Akşamüzeri saat altı biraz içmek için erken bir saat olabilirdi ama saat yediye kadar da sabretmenin başka bir yolu yoktu. Körkütük sarhoş değildim. Sadece olayların keskinliğini azaltacak kadar içmiştim. Saat yedi olduğunda kapı çalacak ve bu otel odası hiçbir insanın yaşamayı aklının ucundan geçirmeyeceği bir vazgeçişe şahit olacaktı.
July'ı üç gündür görmemiştim. Onu daha önce de üç gün görmediğim olmuştu ama hayatımda olmadığı üç günüm hiç olmamıştı. O üç veya bir kaç günlerin sonunda onu görebileceğimi biliyordum ama onu bir daha ne zaman göreceğimi bilmediğim cehennem gibi üç gün geçirmiştim.
Saat yediye yaklaşıyordu, bir üç gün daha bitecekti. Saat yedi olduğunda muhtemelen sonu asla gelmeyecek üç günlük zaman dilimleri başlayacaktı.
İzin veremezdim. Ne düşünürse düşünsün benden uzaklaşmasına izin veremezdim. Daha yakın olmayı isteyebileceği konusunda şansımı deneyip bencillik etmiş olsam da bundan daha uzak olmasına izin veremezdim. Belki onu görüp yüzüme küçümseyici bakışlar atmasına bile katlanabilirdim ama onu görmemeyi düşünemezdim. Özür dileyebiliirdim, yalvarabilirdim, ayaklarına kapanabilirdim, yalan söyleyebilirdim.
İçimden "Yalan olmaz." diye seslenen sese, kapının vurması karıştı. Yutkundum, hazırlıksızdım. Hatta hayatımda çok az şeye bu kadar hazırlanıp bu kadar hazırlıksız kalmıştım. İlk kez sahneye çıkmak, ilk şarkımı yazmak, ilk bestemi sunmak ya da yaşadığım bütün ilk heyecanlar bunun yanından bile geçemezdi. Hazırlıksızdım ama biliyordum, beklemekten nefret ederdi. Beklemekten o kadar çok nefret ederdi ki ne kadar beklerse vazgeçirmek o kadar zorlaşırdı.
"Selam."
Kapıyı açtığımda gülümsedi. Gülümsemesi iyi bir şey mi diye düşünemedim. Üzgün görünüyor gibiydi. Belki de üzgün görünmesini istiyordum. Üzülmesini isteyeceğimi sanmıyordum ama üzgün görünüyor gibiydi. Bu konuda ne hissedeceğimi bilmiyordum.
"Burada mı konuşacağız?"
Neden otelde olduğumuzu ona nasıl açıklayacağımı hiç düşünmemiştim. Yani onu neden bir otel odasına davet ettiğimi ona anlatmak, onu benden vazgeçmemesi için ikna etmekten daha zordu.
"Şey, bir toplantım vardı."
"Onu demiyorum, kapıda mı?"
Sıkıntıyla puf'layıp, bir saniyeliğine parmak ucuna yükseldi ve ellerini havada savurdu.
"Özür dilerim, gelsene."
Vücudunun benimkine değmemesine özen gösteren bir açıyla bedenime paralel yürüyerek odaya girdi. Kapıyı kapatıp yanına gitmek için acele etmedim.
"Sen bu saatlerde alkol almazdın."
Sehpanın üzerindeki kadehime bakıp omuz silktim ve ona doğru birkaç adım attım.
"Burası güzelmiş. Perfect klibindeki odaya benziyor." dedi boydan boya cam duvarlara bakarken.
"Işıkları açmamı ister misin?" diye sorduğumda gözlerini camdan alıp bana baktı.
"Rahatsız edici bir yansıma olur, loş ışığı seviyorum."
"Biliyorum." dedim yutkunup. Dolan gözlerimi saklamaya yetecek kadar karanlık olduğunu sanmıyordum ama buna aldırış edecek halde de değildim.
"Üşüyor musun, montunu çıkarmadın?"
Elini alnına götürüp ifadesini saklamak ister gibi kıvrandı.
"Çok kalmayacağım."
Ellerini indirip montunun cebine soktuğunda dudaklarını birbirine bastırdı.
"Önce ben konuşayım."
"Harry, lütfen."
"Olmaz. En azından denemem lazım. Denemezsem hayatım boyunca, az önce içtiğim iki kadehe ve sana ihanet etmişlik taşıyacağım omuzlarımda. Denemezsem asla bilemeyeceğim ve eğer şimdi konuşmazsam bir daha çok nadir, bir şeyler söylemek isteyeceğim. Eğer şimdi bir şeyler söylemezsem bir daha söylediğim hiçbir şeyin bu kısa hayat döngüsünde yeri olmayacak. Şimdi konuşsam kelebek etkisi yaratacakmışım gibi ama şimdi susarsam, bir daha yaprak kıpırdamayacak."
Derin bir nefes alıp alt dudağımı ısırdım. Ona doğru birkaç adım daha yaklaştığımda, tereddüt edip geri çekildi. Kafamdaki hayali cam parçalanış sesiyle ve kırık hayallerimle beraber, kendime acıyarak eğdim kafamı.
"Saçmalama July. Sana bir daha dokunmayacağım. İznin olmadan yani. Gerçi izin vereceğini sanmıyorum ama özür dilemeyeceğim. Sen izin vermeden yanından geçmeyeceğim ama yaptığım şey için özür dilemeyeceğim."
Biraz duraksadım. Çünkü konuşmanın bu kısmını planlamamıştım. Aslında bir konuşma planlamamıştım ama yalan söylememeyi planlamanın, düşündüğümü bile bilmediğim şeyleri söylemek olacağını düşünmemiştim. Sessiz ağlayışıma eşlik eden derin bir iç çekişle tekrar ağzımı açtım ve mantıklı bir şey söyleyip daha çok batırmamak için her şeyin ağzımdan tek seferde ve oldukça hızlı çıkmasına özen gösterdim.
"Toprak gözlerinden daha kahverengi değil
Ve ıhlamur yeşiline benzetirdin gözlerimi
Hiçbir yeşil yeşermez toprağını sevmezsen
Lütfen sen de kaçırma artık gözlerini."
Dudakları biraz şaşkınca aralandı. Ağlıyor oluşumun verdiği nefes sıkıntısına karışık bir panikle hızlıca konuşmaya devam ettim.
"Özür dileyemem çünkü bahsettiğin o sikik enerji ya da her ne ise işte ben onu hissettim. Evet belki sadece hissetmek istediğim için böyle yaptım ve senin gözünde sadece seni rahatsız eden aklı fikri yatakta olan bir adama dönüştüm ama böyle olmadığını biliyorum. Yani böyle olmadığımı biliyorsun. Sikiyim, bunları bilecek kadar vakit geçirdik, arkadaştık biz."
Karnıma yumruk yemiş gibi iki büklüm olup ellerimi dizlerime koydum.
"Harry."
"Yapma, bitireyim. Özür dilemeyeceğim çünkü o enerjiyi hissetmemiş olmak için hiçbir sebebim yok ki benim ben aşığım sana. Ben o enerjiyi seni sevmeye başladığımı fark ettiğim ilk andan beri hissediyorum. Aşık olduğun birini öpmemek için kendine bahane üretmezsin ki onu öpmek için bahane üretirsin. Ben seninle sevişmek için öpmedim ki seni. Ben seni öpmek istediğim için öptüm. Bana sakın yok aşıksan iyiliğini düşünürsün yok bilmem ne gibi zırvalıklarla gelme çünkü aşkın bir bencillik hali olduğunu söylediğin akşamı adım gibi hatırlıyorum."
Ne kadar öfkeli, ne kadar panikli ya da ne kadar garip göründüğümü bilmiyordum. Ellerini göğsünde bağlamış kıkırdadığına göre, acınası görünüyor bile olabilirdim.
"O gece sarhoşsun sanmıştım." diye iç çektiğinde, ağladığını fark ettim.
"Evet sen de." dedim şaşkınca. Neye şaşırdığımı bilmiyordum ama ağzımı kapatamıyordum.
"Aşk en güzel bencillik hali." deyip histerik bir kahkaha attı. Bunu kabul etmek istemesem de artık dalga geçtiğini görmek zorundaydım.
"Benimle sevişmek istemiyor muydun yani?" diye sorduğunda, bulanık ve kısık gözlerimi yüzüne iyice sabitlemeye çalıştım.
"Ne?"
"Dedin ya, benimle sevişmek istediğin için değilmiş. Benimle sevişmek istemedin mi yani?"
Saçma sapan bir kahkaha atıp alnımı cama yasladım.
"Tahmin bile edemezsin."
"Ne?"
Artık bu konuşmanın bitmesini istemekten başka şansım yoktu ama onun ne zaman, bu kadar kırıcı ve alaycı bir insan olabildiğini anlayamıyordum. July, July gibi değildi. Gecenin bir vakti kapısını çalıp kitap ödünç aldığım, sabahın beş buçuğunda arayıp müzik konuştuğumuz ya da uyanır uyanmaz sıcak duş alan July gibi değildi.
Elimi cama vurup, öfkeyle döndüm.
"Aklımdan geçenleri bilsen yüzüne bakamazdım diy-"
Aklımdan geçenlerle bu kadar meşgulken, ne zaman iki adım öteme gelmişti bilmiyordum. Ellerini hala göğsündeydi ama camın köşelerine dizilmiş lambalardan yansıyan ışık, yanağındaki ıslaklığı parlatıyordu.
"Buraya gelirken aklımda çok başka şeyler vardı."
Kıkırdadı. Omuzlarını düşürüp derin bir nefes aldı.
"Harry, sana bir şey sormam lazım."
"Sor." dedim tereddüt bile etmeden.
"Seni..."
Yutkundu. Söyleyeceği şey boğazında kalmış gibi yutkundu ve anlamsız bir kıkırdayışla tekrar bana baktı.
"Harry, acaba seni öpebilir miyim?"