AURORA

By AdaliaAlyssa

1.8M 144K 35.8K

(Aurora Serisi'nin 1. kitabıdır. Seri iki kitaptan oluşmaktadır.) Özel güçlere sahip 12 insanı başka bir ge... More

•1• "JMA"
•2• "Eğitim"
•3• "Düşünce Odası"
•4• "Amisit Regina"
•5• "Sis"
•6• "Cupsy"
•7• "On Bir Kişi"
•8• "Toprak"
•9• "Oyun"
•10• "Gizli Kalanlar"
•11• "Teşebbüs"
•12• "Aynı Kelimeler"
•13• "Tuhaflıklar"
•14• "Alev Kadın"
•15• "Yağmur"
•16• "Laila"
•17• "Nehir Kenarı"
•18• "Gök Gürültüleri"
•19• "Simge"
•20• "Zaman Avcıları"
•21• "Ruhların Dansı"
•22• "Semboller, Kitaplar ve Sahipleri"
•23• "Norcross"
•24• "Gece Misafirleri"
•25• "Saklanamayan Sır"
•26• "Buz Dalgası"
•27• "Norveç"
•28• "Tuzak"
•29• "Fedakarlık"
•30• "Korku"
•31• "Kayıp Kraliçe'nin Tılsımı"
•32• "Rüya"
•33• "Dinozor"
•34• "Pteranodon Pterodactyl"
•36• "Griffon&Langfjelteno"
•37• "Lucas'ın Sırrı"
•38• "İhanet"
•39• Final/1 "Yaşam, efsaneleri sever."
•40• Final/2 "Efsaneler, fedakarlıklarda gizlidir."
Duyuru
|İkinci Kitapla Bağlantılı Özel Bölüm|
Beklenen Haber!
Son Not

•35• "Kuzey Dağları"

33.2K 2.9K 967
By AdaliaAlyssa

Sessizlik, uzun zamandan sonra ilk defa bu kadar ürkütücüydü. Lucas gitmişti, hem de Aegnor olarak, hiçbirimizin tahmin edemeyeceği bir şekilde ve bir anda. Benim ise aklımdan geçenler belliydi. Lucas'ın kötü bir niyeti olduğunu düşünmüyordum. O kötü biri olamazdı, Boreas gibi olamazdı. Ancak hala açıklayamadığı şeylerin neler olduğunu, niye gittiğini, neden konuşmadığını delicesine merak ediyordum. En tehlikeli duygulardan biri olan merak, her saniye beynimi daha da çok kemiriyordu. Neden gitmişti? Bilmek istesem de bilemezdim, çünkü o artık yoktu.

Benim aklımdan geçenlerin bunlar olması ne yazık ki diğerlerinin düşüncelerini okumamı sağlayamıyordu. Lucas'a bir ihanetkar gözüyle bakmalarını istemesem de hiçbir kelime edemiyordum. Bu sessizlik beni ürkütüyordu. Olduğumuz yerde öylesine oturuyorduk. Kimse kimseyle konuşmuyor, birbirine bakmıyordu, ben hariç. Herkesin yüzüne dakikalarca bakıp ne düşündüklerini anlamaya çalışıyordum ama bu nafile bir çabaydı.

Zamanımızın daraldığı gerçeğini artık umursamıyordum çünkü geriye tükenecek bir vakit kalmamıştı. Zaman dolmuştu. Efsanevi yaratıklar bizi öldürebilmek için -yani arkadaşlarımı- neresi olduğunu bilmediğim bir yerden yola çıkıyordu. Hepsi yavaş yavaş bizi buluyordu. En önemlisi, ya da benim en korktuğum, dinozorların hiçbir şey oluşuydu. Efsanevi yaratıklar denilince onlarca şey sıralayabilirdim. Ejderhalar, periler, deniz kızları, kanatlı birtakım yaratıklar, elfler, cüceler... Sayamadıklarım da cabasıydı. Üstelik bir de bunlara Dünya'daki yaratıklar, yeraltının kötücül ruhları da eklenecekti. Kulağa hiç hoş gelmiyordu.

Lucas keşke geri dönseydi. Keşke bizim yanımızdan ayrılmak yerine tüm bildiklerini anlatsa, yardımcı olsaydı. Neden kaçmıştı ki? Onu engelleyen bir şeyler olmalıydı. Bu, kendisinin ölümü olamazdı. O kendi ölümünü pek de önemseyecek türden biri değildi. Belki de içimizden birinin hayatını etkileyecekti sözleri. Ya da çok daha başka kişilerin hayatını.

"Burada böyle duracak mıyız bütün gün?" dedi sonunda Cerelia. Bu sessizliğe daha fazla tahammül edememiş olmalıydı.

Dan dalgın bakışlarını toparlayıp "Haklı," dedi, "yola devam etmeliyiz."

"Şu sözleri duymaktan bıktım artık." dedi Jessie, ani bir girişimle. Sesi hırçın ama kısıktı.

"Yeter! Tamam mı? Yoruldum ben artık. Hiçbir yere gitmek istemiyorum. Kimseyle savaşmak istemiyorum. Burada olduğum yerde duracağım! Kim ya da ne geliyorsa gelsin, ölüp kurtulurum işte!"

"Jessie, saçmalama." dedim.

Sözlerime devam edecektim ki "Saçmalamıyorum ben!" diye bağırdı. Bir tür travma ya da sinir krizi geçiriyor olmalıydı. Susmakta karar kıldım.

İşte bu yüzden Dominic'le duygusal bir şeyler yaşamayı denemekten kaçıyordum. Jessie'nin Lucas'a bağlandığı gibi ona bağlanmak, aşık olmak istemiyordum. Ya Aegnor Dominic olsaydı ve ben çoktan ona aşık olmuş olsaydım? O zaman duygusal anlamda tıpkı Jessie gibi ani bir çöküş yaşardım. Benim onun gibi ölmek istiyorum deme şansım yoktu. Her şeyi bırakıp burada kalacağım diyemezdim. Aurorayı başlatması gereken kişi bendim, söz konusu sadece kendi hayatım değildi. Benim yüzümden diğerlerinin ölmesine göz yumamazdım. Keşke bunun farkında olan kişi yalnızca ben olmasaydım.

Lydia, Jessie'yi sakinleştirmeye çalıştı. Yanına gidip ben de aynısını denedim. Bir süre sonra sakinleşse de durumu iyi görünmüyordu.

*

Jessie'yi uzun denilebilecek bir süre zarfı boyunca yola çıkmak için ikna etmeye çalışmıştık. Sonunda kendisini toparlayabilmiş, yola çıkmayı kabul etmişti. Yine de bu ana kadar sürekli ağladığından dolayı gözleri kıpkırmızı olmuş, gözaltları şişmişti.

İnce ince yağmaya başlayan karı tedirgince izledim. Tam anlamıyla artık kuzey ülkelerine yaklaşıyor olmalıydık. Ortalama iki saatlik bir yolculuğun ardından, zemini kalın kar tabakadan oluşmuş bir yerde Chris kendini yumuşak karın üzerine bırakarak "Çok yoruldum." dedi.

Karşımda duran kar kaplı; adeta beyaz, büyük bir dalgayı andıran dağı dikkatle incelediğim sırada durdum.

"Bu kuzey dağlarından biri olmalı. Sanırım bu dağın ardında Norveç var!" dedi Falicia heyecanla. Onu ilk defa böyle görüyordum. Genelde dingin bir ruh hali içerisinde olurdu.

"Geldik! Başardık!" diyerek zıpladığı yerdeki karları yanlara saçarak el çırptı, Sara.

"Henüz değil." diyen Dominic'e bu defa hak vermemek elde değildi. Optimist davranamayacaktım. Efsanevi yaratıklardan korkuyordum, yolumuza çıkacaklardı ve kuzey dağlarını aşmak epey zor olsa gerekti. Soğuktan donmadan Norveç'e ulaşabilmemiz bile bir mucize olurdu.

Chris titreyerek yerden kalktı. "Çok..." dedi, zangırdayan dişlerinin arasından. "Soğukmuş."

Gülmeden edemedim. O üzerindeki karları temizlerken aklıma takılan bir diğer husus, dağa çıkarken karşılaşacağımız soğuk ve buna kesinlikle hazırlıksız oluşumuzdu.

"Donmadan oraya çıkabileceğimize emin misiniz?" diye sordum. Aslında bu bir sorudan çok olumsuz görüşümü bildirme şeklimdi.

"Özel güçlerimizin etkili olacağını umuyorum. Ateş yakarız." dedi Cerelia. Tamam, en azından bu fikir sayesinde ölüm şekillerinden birini elemiştik. Gerçi nasıl ateş yakacağımız da merak konusuydu, sonuçta kim bilir kaç metre karın üzerinde duruyor olacaktık.

Öte yandan bir de işin tırmanma kısmı vardı. Dağcı ekipmanlarımız yoktu. Teknolojik aletlerimiz son derece geçersizdi. İçimizden birinin en ufak bir yanlış hareketinde acı ölümünü izleyebilirdik. Yorulma lüksümüz de bulunmuyordu. Bir de yaratıklar vardı tabii...

Ben derin bir nefes alırken, Brian aynı şekilde nefesini dışarıya üfledi. Herkes ufak kıpırdanmalar eşliğinde kendini toparlıyordu. Miray, sırtındaki ok kılıfını düzeltti ve yayını daha sıkı kavradı. Dan, henüz gücünü bilmediğimizden, ki benim tahminimce topraktı, bileğindekini bir kılıca çevirip sımsıkı kavradı. Bazıları güçlerini toplarcasına gözlerini birkaç saniyeliğine kapadı. Bu, herkesin bu maceraya hazır olduğunun göstergesi gibiydi. İşte başlıyorduk.

Anlaşmış gibi, hepimiz aynı anda sayılabilecek derecede birbirine yakın zamanlarda yürümeye başladık. Dağın eteklerine çıkarken tek sorun ayaklarımızın battığı, git gide derinleşen kardı. Onun dışında herhangi bir yamaç, dik bölge ya da benzeri bir zorluk şimdilik karşımıza çıkmamıştı.

Yaratıklardan hiçbir iz olmayışı beni korkutuyordu. Nedense bu daha büyük bir tehdidin yaklaştığına işaret ediyormuş gibi bir hisse kapılmıştım. Belki de bu dağlarda yaşayan çok daha kuvvetli bir efsanevi yaratık geri dönmüştü ve bizim güç bela atlattığımız diğer yaratıklar ondan korkarak buraya gelmiyordu. Onun yanında güçsüz kalıyorlardı. Tüm içtenliğimle düşüncelerimin doğru olmamasını, doğruysa bile buna şahit olmamayı diledim.

Dağın dik bölgelerine yaklaşıyorduk. Yağış artmıştı ve bu yüzden normalde olması gerekenden çok daha fazla yorulmuştum. Tırmanmaya başlamadan önce sıkı bir dinlenmeye gereksinim duyacaktık. Hatta belki de geceyi dağın bulabildiğimiz en kuytu köşesinde geçirmeliydik. Birkaç saat sonra hava kararacaktı.

Neden kimse üşüyor gibi görünmezken ben titriyordum? Sözde gücü buzu yönetmek olan bendim.

"Aisley, iyi misin sen?" diyerek endişeyle yüzüme baktı, Brian. Burnu ve elmacık kemiklerinin üzeri kızarmıştı. Titreyişim dışarıdan fark edilecek hale gelmiş olmalıydı.

"Çok üşüyorum." diyebildim sadece. Ellerimi kollarıma sürterek ısınmaya çalıştım.

"İlginç." diyerek gözlerini kıstı. "Kıyafetlerimiz özel tasarım olduğu için -50 dereceye kadar çok da fazla üşümemen gerekirdi. Daha dağın eteklerinde sayılırız."

Omuz silktim. Buna mantıklı bir açıklama bulamıyordum.

"Kesin şu kraliçelik mevzusuyla alakalıdır. Her şey onun yüzünden oluyor zaten." derken bakışlarımı Brian'dan başka yönlerde gezdirdim. Etrafta görebildiğim yalnızca üç renk vardı; mavi, beyaz ve gri.

"Gel hadi, diğerleriyle aramızdaki mesafeyi çok açmayalım." dediğinde başımla onayladım ve peşinden ilerlemeye koyuldum.

Ben yalnızca şimdi üşümüyordum ki, birkaç gecedir sürekli üşüyordum. Neden olduğunu iyice merak etmeye başlamıştım.

Diğerleriyle aramızda az da olsa bir mesafe bulunuyordu. Miray en önde, Jessie ise en arkadaydı. Aniden garip bir ses duyduğumda donup kaldım. Herkes durdu. Brian kafasını benden tarafa çevirip kaşlarını çattı. Ne olduğunu sorar gibiydi. Omuz silkerek sesin geldiği yöne, yani ön tarafa baktım. Bunun üzerine o da gözlerini benden alıp kafasını baktığım yöne çevirdi.

İlk önce önümüz bir karaltıyla kapandı. Ardından iki kanadın ucunu gördüm. Yaratık yükseldi, yükseldi... Vücudunun tamamını görebildiğim zaman, yüzümde dehşete düşmüş bir ifade olduğuna kalıbımı basabilirdim. İçimde hareketlenen bu duygular sadece korkudan ibaret değildi.

Bu devasa yaratık, eminim ki bir fili kolaylıkla pençelerinde taşıyabilirdi. O kadar büyüktü ki!.. Bir kanadının altına on, belki daha fazla insan gizlemesi olağandı. Aslan vücutlu, kuşlarınkini andıran iki kanada ve kartallarınki gibi bir surata sahip olan, beyaz, devasa bir şeydi bu. Öfkeli, rahatsız bir hali vardı. Bakışları delercesine hepimizin üzerinde gezindikten sonra tıpkı kargalarınki gibi bir sesle bağırarak bize uçmaya başladı. Her kanat çırpışında şiddetli bir rüzgara maruz kalıyorduk. Şu ana kadar zor durumda kaldığımız tüm fırtınaların bu yaratık dolayısıyla gerçekleşip gerçekleşmediğini kendime sormadan edemedim. Kanatlarını kaplayan her tüy boyum kadar olabilirdi ve uzun denilebilecek bir kızdım. Kuş gibi olmasına rağmen dört ayağı vardı ve pençeleri parıldıyordu.

Brian'ın beni aşağı çekmesiyle aniden kendimi yerde buldum. Karın içine gömülen kafamı kaldırarak üzerimizden geçmiş ve bir dönüşle tekrar hedefini biz olarak belirlemiş yaratığa baktım. İkinci kez eğildiğimde pençelerinin havayla sürtünüş sesini adeta netçe duyacağım kadar yakınımdan geçmişti. Brian'ı da teğet geçti ancak onun hemen ardında bulunan Jessie, kurtulmak için doğru hamleleri seçememişti. Pençeleri Jessie'ye dolanan yaratık onu da beraberinde götürerek hızla havalanmaya başladı.

"Hayır!" diye bağırarak kara bata çıka, tökezleyerek yaratığın ardından koşmaya çalıştım. Gözyaşlarım çoktan yanaklarımı ıslatmaya başlamış, Jessie'nin tenine batan pençelerin açtığı yaralardan akan kan, bembeyaz bir örtü gibi önümüze serilmiş olan kardan zemine ölüm fermanı gibi düşmüştü.

Yaratık biraz daha yükseldikten sonra bir daha bağırarak Jessie'yi bıraktı. Jessie'nin kanlar içindeki bedeni, içi dolu bir çuval gibi önüme düştü ve gözleri sertçe kapandı.

Korkudan irice açılmış gözlerimle onun başında dizlerimin üzerine çöküp başını dizlerimin üzerine yavaşça yerleştirdim. Lucas burada, onun bu halini görseydi, şimdi bu hareketi o yapardı.

Kahverengi, kirli ama yumuşak saçları; uzun kirpikleri, birbirine sıkıca bastırılmış dudakları, kapalı gözleriyle kusursuz ölümü temsil eden bir kızdı o. Etrafındaki kar kırmızıya dönmüştü. Pençe yaraları çok derindi, yüksekten düştüğü için onlarca kırık kemiği olmalıydı. En kötüsü şu an ne Lucas buradaydı, ne de onu iyileştirebilecek başka bir Jessie vardı.

"Jessie..." diyebildim. Sesim ağlamaktan çatallaşmış, bağırmaktan kısılmıştı. Yaratık ise istediğini almış gibi gözden kaybolmuştu. "Uyansana!" diyerek burnumu çektim. Omzumu tutan bir el beni geriye çekti.

"Aisley, o..."

Yanaklarımı silip burnumu çekerek omzumu tutan elin sahibine, Chris'e baktım.

"Evet, o öldü."

Onu kaybetmiştik. En yakın arkadaşım, ölmek istediğini söyledikten saatler sonra ölmüştü. Dizlerimin üzerindeki başını nazikçe kaldırıp karın üzerine bıraktım. Saçları, üzerine düşen kar tanelerinden dolayı beyazlaşmaya başlamıştı. Ayağa kalkıp bir daha hiç açılmamak üzere kapanmış gözlerine, daima gülen ve umut dolu olan ifadesinden eser kalmamış yüzüne baktım. Çok değil, kısa süre sonra bedeni kara gömülüp yok olacaktı.

Ellerimle gözyaşlarımdan ıslanmış yüzümü kapattım. Her şey benim lanetim sayesinde oluyordu. Bu efsanevi yaratıklar ben aurorayı başlatmadığım, başlatamadığım için ortaya çıkıyordu. Ve ben, bu lanetin benden aldığı her sevdiğim şey için biraz daha öfkeleniyordum.

Kafamı kaldırdım. "Haklıymışsın, Falicia." dedim donuk bir ifadeyle. "Oraya kimseyi kaybetmeden ulaşamayacakmışız. Artık Lucas da, Jessie de yok."

Bu sözlerim üzerine Lydia'nın hıçkırıkları daha da derinleşti. Falicia bana bakarak sertçe yutkundu, Cerelia'nın dolu gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Brian gözlerini sımsıkı yumdu. Dominic yumruklarını sıkıyor, Dan hiddetle yere sapladığı kılıcının dibinde oturuyordu. Sara, ağladığını görmemizi istemiyormuş gibi elleriyle yüzünü kapadı. Miray, gözlerinden yaşlar süzülmesin diye kafasını yukarı kaldırdı. Bill ve Chris ise buz kesmiş bir surat ifadesiyle Jessie'ye bakıyordu.

"Onun için devam etmeliyiz." dedi, hepimizi yüreklendirmek ihtiyacı sezmiş gibi Bill.

"Her şey çok ani oldu. Biz ne olduğunu bile çözememiştik! Öyle olsa bir şeyler yapardık, onu kurtarmaya çalışırdık." dedi öfkeli bir sesle Chris.

"Olan oldu, artık sözlerimizin hiçbir anlamı yok..." dedi ve iç geçirdi, Falicia.

"Onu burada mı bırakacağız?" diye sordum. Hepimizin sözleri, soruları gayet mantıklı ve net olsa bile ses tonlarımız, ruh hallerimiz, surat ifadelerimiz öyle değildi.

"Başka şansımız yok. Onu yanımızda taşıyamayız." dedi Dominic. Başımla onaylayıp yavaşça yürümeye başlamış olan diğerlerine katılmadan önce Jessie'ye son kez baktım. İçimden ona sanki duyurabilecekmiş gibi bir şeyler söylemeden edememiştim.

Hoşça kal, umut dolu arkadaşım. Seni koruyamadığım, kurtaramadığım için beni affet. Hoşça kal...

*

Çıktığımız yokuşlar iyice dikleşmişti. Az sonra tırmanmak zorunda kalacağımızı biliyordum. Kara batan ayaklarımı öfkeyle yukarı çekerek adım atmaya çalışıyor, ara sıra düşüp tekrar kalkarak devam ediyordum. Kızgındım. Kimseye değil, kendime. Rüyamdaki kızı dinlemediğim için, Jessie'yi koruyamadığım için, kendi lanetim yüzünden arkadaşlarımın ölmesine neden olup bir şekilde her olaydan sağ kurtulduğum için. Ölümsüz olduğum için, zamanında aurorayı başlatamadığım için, hatta Lucas gittiği için. Her şeyden kendimi sorumlu tutuyordum ve bu bana hiç yanlış gelmiyordu. Başkaları beni suçlasa bile canım daha az yanardı. Üzgündüm, hem de hiç olmadığım kadar. Ama öfkem bu üzüntüyü bastırıyor, hırsımı gün yüzüne çıkarıyordu. Zemini dövercesine karlara basıyor, her düştüğümde hızla ayağa kalkıyordum. Sürekli tökezlemem ya da yorulmuş olmam umrumda değildi.

En önden yürüyordum. Hırs ve öfke beni iyi yapmaz, benim ruhuma asla iyi gelmezdi. Büyük hatalara sırf bu yüzden sürüklendiğim günleri gayet net hatırlıyordum. Fakat ne yazık ki sakin kalamıyordum. Öfke tüm hücrelerimi uyarıyor, hırs bedenimi sarsıyordu. Şu an önüme çıkan her şeye tek başıma kafa tutmaya kalkışabilirdim. Evrenin en şefkatli insanı bile karşıma çıksa yüzümdeki somurtkan, hırçın ifadeyi silmeyecek gibiydim.

Şu ana kadar günyüzüne çıkardığım tüm öfkenin kat kat fazlasıyla dolup taşıyordum. Benimle konuşmaya çalışan, hareketlerimi engelleyecek herkesi tersleyebilme ihtimalimden dolayı da diğerlerini bu konuda uyarmıştım ve bu yüzden en öndeydim. Hırsım ve öfkemin zararı bana dokunmalıydı, iyiliğimi isteyen kişilere değil. Kendimle olan sorunumu kendi kendime halletmeliydim.

"Aisley, bekle! Buradan sonra yürümeye çalışamazsın, tırmanmamız gerekiyor!" dedi Brian. Durup sabırsızca onları bekledim. Grupla aramdaki mesafeyi hangi ara bu kadar açmıştım? İşin asıl zor kısmı işte şimdi başlıyordu. Elimin kayma lüksü yoktu, herhangi bir halata bağlı olmayacaktım. Yere düşünce sırtım yumuşak bir minderle buluşmayacak, ellerimi ve ayaklarımı yerleştireceğim çıkıntılar daima güvenilir olmayacaktı.

Diğerleri yanıma ulaştığında birkaç kez derin nefesler alıp verdim ve "Ben tırmanmaya başlıyorum." diyerek ellerimi gözüme kestirdiğim çıkıntılara yerleştirdim. Neden böyle bir cümle kurma gereği duymuştum ki? Tırmanırken görmeyeceklermiş gibi! Aptaldım, koca bir aptal! Kendime olan öfkem kolay kolay geçmeyecekti.

Ellerimi yerleştirdiğim çıkıntıları, gözüme kestirdiğim diğer iki yerden birine bir elimi koyarken ayaklarım için kullandım. Zikzaklar çizerek yavaş ve temkinli bir şekilde ilerliyordum. Sağ elimi koyduğum biraz üst, sağ tarafımdaki çıkıntı dayanıksız çıktı ve kırılarak aşağı yuvarlandı. Korkuyla taşın aşağıya giderek küçülüp kayboluşunu izledim. Hangi ara bu kadar yükseğe çıkmıştık? Daha fazla aşağıya bakmanın iyi bir fikir olmadığına kanaat getirdim. Başımı tekrar yukarı çevirerek saçlarımı yana savuran kuvvetli rüzgara ve ellerimin kaymasına sebep olan kara aldırmadan yavaşça tırmanmaya devam ettim.

Nihayet düzlük sayılabilecek bir yere ulaşmıştık. Burası garip, kuytuda kalmış bir yerdi. Dağ değişik bir şekilde şemsiyemsi hale gelmişti. Açık bir istiridye kabuğunun büyük ve taştan hali diyebilirdim. Tek farkı içinde inci olmayışıydı.

"Buraya çığ düşerse içeride mahsur kalırız, durmayalım." dedi yere oturduğumu gören Dominic.

Ona kısa bir bakış attım. "Bir şey olmaz."

Dominic bunun üzerine homurdandı ve gruba döndü. "Aisley, Jessie'nin ölümünün acısını bizden çıkarmaya karar verdi galiba. Şuna bak, resmen yanımızda beş yaşında çocuk taşıyoruz."

"Duyuyorum yalnız." diyerek sevimsizce gülümsedim ve gözlerimi kırpıştırdım. Haksız değildi. Kendime olan sinirimi saçma sapan hareketler sergileyerek çıkarıyordum. Bunun için kendime ayrıca biraz daha kızıyordum.

"Senin sorunun ne ya? Burada birimiz ölmüş, diğeri doğru düzgün bi' açıklama bile yapmadan gitmiş, bitmek bilmeyen bir dağa tırmanmaya çalışıyoruz. Bunların hepsi neden oluyor? Senin aurora zırvalaman yüzünden! Sana inanıp yaptıklarımıza bak, sonra tersle. Bana dengesiz derken kendinin farkında mısın sen? Karşılaştığımız her şeyde paniklemekten başka bildiğin yok ama kraliçeymişsin, rüyalar görüyormuşsun, aniden kendi kendine yarattığın teoriler doğruymuş-"

"Dominic." dedi uyarıcı bir ses tonuyla Brian. Sertçe yutkundum. Normalde olsa hayal kırıklığımı hemen dışa vururdum ancak bu defa yüzümde tek bir mimik bile oynatmamakta kararlıydım. Dominic neler söylediğinin yeni farkına veriyormuş gibi bir ifadeyle bana baktı. Ardından tam bir şeyler söyleyecekti ki ayağa kalkışımla sustu.

"Öyle mi? Benim zırvalamalarım, ha?" dedim, hafif gözlerimi kısıp işaret parmağımla kendimi göstererek.

"Tamam. Dominic haklı, benim zırvalamalarım. Kim bilir, belki de ruh hastasıyımdır. Hepinizi kurtarmak gibi olmayan bir görev için yapıyorumdur bunları. Özür dilerim. Bundan sonrasına tek başıma devam ederim ben. Kimseyi benimle gelmeye zorlamıyorum."

Bu sözlerimden sonra yerde olan bakışlarımı Dominic'in gözlerine diktim ve cümlemin sonuna doğru sesimin kısılmasına engel olamadım. "Özür dilerim, gerçekten çok özür dilerim."

Arkamı döndüm ve üst tarafa tutunarak tekrar yukarı tırmanmaya koyuldum. Haklıydı. Zaten herkesi tehlikeye atıyordum. Kimseyi peşimde sürüklememeliydim. Ben ölümsüzdüm, onlar ise benim yüzümden ölüyordu.

"Aisley! Bekler misin lütfen? Saçmalama!" diye arkamdan seslendi Sara. Birkaç tıkırtı ve söz duydum. Birileri peşimden geliyordu, diğerleri de sert bir konuşma yapıyordu, değil mi? İşte, her şeyin düzenini bozan yine bendim.

Kontrol etmeden tutunup ağırlığımı verdiğim çıkıntılar her an kırılabilir, düşmemi sağlayabilirdi. Umursamak istemiyordum. Düşsem ne olurdu? Ya da yaratıklar beni yaralasa mesela? Ölümsüzlük nasıl bir şeydi?

Kendimi bulduğum ikinci geniş çıkıntının tepesine çekip yere yattım ve derin derin nefes alıp verdim. Ardından dizlerimin üzerine kalkıp ellerimi dizlerime koydum, gözlerimi hafifçe kısarak nefes nefese etrafa bakındım. Hava kararmak üzereydi, sığınmak için kuytu bir yere ihtiyacım vardı. Ah, kimi kandırıyordum? İhtiyacımız vardı. Diğerlerinin de buraya gelmesini bekleyecektim. Onları geride bırakamazdım.

İlk olarak yanıma Brian ulaştı. Ardından Miray'ın ok kılıfı ve yayı önüme atılınca kafamı aşağıya sarkıttım. Kendini buraya çekmeye çalışırken zorlanıyordu. Gülümseyerek elimi ona uzattım. Benim elimi fark edince tuttu ve zorlanarak da olsa yukarı çıkmasına yardım ettim.

"Sağol." dedi nefes nefese. Bir şey söylemek yerine tekrar hafifçe tebessüm ettim. Herkes bulunduğum yere ulaştığında kalkıp ileri yürümeye başladım. Her yerin bembeyaz oluşu gözlerimi kamaştırıyordu, gökyüzü koyu maviye dönmeye başlamıştı.

İleride hayalmiş gibi küçük bir ev gördüm. Emin olamadığımdan gözlerimi kısarak birkaç adım daha yaklaştım. Hayal değildi. Orada tahtadan yapılmış bir ev görüyordum.

"Sanırım burada birileri oturuyor." dedim ve gözlerimi evden alıp diğerlerine çevirdim. Az önce yaşananlar hiç olmamış gibi davranmama şaşırmış olmalıydılar. Ben de kendime şaşırıyordum. Yalnızca bir anlığına hayal kırıklığımı, üzüntümü, sitemimi dışa vurmaktan geri duramamıştım. Dominic'in aniden söyledikleri daha fazla susmama engel olmuştu. Söyledikleri doğruydu. Belki de hepsi böyle düşünüyordu. O sözleri asla unutmayacaktım.

"En son bir eve girdiğimizde başımıza gelenleri hatırlatırım, bence hiç şansımızı denemeyelim." dedi Dan.

"Ama hava kararmak üzere." dedi Lydia.

"Tamam, sorun yok." diyerek dudaklarıma geniş bir gülümseme yerleştirdim. Fakat bu gülümseyiş mutluluktan çok uzaktı.

"Nasılsa bana bir şey olmaz. Ben şansımı denerim. Önden ben gireyim, siz saklanın şuraya bir yere. Güvenliyse sizi çağırırım, değilse de kurtulurum bir şekilde. Ah, bana güveniyorsanız tabii!"

Son cümlemi söylerken inatla Dominic'e baktım. Gözlerini hızla kaçırdı. Kimse bu fikrimi onaylamamış, herkes karşı çıkmış olsa da bunu yapacaktım.

Sözlerini dinlemeyerek son derece gereksiz bir cesaretle evin kapısını tıklattım. "Kimse var mı?"

Ses gelmedi. Kulpunu çevirdiğim an kapı açılınca beklemeyip içeri girdim. İçerisi boştu. Başıma bir şey gelmezdi bana kalırsa. Ancak kapının yan tarafında, üzeri karlarla örtülmüş tabelayı da, üzerinde yazanları da fark etmemiştim.

İçeriye giren, bir daha çıkamaz.

Continue Reading

You'll Also Like

21.9K 4.2K 33
Wattys2019 Korku/Paranormal Kazananı Acıgöl'de yaşayan karanlık güçler, yıllardır köydeki insanların korkulu rüyası olmuştur. Gölün altında yaşayan C...
3.8K 295 34
ilk brawl stars kitabım yargılama yada sorgulama yapmayalım pls
62.2K 520 3
Kraliçe Eranthe ölmeden önce çocuklarına bir öğüt vermişti: Aile her şey demektir ve sizler, kraliyet uğruna asla birbirinize düşman olmamalısınız. F...
2.3K 692 88
ÖZDEMİR ASAF | Yalnızlık Paylaşılmaz