sahaf dükkânında bırakarak çıkıp okuluna gitti.

Continue Reading

You'll Also Like

731K 49.4K 32
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
841K 48.7K 34
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...
2.5K 89 2
1 ŞEHİR... 5 SEMT VE... O 5 SEMTİ KORUMAK İÇİN GENÇLİKLERİNİ FEDA EDEN TİTANLAR...
123K 7.4K 56
Buraya bak cılız okur. Senin geçirdiğin tüm o uykusuz geceler gibi yüzyıllar geçiren Carryhall Lisesi öğrencilerine bak. Bak ve elindeki loş telefon...