GÜL KUYUSU

By binnurnigiz

3.7M 252K 681K

"Kaburgam acıyor," diye fısıldadı, gül kuyusu. "Kaburgamı çaldın benden." Adam kızın yüzünü tam kaburgalarını... More

GÜL KUYUSU
1. GÜLPUŞ
3. İCTİSAS
4. NEVŞAH
5. AYNADAKİ TOHUM
6. GÜL SAĞANAĞI
7. KALBİN EKSENİ
8. MAHZENİN GÖZLERİ
9. GÜVENİN KIYILARI
10. DİKENLER ve DOKUNUŞLAR
11. İNCİ TOKA
12. GÜZELLİĞİN DAMARLARI
13. SUYUN GÖĞÜS KAFESİ
14. LAPİS LAZULİ
15. RENKLERİN KARANLIK GÖLGESİ
16. GEÇMİŞİN DİKENLERİ
17. ANNELERİN PARÇALADIĞI OĞULLAR
18. RUHLARIN DANSI
19. KALBİN ÖZGÜRLÜĞÜ

2. TAYF

192K 15.5K 30K
By binnurnigiz

Mazzy Star - Fade Into You

2. TAYF

*Tayf: Hayal. Gül. Gökkuşağı.

Zaman inatla akıyor, kalbim hâlâ atıyordu.

Parmaklarım okuduğum kitabın son sayfasında dolaştı. Harflerin üstünde turladım, kelimeleri hissettim, oluşan cümlenin içinde bir hayat yakaladım ve o hayatı avuçlayıp sıktım. Sanki tüm kitap karakterlerinin kanı parmak boğumlarımda akıyordu. Güneşin parlak ışığı küçük bir çubuk şeklinde içeri uzanıyordu; çubuğun etrafında uçuşan toz zerreciklerine bakarken, kitabın kapağını kapattım.

Dün gece yaşanılanları belli belirsiz, parça parça da olsa hatırlıyordum. Babam eve geldiğinde kıyameti kopartmış, annem onu sakinleştirmeye çalışmıştı ve ben odamdan çıkıp ona cevap bile vermemiştim. Bisikletimin yokluğunu fark etmemişti, fark etmesine de gerek yoktu. Kafamı geriye doğru attım ve yatağımın üzerine devrildim. Uzun saçlarım yatağın üstüne tıpkı bir ahtapotun kolları gibi uzanıp yayıldı. Ellerimi kaldırdım ve açık tenimin altında atan damarların çizdiği yolları izlemeye başladım. Kâküllerim alnımın yan tarafına kaymış, alnımı açıkta bırakmıştı. Tırnaklarımın arasına giren toprağı duş alırken temizlemiştim ama yine de o toprak kırıntılarının tırnaklarımın arasında benimle yaşıyor olması hoşuma gidiyordu.

Odamın kapısı tıklatıldığında ellerimi indirip karnımın üzerine yerleştirdim ve dudaklarımdan dökülecek herhangi bir komut beklenmeden odamın kapısı açıldı. Bakışlarım yavaşça kapıya doğru kaydı, annem oradaydı.

"Günaydın," dedi tatlı bir tebessüm eşliğinde.

Dudaklarımda tatsız bir tebessüm, yanaklarımın çarmıhına gerildi. "Günaydın," diye fısıldadım, doğrulup yatağın üzerine bağdaş kurarak otururken.

"Turuncu yakışmış," dedi çenesiyle üstümdeki turuncu geceliği işaret ederek. Askılı, etekleri fırfırlı olan turuncu geceliğime kayan gözlerim kısaca üstümdeki geceliği inceledikten hemen sonra tekrar anneme döndü. "Teşekkür ederim," diye fısıldadım.

Annemin sımsıkı topuz yaptığı saçlarını uzun zamandır salık halde görmüyordum. Diplerinden birkaç tel beyaz saçın da yaptığı topuzdan dolayı gerilerek belirginleştiğini gördüm. Babam yakında saçını boyaması gerektiğini ona hatırlatırdı kesin. Annem içeri girdikten sonra kapıyı sıkıca kapattı ve odamın ortasına doğru yürüdü. Hemen girişteki boy aynasına baktıktan sonra gözleri kitaplığımda ve odamın içinde turladı. "Ne kadar yaşam dolu bir oda," dedi nazik bir tavırla. "Senin bu huyunu her zaman sevmişimdir. Ne zaman odana girsem, huzurlu hissediyorum."

"Odamı seviyorum," diye fısıldadım; evet, odamı seviyordum. Sadece içinde olmak beni mutlu etmiyordu, hepsi buydu.

"Odan sana benziyor."

"Öyle mi düşünüyorsun?" diye sorduğumda bana dikkatle baktı.

"Hım?"

"Hiç."

Annem başını iki yana sallarken gözlerini yumdu; yüzünde hüzünlü bir ifade belirdi. "Bak Gülçehre, biliyorum," diye fısıldadığında, başımı iki yana salladım. "Anne yapma," dedim üstüne basarak. "Lütfen."

Annem yatağımın ucuna oturup, yüzündeki hüznü dindirmeden, "Bu hayat senin hayatın, biliyorum," dedi durgun bir sesle. "Akşam için çok üzgünüm ama onu biliyorsun."

"Senin suçun yok," dedim gülümseyerek.

"Hayatım onu çok sevdiğini biliyorum."

"O benim babam," dedim hızla. "Onu nasıl sevmem anne?"

"Evet, biliyorum." Elini dizime koyup hafifçe sıkarak okşadı. "Onun da seni çok sevdiğini biliyorum."

Sessiz kaldım. Annem birkaç saniye beni izledikten sonra derin bir nefes aldı. "Dün hastaneye gelmen beni çok sevindirdi, ama bizi görmeye geldiğini düşünüp sevindim. Baban gibi düşünmediğimi biliyorsun, değil mi?"

"Biliyorum."

"Kendine bir hayal yaratırsan, babana karşı koyman çok daha kolay olacak, Gülçehre," dedi annem naif bir sesle. "Şu an istediğin bir şey yok. Gelecekten bir beklentin, arkasından koşacağın bir hayalin olmadığı sürece senin üstünde hak sahibi olduğunu iddia etmeye devam edecek."

Duraksadım. "Bir hayalim olmadığını nereden bilebilirsin ki?"

"Bilmiyorum," dedi annem tekrar gülümserken. "Görüyorum."

"Hayalim doktor olmamak."

Annem bu kez kahkaha atıp, "Şapşal," dedi. "Bu arada sana kötü bir haberim var."

"Odama girip geceliğime iltifat ettiğinde anlamalıydım," diye dalga geçtim gülerek.

Annem duraksadı, gülümseyişi yüzünde asılı kaldı. "Seni böyle görmek çok güzel, Gülçehre," dedi hiç beklemediğim bir şekilde, şefkatle.

Gülümseyip anneme sokuldum ve omzuna yatıp, "Kötü haberi bekliyorum," diye fısıldadım.

"Kötü haber... Bugün hastaneye gelmen gerekiyor."

"Anne..." Geri çekilip ona baktım. "Hayır."

"Üzgünüm bebeğim," dedi annem omuz silkip alt dudağını üst dudağının altına alarak. "Ertuğrul Karaisaoğlu'nun yasalarını biliyorsun."

"Daha dün beni o hastaneden kovan babamdı," diye üste çıktım. "Şimdi neden gelmemi istiyor?"

"Anlasana, belki de aranızdaki buzları eritmeye çalışıyordur?"

"Neden hiç öyleymiş gibi hissetmiyorum?"

Annem gülümseyip eğildi ve beni alnımdan öptü. "Gülben!" diye seslendi babam aşağı kattan. "Hadi artık, çıkmalıyız! Seni beklemeyeceğim."

Annem gözlerini devirerek, "Gördüğün gibi, o çok dediğim dedik bir adam," diye homurdandı.

Başımı sağ omzumun üstüne düşürerek kafamı salladım. Annem yanağımdan makas aldıktan sonra, "Çok geç kalmamaya çalış. Baban erken gelmeni istedi," dedi ve odamdan çıktı.

Odada yalnız kaldığımda omuzlarıma oturan gölgeler bakışlarımın durulmasına neden oldu. Bir süre oturduğum yerde öylece zemine şerit çeken güneş ışığını izledim. Babamın sesi, her zaman kurduğu bir cümle eşliğinde zihnimin denizinde köpürüyor, aklımın şişesinde çalkalanıyordu.

Sen benim kızımsın; en iyisini yapmak, başarmak zorundasın.

Bana bağırıyordu, bana el kaldırdığı zamanlar oldukça fazlaydı, her şey onun istediği gibi olsun istiyordu ama bir süre sonra bana tamamen hükmedemediğini anlamış, bu onu daha da çıldırtıp üstümde kurduğu baskıyı ağırlaştırmasına neden olmuştu. Bazen öyle ağır konuşuyor, baba kız arasındaki çizgiyi öyle sert adımlarla çiğneyerek aşıyordu ki; ona durması gerektiğini söylemesem çok daha ileri gidebileceğini biliyordum. Onu affetmek imkânsızdı ama onu sevmekten de vazgeçemiyordum.

Her seferinde ona ağacımdan bir dal uzatırdım, uzattığım dalı hiç düşünmeden kırardı.

Duş aldıktan sonra giyinmek için elbise dolabının önüne dikildim. Bedenim hâlâ ıslaktı; su damlaları tenimden kayarak zemine damlıyordu. Islak saçlarımı sağ omzumun üstüne atıp, elbise dolabının kapağını açtım ve parmaklarım kıyafetlerimin arasında dolanmaya başladı. Ne giyeceğim konusunda hiçbir fikrim yoktu. Esasen oraya gitme konusunda da büyük bir isteksizlikle kavruluyordum. Babamın dediği gibi kendime özenmeli, güzel giyinip gitmeliydim. Giyim konusunda zaten kendime dikkat ediyordum ama babam ekstra çaba sarf etmemi, her şeyimle en iyisi olmamı öyle deli bir tutkuyla istiyordu ki; ne giyersem giyeyim, ne yaparsam yapayım ona yetmeyecekmişim gibi hissediyordum.

Üstünde pembe gül desenleri, yeşil yapraklar ve mavi küçük papatyalar olan siyah askılı mini elbiseyi dolabımdan çıkardıktan sonra askısıyla birlikte yatağın üzerine koydum. Tekrar dolabın önüne döndüm ve kot gömleğimi çıkarttım; bu kot gömleği elbisenin üzerine giyip, tam göbeğimin üstünden uçlarını bağlamayı düşünüyordum. Elbisenin güllerinin renginde dolgu topuk önü kapalı ayakkabıları ve bileğimde biten beyaz fırfırlı dantel çoraplarımı çıkarıp köşeye koydum ve vücudumu kurulamaya başladım. Her şeyi halledip giyindikten sonra kuruyan saçlarımı tarayıp maşa yardımıyla uçlarına hafif küçük dalgalar verdim. Ten rengi ruj, hafif uçuk renklerde bir allık ve hafif bir rimelle makyajım da tamamdı. Boynuma taktığım gümüş kaplumbağa kolyesi boş duran boynumu biraz olsun doldurmaya yetmişti. Odamdan çıkarken taksiye vereceğim parayı ve cep telefonumu kot gömleğimin fermuarlı üst cebine yerleştirdim. Her ne kadar kulaklıklarımı takmak istesem de bunu yapmadım. Yanıma yol boyunca okuyacağım bir kitap ya da manga almayı da tercih etmedim. Hava dünün aksine günlük güneşlikti, bu benim şansımdı. Evin kapısını kilitlerken, Yusuf Amca kendi bahçesindeki yavru bir kediye süt veriyordu.

"Günaydın Yusuf Amca," diye seslendim tellere doğru yürürken.

"Günaydın Gül Kız," dedi sevecen bir şekilde gülümseyerek. Kedinin başını yavaşça okşayıp, zorlanarak da olsa çöktüğü yerden kalkıp dimdik durdu. "Yahu dün o yağmur neydi öyle? Sabah hava günlük güneşlikti oysa..." Ensesini kaşıyıp bana dikkatle baktı. "Sen nereye böyle grantuvalet?"

"Hiç sorma Yusuf Amca," dedim dudaklarımı bükerek. "Hastaneye gidiyorum."

Yusuf Amca kaşlarını kaldırıp başını salladı. "Ertuğrul mu çağırdı?"

Yusuf Amca, babamın bana öğrenimim ve gelecekteki mesleğim konusunda baskı uyguladığını iyi bilenlerdendi. Evde çıkan kavgaların çoğunu duyar, ağlayarak çıktığım bahçenin diğer ucundan bana çiçek uzatır ve beni gülümsetirdi. Onun olmadığı bir mahalle düşünemiyordum bile.

"Evet, babamın emri üzerine gidiyorum anlayacağın," dedim dalgaya almaya çalışarak.

"Sıkma güzel canını," dedi bilge bir tavırla. "Her şey olacağına varır. Yüce Yaradan'ın vardır bir bildiği. Az daha sık dişini."

Gülümsedim. O da bana gülümsedi ama gözlerimin ardına saklanan enkazı gördüğünü biliyordum. Bakışları bir ara bahçeye kayınca, "Senin bisikletin nerede?" diye sordu, sesinde merak vardı.

Dünkü yaşananlar hatırımda canlanınca yüzümdeki ifadeyi kontrol edemedim; gözlerimi hemen Yusuf Amca'dan olabildiğince uzağa, karşıdaki çam ağacına çevirdim. "Uzun bir hikâyesi olduğuna emin olabilirsin, Yusuf Amca," diye fısıldadım. "Bir ara mutlaka anlatacağım ama şimdi gitmem gerekiyor."

"Anlatmanı bekleyeceğim. Hadi geç kalma. Dikkatli git, olur mu?"

"Olur. Güzel bir gün geçir," diye fısıldadım.

"Sen de güzel kızım."

🌹

Zamanın rengi avuçlarımda diken batığı yaralar bırakıyordu.

Gözlerimde her daim kopmayı bekleyen bir fırtına vardı. Ne kadar sessiz bir yapıya sahip olsam da, içim oldukça gürültülüydü. Kafamın içinde hiç bitmeyen konuşmalar dönüyordu. Bu konuşmalar bazen tanıdığım insanlara aitken; bazen tamamen yabancı olduğum, adını ve görüntüsü bile bilmediğim insanlara ait oluyordu.

Çoğu kez delirmenin eşiğine geldiğimi düşündüm.

Taksiden indiğimde kafamı kaldırıp o tanıdık binaya baktım. Benim kaderim bu binanın içinde yazılmamıştı; kaderimi kendim yazmak istiyordum. Bir şeylere mecbur bırakılmak katlanabileceğim bir şey değildi. Elbet babamın da vazgeçmesini sağlayabileceğim o gün gelecekti. Topukluların üzerinde yürümek benim için zor değildi; çok küçükken annemin topuklu ayakkabılarını giyer, tüm evi o ayakkabıların üzerinde bir kez olsun düşmeden gezerdim. Ama biri bana dışarıdan baktığında o kadar çocuksu bir kız görüyordu ki, topuklu ayakkabı giydiğim zamanlarda o bakışlar değişiyordu sanki. İnsanlar tuhaftı. Yine de benim giydiğim topuklular bile her zaman benden bir parça taşırdı. Gerek davetlerde babamın zoruyla giydiğim yüksek topuklular, gerek şu an ayağımda olan dolgu topuklar... Hepsinde en azından model ya da renk, benim izlerimi taşırdı.

İçeri girerken gerginlikten can vermek üzereydim. Danışmadaki kızların gözlerinin üzerimde olduğunu fark ettiğimde yüzüme belli belirsiz bir tebessüm kondurdum. Adının Nazlı olduğunu bildiğim genç kız, "Ertuğrul Hoca geleceğinden bahsetmişti," dedi ayağa kalkıp, masanın etrafından dolanarak yanıma geldiğinde. "Şu an ameliyatını yaptığı bir hastasını muayene ediyor. Hastasının taburcu işlemlerini yapacağım birazdan. İstersen babanı ofisinde bekleyebilirsin."

"Anladım," dedim güler yüzlü bir şekilde. "Ofisinde bekleyeyim. Teşekkür ederim."

"Rica ederim canım." Kız gülümsedi. Yanından geçip giderken, masanın arkasındaki diğer kıza, "Ertuğrul Hoca gibi ketum bir adamın nasıl oluyor da böyle pamuk gibi bir kızı olabiliyor? Onu gördün mü? Küçük bir kız çocuğu gibi, değil mi? Çok sevimli görünüyor ya!" dedi.

Çevremdeki insanlarda bıraktığım ilk etki, 'Çok sevimli!' şeklinde oluyordu...

Asansöre binip, babamın ofisinin olduğu kata çıktım. Tuhaf bir şekilde hastane bugün diğer günlere nazaran daha boştu; bunu asansöre tek başıma bindiğim anda fark etmiştim, çünkü genelde asansöre bindiğim zaman büyük bir kalabalıkla karşılaşırdım. Boş koridorda çevreme bakındım ve babamın ofisinin kapısına doğru yürüyüp, adının yazdığı küçük gösterişli camdan kutuya baktım. Ertuğrul Karaisaoğlu. İçeride olmadığını bildiğim için kapıyı çalma gereği bile duymadan içeri girdim. Odasının içi her zaman olduğu gibi ferahtı, taze ıhlamur kokuyordu; durup etrafı kolaçan ettim, pencereleri sıkıca kapatmıştı ama perdeyi çekmemişti. Güneş ışığı, babamın kumtaşı masasının üzerine şeritler çekiyordu; masasının üstü her zaman olduğu gibi düzenliydi. Diğer doktorların aksine, benim babamın masasında çerçeveler göremezdiniz; masasında fotoğraflara yer vermezdi.

Siyah deri koltuğa oturdum ve babamı beklemeye başladım. Gözlerim duvarlarda, ofisinin içinde turlayıp duruyordu. Duvarlarda şu ana dek aldığı başarı belgelerin çerçevelenmiş bir şekilde asılı olduğunu gördüm. Onun için başarının resmi, bizim fotoğraflarımızdan çok daha üstündü. Babamın ofisinin kapısı aniden açıldığında, irkilerek kapıya doğru döndüm ve o an gördüğüm şey karşısında donup kaldım.

Evren.

Ben farkında olmadan, dudaklarımdan bir, "Ha?" döküldü.

Elini kapının kenarına koymuştu; yalnızca kafasını içeri doğru uzatmıştı, bir de ayaklarını görebiliyordum. Yeşil gözler bir an yüzümde duraksadı; beni tanıdığını anladım. Kaşları anında çatılırken, "Mustafa Kemal Kuran burada değil mi?" diye sordu soğuk bir sesle; ses tonu, sanki dün yaşadıklarımıza bir sünger çekmiş gibiydi.

"O kim?" diye sordum, isim tanıdık gelmişti ama çıkaramamıştım. "Burası Ertuğrul Karaisaoğlu'nun Ofisi."

Tek kaşı havaya kalktı; bakışları benden ayrılıp kumtaşı masaya kaydı. Kumtaşı masanın üzerindeki Ertuğrul Karaisaoğlu yazısını görünce yüzünü buruşturup kafasını geri çekti; elleri hâlâ kapının üzerindeydi. Sanırım kapının dibinde duran cam kutuya bakıyordu. "Yanlış oldu," dedi kafasını tekrar içeri doğru uzatırken.

Bir an elimi ayağımı koyacak yer bulamadım. Yanaklarım anında ısınırken, gözlerimi ondan kaçırarak, "Önemli değil," diye fısıldadım.

Gideceğini sandım ama gitmedi. "Sen yine niye buradasın?" diye sordu soğuk bir kadehi andıran sesiyle.

Bakışlarım tekrar ona kaydığında; ona, alnında iki tane anteni varmış gibi baktım. "Yine derken?"

"Kimin arabasına çarptın?" Alay eder gibi söylememişti bunu; aksine, yüzünde mimik bile oynamıyordu şu an. Ciddi olabileceğini düşündüm.

"Ha? Şey... Kimsenin?"

"Ee?" diye sordu tekrardan, bedenini biraz daha içeri sokup. "Niye buradasın?"

"Çünkü burası benim ba-"

"Evren?" dedi tanıdık ses, hemen Evren'in arkasından. Evren içeri girerek babama geçmesi için yer açtığında gözlerim kocaman açıldı. Bu ikisi birbirini nereden tanıyordu? Babamın yüzünde hiçbir zaman rastlayamadığım aydınlık bir ifade belirmişti; beni görmezden gelerek, "Hangi rüzgâr attı seni buraya?" diye sordu güler yüzle.

Evren'in üzerinde dar, lacivert bir gömlek vardı; gömleğinin düğmeleri çok abes kaçmayacak şekilde belli bir seviyeye kadar açık bırakılmıştı. Altındaki, uzun bacaklarını saran siyah kot biraz spor bir görüntü çizse de, gerçekten iyi görünüyordu.

"Odaları karıştırdım," dedi yüzünde mimik oynamadan.

"Senin gibi dikkatli bir adamdan beklenmeyecek bir hareketti bu." Babam kısık sesli bir kahkaha attı. "Geçsene şöyle. Bir kahvemi iç."

"Yok, gitmem gerek benim. Tekrar kusura bakmayın." Sarmaşık yeşili bakışlar yavaşça bana döndüğünde, babam da onun bakışlarını takip etti ve ikisinin de gözleri beni buldu; olduğum yerde buharlaşıp uçmak istedim. "O kim?" diye sordu Evren düz bir sesle.

"Benim kızım."

Evren gözlerini benden çekmeden, "Anladım," dedi, sesi hâlâ aynı tondaydı.

"Gülçehre, Evren ile tanışmalısın," dedi babam elini Evren'in omzuna koyup yavaşça sıkarak.

"Baba," diye homurdandım, gözlerimi devirmemek için kendimi zor tutarken. Biz zaten tanışıyorduk. Peki ya bu ikisi nereden tanışıyordu? Adam resmen babamın tanıdığı çıkmıştı! Babama her şeyi anlatır mıydı acaba? Endişenin zehir gibi yayıldığı gözlerimi Evren'e dikerek ona dikkatle baktığımda, bakışları bir süre ona diktiğim gözlerimde oyalandı ve sonra benden uzaklaştırdığı gözlerini babama çevirdi. "Gitsem iyi olacak," dedi, mesafesini tıpkı bir ateş gibi çemberinin etrafında tutuşturarak.

"Ah tabii. Tekrar bekliyorum, bir gün gel, oturur sohbet ederiz."

"Gelmeye çalışırım."

Evren babamın ofisinden çıktığında, babamın bakışları bir kez daha beni buldu. "Gelmişsin," diye fısıldadı, sanki bir sırrı zihnime buzdan harflerle sıralıyormuş gibi.

"Gelmemi sen istemişsin," dedim sessizce.

Hiçbir şey söylemeden masasının arkasında duran koltuğuna yerleşti. Ellerini yumruk yaparak masanın üzerine koydu; gözlerini yüzüme dikti, dudakları aralanacak gibi oldu ama kararsızlık kelimelerinin üzerine döküldü ve dudaklarını tekrar sıkıca kapattı.

"Neden buradayım baba?" diye sordum bedenimin bir kısmını ona doğru çevirip, ilgi dolu gözlerimi onun gözlerinin penceresine tıpkı bir mum gibi dikerek.

"Bugün tanışmanı istediğim biri var, o yüzden," dedi hiç düşünmeden.

Duraksadım. "Ne? Ayrıca sen o... O adamı nereden tanıyorsun?"

"Kimden bahsediyorsun?"

"Az önceki adamdan."

"Evren? Tanımamam mı gerekiyor?" Bana şüpheyle baktığında gözlerimi ondan kaçırmamak için kendimi zor tuttum. "Her neyse. Bak, dün için biraz üzgün olabilirim. Sana çok sert çıktığımı düşünmüyorum ama annen her şeyi büyütüp, dallanıp budaklandırır biliyorsun."

Farkında olmadan yumruğumu sıktım. Diğer elim benden izinsiz bir şekilde elbisemin eteğine doğru kaydı ve kumaşı avuçladım. "Kimle tanışacağım, baba?"

"Mustafa Kemal Kuran'la."

"İsmi çok tanıdık geliyor ama o kim?" diye sordum; Evren de bana bu ismi sormuştu ama bir türlü kim olduğunu çıkaramıyordum. Babam bana dehşet içinde baktığında omuz silktim.

"Başhekim," dedi babam üstüne basa basa. "Bunu nasıl bilmezsin sen?"

"Bilmem mi gerekiyor ki?"

"Elbette bilmen gerekiyor!" Babam öfkeyle soludu. "Gerçekten her şeyden bihaber yaşamaya daha ne kadar devam edebileceksin? O YGS puanıyla LYS'ye girmen hiçbir şeyi ifade etmeyecek benim için. O yüzden şimdiden çalışmaya başla. Seneye bir kez daha gireceksin."

"Benim YGS puanım gayet yüksek," dedim düz bir sesle. "LYS sınavında da bayağı yukarı çekeceğim."

"O puan benim isteğimi karşılayacak mı peki?"

"Baba, eğer gözün en yükseğinde olmasaydı ben geçen yıl zaten tıp fakültesine girebilecektim."

"Ben senin itibarını düşünüyorum!" diye çıkıştı.

"Sen kendi itibarını düşünüyorsun!"

Bakışları donuklaştı. Konu nasıl oluyordu da durmadan şu sınava gelebiliyordu? "Tek istediğim senin iyiliğin," dedi buz gibi bir sesle.

"Doktor olmak istemiyorum," dedim son kez, oturduğum yerden kalkarken.

"Otur şuraya Gülçehre!"

"Sürekli aynı şeyi yapıyorsun," diye fısıldadım, zorla. "Sürekli beni köşeye sıkıştırıyorsun. Canımın yandığını hiç mi görmüyorsun?"

Babamın soğuk bakan gözlerindeki buz sarkıtlarının gözbebeğine saplandığını gördüm. Dişlerini sıktı; yanaklarında oluşan çukura ayaklarının altında ezdiği gül yapraklarının cesetlerini gömmüştü.

"Senin canını yakıyorum, öyle mi?" Sesi de, gözleri ve kalbi gibi buzdandı.

"Evet," diye itiraf ettim elbisemin eteğini daha sıkı avuçlayarak. "Canımı yakıyorsun. Çok yakıyorsun."

"O zaman bu daha hiçbir şey Gülçehre," dedi babam. Kalbime bir kazık saplasa, bu kadar büyük bir acı duymaz, hemen şuracıkta ölürdüm en azından. "Canını daha çok yakacağım."

"Biliyorum," diye kabullendim.

"O zaman?"

Sertçe yutkunurken, burnumun direği sızlıyordu. "Neden?"

"Çünkü hiçbir can yanmadan soğumaz," dedi babam gözlerini benden kopararak. "Sen benim kızımsın. Seni eğitmek zorundayım."

"Başhekimle tanışmayacağım," dedim düz bir sesle.

"Tanışmadan gidemezsin."

Hiçbir şey söylemedim, ona cevap bile verme gereksinimi hissetmedim. Ona sırtımı dönüp ofisinden çıkarken, arkamda bıraktığım gölge, olduğu yerde kalbine kazık saplanarak öldürülen bir bedenin çürümek için yere serilen cesediydi. Kapıyı ikimizin arasına örttüğümde, kalbimin de üstüne acıyı örtmüştüm. Gözlerimi yukarı kaldırıp, elimle ağzımı örttüm ve hıçkırığımı geri yutarak, gözyaşlarımı geri çevirmeye çalıştım. İnce parmaklarımın ağzımın üstüne kapalı şekilde titrediğini hissedebiliyordum. Bakışlarım hızla koridorun duvarlarına kaydı; etrafı inceledim, kimseler yoktu. Sertçe yutkunup, ayaklarıma ilerlemesi için bir emir gönderdim ama ayak bileklerim uyuşmuştu; sanki bir adım atsam, olduğum yere yığılıp kalacaktım.

Bir elimi koridorun duvarına koydum ve yavaşça yürümeye çalıştım. Diğer elim hâlâ ağzımın üzerindeydi; elimi ağzımın üzerinden kaydırarak çektim ve tekrar elbisemin eteğinin ucundaki kumaşı avuçladım.

"Bu hissi sevmiyorum," diye fısıldadım; bu duvara vermiş olduğum bir sırdı. "Tıpkı tüy yumağını kusmak için bir köşeye geçen kedi gibi, hırıltılar çıkararak kalbimi kusmak istiyorum."

İntiharın üzerini renklerle örtmüştüm ben. Ölümü çiçeklerle süslemiştim. Bir gün başarıp bu canı kendi ellerimle Tanrı'nın huzuruna çıkaracak olursam, ölü bedenim çiçeklerle süslensin istiyordum. Ben güzel ve mutlu bir ceset olmak istiyordum. Koridorun sonuna geldiğimde, "Her şey yolunda mı?" diye sordu naif bir erkek sesi. Kafamı kaldırıp sesin geldiği yöne diktiğim gözlerimi kırpıştırdım. Uzun boylu, zayıf, saçları bembeyaz bir adam hemen önümde dikiliyor; endişeyle irileşmiş gözlerini yüzüme dikmiş, beni inceliyordu. Üzerinde bir doktor önlüğü vardı ama yakasında adının yazdığı bir yaka kartı yoktu. Duraksayıp tedirgin gözlerle ona baktığımda; elini yakasına götürüp, gülümsedi. "Sadece yaka kartımı düşürdüm," dedi sıcacık ses tonuyla. "Tehlike arz etmediğime yemin edebilirim küçük kız."

"Anlıyorum," diye fısıldadım.

"Sen Ertuğrul'un kızı değil misin?" diye sordu gözlerini üzerime dikip, daha büyük bir dikkatle beni inceleyerek.

"Evet," dedim zorlanarak. "Ben onun kızıyım."

"Kocaman kız olmuşsun ama yüzün hiç değişmemiş!" Güldü ve eliyle yeri işaret ederek, "Senin şu kadarcık olduğun zamanları bilirim ben. Seni ilk kez Ertuğrul bu hastanede çalışmaya başladığında görmüştüm," dedi.

Evet, burası babamın çalıştığı ikinci hastaneydi. Kariyerinin zirve yapmasını sağlayan hastane...

"Şey... Üzgünüm ama ben sizi çıkaramadım." Mahcup bir şekilde gülümsediğimde, o da aynı şekilde karşılık verdi.

"Çok küçüktün, zaten en fazla bir iki kez görmüşsündür beni. Hastaneye pek uğrayan biri de değilsin bildiğim kadarıyla."

"Anlıyorum efendim."

Yüzündeki gülümseme derinleşti; birkaç saniye dikkatle gözlerimin içine baktığında, irkildim. Sanki gözlerimin arkasındaki çoğu şey onun önündeymiş gibi büyük bir bilgelikle bakıyordu bana.

"Her şey yolunda mı?" diye sorduğunda, gözlerimi kaçırarak, "Evet, elbette," dedim kısık bir sesle.

"O halde Ertuğrul'un küçük kızı bahçede benimle bir fincan kahveye hayır demez, öyle değil mi?"

Yaşlı adama baktım; ela gözlerinin etrafındaki çizgiler, yılların ona armağan ettiği bir fedakârlığın resmi gibiydi. İlk bakışta bile onun hakkında iyi izlenimler kaydedebilmek mümkündü. Bir insanın kalbinin güzelliği yüzüne vurur muydu? Bu adamın vurmuştu. Gözyaşlarımı sandıkların içine saklamanın en kolay yolu biraz kafa dağıtmak olabilirdi. "Tabii," dedim, her ne kadar kahveden çok hoşlanmasam da.

Adam eliyle ileriyi göstererek, "Buyurun küçük hanım," dedi kibar bir samimiyetle.

Elimde olmadan tebessüm ederken buldum kendimi. Adamla birlikte alt kata inene kadar pek bir şey konuşmadık. Danışmanın önünden geçerken, Nazlı, "Hocam!" dedi, yanımdaki adama. "Yaka kartınız..."

Adam elini yavaşça havaya kaldırıp tebessüm ederek, "Ah, ben de her yerde onu arıyordum. Rica etsem onu odama bırakabilir misin Nazlıcığım?" diye sordu.

Nazlı gülümseyerek, "Tabii ki," dedi. Adam o kadar güler yüzlü, o kadar samimi biriydi ki, buradaki herkesin onu çok sevdiğini düşünmeden edemedim. Birlikte bahçeye çıktığımızda bana tekrar yol vererek bahçedeki kafeteryaya doğru yürümemi işaret etti. Ona uyarak kafeteryaya doğru yürüdüm. Boş masalardan birine yerleştiğimizde, kafeteryada çalışanlardan biri, "Hocam," dedi gülümseyerek.

"Merhaba İsmail," dedi adam aynı tebessümü kafe çalışanına da göstererek. "Ben sade bir kahve istiyorum. Siz ne içeceksiniz bakalım küçük hanım? Kahveyi sevmediğinizi gözlerinizden okuyabildim az önce."

Yanaklarım anında kızarırken, "Şey, sanırım portakal suyu içebilirim," diye fısıldadım.

"Hemen getiriyorum."

Adının İsmail olduğunu öğrendiğim kafe çalışanı gözden kaybolduğunda, adam, "Babanı görmek için geldin sanırım?" diye sordu.

Başta sessiz kalmak istesem de, adamın samimiyetine güvenerek, "Evet," diye itiraf ettim. "Ama kendi isteğimle geldiğim söylenemez."

Kaşlarını kaldırdı. "Nasıl yani?"

"Babam beni buraya biriyle tanışmam için çağırmış," dedim. Portakal suyum geldiğinde, derin bir nefes alıp, büyük pipeti portakal suyunun içinde gezdirdim. "Biraz tartışmış olabiliriz."

"Sanırım tanışmak istemediğin biriyle tanıştırılmaya çalıştın?" dedi sorar gibi; önüne konan kahve fincanını küçük bir çubuk ile karıştırdı ve kahvenin kıvamını yoğunlaştırdı. "Doğru muyum?"

"Hayır. Sadece babama kızdım biraz."

"Ertuğrul zor bir adamdır," dedi bana hak verir gibi.

"Sanırım."

"Anlıyorum." Kahvesinden bir yudum aldı. "Peki tanıştın mı seni tanıştırmak istediği kişiyle?"

"Hayır." Portakal suyumdan bir yudum aldım ve tekrar pipetle oynamaya başladım.

"Seni kimle tanıştırmak istediğini sorsam, haddimi aşmış olur muyum?" Kahve fincanını, fincanın tabağının üstüne koydu ve bana baktı; bakışları sıcaktı.

"Başhekim," dedim derin bir nefes alarak. "Babam için gerçekten çok değerli birisi. Sanırım babam, başhekimin benim düşüncelerimi değiştirebileceğini falan sanıyor."

"Senin düşüncelerin?"

"Muhtemelen babamı tanıyorsanız, onun en büyük arzusunun benim de onun gibi bir doktor olmam olduğunu bilirsiniz." Karşımdakinin bir yabancı olmasını zerre önemsemeden kaşlarımı çatıp, zihnimde beliren kelimeleri hizaya soktum. "Ben doktor olmak istemiyorum."

Kafamı kaldırıp adama baktığımda, ela gözlerinde anlayışın parıldadığını görür gibi oldum. Başını yavaşça sallayarak, "İstemediğin bir mesleği yapmamalısın zaten," dedi babacan bir tavırla. "Baban neden başhekimin senin kararlarını değiştirebileceğini düşünüyor ki?"

"Bilmiyorum," dedim kuru bir sesle. "Başhekimi tanımıyorum. Tanımadığım biri nasıl düşüncelerimi değiştirebilir ki?"

Adam güldü. "Beni de tanımıyorsun."

"Ama siz düşüncelerimi değiştirmeye çalışmıyorsunuz ki?"

"Peki başhekimin senin düşüncelerini değiştirmeye çalışacağını nasıl düşünebiliyorsun?" Kahvesinden bir yudum alıp, fincanın ucuyla beni işaret ederek gülümsedi. "Kendin dedin. Onu tanımıyorsun."

"Haklısınız," diye kabullendim. "Sanırım çevremdeki herkesi aynı kalıbın içine sokuyorum."

Güldü. "İleride yapmak istediğin bir meslek var mı?" diye sordu bana ilgiyle.

Annemin söylediklerini hatırlayınca duraksadım. Benim bir hayalim, bir arzum, peşinden koştuğum bir şey yoktu. Başımı iki yana sallarken gözlerimi portakal suyuma çevirdim. "Yok sanırım." Sesimin tellerinde umutsuzluk oturuyordu.

"Doktor olmak istemiyorsun ama bir hayalin de yok, öyle değil mi?"

"Evet."

"Peki neden doktor olmak istemiyorsun? Tamam, bir nedene ihtiyacın yok, biliyorum ama... Sonuçta bir hayalin de yok. Sadece merak ediyorum." Tekrar gülümsedi. "Seni sıkmak istemem."

"Küçüklüğümden bu yana babam tarafından birçok kez doktor olmaya teşvik edildim. Hiçbir zaman merakım ya da hevesim olmadı. Evet, çok kutsal bir meslek olduğunu biliyorum ama kalbim o meslek için atmadığı sürece, ne kadar iyi bir doktor olabilirim ki?"

"Haklısın," dedi. "Mesela nasıl teşvik edildin?"

Sertçe yutkunup, "Hangi adam kızının birinci yaş gününde ona oyuncak bir stetoskop alır ki?" diye sorup, bakışlarımı adama çevirdiğimde, adamın duraksadığını gördüm. "Abartmıyorum," diye fısıldadım. "Şu ana dek bana aldığı tüm hediyelerin ucu bu mesleğe dayanıyordu."

"Biraz abartmış."

"Biraz mı?"

"Tamam. Bir hayli abartmış."

Portakal suyunun olduğu cam bardağı iki avucumun arasına alarak bardağı önüme doğru çektim. "Yine de onu suçlamıyorum. Kötülüğümü istemiyor, biliyorum."

"Sen yüreği çok güzel bir kız çocuğusun," dedi adam gülümseyerek. "Seninle tanıştığıma çok memnunum."

"Şey..." Utandım. "Ben de sizle tanıştığıma çok memnunum. Bu arada isminizi öğrenemedim ama... Sormayı unuttum. Çok affedersiniz."

Adam bana elini uzatırken, "Mustafa," dedi huzur verici bir sesle. Elimi eline doğru uzattım, tokalaştık. "Mustafa Kemal Kuran."

Yüzümdeki ifade dondu.

"Ben... Ben çok..."

"Ah, hayır," dedi elini çekip genişçe sırıtırken. "Lütfen. Nereden bilebilirdin ki? Çok keyifli bir sohbetti. Adın... Annenin adına benzer bir adın vardı, değil mi?"

Tamamen bordo rengini almış bir şekilde, "Gülçehre," dedim nefesimi tutarak.

"Tekrar çok memnun oldum Gülçehre. Konuştuğumuz her şey ikimizin arasında bir sır olarak kalacak, bilmeni isterim." Oturduğu yerden yavaşça kalkarken, "Şimdi gitmem gerek," dedi ve kolundaki saate kısaca göz attı. "Oğlumu çok bekletmiş olmalıyım."

"Çok teşekkür ederim Mustafa Kemal Bey," dedim, adının güzelliğini hayranlıkla zikrederken. "Ben de tanıştığıma çok memnun oldum, gerçekten."

Tekrar gülümsedikten sonra ücreti masanın üzerine bıraktı ve tekrar tokalaşarak ayrıldık. Taksi durağına kadar yürüsem iyi olacaktı. Şayet şu an, az önce yaşadığım şoku atlatabilmek için biraz zamana ihtiyaç duyuyordum. Ya adam tüm bu konuşmaları babama anlatsaydı, o zaman ne yapardım ben? Çok şükür ki gerçekten güvenilir birine benziyordu. İçim, bu açıdan çok rahattı. Taksi durağının önüne gelene dek kafamın içinde oyalanacak bir sürü düşünceyi yere sermiştim; parmaklarımı bir bir hepsine daldırıyor, hepsinin yarasını kanatıyordum ve dayanamayıp o yaraları parmak uçlarımdaki anılarla sarıyordum.

🌹

Zamanı ikiye ayıran bıçak alnımın çatısına saplanmış gibi hissediyordum. Bir süre ellerimi akmakta olan suyun altından çekmedim. Su gitgide daha sıcak akmaya başlamıştı. Kafamı oynatmadan, yalnızca gözlerimi kaldırarak karşımda duran aynaya baktım. Kâküllerim alnıma yapışmıştı, bunun sebebi çok terlememden kaynaklıydı; gözlerimin altında kara gölgeler vardı, bunun nedeni de uykumu alamamamdan kaynaklanıyordu. Eve geldiğimde biraz bahçeyle ilgilenmiştim, Hamiyet Teyze çay içmek için beni bahçelerine davet etmişti ve onları kıramayıp yanlarına gitmiştim. Şimdiyse buradaydım, bu banyonun içinde.

Yalnız kaldığımda değişen ifadem beni ürkütüyordu.

Çok küçükken aynı sokakta oturduğumuz bir arkadaşım vardı. Benim aksime o çok erkeksi giyinir, saçlarını hep kısa kestirirdi; bunu isteyen o değildi, babası katı kurallara sahip bir adamdı ve onu öyle yetiştiriyordu. Kızın ismi Özge'ydi. Benim rengârenk kıyafetlerim hep ilgisini çekerdi. Benim şanslı olduğumu düşünüyordu. Bir keresinde bana, "Babanın kıymetini bilmelisin. Benimkisi kot etek giymeme izin vermiyor. Saçlarımı da uzattırmıyor," demişti, bunu söylerken gözlerinden hızla akan yaşları hatırlıyordum. Yine de babasının onu nasıl sevdiğini, o adamın gözlerinde görebilmiştim; her ne kadar kızını büyük bir baskı altında büyütüyor olsa da, Özge'ye eşsiz bir şahesere bakıyormuş gibi bakardı. İçimden hep bir şey fısıldardım ama bunu Özge'ye hiç söylemedim: "Babanın kıymetini bilmelisin."

Elimi suyun altından çektiğim an su akmayı kesti. Karnımda bir ağrı vardı; karnımdaki ağrıyı belimin sızısı takip ediyordu, katlanılmaz bir şeydi bu. Dün bisikletimin direksiyonuna çarptığım için olmadığı kesindi. Yakın zamanda regl olacakmışım gibi hissediyordum. Regl düzenim o kadar bozuktu ki, ne zaman geleceğinden bihaber yaşıyordum. Düzensizliğimi hiçbir zaman kafaya takmamıştım aslında. Sorun değildi ama yerli yersiz ağrılar çekmekten bıkmış usanmıştım artık. Odamdaki banyodan çıkıp üzerimi değiştirmek için kıyafet dolabımı açtım. Mini uçuk pembe bir şort; üzerine de beyaz, yarım kolluk bol bir tişört giydim. Havalar gitgide daha da ısınıyordu ama İzmir'deki nem oranı çok fazlaydı, bu çok daha çabuk terlememize neden oluyordu. Saçlarımı tepemde dağınık bir şekilde topladıktan sonra kalem ile topladığım kısmı tutturdum; mangalarımdan bir tanesini çıkartıp, kulaklığımı takarak odamın balkonuna çıktım ve sandalyemi çekip oturdum. Bacaklarımı balkonun demir korkuluklarına uzattım ve mangamın kapağını açıp, ilk sayfasını çevirdim. Zaman ne çabuk geçmişti hiçbir fikrim yoktu. Manganın kapağını kapatıp kafamı kaldırdığımda, biraz önce göğün göğsünde dikili duran güneşin dağların arkasına saklanmaya başladığını gördüğümde duraksadım. Akşamüstüne uzanan saatleri seviyordum, bana huzur aşılıyordu. Gök, mavinin hoş ama kapalı bir tonuyla renklenirken; güneşin kızıl yarıkları, maviyle dans ederek farklı bir renge ev sahipliği yapmıştı. Gökyüzünün bir kısmı tatlı bir mor renginde, bir kısmı mavi, bir kısmı kızıl lekelerle doluydu. Babamın gri arabasını sokağın başında gördüğümde duraksadım ve korkuluklara uzattığım bacaklarımı hızla çekerek yere indirdim.

Muhtemelen kavga çıkacaktı. Bağırıp çağıracaktı, belki biraz daha kalbimi kıracaktı ama eninde sonunda susacaktı. Kendimi yaklaşan kaosa hazırlarken tekrar odama geçtim ve yatağın üzerine oturdum. Derin bir nefes alıp gözlerimi yumdum; alt kattan yükselen kilit sesini işitince dişlerimi sıktım.

"Gerçekten çok yorgun hissediyorum," diye homurdandı annem.

"Bugün sakindi," dedi babam hemen arkasından. Anahtarlarının sesini duydum. "Sen her gün böyle yorgun hissediyorsun Gülben."

"Sana da bir şey söylenmiyor," dedi annem huysuz bir sesle. Kısa bir sessizlik yaşandı. "Gülçehre odasında sanırım."

"Aklı varsa bugün gözüme görünmesin." Gözlerimi açıp boşluğa baktım. "Nasıl sinirliyim ona, inan anlatamam."

"Çok üstüne gidiyorsun," diye fısıldadı annem. "Duyacak çocuk şimdi. Sessiz ol biraz!"

"Duyarsa duysun!"

"Ertuğrul, abartıyorsun."

"Başlama yine," dedi babam zehirli bir sesle. "Sen yüz veriyorsun şu kıza. Tepemize çıktı! Karnım çok aç benim. Senin bir şeyler yapmanı bekleyebilecek gibi hissetmiyorum kendimi. Bir şeyler sipariş edelim."

Sonrasında sürdürdükleri konuşmayı dinlememeyi tercih ettim. Canım hiçbir şey yemek istemiyordu ama annem sipariş verdikten yaklaşık kırk dakika sonra yemekler gelmişti. Her ne kadar aşağı inmek istemesem de, annemin tatlı ısrarını kırmak istemedim ve alt kata indim. Alt katın balkonundaki masanın üzerine koydukları siparişlere kısaca göz gezdirdikten sonra bakışlarım bahçeye kaydı; her zaman bisikletimi koyduğum yerde bisikletimin olmayışı midemin burkulmasına neden oluyordu. Annem omzuma dokunduğunda irkildim. "Güzelim?" dedi meraklı bir tınıyla. "Dalmışsın."

Gökyüzü laciverte yakın bir renge bürünmüş, sokak lambaları yanmaya başlamıştı. Sokakta koşuşturan birkaç çocuk evlerine gitmenin telaşı içindeydi. Çıplak ayaklarımı korkulukların aralıklarına yerleştirip, "Hiç," diye fısıldadım, akşamüstü karanlığına doğru. Babam şu an duştaydı, henüz onunla yüz yüze gelmemiştik. "Dışarıdan yemek yemeyi seviyorum ama senin yaptıkların kadar lezzetli değiller."

Güldü. "Baban kurt gibi acıkmış olmasaydı senin için lazanya yapacaktım."

"Mühim değil," diye fısıldadım. "Ama o duşunu alana kadar sen zaten bir şeyler hazırlardın."

"Babanı bilmiyor gibi konuşmasana." Annem masanın üzerine koyduğu sürahiyi aldı ve bir su bardağının içini duru suyla doldurup, suyu tek dikişte içip derin bir nefes aldı. "Çok pimpirikli bir adam, biliyorsun işte."

"Eğer bana haber verseydin bir şeyler hazırlayabilirdim," dedim tedirgin bir sesle. Mutfakta pek iyi değildim ama en azından açlıktan ölmeyecek kadar bir şeyler yapabiliyordum. Annem bana alay dolu bir bakış atınca gözlerimi kaçırdım, annem kahkaha attı. "Pekâlâ," diye homurdandım. "Bunu cevap olarak kabul ediyorum."

"Ne kaynatıyorsunuz yine?" Babamın sesiyle irkilip bakışlarımı tekrar bahçeye çevirdim. Onun bakışlarını üzerimde hissedebiliyordum ama ona bakmamayı tercih ettim. Babam sandalyelerden birini çekti; çektiği sandalyenin bacaklarının zeminde çıkarttığı o çirkin sesi dinlerken yüzümü buruşturdum. "Gülçehre," dedi sert bir sesle. "Orada öylece dikilme. Otur ve yemeğini ye."

Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum ve ona bakmadan o tarafa doğru dönüp sandalyelerden birine yerleştim. Önümdeki servis tabağına paketlerden birini boşalttıktan sonra dürümü incelemeye başladım. İçinde soğan olmadığını görmek içimi rahatlatmıştı. Dürümümden bir ısırık alırken gözlerim babamın gözleriyle buluştu. Doğrudan bana baktığını görmek, karnıma yumruk yemişim gibi hissettirmişti. Kendi dürümünden büyük bir lokma aldı, ağır ağır çiğnemeye başladı; bunu yaparken beni izliyordu. Ona aldırış etmemeye özen göstererek yemeğimi yemeye çalıştım ama şu an masada soğuk rüzgârlar esiyordu. Tepemizde yanan soluk sarı rengindeki lambanın üzerine konan küçük sineğe benzeyen kelebeklere bakıp ağzımdaki lokmayı yuttum.

"Bugünü unutmadım," dedi sonunda konuştuğunda. Ona baktım ama tepki vermedim. Dürümünden büyük bir lokma daha kopardı, çiğnerken bana öfkeyle bakıyordu.

"Lütfen başlama," diye uyardı annem, babamı. "Huzur içinde yemek yiyelim."

Kaşlarımı kaldırıp dürümümü ısırdım. Babam burnumdan sert bir nefes vererek güldü; bu tamamen alayla doluydu. "Bugün Mustafa Kemal Kuran ile tanışmasını ne kadar çok istediğimi biliyordun," dedi babam, gözlerindeki öfke gitgide artıyordu.

"Evet," diye onayladı annem. "Ama bunu yemeğinizi bitirdiğinizde özel olarak, sakince konuşmanız daha mantıklı değil mi sence de, Ertuğrul?"

Babam gözlerini yüzümden ayırmadan, "Senin kızın konuşmaktan anlamıyor," dedi kuru bir öfkeyle. "Bu yaştan sonra istediği kötek mi anlayamıyorum."

Bir an gerildim ama yüzümdeki ifadeyi bozmadım. Küçükken, henüz hiçbir şeyin farkında değilken bana yaşattığı bir anı, midemin şiddetle bulanmaya başlamasına neden olmuştu. Dokuz ya da on yaşlarındaydım, ona ilk kez o zaman karşı koymaya başlamıştım ama karşı koyuşum bile ona olan sevgim yüzünden yarım yamalaktı. Yapmamam gereken bir şeyi yapmış, onu gereğinden fazla delirtmiştim. Müdürün odasındayken bana attığı bakışları hâlâ anımsıyordum. Devamında... Yani o gün, akşam eve geldiğimizde saçlarımdan tutup çekiştirerek beni lavaboya götürmüş, lavabonun giderini kapatıp suyu açmış ve lavaboyu ağzına kadar suyla doldurup, tuttuğu saçlarımdan beni iterek, kafamı o suyun içine batırmıştı. "Özür dilerim, babacığım," diyordum, kafamı her suyun içinden çıkarttığında. "Bir daha öyle ayıp şeyler söylemeyeceğim, babacığım." Bu onu durdurmaya yetmiyordu. "Bir daha sözünden çıkmayacağım, babacığım."

"Hey!" dedi babam aniden. Korkuyla sıçradım. Bu anıyı hiçbir zaman anneme anlatmamıştım. "Beni dinliyor musun sen?"

Önümdeki servis tabağını yavaşça masanın ortasına iterek, "Yemek için teşekkürler," dedim kısık bir sesle. Annemin bakışlarını yüzümde hissedebiliyordum ama ne anneme ne de babama bakamadım. "İzninizle odama gidebilir miyim?"

"Konuşmam henüz bitmedi," dedi babam, gözlerini yüzüme diktiğini biliyordum. Ona bakamadım.

"Haklısın, baba," dedim elimde olmadan. "Bir daha tekrarlamayacağım."

"Tekrarlama şansın olamaz."

Annem mavi gözlerini babama dikerek, "Ertuğrul!" diye uyardığında babam sustu ama dişlerini sıktığını biliyordum.

"Odama gidebilir miyim, anne?" diye sordum, gözlerimi masanın ucuna dikmiş, kaskatı kesilmiş bir şekilde orayı izlerken.

"Gülçehre, her şey yolunda mı?" Annemin sorusunu duymazdan geldiğimde, babam, "Bana diyorsun ama sen onun üzerine benden daha çok düşüyorsun," dedi sıkıntılı bir sesle. "Tamamdır, odana git."

Şu an hava gayet sıcaktı ama ben donuyordum. Donmayı bir yana koymuştum, şu an anlam veremediğim büyük bir korkunun içerisindeydim. Oturduğum masadan kalkıp üst kata çıkana kadar bedenim tir tir titredi. Kendimi banyoya kapatıp ellerimi yıkadıktan sonra, diş etlerimi kanatmak pahasına, fırçayı dişlerime bastıra bastıra dişlerimi fırçaladım. Eğer şu an bisikletim olsaydı biraz gezmeye çıkabilirdim, ama maalesef artık bir bisiklet sahibi değildim. Yürümek iyi bir fikir olabilirdi. Biraz nefes alırdım. Uzaklaşırdım. Soyutlanabilirdim.

Beyaz kot pantolonumu giyip, üzerime ince beyaz, yakasından göğsüne doğru pembe ve mavi çiçek desenlerinin indiği gömleği giydim. Beyaz kotumun bileklerini kıvırdıktan sonra beyaz spor ayakkabılarımı da giyip saçımı sıkı bir at kuyruğu yaparak evden çıktım. Babam evden çıktığımı görmemişti, bu benim açımdan daha iyiydi. Odama tıkılıp ders çalıştığımı, test çözdüğümü düşünmesi yararımaydı. Bahçeye bakan balkonun önünden geçerken tedirgin gözlerle balkona baktım; annem masayı henüz tam olarak toparlamamıştı ama ikisi de balkonda değildi. Demir bahçe kapısını yavaşça açtım ve dışarı çıktım. Etraf artık daha karanlıktı ama sokak lambaları yandığı için geceyi bıçaklayan o ışık, karanlığı gölgelerin ardına gizlemişti. Kaldırım sırasınca dizilmiş turuncu ışık yayan sokak lambalarının altında yürümeye başladım. Kulaklıklarım kulağımdaydı; sevdiğim bir Kore Pop grubunun yeni şarkısını dinliyordum ama kendimi şarkıya bir türlü tam anlamıyla veremiyordum. Sahile gidebilirdim, çok da uzak sayılmazdı. Babam evi bilerek denize yakın bir yerde almıştı. İmkânlarını sonuna kadar kullanmayı sevdiği gibi, gösterişi de severdi. Lüks evlerin kıstırdığı ve ağaçların bekçiliğini yaptığı sokakta tek başımaydım. Gündüzleri dışarıda oyunlar oynayan küçük çocuklar, saatin kademsiz yelkovan ivmesinin esiri olmuş, tekrar tutsak oldukları evlerin kapıları ardına kapatılmışlardı.

Beni diğerlerinden ayıran özelliklerimden birisi de, bu yaşıma kadar hiçbir arkadaş grubunun içinde yer almamış olmamdı. Özge'den başka bir oyun arkadaşım olmamıştı. İlkokul, ortaokul ve hatta lise... Tüm bu vakitlerimin hepsini okuldan eve, evden okula, okuldan kursa veya dershaneye giderek geçiren bir kız olmuştum. İnsanlar bana hiçbir zaman hastalıklıymışım gibi bakmamıştı, yalan yoktu. Aksine birçok kez beni aralarına katmaya, gruplarına dâhil etmeye çabalamışlardı ama babam buna her zaman engel olan taraf olarak beni çekip koparttı. Tek arkadaşım okuduğum kitaplardaki karakterlerdi. Mangalardaki kız çizimlerini inceler, onlarla arkadaş olduğumu hayal ederdim. Belli bir yaşa gelince bunların da yetersiz olduğunu anladım ama kitap karakterleriyle kurduğum dostluğu hiçbir zaman saçma bulmadım. İnsan, telefonun diğer ucundan bile olsa onu dinleyen, onunla gülen, onunla ağlayan birine ihtiyaç duyuyordu. İnsan, bir nefes istiyordu, kendi nefesine karışan...

Düşüncelerimin eşiğinde dolanırken sahile geldiğimi yeni fark ediyordum. Alsancak Sahili'nin en sevdiğim yanı, denizin karşısına sıralanan kafeler, restoranlardı; çok şık, göz alıcı duruyordu ama aynı zamanda içtendi de. Arnavut kaldırımların üzerinde yürürken çevremde olup biteni inceliyordum; çoğu çift el ele, kol kola sahilde yürürken, birkaç arkadaş grubu da çimlerin üzerine serilmiş, eğleniyorlardı. Denizin tuzlu kokusunu içime doldurdum. Kayalıklara doğru yürüdüm, burası tüm o ışıltının aksine çok daha loş ve sessizdi. Dalgalar yavaşça kayalıklara çarparken derin bir nefesi daha ciğerlerime misafir ettim. Bulduğum bir köşeye otururken bakışlarım karanlığın üzerine çöktüğü suya kaydı. Çarptığı yerde köpükler oluşuyordu.

"Eğer kayalıklarda oturmayı seviyorsan, bunun için Bostanlı Sahili daha uygun değil mi sence de?" Ağır bir kadın parfümü kokusu eşliğinde zihnime dokunan sesin sahibine baktım. Gri saçları beline kadar geliyordu; dümdüz fön çekilmişti ve gözlerinde de ağır siyah bir makyaj vardı. Gözlerinde lens olduğunu anlamak zor değildi; açık renk duran lenslerin altında biraz daha koyu bir göz rengi taşıdığına emindim.

"S-sadece..." Kekeledim. "Hava almak için çıkmıştım."

Kızın ağzında sakız olduğunu, bana gülümsediğinde anladım. Havanın sıcak olmasına rağmen ayaklarında siyah, kalın taban zincirli botlardan vardı. Parmaklarının arasında tuttuğu sigarayı usta bir hareketle denizin içine attı; sigaranın sönerken çıkarttığı cızırtıyı işittim. Bağdaş kurarak yanıma oturdu.

"Kıvılcım ben," dedi elini bana doğru uzatırken. Tırnakları çok uzundu, hepsini koyu renk, lacivert tonlarında bir renge boyamıştı.

Bana uzattığı eline ve hemen ardından tekrar lensli gözlerine baktım. Kirpikleri takma mıydı yoksa gerçek miydi bilmiyordum ama o kadar uzundu ki, inanılmaz gür duruyordu. "Şirin giyinen kızları yemiyorum," dedi yüzünü buruşturarak. Elini ısrarla bana uzatmaya devam edince, elimi eline dokundurup, "Gülçehre," diye fısıldadım.

"Anlamı ne? Çehre yüz demekti sanırım. Gül yüzlü falan mı?" Güldü. "Tanımına tam uyuyorsun var ya..." Ellerini çekip taşların üzerine koyarak omuzlarını yükseğe kaldırıp gökyüzüne baktı. "Ben de benimkini bekliyorum işte Gül Yüzlü."

"Seninkini mi?" Ona tuhaf tuhaf baktığımda, yamuk bir şekilde güldü.

"Sevdiğim beyi," dedi alaycı bir sesle. "Manita işte."

Kaşlarımı kaldırarak bakışlarımı denize çevirdim. "Anlıyorum."

"Konuşkan biri değil misin?" diye sorduğunda bana baktığını biliyordum. "Kaç yaşındasın bu arada?"

"On dokuz," dedim kısık bir sesle. "Sen kaç yaşındasın?"

"Yirmi dört," dedi umutsuz bir sesle. "Bu Temmuz ayında yirmi beş..."

"Hiç göstermiyorsun."

"Cidden mi?" Gülümsediğini hissedince ona baktım. "Sen de daha küçük duruyorsun."

"Bu hep duyduğum bir şey," dedim sıkkın bir tavırla.

"Doğal."

"Yavrum," dedi biri aniden, tanıdık bir ses olduğunu düşündüm bir an. Daha önce duymuşum gibi hissetmiştim. Kafamı kaldırıp sesin sahibine baktım, Kıvılcım'ın saçlarının üstünü öptükten sonra bakışları bana doğru kaydı; koyu kahverengi gözlerinde boşluk vardı, kaşlarını kaldırdı. "Beni beklerken kendine arkadaş mı buldun bakalım?"

Kıvılcım oturduğu yerden kalkıp pantolonunun arka tarafını eliyle silkerek, "Evet," dedi sırıtarak. "Yavuz, bana sigaran olduğunu söyle, çünkü az önce son sigaramı şu gördüğün İzmir denizine fırlattım."

"Azaltmalısın," dedi adının Yavuz olduğunu öğrendiğim, uzun boylu, vücudu oldukça heybetli genç adam. Saçları kısa kesilmişti, üç numara denilebilirdi ama ona yakışmıştı. Sağ kolunun tamamını kaplayan bir dövmeye sahipti. Giydiği yarım kollu tişörtten dövmesini görmek oldukça kolay oluyordu. Sigara paketini çıkartıp, Kıvılcım'ın paketten bir dal sigara çekmesini bekledi. Kız sigarayı çekip dudaklarının arasına yerleştirdikten sonra, bana Yavuz'u göstererek, "Geldi işte," dedi, dudaklarının arasında duran sigara aldırış etmeden; sesi boğuk çıkmıştı. "Bu da benimki, az önce bahsettiğim."

"Merhaba," dedi Yavuz başını hafifçe sallayarak.

"Merhaba."

Kıvılcım, elini adamın kot pantolonun ön cebine soktu; birbirlerine hınzır bir bakış attılar. Yanaklarım anında bordo rengini alırken, Kıvılcım adamın cebinden bir çakmak çıkarttı ve dudaklarının arasında asılı duran sigarayı, çakmağın ucundan yayılan ateşin rengine boyadı. "Güzelim, saat geç olmadan bence sen de kalkmalısın," dedi Kıvılcım gözlerini yüzüme dikerek. "Sahil bu saatlerde pek de tekin olmayabilir."

"Ah." Başımı hızla sallarken yavaşça ayaklandım. Haklıydı. "Evet, doğru söylüyorsun."

"Eğer istersen seni eve bırakabiliriz," dedi Yavuz denen adam, Kıvılcım'ı belinden tutup kendine doğru çekerken. "Evin nerede? Yakın mı?"

"Evet, yakın. Sorun yok. Kendim gidebilirim." İtirazım, Yavuz'un pek hoşuna gitmiş gibi durmuyordu. Kıvılcım, "Yakınsa daha kolay olur bizim için," dedi sigarasından bir duman alıp, kaşlarını çatarak. "Seni evine bırakmak isteriz."

"Gerçekten gerek yo-"

"Hadi ama," diye homurdandı Yavuz.

İkisinin de yoğun bakışlarından kurtulmamın tek yolu buydu sanırım. Her ne kadar yüzümde endişeli bir ifade büyümüş olsa da, başımı yavaşça sallayarak kabullendim. "Şu andavalı arayayım da, arabayı getirsin," dedi Yavuz cep telefonunu çıkarırken. "Benimki sanayide."

"Onu mu bekleyeceğiz bir de ya?" diye çemkirdi Kıvılcım. "Tatlım, biraz bekleyebilirsin, değil mi? Sorun olur mu?"

"Biraz bekleyebilirim," diye mırıldandım. Yavuz telefonu kulağına götürdü; Kıvılcım'ı kolunun altına çekip sarıldı ve birkaç saniye bekledi. "Neredesin lan?" diye sordu telefonu açan kişinin cevap vermesini dahi beklemeden.

Sahildeki gürültüden, hemen ileride müzik yapan yaşlı adamdan dolayı telefonun diğer ucunda konuşan kişinin sesini duyamıyordum. "Tamam, aynı yerdeyiz biz. Yürüyoruz o zaman o tarafa doğru." Durdu. "He, kapat hadi. Eyvallah, sen de."

"Neredeymiş?" diye sordu Kıvılcım, kafasını kaldırıp Yavuz'a bakarak.

"Gelir şimdi o andaval," dedi Yavuz. "Biz yürüyelim şu tarafa doğru."

Klarnet çalıp, şarkı söyleyen yaşlı adamın önüne doğru yürüdük. Yaşıtım olan birçok genç telefonlarının kameralarına adamın görüntüsünü kaydediyordu. Kıvılcım adamın önündeki kutuya birkaç tane bozuk para koyduktan sonra, "Gönlüne sağlık, dayı," dedi kuru bir sesle. Bir midyecinin önünden geçtik, kalabalık gitgide çoğalıyor gibi görünüyordu. Duraksayıp bileğime sarılı olan zarif saate baktım.

"Şey, o andaval ne zaman gelir acaba?" diye sorduğumda, Yavuz da, Kıvılcım da kocaman gözlerle önce yüzüme baktılar; ardından öyle bir kahkaha koparttılar ki, tüm sahilin gözleri üzerimize döndü.

"Şey, yanlış bir şey mi söyledim ben?" diye sordum şaşkın şaşkın ikisine bakarken. Kıvılcım ellerini iki yana sallayarak, "Yok," dedi, gülmeye devam ederken. Boynum da dâhil olmak üzere bedenimdeki her nokta cayır cayır yanıyordu şu an. Yavuz'un gülerken gözlerinden yaş gelmişti resmen. Caddeye çıktığımızda, "İşte o andaval da geldi," dedi gülmesine engel olamadan. Parmaklarının uzandığı yere baktığımda, olduğum yere çakıldığımı hissettim. Bu kırmızı Impala'yı tanıyordum.

Impala'nın kapısı açıldığında olduğum yerde bir adım geriledim; Kıvılcım'ın bakışları omzunun üstünden bana doğru kaydı, gözleri yüzüme dokundu. "Bir problem mi var?" diye sordu, hâlâ gülüyordu.

Evren arabadan çıktığında şaşırmadım, zaten arabayı tanıyabilmiştim. Üzerinde bugünkü kıyafetleri vardı. Gömleğinin kollarını dirseklerine kadar sıvamıştı. Gözleri önce Yavuz'a, ardından Kıvılcım'a en son da bana uğradı ama bende takılı kaldı. Sokak lambalarının ve peşi sıra dizilip belli bir sırayla geçip giden arabaların farlarının ışıkları yüzünü bir aydınlatıyor, bir karanlık gölgelerin esiri haline getiriyordu. Elini yavaşça kaldırıp, işaret parmağıyla beni işaret etti ama bunu yaparken olabildiğince ağır hareket etmişti.

"Onun sizle ne işi var?" Sesi şaşkınlıktan uzaktı, aslında birçok şeyden uzaktı.

"Ne?" Kıvılcım duraksadı. "Onu tanıyor musun?"

"Evet," dedi Evren durgun bir sesle. Sonra duraksayıp, gözlerini sıkıca yumdu. "Aslında hayır."

"Hiçbir bok anlamadım," dedi Yavuz ensesini kaşırken. "Her ne sikimse, kızı evine bırakacağız, birader."

Evren'in sarmaşık yeşili gözleri açıldığı an beni buldu. Bana anlam veremediğim, mesafeli ama tuhaf bir ifadeyle baktı. Bir an gözlerindeki yeşilin çatlaklara ayrıldığını görür gibi oldum; yemyeşil gözlerinin karanlıkta kalan yarıklarından daha koyu yeşil bir zehir akıyordu sanki.

"Bırakalım," dedi kuru bir sesle. "Atlayın."

Kıvılcım kolumu tutup beni yavaşça çıkarken, "Sen ona aldırış etme, biraz tuhaftır ama özünde çok iyi bir adamdır," diye fısıldadı. Kıvılcım'a cevap bile veremedim ama beni yönlendirmesine izin vererek arabaya doğru yürüdüm. Yavuz ön koltuğa yerleşirken, Kıvılcım arka koltuğun kapısını açtı ve geçmem için geri çekilip gülümsedi.

Arabanın içine bindiğimde o tanıdık kokuyu tekrar soludum ama bu kez o tuhaf tedirginlik duygusu yoktu. Kıvılcım da arabaya atlayıp kapıyı sertçe kapattı. Sürücü koltuğuna yerleşen Evren, Kıvılcım'a ters bir bakış attığında, Yavuz, "Yavaş ulan sevgilim," dedi panikle. O an anlamıştım; Yavuz, dün o kazayı yaşadığımızda telefonda arabanın durumunu soran adamdı. Dudaklarımı birbirine bastırdım. Yavuz, ön konsolu yavaşça okşayıp, "Amcasının güzeline nazik davranın," dedi hayranlık dolu bir sesle. Kıvılcım gözlerini devirdi, elimde olmadan gülümsedim.

"Adresi ver bakalım, Gül Surat," dedi Kıvılcım sırıtarak.

"Sorun yok. Onu nereye bırakacağımızı biliyorum," dedi Evren donuk bir sesle. Kıvılcım da, Yavuz da aynı anda duraksadılar. Direksiyonu kavrayan büyük ellerine kaydı gözlerim. Direksiyonu kavradıkça, parmak boğumları sanki mümkünmüş gibi daha da beyazlıyor, kireç gibi görünüyordu.

"Siz harbiden tanışıyorsunuz," dedi Kıvılcım sonunda inanarak. "Nasıl?"

Arabanın içi karanlıktı. Evren arabanın motorunu çalıştırdı ve vitesi ileri alarak az önce dikildiğimiz yerden hızla uzaklaştı. Sokak lambalarından yayılan turuncu ışık arabanın içini bir aydınlatıyor, bir gecenin kasvetli karanlığına boyuyordu. Evren tek kelime etmedi, tanışma hikâyemizi anlatacağa benzemiyordu.

"Şey, küçük bir kaza oldu," dedim utana sıkıla.

Kıvılcım duraksadı. "Nasıl yani?"

Kıvılcım'a baktım; o sırada dikiz aynasından beni izleyen yeşil gözlerin ağırlığını hissettim ama aldırış etmemeye çalıştım. "Dün..."

"Hadi be!" dedi Yavuz aniden. "Bu o kız mı lan? Çocuk demedin mi sen?"

Evren sessizce, "Çocuk değil mi zaten?" diye sordu.

Kaşlarım anında çatıldı ama ona karşılık vermedim. Hâlâ utanıyordum doğrusu. Yavuz göz ucuyla bana baktıktan sonra, "Yeğenime zarar verseydin seni affetmezdim," dedi hem alaycı hem de son derece ciddi bir tavırla.

"Yavuz," diye uyardı Kıvılcım, erkek arkadaşını. Bana doğru dönüp, omzuma dokundu. "Sen iyisin, değil mi? Bir sıkıntı yok?"

"Evet, yaşıyorum."

Yavuz güldüğünde, Kıvılcım'ın da dudakları yukarı doğru kıvrıldı. "Görebiliyorum," dedi sıcak bir sesle.

Başımı sallayarak önüme döndüm. Avuçlarım dizlerimin üzerinde duruyordu. Tırnaklarımla oynamaya başladım ve bu yolculuğun bir an evvel bitmesini diledim. Evimin olduğu sokağa girmeden hemen önce, "Sanırım bisikletinin haşatı çıkmış," dedi Yavuz düz bir sesle. "Ne yalan söyleyeyim, o cicili bicili hurdayı görünce ben bile senin bir çocuk olduğuna inanmıştım. Yanlış anlama. Bu herif bir çocuğa çarptığını söyledi çünkü."

Bisikletim aklıma gelince başımı öne eğdim ama çok sürmeden kafamı tekrar kaldırdım; bakışlarım bir an önümde duran dikiz aynasına takıldı. Evren doğrudan bana bakıyordu. Gözlerimi hızla kaçırdım.

"Sıçtın bari sıvama Yavuz," dedi Kıvılcım uyarıcı bir tonla.

Evin önüne geldiğimizde Evren arabayı yavaşlattı ve sonunda durdurdu. Kalbim hızla çarparken hemen bahçeye baktım ama bahçede in cin top oynuyordu. "Teşekkür ederim," dedim hızla. Arabanın kapısına uzanacakken, Kıvılcım, "Seni tanımak güzeldi Gülçehre," dedi.

Alt dudağımı ısırdıktan sonra, "Seni tanımak güzeldi," diye fısıldadım ve arabadan inip, kapıyı oldukça yavaş bir hareketle kapattım ve arabanın önüne doğru dolaştım. Ön kaputun önünden geçerken, Evren ve Yavuz'un bakışlarını hissedebiliyordum ama Evren'in bakışları çok daha yoğun, çok daha rahatsız ediciydi.

Bahçe kapısını açıp içeri girerken arabanın motoru tekrar çalıştı ama o tarafa bakmadım. Olabildiğince yavaş adımlarla bahçede ilerleyip kapının önüne geldim. Yedek anahtarı çıkartıp kapının deliğine sokacaktım ki, kapı aniden açıldı. Babam, altında bir eşofman, üzerinde de ince bir tişörtle karşımda duruyordu. Aniden bana doğru yürüdüğünde, panikle bir iki adım geriledim ama babam durmadı, üzerime geldi ve beni iki kolumdan sıkıca kavradı. Şok içinde onun gözlerine bakarken, kalbim korkunun getirisi olan yumruklarını göğsüme sertçe geçiriyordu.

"Seni hafife almışım!" dedi bir anda. Gözlerim daha da büyüdü.

"N-ne diyorsun baba?"

"Aman Allah'ım!" Babam kollarımı daha sıkı kavrayıp beni yavaşça sarstı. "Kemal Bey'le tanışmışsın bugün!"

Sokakta olmam umurunda değildi. Benim gözlerimle aynı renk olan gözleri, sokakta yanan lambaların ışıkları gibi parıldıyordu. "Nasıl geçti?" diye sordu beni hızla içeri doğru çekerken. "Tüm ayrıntıları anlatmanı istiyorum!"

"Bir ayrıntı yok," dedim kendimi babamın ellerinden kurtarmaya çalışırken. "Baba, bırakır mısın?"

Daha sıkı kavradı. Güçlü parmaklarının tenimde izler bıraktığına emindim, canım yanıyordu. Bana bir daha dokunmayacağına dair söz verse, ölmüş gibi yapabilirdim. Saatlerce olduğum yerde kıpırdamadan, hatta nefes almadan, gözümü bile kırpmadan, cansız gibi durabilirdim ama bana dokunuyordu, bana dokunuyordu ve ecel beni teğet geçiyordu. "Baba," dedim yüzümü buruştururken.

"Sesinden anladığım kadarıyla seni sevmiş," dedi babam heyecanla. "Ona benimle ilgili bir şey söyledin mi? Benden bahsettiniz mi?"

"Baba," diye fısıldadım bir kez daha, çırpınırken.

"Bir işi bensiz becerdin sonunda," dedi tekrar. "Ne konuştunuz? Anlatmayacak mısın?"

"Baba, kolum acıyor." Kangren edecekmiş gibi büyük bir baskıyla kolumu sıktığının farkında değil miydi? Durdu, gözleri birkaç saniye gözlerimin içinde dolaştı; gözlerim dolmuştu. Ellerini yavaşça bedenimden uzaklaştırırken, "Amma tatlı canın varmış," diye söylendi. "Ee, anlatmayacak mısın?"

"Anlatacak bir şeyim yok ki baba," dedim çaresiz gözlerle onun yüzüne bakıp, bir parça merhamet dilenirken. Neden böyle davranıyordu? Ben ona ne yapmıştım? Kalbim zonkluyordu.

Yatırıp parçalara ayırdığı o av bendim; bana çocuğu değil de, kalbini sökmesi emredilmiş bir avmışım gibi davranıyordu. Her baba avcı mıydı biraz özünde?

"Gel şöyle," diyerek beni salona sürükledi. Sızlayan koluma rağmen onun arkasından gittim ve beni koltuğa tıpkı bir kuklaymışım gibi oturtmasına göz yumdum. "Anlat. Ne konuştunuz? Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatmazsan külahları değiştiririz." Bana tehdit kokan gözlerle baktığında, geçmiş kalbimin içinde çalkalandı.

"Onunla tanıştığımda, onun başhekim olduğunu bile bilmiyordum," diye itiraf ettim, yalan söylemek anlamsızdı. Sonuçta bunu Mustafa Kemal Bey de ona anlatabilirdi. Bana inanamayan gözlerle baktığında, "Yanlış bir şey yapmadım, yemin ederim," diye savunmaya geçtim.

Babam ellerini saçlarına daldırırken, "Sakın bana adamda kötü bir izlenim bıraktığını söyleme!" diye hırladı, sesi hırçındı.

"Sesinden anladığım kadarıyla seni sevmiş diyen sendin."

"Doğru." Durdu ve düşündü. "Sanırım sadece bana karşı böyle saygısızsın."

"Sana karşı saygısız değilim," dedim acı içinde. "Neden böyle düşünüyorsun?"

Yüzüme bakmadan oturduğu yerden kalktı ve merdivenlere yöneldi. "Her neyse. Bir işe yaramana sevindim küçük kızım." Kanımın damarımın içinde buz kestiğini hissettim. "Kemal Bey yarın önemli bir konuda ikimizle de görüşmek istiyormuş, bizi evlerine yemeğe davet etti."

İtiraz etmedim. Sadece bana dönük olan sırtına baktım. Merdivenleri tırmanmaya başladığında geri çekildim ve salonun ortasında duran koltuklardan birine oturup gözlerimi cam kapıya çevirdim; kapı balkona açılıyordu ve perdeleri açıktı. Babamın ayak sesleri kesildiğinde oturduğum koltuğa kıvrılarak cenin pozisyonu alıp uzandım. Ellerimi yanaklarımın altına yerleştirdim ve boş bakışlarımı balkon kapısından içeri süzülen sokak lambasının turuncu ışığına diktim. Birkaç dakika süren bakışmanın sonucunda üst kirpiklerim alt kirpiklerim ile buluştu ve uyku beni kucağına alıp, üzerime rüyalardan yapılma örtüsünü örttü.

Gözlerimi delip geçeceğini düşündüğüm ışık, gördüğüm rüyayı tıpkı basit bir meyve zarıymış gibi yırtıp parçalara ayırırken gözlerimi aralamaya çalıştım. Şakaklarımda iğrenç bir ağrıyla gözlerimi açmış olmam yetmemiş gibi, balkon kapısından içeri süzülen ışık bir an beni kör edecek falan sanmıştım. Yanağımın altındaki elimi çekip gözlerimin üzerine siper ettim ve yüzümü buruşturarak, "Ne oluyor ya?" diye söylendim, sesim pürüzlüydü. Bir arabanın far ışığıydı bu. Gözlerimi tam olarak açamasam da bunu anlayabilmiştim. Aracın uzaklaştığını fark ettiğimde çoktan doğrulup kalkmıştım bile. Saçımı bağladığım toka kayıp düşmüş, saçlarım darmaduman olmuştu. Elimi saçlarımın arasına daldırdım ve parmaklarımla saçlarımı dağıtıp kapıya doğru yürüdüm. Babamın arabasını kontrol etmek için kapıyı açıp sokağa çıktığımda, gece böceklerinin sesi kulaklarımın içinde çınlamaya başladı. Bakışlarım karanlık bahçeye çevrildi, araba her zamanki yerinde park halinde duruyordu ama demir kapının hizasında bir şey parlıyordu. Kapının çaprazındaki lambayı yaktım ve bahçenin de bir kısmı kapının dibinde bulunan lambanın ışığıyla aydınlandı.

Bir bisiklet. Açık, tozpembe rengindeydi ve önündeki sepet kar beyazdı. Sepetin üzerine pembe bir kuşak bağlanmıştı ve hemen bisikletin önünde bir kasa, kasanın içindeyse pembe gül fideleri vardı. Olduğum yerde donakalmış bir şekilde hâlâ hafif aralıklı duran bahçe kapısına baktım.

Biraz önce onun burada nefes aldığını biliyordum ama ben burada nefes alamıyordum.

🌹

Continue Reading

You'll Also Like

780K 53.9K 34
Peyda, bir Gerçek Aile/Kaçırılmış Çocuk klasiğidir. "Şimdi, on yedi yıl sonra annem ve babam karşımda dikiliyorlardı. Onları görüyor, onlarla aynı m...
2.3M 75.1K 58
İtalyan bir mafya... Başka açıklamaya gerek var mı? Ters köşelere doyamayacağınız. Her an şaşırarak sürükleneceğiniz bir kitap hayal edin.. Sonra oku...
1M 14.2K 36
Aşık olduğu adamın evleneceğini öğrenen Mavi, çareyi en yakın kız arkadaşında bulur. Düğüne kısa bir süre kala acilen bir plan yapmaları gerekmektedi...
1.4M 52.5K 54
DİKKAT: ÖĞRETMEN ÖĞRENCİ KURGUSUDUR +18 VARDIR RAHATSIZ OLACAK OKUMASIN. Defne çocuk ruhlu biridir. Bir akşam canının sıkıntısı ile anonim bir uygul...