EŞKIYA

Por Sitaare

1.9M 92K 31.5K

Gece boyu izledim; Çadıra düşen gölgesini. Peçesini indirişini, Sigarayı yakışını.. Üfleyişini geceye.. Yer... Más

TANIŞ
Bölüm 1 : EŞKIYA
Bölüm 2 : KAÇIŞ
Bölüm 3 : KAN
Bölüm 4 : UÇURUM
BÖLÜM 5 : DÜĞÜN
BÖLÜM 6 : BEŞ
BÖLÜM 7 : RAHİM
BÖLÜM 8 : YANAŞIM
BÖLÜM 9 : İTİRAF
BÖLÜM 10 : DERVİŞ
BÖLÜM 11 : KURŞUN
BÖLÜM 12 : SAKİ
Bölüm 13 : GECE
BÖLÜM 14 : NİŞAN
BÖLÜM 15 : KAATİL
BÖLÜM 16 : KONAK
BÖLÜM 17 : DAVA
BÖLÜM 18 : AİT
İÇİMİZDEKİ EŞKIYA
BÖLÜM 19 : FIRTINA
BÖLÜM 20 : SAKLAMBAÇ
BÖLÜM 21 : HAKEDENLER
BÖLÜM 22 (1) : ADALET
BÖLÜM 22 (2) : TEMAS
BÖLÜM 23 : ANT
BÖLÜM 24 : ŞEHADET
BÖLÜM 25 : UMUT
BÖLÜM 26 : باشاك
BÖLÜM 27 : SERVET
BÖLÜM 28 : ALTIPATLAR
BÖLÜM 30 : ŞELALE
BÖLÜM 31: MUKADDERAT
BÖLÜM 32 : KAR
BÖLÜM 33 : YASAK
BÖLÜM 34 : TİMUR
Kim kimin nesi?
BÖLÜM 35 : CAN
BÖLÜM 36 : HATA
Bölüm 37 : AVCI
BÖLÜM 38 : VEBA
Bölüm 39 : EŞKIYA
Bölüm 40: YAZIT
Bölüm 41: MERYEM
BÖLÜM 42: DUA
BÖLÜM 43: SIR

BÖLÜM 29 : ÂLEM

37.8K 1.8K 473
Por Sitaare

" Yol da benzer hem uzun, hem de güzel bir masala "

Yahya Kemal Beyatlı.

Asude:

Ellerim yeni doğdu. İnce, uzun parmaklı kadın elleri. Gözlerim, davetkar kadın gözleri. Ağzım kirazı bahara küstüren dudaklar. Göğüslerim kadınlığın yemini. Ayak bileklerimde başlıyor, hürriyetin cılız sesi. Yükseldikçe çığlık çığlığa, avazı çıktığı kadar bağırıyor boşluğun ayak sesleri. Bir eksiklik var, hissediyorum.

O birleşmemizin sonrasında bedenimi suyun hafifliğine bırakarak belki de saatlerce tabiattaki yerimi ve değerimi sorguladım. Bu, beni saracak erdem duvarlarına çarpmamak için yaptığım âmâ taklidinden başka bir şey değildi ve beni arasında olduğumu bilmekten kaçtığım duvarlara çarpa çarpa cezalandırıyordu.

Arslan'ın koynunda geçirdiğim gece boyunca yalnızca onun kokusunu duydum, teninin sıcaklığı beni sarmalarken yeryüzünde olmak istediğim yerde bulunduğumu her bir zerremde hissetmiştim. Uykusuz gecenin ardından gün aydığında her şeyin sihri bozulmuştu. Ona teslim olmuştum elbette, bunu o da biliyordu. Gözlerimde bu teslimiyeti görmemiş olsaydı bana yaklaşmazdı, buna inanıyordum. İnanmak yetmez, biliyordum da. İradesinin sağlamlığını bana, kendisine, tanrıya defalarca kanıtlamıştı. Dik duruşu bana güç veriyordu, yine de engel olamıyordum ölümden sonrasını düşünmelerime. Bu yüzden bir müddet daha ıstırap çekecektim. Bir müddet daha ölümden sonrasından evvel ölümün geldiğini hatırlamayacaktım. O geceyi daimi bir sevinçle anmam uzun zaman sonra gerçekleşecekti. Gerçek ıstırabın ne olduğunu anladığımda teslimiyetimi, hayatta yaptığım tek doğrum olarak anacaktım... Şimdilik sevinçlerim buruktu.

Arslan sudan çıkmış, çıkarttığı gömleği ile göğüslerini, omuzlarını kuruluyordu. Çalılıklardan gelen sesle hareket etmeyi bıraktı, sesin geldiği yere kulak kabarttı. Bacaklarını açarak, yan yan yürüyerek gölün kıyısına yaklaştı. "Çık dışarı!" derken sesi tedirgin ve kısık çıkıyordu. Kıyıya çıktığımda elindeki gömlekle beni sarmaya başladı. Zaten tamamen çıplak değildim, üzerimde iç kıyafetlerim duruyordu. "Belki bir sincaptır, belki de bir tavşan." dedim.

Kollarını belime sararak beni havaya kaldırdı ve atın arkasına kadar taşıdı. "Değil Asude, insan sesleri duyuyorum." dedi. O eyerdeki elbisemi çıkartırken ben de gömleği kollarıma, omuzlarıma ve saçlarıma bastırarak tenimdeki suyu azaltmaya çalışıyordum. Buna izin vermeden, aceleyle başımdan geçirdi elbiseyi. Kollarımı da yenin içinden soktu, beni ayağa kaldırdı. Islak gömleğini çekiştirerek param parça etti. Her bir parçayı atın yularına kolay çözülebilecek şekilde bağladı ve beni eyere oturttu.

"Bir kere ıslık çalarsam kaç." dedi ve eyerden mavi gömleğini çıkardı. " Kaç ve gittiğin yerlere belli aralıklarla bu bez parçalarını bırak. Bir ağaç dalına, bir kayaya, bir çalılığa hiç fark etmez! Ben bulurum seni. " gömlekten kollarını geçirdi. "İki kere ıslık çalarsam bekle, hiçbir yere gitme." dedi, düğmelerini iliklemeye başladı. "Ama her halükarda o peçeni tak!" dedi ve yarısı açıkta kalan göğsüne aldırış etmeden sesin geldiği çalılıkların arasında kayboldu. Çok geçmeden tekrar geri geldi, gözlerime uzun uzun bakmaya başladı.

"Asude!" dedi, ellerini ceplerine sokup çıkartıyor, koyacak bir yer arıyordu. "Ben..." cebinden çıkan kibriti geri yerine bıraktı. "Ben..."

"Sen..?" dedim, söylemek istediği her ne ise yükünü azaltmaktı niyetim.

Gözlerini yerden kaldırdı, yüzüme gülerek baktığında alt dudağını ısırıyordu. Ben de gülmeye başladım. Karşılıklı, ben nedenini bilmeden, o ise bile bile gülüyorduk. Eli saçlarına gitti, uzayan saçlarını karıştırdı. Utanmak mıydı bu, böyle mi oluyordu Arslan'ın utanması ?

İkinci kere kulağa gelen hışırtıyla dudağı dişlerinden kurtuldu, kaşları çatıldı. "Peçeni tak!" dedi ve bu sefer sahiden gitti. Umut da peşinen takılıp, kayboldu.

Sonraki dakikalarda rüzgarın çıkardığı her ses tüylerimi diken diken etmeye yetti. Sanki bütün sesleri duyma yetim kuvvetlenmişti de uçan sineğin kanat sesini dahi duyuyordum. İlk ıslık sesinde sarıldım yulara. Nefesimi tuttum, ikinci sesi beklemeye başladım. Adeta rüzgar ıslık çalıyordu da bir tek Arslan'ın sesi duyulmuyordu. Ondan uzağa gitmek, kaçmak istemiyordum. Ama olur da bir gün yeniden beni bulur ümidi atımı kamçılıyordu. Yuları çekip atı dehlemeye hazırlandığım sıra ikinci ıslık sesini duydum. Sesin geldiği yöne baktığımda ıslık çala çala gelen Arslan'ı gördüm, koltuğunun altında bir insan başı sürüklüyordu.

Diğer elinde tuttuğu kırmızı, sert elmayı ısırarak ağzında parçaladı. Çalıların arasından çıkıp atın önüne geldiklerinde koltuğunun altındaki adamı savurdu. Başını kurtaran sakallı, genç adam tutukluğunu üzerinden atmak için boynunu sağa sola salladı. Kıvırcık, siyah saçları, iri bir burnu, küçük kara gözleri vardı. Aceleci davranan elleri belindeki kemere uzandı, tabancasını arıyor sanmıştım fakat Arslan elindeki çakıyı sallayarak "Bunu mu arıyorsun?" diye sorduğunda adamın yüzü düştü. Altın kabzalı çakıyla elmasını soymaya başlayan Arslan, gözlerini yaptığı işten ayırmadan söylenmeye devam etti. "Kabzasını parlatmaya bir son verip bıçağını bilemelisin. Körelmiş. Saplandığı yeri kesmek yerine deşiyordur bu." dedi ve aklına parlak bir fikir gelmiş olmalı ki gözleri açıldı. Adamın yüzüne baktı. Hızlıca üzerine yürüdüğü adam korkarak iki adım gerilediyse de Arslan çoktan adamı kollarından kavrayıp ağacın önüne getirmişti bile. Yarısı soyulmuş, yarışı yenmiş elmayı gencin başına yerleştirdi.

"Ne yapıyorsun sen?" diye bağırdı adam.

"Kızım, eyerdeki tabancayı çıkart." dedi. Ancak keskin bakışları gözlerimi bulunca bana söylediğini anlayabildim. Eyere elimi atar atmaz hissettiğim soğuk kabzayı kavradım ve altıpatları çıkardım. "Nişan al." komutuyla ona doğrulttuğum silaha ve bana şaşkınca bakmaya başladı. "Beni değil, onu!" dedi, dişlerini sıkarak.

"Ahh! Tamam." demiş ve bunu neden yaptığımı bilmeyerek adamın hayretle bizi izleyen yüzüne nişan almıştım. O an bir parça korku okudum adamın genç yüzünde ve ne yaptığımı sorgulamaya başladım. Nişan almama gerek yoktu ki, gökyüzünü hedef alsam yine adamı vurabilecek kadar tecrübesiz, beceriksiz ve bahtsızdım. Arslan "Ama ben daha önce..." sözlerimi keserek, konuşmama izin vermedi.

"Kıpırdamadan dur yoksa hatun seni vuracak. Daha önce bir kişiyi tam kalbinden vurdu. " çakıyı elinde sallamaya başladı. "Şimdi ben soracağım, sen cevaplayacaksın. "

"Aklını mı kaçırdın sen? Ne sormak istiyorsan söylemeye hazırım. Böyle bir şeye gerek yok!"

Arslan, hayal kırıklığına uğramıştı, omuzlarını düşürdü. "Bu kadar kolay mı olacaktı? " dedi, oflayarak arkasını döndü. "Tamam ! " sakalını kaşıyarak döndü "Söyle bana; bu dünya için değerin ne ? "

Küçük gözlerini kısarak gözlerime baktı adam. Benim de en az onun kadar hayretle baktığımı görünce umutsuzca tekrar Arslan'a döndü. Arslan burnundan soluyordu.

"Bunu mu soracaksın bana? Bu dünya için değerimin ne önemi var senin için?"

"Hiç! " dedi, omuzlarını silkerek. "Yüzüne biraz renk gelsin istedim. " dedi ve güldü. "Cevap ver. "

Adam oflayarak başını sallayinca elma yere düştü. Kuşkulu gözlerini Arslan'dan ayırmadan ağır hareketlerle yerdeki elmayı aldı. "Buna bir son verelim artık, ne soracaksan sor!"

Arslan dişleri arasından öfkeyle konuştu. "O elmayı başına koy ve bana akıl verme ! "

"Peki, sakin ol. " elmayı tekrar başına yerleştirdi. "Manyağın teki olduğunu söylemişlerdi ama bu kadarını beklemiyordum ! "

"Kim ? " diye sordu "Kim söylemişti? "

"Herkes. Herkes aynı şeyi söylüyor. "

"Herkes aynı şeyi söylüyorsa muhtemelen bu dünyanın en büyük yalanıdır. Seni kim gönderdi? Timur mu ? "

"Hayır. Beni Andaç Baba yolladı. " ellerini havaya kaldırarak izin istedi. Arslan'ın yüzü solmuştu. "Sana bir şey vermemi istedi, cebimde duruyor."

Arslan, elindeki çakıyı sallayarak cebinden çıkartmasını söyledi. Adam, cebinden çıkardığı yuvarlanarak sarılmış, bir iple bağlı kağıdı başının yanına kaldırdı.

"Oku!" dedi Arslan. Adamın yüzü düştü.

"Benim okumam yok."

Arslan beklenmedik bir anda çakıyı adamın üzerine fırlattığında korkudan elimden düşen altıpatları iki elimle yakaladım. Genç, gözlerini sıkıca yummuş, başından düşmek üzere olan elmaya saplanan çakı ağaca çakılmıştı. Genç adam, hala yaşıyor olduğunu anlayıp derin bir nefes aldı. Açtı gözlerini. O sırada Arslan yere düşen kağıdı çoktan almıştı. Okuduğu kağıdı avcunda buruşturarak yere fırlattı, kağıdın düştüğü yerden gözlerimi alamıyordum. İçinde yazan her ne ise öğrenmek için deliriyordum. Adamın başının üzerinde duran çakıyı ucunda duran elma ile birlikte aldı, çakıdan ayırdığı soyulmuş elmayı yemeğe kaldığı yerden devam etti. Toy adamın bacakları halen titriyordu.

"Söyle ona.." ağzındaki lokmayı yuttu ve devam etti. "Yarın gece yarısı, eski nakkaşın hanında olacağım. " tekrar ısırdı elmasını. Başını aceleyle sallayan çocuk kaçmak üzereyken yakasından tuttu. "Sen gelme!" dedi lokmasını çiğneyerek. "Seni bir daha o adamın işlerini yaparken görürsem elmayı kafana saplarım!"

"Ta.. Tamam.." dedi genç ve koşarak ağaçlar arasında kayboldu. Bindiğim attan atlayıp silahı Arslan'ın göğsüne vurdum.

"Bir daha benden böyle bir şey isteme!" şaşırarak baktı göğsünde duran metale. Ellerimden aldı ve beline sıkıştırdı.

"İçi boştu, gece temizledim." dedi.

Kırılmışçasına ellerimi göğsüme bağlayarak ağacın dibine, az önce buruşturup attığı kağıdın üzerine oturdum. Mızırdanmalarıma anlam veremeyerek arkasını döndü ve yine parmakları ile hesap yapmaya başladı. Bunu fırsat bilerek üzerine oturduğum kağıt parçasını bir çırpıda göğsüme sıkıştırdım.

"Tabi ya! Yarın! " diye bağırarak arkasını döndü.

"Ne yarın? Yarın olan nedir ? " diye sordum fakat beni dinlemeyerek eyere sıkıştırdığı yırtık gömleğin tek parça kalan yarısını eline aldı. Ben orada öylece durmuş onu izliyordum. Yanıma gelerek bir müddet söyleyecek bir şeyler aradı. Ve alelade bir şekilde, yüzüme bakmadan elindekini uzattı.

"Al bunu. Bana lazım değil artık. "

Anlayamasam da kabul ettim. "Ne yapacağım bununla ? "

"Bilmem. Ne istersen. " dedi ve soracağım hiçbir soruyu beklemeden atın yularını yakaladı, üzerine bindi. "Gidiyoruz buradan. "

Sessizce terkisindeki yerimi alıp beline sarıldım. Yine güven bulduğum yerdeydim. Başım sırtına, ellerim düşse düşse kucağına düşüyor ; bu düşüş ondan başka çukurum olmadığını bana hatırlatıyordu. O kuyuysa ben Yusuf oluyordum, başka hiçbir kuyu Yusufluğumu kabul etmezken...

O geceyi bir mağarada, duvarların üzerimize esen serinliğinde geçirdik. Beni kolları arasına alan Arslan arkamdan bedenimi sarmalıyordu. Ona bu kadar yakınken, nefesi tenime vuruyorken, içine dolan arzuya hayret edemiyordum. Teninin sert, bayağı olmayan kokusu kendine hastı. Burnuma süzülen koku beni o gecenin hayaline götürüyor, içimi yakıyor, terletiyordu. Bu isteklerim gitgide hayret edilecek şiddete büründüğünde beni terk eden utancımı uğurlar uğurlamaz kadınsı munzurluklara başlamıştım. Kucağında duran kalçalarımı sakin göründüğü kadar da nahoş hareketlerle oynattığımda nefesini tuttuğunu, başını hafifçe kaldırdığını duydum. İçime çöken pişmanlık kemiklerimi sizlatmaya başlamıştı ki aynı hareketleri tekrarlayarak uykulu sesler çıkardım. Tuttuğu nefesi kasılarak bıraktı ve kendini biraz daha bastırdı. Kulağıma eğildiğini nefesinden hissediyordum. Bir müddet öylece durdu, sıcak nefesi saçlarıma vurmaya devam etti. Neden sonra fısıldadı.

"Oyun oynama kızım... " sıcak sesi derinlerden, tekleyerek çıkıyordu. Yüzüme yayılan tebessümü gizlemeye çalışmadım. O da gülümsemişti. Geri çekilerek başımı boynundaki boşluğa yerleştirdi, çok geçmeden uykuya dalıverdik.

***

Ertesi sabah karnımdaki sancı ile doğruldum, ayağa kalkar kalkmaz kadınlığımdan akan sıcaklık beni kendime getirdi. Etrafta telaşla koştururken Arslan'ın dün verdiği gömlek parçasını anımsayarak eyerden çıkardım. Hazır ortalarda yokken çamaşırıma yerleştirip içten içe tesekkurlerimi arz ettim. Ve yokluğu uzadıkça uzadı. Göğsüm acıyordu, göğsümü acıtan şeyin dün gece oraya koyduğum kağıt parçası olduğunu hatırlamam zor olmadı. Mağaranın dışını kolaçan edip Arslan'ın yakınlarda olmadığına emin olunca çıkardım kağıdı ve okumaya başladım. Kağıtta şunlar yazıyordu:

"Bir tehlikenin içinde tereddütsüzce yürüdüğünü, Timur'a yaptıklarını, bir nefret tohumunu ektiğini duydum. Çakal her şeyi tek tek anlattı. Hala doğru bildiğinden geri adım atmayan inadın seni nasıl bir uçuruma sürüklüyor bilmiyorsun. Duyduklarım beni şaşırtmadı, gözümün önünde yetişti köklü adetlerin. Beni bul, yoksa ben seni bulacağım. "

Taşları ezen ayak seslerini duyunca kağıdı buluşturarak mağaranın karanlığına doğru fırlattım. "Sonunda uyandın demek. Öyle çok horuldadın ki mağarayı terk etmem gerekti. "

"Ne münasebet! " diye cırladım "Ben asla horuldamam! "

"Ona horuldamak denmez zaten, yeni bir kelime bulup lügata kazandırmak gerek. "

Yanına giderek omuzuna vurdum, yan bir gülüş bıraktı. "Şaka yapıyorsun değil mi ? " gözlerime, göz kapaklarını düşürerek reddeden bir bakış bıraktı. "Hayır, şaka yapıyorsun! "

"Ata çık. " dedi. Dediğini yapıp arkama geçmesini bekledim, iki yanımdan uzanıp yuları kavradı, atını dehledi ve mağaradan çıktık. Bir gün sürecek yolculuğumuz başladı. Ben hala söylediklerini düşünüyordum.

"Şakaydı de bana ! "

"Şakaydı. " nefesi saçlarıma çarptı.

"Hayır, gerçekten söyle! " dedim, öfkeyle.

Gülmeye başladı. "Gerçekten söylüyorum, şaka. Latife. Mübalağa. "

"Ohh.. " derin bir nefes aldım.

"Yalnız bir şeyler sayıklıyordun. "

"Ne diyordum? " merak etmiştim, uyurken konuşulan şeylere hep ilgi duymuşumdur.

"Ne kadar şahane olduğumdan bahsediyordun. Bunu rüyalara saklamana lüzum yok, dilediğinde söyle. Ben duymaya alışkınım. "

"Yalancı! " avucumun içiyle dizine vurdum.

"Bana aşık olduğunu söylüyordun. "

"Yalancısın ! " tekrar vurdum.

"Erkeğim diyordun, inliyordun. "

Tekrar vuracakken söylediklerini idrak edip bir iç çektim, elimi dudaklarıma kapattım. Arslan'ın kahkahası dağlarda yankılandı. Göğsüne çarpan sırtım yanıyordu, ileri kaymaya yeltenince sağ eli ile göbeğimden tutup kendine çekti. "Kaçamazsın. Ne gördün rüyanda, anlat erkeğine. " sesinden munzurluk akıyor, gülmemek için zor duruyordu.

"Hem yalancı! Hem edepsiz ! " Göbeğimde duran elini göğüslerime uzattı, araladığı düğmelerimin arasından parmağını içeri soktu. Adetim geldiği için şişen göğüslerim acıyordu. Tırnaklarımı bacaklarına batırdım.

"Şşşt ! Rahat dur kızım! " atı dehledi. Göğsüme geceden sarıp koyduğu beş tütünden birini çekip aldı, dudaklarına taktı. Düğmelerimi tekrar ilikleyip tütününü yaktı. Ve biz yine yollara düştük. Her zaman olduğu gibi...

Bu sürgünü kabullenmiştim. Hiçbir zaman evimin kadını, çocuklarımın annesi olamayacaktım. Arslan bana bir yuva vermeyecekti fakat bu dünyanın her bir köşesinin, her bir ağacın, yeri kaplayan toprağın, üstümüzü örten göğün bize ait olduğunu defalarca öğretmişti. Bir masalı tersten okuyorduk biz; sonsuza dek mutlu yaşamak vaadine kanıp bir var oluyorduk, bir hiç...

***

Arslan beni bu han odasına bırakıp gittiğinde içimdeki sesi dinleyecek vakti bulmuştum. Kendime sormayı bıraktığım ne kadar sual varsa doluşmuştu kalan ufacık aklıma. Kasabanın dışında, kimselerin uğramadığı, hancının sürekli salyalarını akıtarak uyukladığı bir handı burası. İçeri girdiğimizde de aynı şekilde uyuyordu adam. Arslan, adamın başucuna kadar gelip tepesindeki çanı çaldığında sıçrayarak uyandı. Düşmek üzere olan takkesini başında düzeltip şaşkın şaşkın baktı yüzümüze. Kim bilir en son ne zaman bir müşterisi olmuştu. Tepesinde uçuşan kara sinekleri eli ile kovalayıp ayağa kalktı, sakallarını sıvazladı.

"Buyrun beyim." dedi, ellerini önünde bağlayarak.

Arslan, etrafı inceledi. Tozlu masalar, duvara asılı kirli havluları görünce ekşitti yüzünü. "Bir oda istiyorum. Kimsenin rahatsız etmeyeceği, sesin duyulmayacağı bir oda."

Adam ikimizi izledi bir müddet. Bıyık altından gülerek tam iki kere salladı başını. "Tam yerine geldiniz. Bakmayın bugün tenha hanımız, malum eşkıyalar kol geziyor etrafta. Yoksa kalacak yer bulamazsınız burada. " duvarda asılı duran anahtarlardan bir tanesini alıp önümüzde yürümeye başladı.

Arslan, dayanamayarak elini masalardan birinin tozunda gezdirdi. Tozlu parmağını havaya kaldırdı. "Kaç yıldır burada bu eşkıyalar? Senin han yıllanmış."

Hancı ağır ağır ilerleyen adımlarını durdurarak arkasını döndüğünde, elindeki tozu adamın yüzüne üfleyen Arslan gülmeye başladı. Zavallı adamın laf dalaşına girecek mecali yoktu, tozdan boğazına dolan öksürüğü bastırmaya çalışarak gülümsedi. "Bizim çırak işten kaytarmış. Yarın geldiğinde sorarım bunun hesabını." dedi ve tekrar yaşlılıktan tekleyen adımlarıyla yürümeye başladı.

Arkasından kulağıma eğilen Arslan "Bir çırağı olmadığına bahse girerim." dedi. "Her gün hayali müşterilerini karşılıyordur." Gülmemek için kaçırdım yüzümü. Omzuma attığı elini utançla ittim, hancı görecek olsa gecelerce uyku uyuyamazdım. Fakat Arslan inatla kolunu omzuma atıyor, beni kendine çekerek kaburgalarımı sıkıştırıyordu. Adam, dar, rutubetli koridorda arkasını dönünce birden bire bıraktı. Arsızdı!

Titreyen, bembeyaz elini kaldırarak koridorun sonundaki kapıyı gösterdi adam. "Orası en sessiz ve güvenli odamız. Kapısında çift sürgü var." Hancının ağır ağır kaldırmaya çalıştığı elini bekleyemeyen Arslan, adamın üzerine eğilerek elindeki anahtarı aldı. İyi geceler dileyen adama cevap vermek istemiştim fakat buna müsaade etmeyen Arslan kolumdan tutarak önüne aldı. Avucunda sıkıca tuttuğu iri anahtarı deliğe soktuğunda yaşlı adam gözden kaybolmuştu. Odanın havasızlığı rutubetle buluşunca nefes alması zor bir alan oluşmuştu. Arslan, açılmamakta direnen camı yerinden sökercesine açtığında, bereket ki rüzgar odaya doldu. Sırtımı duvara yaslayıp derin derin nefes alabildim.

"Gün ağarmadan geleceğim." dedi, camın perdesini örterken. "Çok uzakta değil, kentin içinde olacağım. " derken camdan ileride evlerin oluşturduğu ışık huzmesini gösterdi. Birer ışık böceği kadar küçük ve uzak görünüyorlardı.

"Gitmesen olmaz mı?" dedim. "Görmediğim halde korkuyorum o adamdan. "

Yanıma gelerek elbisemin düğmelerini çözdü. "Korkma, bana zarar verebilecek olsaydı bunu yıllar önce seve seve yapardı. Onun istediği sensin ve seni alamayacağını anlaması gerek. " tütünlerden bir tanesini daha aldı, dudaklarına götürdü.

"Beni neden istiyor anlamıyorum! " dedim, o sıra tütünü yakıyordu. Kibritini sallayarak söndürdü ve camdan aşağıya fırlattı. İlk dumanını boynuma üfledi.

"Her şeyi öğreneceğim. " dedi.

Çakalın o adam hakkında anlattıkları gelmişti aklıma. Ona kalırsa dünyada guvenilecek tek adamdı. Arslan'ın boşta duran eline sarıldım, kalbimin üzerine bastırdım. "Çakal... " der demez yuttum sözümü, bu ismi kullanmamalıydım. "Yani Ali... O adama pek güveniyor, sizi çocukluğunuzda onun kurtardığını söylüyor. Belki bize yardım eder. "

Arslan öfkelenerek çektiği elini sıktı, havada vuracak bir yer aradı. Gözlerinden anlamıştım, büyük bir hatay düştüğümü. Elini ensesine götürerek arkasını döndü, tütünü dudaklarıyla kavradı. Elleri ile cama tutunarak ilerideki kenti izlemeye başladı.

"Ali'nin bir şey bildiği yok, bilmediklerine şükretsin! Gerçekleri bilse kendi kafasına sıkar. "

Sessiz adımlarımı sürüyerek yanına vardım. Işıyan kenti ben de görebiliyordum artık. "Anlat bana, bileyim... " elimi omzuna bıraktığımda irkilerek geriye döndü. Gözlerimde gördüğü kadının buna hakkı olduğunu biliyordu. Ben artık ondan başkası değildim, benden gizledikleri onu derin bir pişmanlığa itecek, bizi ayrı iki kişi kılacaktı. Tekrar arkasını dönünce anlatmaya hazırlandığını anlamıştım. Acılar, gözlere anlatılamazdı, insan korkardı gözbebeklerinde yansımasını görmekten.

Tütünü hızla çekerek burusturdu, attı aşağıya. Dumanı geceye uzun uzun üfledi ve yutkunarak başladı anlatmaya. "Çakal o soysuzun bizi ailemizi yok eden kolcuların elinden aldığını sanıyor ve bir kahraman gibi görüyor. Sana anlattıkları da bunlardan başka bir şey değildir. " dedi ve onaylamamı isteyerek döndü yüzümü. Başımı onaylayarak salladığımı görünce tekrar arkasını döndü. Ensesindeki saçlarla oynamak istiyordum ama ona dokunmamdan hoşlanmayacaktı. "O adamın annemi, babamı nasıl öldürdüğünü gözlerimle gördüm. " dediğinde bir yumruk indi göğsüme. Nefesimi tuttuğumu anlamış olmalı ki hızlı hızlı devam etti anlatmaya, bölünmesinden korkarak. Bir an duraklarsa, yutkunursa ansızın, her şey alt üst olabilirdi. "Evimizi ateşe verdiğinde duyduğum çığlıkları, dayımın, eşin dostun eli kolu bağlı, bir tek gözyaşı dökmeden olup biteni izleyişini hiçbir güç unutturamaz bana. Beni ve Ali'yi yanına alan o eşkıya bütün bunların bedelini ödeyecek ödemesine ama bu kadar sabretmişken şimdi her şeyi berbat etmeye niyetim yok. Önce gidip amacını öğrenmeliyim, sonra nasılsa yok olup gider, hiç var olmamış gibi... "

O kadar üzgün ve paramparçaydım ki, bu anıları tekrar onun zihninde birleştirmek beni dağıtmış, kendimi olası bir harbin sebeplisi hissetmiştim. Yüzünü döndüğünde ellerim titriyordu, nefesim kesik kesik çıkıyordu. Dolan gözlerime gözlerini bayarak baktı. Bundan hoşlanmıyordu, biliyordum fakat hislerimiz beklentiler doğrultusunda yeşermiyordu ki gönlümüzde. Onun istediği gibi olabilmek için bir kalbim olduğunu unutmam gerekirdi, ta ki bir çift ela göz menzilime düşene değin.

"Çok üzgünüm, bunları hatrına düşürmek istemezdim. Nereden bilecektim. "

"Bunlar yalnızca bilmen gerekenler " dedi, yukarıdan bakarak. Gözlerimin hizasında duran geniş omuzlarına düşürdüm yaşlı bakışlarımı "Zırla diye anlatmadım, beni pişman etme ! " derken dişlerini sıkıyordu.

Aceleyle sildim gözümdeki yaşı. Sorularımı cevaplandırmak isterken yeni korkular salmıştı içime. "Ya sana zarar verirse ? "

Üzerime eğilerek alnımda duran bir tutam saçı geriye üfledi. "Bana zarar verebilecek tek şeyi koynunda taşıyorsun. " elini uzattı "ver de yolluk yapayım." dediğinde ne söylemek istediğini anlamıştım.

"İçme o zaman şu zıkkımı ! " dedim, yanaklarımı şişirerek. Avucunu açıp kapadı tam iki kere. Göğsümden çıkarttığım tütünü bıraktım ellerine. Cebine atarak odanın bir köşesine bıraktığı eyerden kışlık mantomu çıkarttı. Bu sıcak havada onu giymemi isteyeceğine ihtimal vermiyordum, ihtimallerim doğrultusunda istememişti de. "Ne yapacaksın onu ? " diye sordum.

"Pencereni ört, perdeleri çek. Sakın lambayı yakayım deme. " diyerek sorumu geçiştirdi.

"Pekala... " derken hala onu izliyordum, merakla. Mantomu omzuna atarak kapıya doğru ilerledi.

"Kilitle kapını. Ben gelene kadar çıkma. " sanki son kezmiş gibi uzun uzun baktı yüzüme. Bu bakış içimde bütün bekleyenleri korkutmuştu. Tam çıkacağı sıra, aniden geriye dönerek koşar adım geldi yanıma. Saçlarımdan tutarak dudaklarını dudaklarıma kenetledi, ellerim göğsündeydi. Gözlerimi araladım, sımsıkı yumduğu gözlerini gördüm. Ellerini belime sardı, boynuma öpücükler kondurarak gerdanıma kadar sokuldu. Kokumu derin derin içine çekerken kollarımı boynuna dolamıştım. Bileklerimden tutarak ayırdı beni boynundan, hızla geri çekildi. Öylece sarhoş gözlerle baktı bir müddet ve tek bir söz söylemeden çekip gitti. Kendimi kaybettiğim o anın zehri dudaklarımda bir gülüş olmuştu.

Örtmek için pencereye koştum. Arslan, atının yanında sanki bir geleni varmış gibi her zamanki sabırsız duruşuyla ayağının birini yere vura vura hanın içine bakıyordu. Biraz sonra üzerinde benim mantom, yüzünde peçemle dışarı çıkan ihtiyar hancıyı aksak yürüyüşünden tanımıştım. Ata önden atlayan Arslan, elini uzatarak adamın terkiye binmesine yardımcı oldu. Utanarak kabul ediyorum ki yürümediği takdirde benden daha naif görünüyordu adam. Arslan, onları izlediğim pencerede beni görünce kaşlarını çattı. Uzattığı ellerinin birbirine bakan avuçlarını bana doğru çevirerek penceremi örtmemi emretti. Küçük umut atın etrafında dönüyordu. Hemen dediğini yaptım ve yalnız kaldığım handa, sessizliği fırsat bilen farelerin duvarı kemiren seslerini dinleyerek başımı yastığa koydum. Sıcakta göğsüme yapışan tütünler rahatsız ediyordu. Çıkartıp yastığın yanındaki boşluğa bıraktım.

Yıkık dökük hanın rutubetli kokusuna rağmen çarşaflar temiz sabun kokuyordu. Ben Arslan'ı düşünüyordum. İki kişi iken nasıl da bir tam ettiğimizi hayal ediyordum. Bu düşünceler aklıma üşüştüğünde gözlerimi sımsıkı kapatıp oracıkta ölme isteğim yavaş yavaş çekiliyor, beynimin içinde karıncalar ürüyordu. Sadece onu düşünüyordum. Bu ne salt arzu ne salt şehvetti, başka bir mana vardı bu birleşmede. O an madde ve mana aleminin çözüldüğünü, ruhumun kafesinden kurtulduğunu hissetmiştim yalnızca. Özgür hissetmiştim. Arslan'ın kendini kaybederek sarf ettiği ayıp, utanç verici sözler de sustuğunda, işte asıl o zaman yitirmiştik bu dünyayı. Göz göze geldiğimiz o kısacık vakitte bana çok şey anlatmıştı. Bütün sevismelerimiz içinde o kısacık an her şeyin ana maddesiydi. Ne Arslan kalmıştı, ne Asude. Ruhlarımız birbirine öyle sıkı sarılmıştı, varlıklarını öylesine ilan etmişti ki bedenlerimiz hükmünü yitirmişti.

Birleşmemizin ardından gecenin bir yarısı, onun kollarındayken hıçkırıklara tutulma sebebim derin bir pişmanlık mıydı, yoksa ruhun tekrar bedene hapis olmasına karşılık başlattığı isyan mı bilemiyorum inanın. Fakat bu gözyaşları beni rahatlatıyor, görevimi yerine getiriyormuşum hissi veriyordu. Bu inancım pişmanlığımı bastırıp gizli bir sevince yer açıyordu. Sanki tanrıyı kandirabilirmişim gibi... Sanki tanriyi kandirmam gerekliymiş gibi...

Hıçkırıklarımı duyup beni göğsüne bastıran Arslan dahi benden daha çok pişmanlık duyuyor olmalıydı. Beni göğsüne sıkıca bastırıp o da bir görevi yerine getirme hissiyle, itiraflarını sıraladı. Onun sözleri benim gözyaşlarımdan daha günahsız ve safiydi. Her bir kelimesinin kanatlanarak göğe çekildiğine inancım tam.

"İnsan bu hayatta devamlı gizlenerek yaşar Asude... " diye başlamıştı sözlerine. Ahh, insan hakkında ne çok şey biliyordu ! "Çünkü en büyük sorun, güven sorunudur. Ben bu sorunu boynuma dolayarak yaşadım. Özgürlüğüm tek çözümüm oldu. Anne rahminden düştüğüm dünya bir sürgün yeri, çektiğim gurbet acısı. Kendimi yine ait olduğum yere, senin ruhuna saklıyorum. Orası benim vuslatım. Ruhumu ruhuna sakladım, bu yüce bir haldir ! Ve ben sana aşkımı, özgürlüğümü, ruhumu emanet ediyorum. "

O gün bir anlam kapısı daha aralanmıştı benim için. Erkekler, onlar için bir kadının içinde saklanma zevkinin doruk noktası, ölüm anı ile benzerlikler gösteriyordu. Ruhun bu dünyaya ve onu hapseden zincirlerine bir anlık vedası alabilecekleri hazzın son raddesiydi. Bu dünyanın en büyük hazzı kadının içine gizlenmişti. Tanrı bu varoluş bilmecesini öyle iyi işlemişti ki ruhumuza, çözülme anında aklını yitirenler cevabı bulduklarını anlamıyordu. Pek azı durumun farkındaydı. Arslan da bunlardan biriydi. Adalet istemelerini, yeter demelerini, hakkı olanı almak için bagirmalarini şimdi daha iyi anlıyordum. Kendini parçalayan Arslan'ın kendisi değil, eşini arayan ruhuydu. Ve bu dünyanın adaletine inanmayan Arslan'ın aksine, tanrının adaletine sonsuz güvenen bir ruhu vardı.

Sabaha kadar gözümü kırpmadan düşünmüş, kah gülümsemiş, kah ağlamıştım. Köyde bıraktığım Asudeyi özlediğim nadir anlardan biriydi. Evet, eskisi kadar düşünmüyordum ne Süleyman'i ne Osman Babami ne de bir dağda bıraktığım annemi. Alışkanlığın tahtına ben de oturmuştum. Uzakta kalan her acı gün gün hükmünü yitiriyordu. Kübra'yı dahi düşünmeli pek uzun zaman olmuştu. Eskiye özlem, yeniye bağlılığıma yeniliyordu. Yine de her hatırladığımda özlem duyduğum bir şey vardı. Görmemişliğim. Dünyayı gören insan bir daha nadiren mutlu olabiliyor. Oysa hepimiz bir zamanlar baharın gelişine, kışın gidişine, güneşin doğuşuna, ezilmeyen karıncaya sevgi besleyen insanlardık.

Hana doğru gelen nal sesleri ile sıyrılabildim düşüncelerimden. Kim olduklarına bakmaya korkuyordum. Perde aralığından baktığımda, mantomu ve peçemi çoktan çıkarmış olan hancıyı gördüm. Arslan yoktu. Aceleyle anahtarı kapı deliğine sokup kilitledigi hanı açtı, içeriye girdi. İçime bir kurt düşmüştü. Gidip aşağıdaki hancınin yakasına yapışıp Arslan'ı sormak istiyordum fakat dışarı çıkmamam için sıkı sıkı tembih etmisti.

Odada saatlerce yukarı aşağı mekik dokudum. Hancı yukari gelir, bir şey söyler diye umuyordum fakat böyle bir niyeti yoktu anlaşılan. Artık gelmesini de istemiyordum. Ben gidecektim. Kapıya koştuğum sıra ikinci bir nal sesi duyuldu. Yine perdenin kenarından baktığımda siyah atının üzerinden atlayan Arslan'ı gördüm. İlk işi pencereme bakmak oldu. Gülümsemem yüzündeki vakur ifadeyle bölündü. Perdeyi bırakıp kapının kilidini ve sürgülerini açtım, merdivenleri üçer beşer indim. Hanın orta yerinde bittiğimde hancı ile konuşuyorlardı, Arslan'ın "Bundan kimseye söz etme ! " dediğini duydum. Geldiğimi duyan ikisi de sözlerini kesip bana döndü. Arslan kaşlarını çattı.

"Sana odadan çıkma dedim ! " söylediklerini duymuyordum, alnından akan kanı gören gözlerim dünyayla arama set vurmuştu.

"Alnına ne oldu ? " yanına gidip yakından baktım.

"Duvara vurdum, bir şey yok. " diyerek başını çevirdi.

Hancının hazırladığı masada karnımızı doyurmuş, bardaklara dolan şarapları yudumlamaya başlamıştık. Hancı için bugün bayramdı ve yıllanmış şarabını bana tattirmak için can atıyordu. Arslan da kadehini kaldırıp bana uzatınca çekinerek aldım kadehi ve havaya kaldırdım. Bardaklar tokuştu.

"Bir kadın kılığında bekledim o odada... Sadece tek bir mum yanıyordu, etrafta korkunç bir karanlık vardı! " hancı, tekdüze yaşamına renk getiren bu küçük macerasını öyle büyük heyecanla anlatıyordu ki, kırk gün kırk gece dinleyebilirdik. Zira her anlatışında bir şeyler değişiyordu. "Arslan oğlumla beni odaya girerken izleyen düşman eşkıyalar pusuya yatmıştı! Sen gittikten sonra.. " dedi Arslan'a dönerek. "İki eşkıya kapıyı kırarak içeri girdi. Nefesleri ölüm kokuyordu ! Ahh evlat, benim yerimde olmak istemezdin. Yattığım yerde yanıma gelip peçemi indirdiler, yüzlerinde bir öfke bir nefret! Paçalarından serefsizlik akıyordu heriflerin ! Iclerinden biri cama attı kendini. Ve o bet sesiyle bağırdı..." ellerini dudakları etrafına yerleştirerek hakikaten bağırdı. "Kız burada değil!.. O an onlara öyle ölümcül bir bakış attım ki, nasıl kaçtıklarını görmeliydin evlat... "

Hancının sözlerine gülerken gözgöze geldik. Altıpatları masaya koymuştu. "Ateş ettin mi hiç? " diye sordum.

"İki kere.. " dedi "İkisi de boşa gitti. " derken şakaklarında kurumuş kanı tırnaklarıyla kazıyordu.

"Mikrop kapacak, dokunma!"

"Biraz şarap dökün bir şeyi kalmaz, ehehe ..." diyerek bir bardak şarabı Arslan'ın başından aşağı döken adam keyiflenerek testiyi eline aldı.

Sinirden gözlerini yumup dişlerini sıkan Arslan, kirpiklerinden akan şarabı koluna sildi. Hanın tavanına bakarak dişler arasından mırıldandı. "Neden ben ? " Gülmemek için kendimi zorluyordum.

Gülüşü sarkıp, bakışları donan hancının kafası karışmış görünüyordu. Bir şeyler düşünüyordu. Aslında oturdu oturalı Arslan'ın tehditkar bakışlarına maruz kalmış, gözlerini kaçırmış durmuştu. Arslan biten testiyi doldurmak için hanın arka odasına geçince "Daha fazla dayanamayacağım ! " diyerek kulağıma eğildi, fısıldayarak konuştu " Bu çocuğun cinleri var. Eşkıyalar gittikten sonra hanın ortasında durmuş bizim göremeyeceğimiz varlıklarla konuşuyordu. Öldürmekle tehdit etti onları! Çok sinirlenmiş olmalılar, delirdi, az kalsın kafasına sıkıp öldürecekti kendini ! Kendine dikkat et kızım.. " o kadar içmişti ki aklının başında olmadığını düşünerek yüzümde sahte bir hayret ve tebessümle dinliyordum. Sessizce yaklaşan Arslan kafasından aşağıya bir testi şarabı boca edince neye uğradığını şaşıran adam korkarak arkasını döndü.

Yukarıdan burnundan soluyan Arslan dişleri arasından konuştu. "Mikrobunu kırar!.." Hepimiz teker teker sessizce birbirimize baktık, handa gezinen sessizlik üç kişinin kahkahasıyla bölündü. Arslan öylesine, gülmüş olmak için gülüyor, yüzüme yarım bakışlar atıyordu.

Geceden geriye, hanın üstünde yükselen kahkahalar ve hancının masaya çıkıp - bilmemkaçıncıkere- anlattığı eşkıyaları devirme hikayesi kalmıştı. Ihtiyar bu hikayeyi çocuklarına, torunlarına da anlatacaktı. Ve torunları da torunlarına, onlar da torunlarına... Hancı kahraman olmamıştı fakat kahraman ölecekti.

Seguir leyendo

También te gustarán

SARKAÇ Por Maral Atmaca

Ficción General

1.3M 87.3K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
3M 161K 40
Heja güzelliği ve cesaretiyle Amed'e nam salmış kadın. Ağir yakışıklılığı ve bastığı yeri titreyișiyle Amed'in saygı duyulan ağası... Kadın çok sevd...
51.9K 2.2K 31
Klâsik gerçek aile kurgusuna benzer ama daha olası bir kurgudur; Kızımız eski ailesinden gördüğü baskılar sonucu 18 yaşında ayrı bir eve taşınır ora...
251K 16.3K 45
Ölen masa lideri ve katilinin peşine düşen veliahtı... En iyiler: #1 - b×b #1- gay #1- boyslove #2 - lgbt #2 - mpreg #2 - interseks #6 - bl #5- eşcin...