Rabbini Kalbinde Hisset

By lameliiff

220K 58.7K 4.9K

Ölüm! O nasıl bir boşluktu öyle? Ölümle yüz yüze gelmişti Stef. Şimdi iki seçenek vardı. Ya candı ya da cana... More

-Gelecekten Bir Kesit-
1.Bölüm-Çaresizlik Kokusu
-2.Bölüm- "Ev Arkadaşı"
-3.Bölüm- "Laz Damarı"
-4.Bölüm- "Biricik"
-5.Bölüm- "Sadece Sevmek İstemiştim"
-6.bölüm- "Karınca Kardeşler"
-7.Bölüm- "Topçu"
-8.Bölüm- "Beklenen"
-9.Bölüm- "DOST"
-10.Bölüm- "Boşluk"
-11.Bölüm- "Kaybettim"
-12.Bölüm- "Teselli"
-13.Bölüm- "Ölüm?"
-14.Bölüm- "Fark etmez"
-15.Bölüm- "Yüzleşme"
-16.Bölüm- "Kabulleniş"
-17.Bölüm- "Diriliş"
-18.Bölüm- "OYUN BAŞLASIN"
-19.Bölüm- "YALANLAR"
-21.Bölüm- "Özledim"
-22. Bölüm- "KUKLA"
-23.Bölüm- "Yeniden"
-24.Bölüm- "Sil Baştan"
-25. Bölüm- "Affetmek"
-26.Bölüm- "EZAN"
-27.Bölüm- "Koku"
-28.Bölüm- "Gökyüzü"
-29.Bölüm- "ÇIĞLIK"
-30.Bölüm- "Bir Tutam Sevgi"
-31.Bölüm- "Şehadet"
-32.Bölüm- "Geceler"
-33.Bölüm- "Yıldız"
-34.Bölüm- "Papatya"
-35. Bölüm- "Karmakarışık"
-36. Bölüm- "HİSSEDİŞ"
-37.Bölüm- "Affet"
-38.Bölüm- "Yaş Günü"
-39.Bölüm- "Zeynep"
-40.Bölüm- "Gerçekler"
-41.Bölüm- "Düğün"
🍬 Şeker Tadında 🍬
-42.Bölüm- "Özlemek"
-43.Bölüm- "Kaldığın Yerden"
-44.Bölüm- "Unut Şiiri"
-45.Bölüm- "Kader Çizgisi"
-46.Bölüm- "Söz"
-47.Bölüm- "Gül"
-48.Bölüm- "Eş"
-49.Bölüm- "Vuslat"
-50.BÖLÜM- "SON"

-20.Bölüm-"HİÇ"

4.2K 1.4K 106
By lameliiff

"Merak etme ikiz. Bir gece ayarlayıp kafayı dağıtırız, affettiririm kendimi." diye göz kırptı.

İçkili ortamlardan uzak durduğumu söyleyeceğim sırada kulağıma yakın mesafeden bir ses geldi.

"A aa! Bensiz eğlence mi yapıyorsun dayıcığım? "

Ciddi anlamda yorulmuştum artık! Tam da şu an da kollarımı iki yana açıp "Ne lan bu yaşadıklarım!" diye feryat edesim vardı. Evet, tam da şu saniyelerde.

Bu kadar yeni insan tanımak, muhatap olmak ve kendimi böylesine iğrenç biri olarak hissedeceğim birine dönüşmek beni feci halde yormuştu. Daha kaç defa diyeceğimi kestiremiyorum ama sırtımda ağır yük taşırken yokuş çıkmak kadar yorgunluktu hissettiğim. Belki de daha fazlası. Ferhat'ın omzumun üstüne bakarak gülmesini devam ettirmesi ile bende bakma gereği duydum. Arkama doğru çevirdiğim gözlerim bir çift kahverengi göz ile buluşurken "Sensiz eğlence olur mu hiç güzelim?" diyen şef ile gözlerimi devirip önüme döndüm. O arada kız da "Hiç olur mu bayım?" diyerek karşımda duran şefin yanına gelmişti. Şefin "Sence?" diye karşılık vermesi ile sarılmıştı. Dayı ve... Imm... Yeğen. Bu arada saçma diyalogları, hasarlı beynimi yemiş ardından dibini kazımıştı. Gözlerim yeniden devrilecek yer bulmuştu. Bu sıkıntılı iç durumu yaşarken şef ile göz göze geldiğimde "Ah, Tarık. Af edersin. Bizim kızı ne zamandır görmüyordum da." diyerek bıyık altından gülümsedi. O arada gözlerim, açık kahvelere gitti.

"Bizi tanıştırmayacak mısın dayı?" diyerek genişçe gülümsemişti.
"Yok efendim, hiç almayayım!" diyecektim. Benden beklenmez biliyorum, ama diyecektim. Diyemediğimden olacak ki boğazımdaki oluşan yumruyu şefin sözleri ile hissetmiş, yine şefin sözleri ile acı acı yutkunmuştum. Bir yalan, onca yalanı peşinde getirir de bir kişiye söylenen yalanı onca kişiye söylemek nedendir!

"Mısra bayıldığı zaman bu genç varmış, sağ olsun hastaneye getirmiş. Bende yanlış anladım da kendimi affettireyim diyordum."
Kahverengi gözler mahcupluk belirtisi verirken bir yandan da "Ahh... Dayım işte..." diye söylendi.

Ferhat'ın bu kadar başarılı yalan söylemesi beni daha çok şaşırtmıştı. Öyle ki kumral kızın konuşması tıpkı fazlasıyla uykulu zamanımda yelkovan ve akrebin koşuşturması gibi dikkatimi çekmiyordu. Ha, evet! Kız kumraldı. Kat kat kesilmiş kahverengi saçları vardı tıpkı gözleri gibi.
Açık mavi bir elbise giymişti. Askılıklı, belden oturtmalı, dizlerinin üzerinde biten pileli etekli bir elbise. Maviyi severdim. Birçok insan gibi. Huzurdu benim için. Başka bir tanımı yoktu. Huzur her iyi şeyi kapsardı çünkü. Elmacık kemiğinin üzerinde bir gamzesi vardı. Gülünce beliriveriyordu teninin kaybolduğu makyaja inat. Evet evet, yanlış anlamadın, kız gülüyordu. Onu izlemem hoşuna gitmişti sanırım.

"Tarık'tı değil mi?" diye sordu az önceki ses tonlarından, farklı bir ton seçerek.

Tarık değil, Stef. Beni Tarık olarak tanımamalıydı, yaptıklarım Tarık'a ait değildi. Tarık masumdu, Stef ise sahtekar.

"Evet." diye konuşurken çıkan sert sesim ile fark ettim, en az sesim gibi sert bakıyordum. Dışarıdan nasıl göründüğümü acayip merak ediyordum. Çünkü kumral kız sesim çıkmadan önce o bakışımı fark etmiş, gülümseyen yüzünü soldurmuştu. Evet dememin ardından gözlerini kısarak inceledi bu sefer beni. Demek istediğim geldiğinden beri hayranlıkla bakan gözler, bir şey düşünür gibi bakıyordu artık.
Hatta bir ara "Tarık..." diye mırıldandı.
Sonra dayısına yaklaşıp duyamayacağımı düşündüğü şekilde fısıldadı. "Mısra'nın beklediği olamaz değil mi? Bu imkansız çünkü."
Şef akıllı adam demiştim ya. Bunu bekliyor gibi hazırdı cevabı. "Ah, keşke..."
Yalancı da demiştim tabi!

Bakışlarını tekrar bana çevirdi. "Teşekkür ederiz, Tarık."
"Rica ederim, ben Mısra'ya gideceğimi söyleyeyim."
"Beraber çıkalım." diyen şefe karşılık bana da peki demek düşüyordu.

(...)

Kısa asansör yolculuğunda kumral kızın sorularını cevaplamak zorunda kalmıştım. Sahilde koşuyordum ve bayılan Mısra'yı görmüştüm. Korumalar neredeymiş sorusunu şef ustalıkla cevaplamıştı. Sözde uyuya kalmış olan korumalar, hiç hak etmediği halde küfür de yemişti. Ve sonlarda neyse ki Tarık oradaymış. Teşekkürler Tarık...

Odaya girmeleri için öncelik verdiğimde "Baba!" diyen Mısra'nın sesi henüz onu görmemişken, kulaklarıma dolmuştu. Nedense şef yokken daha az heyecan yaşıyor gibiydim. Bakalım bu durumdan nasıl çıkacaktık.

Gözleri tek tek üzerimizde gezinirken "Hoş geldiniz." diye gülümsemeye çalıştı.
"Geçmiş olsun kuzenciğim." diye samimi konuşan kumral kıza tezat "Teşekkür ederim. " diye soğuk bir sesle karşılık vermişti. Yüzünü inceledim kumral kızın. Hiç oralı olmamış gibiydi.
"Tarık oğlum bayıldığın zaman oradaymış. Sağ olsun seni düşünmüş." derken kumral kız devam etti. "Hatta hastaneye bile getirmiş."
Mısra'nın gözleri hafif büyüme eşliğinde beni bulmuştu. Gözlerimi anlaması için kapatıp, bir iki saniye sonra açtım. Anlamış olacak ki "Hıı şey, evet..." diye mırıldandığında istemsizce dudağımın kıvrımları yukarıda yerini buldu. Masum kız yalan söylemekte tam bir, beceriksizdi.

Doktorun dedikleri hakkında birkaç şey konuşulduktan sonra, gitmek için müsaade istedim. O arada Tuğra gelmişti. "Tuğra." diyen kumral kıza karşılık "Selay." diye gülümsemişti Tuğra. Kumral kız da gülerek öpücük kondurmuştu Tuğra'nın yanaklarına. Hiç haz etmezdim böyle şeylerden. Çok yapmacık ve gereksiz gelirdi. Kumral kızdan da haz etmedim. Tuğra'ya karşı hislerim gayet aşikardı zaten. Doktor Bey Mısra'ya nasıl olduğunu sorduktan sonra bana bir bakış atmıştı. Bir şey söylememesi işime gelmişti elbet. Kumral kız ile birlikte odadan çıkmışlardı. O ara gözlerimi Mısra ile babasına çevirdim. Şef kızının elini tutmuş, bir şeyler konuşuyordu. Konuşmalarına dikkat verdiğimde kabul edilen tedaviden bahsettiklerini anladım. Şef ne kadar mutlu olduğunu, Mısra ise bu kadar umut bağlamaması gerektiğini söylüyordu. O ara benle göz göze geldi. Suç işlemiş çocuklar gibi dudağını kemirip önüne dönerken, şef de sandalyeden kalkıyordu.

"Ben bir doktorla konuşayım kızım." diyerek bana çevirdi gözlerini.
"Tekrar teşekkür ederim evlat. Seni yine görmek isterim." diyerek elini omzuma koydu ve manidar bir gülüş atıp, odadan çıktı. Cevap vermemiştim. Doğrusu izin vermemişti. Pekala. Unutmamalıyım ki yönetmen oydu!

Herkes odadan çıktığında Mısra'nın yanındaki sandalyeye oturdum.
"Sen doktora, bu durumdan babamın haberi olmasın dediğin için, bende böyle bir şey söyledim." diyerek elini tuttum.
Elleri çok soğuktu. Bir o kadar da yumuşak.

"Seni yalan söylemek zorunda bıraktım. Çok üzgünüm." diyerek diğer elini elimin üzerine koydu. Sonra devam etti. "Peki korumalar?"

Nasıl bir yalan söylemek zorunda bıraktığını bir bilsen... Korumalar?
Onları da doktora yükleyeyim, bakalım.
"Tuğra korumalarla konuştu. Yani senin sağlığın için, babandan azar yemeyi kabul etmişler." diye aklıma geleni söyledim. Ferhat ile rahat kapışırdık bu konuda. Benim de hakkımı yemeyelim şimdi.

"Hadi ya..." diyerek üzüldü ve devam etti. "Etrafımdaki herkese zarar veriyorum."
"Korkulacak bir şey yok." diye atıldım hemen. "Muhtemelen iyi bir bahane bulmuşlardır."

Üzüntüsü daha da arttı. "Böyle olsun istemezdim." Bu kadarcık yalandan dahi üzülen bu kız, nasıl bir yalanın içinde olduğunu bilmemeliydi. Akıbetini düşündükçe sonu gelmeyen bir uçurumdan düşüyor gibi oluyordum. Yok yok, kesinlikle bilmemeliydi. Ya da ben hayattayken bilmemeliydi. Aksi takdirde onun o halini görmem ile hiç düşünmeden ilk gelen arabanın önüne atlardım. Hiç düşünmeden.

"Neden benim hakkımda bilgi vermiyorsun?" diye merakla sordum.

Gözlerime derin bir bakış atıp cevapladı sorumu. "Hiç."

Hiç mi? Hiç... Çok sebebi var, açıklayamam, o yüzden bir hiç.

Gözlerini hala gözlerimden almamıştı. Sanki hayatım onun gözlerine bağlı gibi, kırpmak için bile kapansa, ölecekmişim gibi dikkatle bakıyordu. "Hadi söyle." diye gülümsemeye çalıştım. Bir yandan da elini daha belirgin tutuyordum.

"Söyleyemem."
"Ailenin bilmesini istememenden, benim gitmem gerektiğini mi anlamalıyım?" diye sordum. Elimi de ellerinden almış kucağıma bırakmıştım. Atar veya sitemdi sanırım. Doğrusu cevabı çok merak ediyordum.
O arada Mısra'nın oltadaki balık gibi çırpınışlarını seyrettim.

"Hayır hayır, aksine gitmemen için her şey."

Devam eden merakla sordum. "Ailenin beni istemeyeceğini mi söylemek istiyorsun?"
Yatağında biraz doğruldu. Eliyle yüzünü ovuşturup konuşmak için dudaklarını ıslattı. Anlaşılan uzun konuşacaktı. Umarım ki bu konuşmayı yaparken, yorulmazdı. Çünkü bu sefer önceki gibi kurtulmaz, kabağın benim başımda patlamasını çaresizce izlerdim.

"Ailemin senden haberi yok Tarık." 

"Sen hiçbir şey bilmiyorsun."  bakışları olur ya hani, işte tam o bakışı atmamak için zor tutuyordum kendimi. Tarık olsaydı üzgün olurdu. Öyle olmalıydım.

"Sen gittikten sonra, küçükken başlayan hastalık büyüdü ve beni herkesle arama set çekmek zorunda bıraktı. Seni en yakın dostlarıma dahi anlatmayı başaramadım. Zamanla senden hiçbir iz bulamadım. Herkesi sana benzettim, herkeste seni aradım. Kimse senin gibi olmadı. Ve sen yaşımla büyüyen, koca bir hayal oldun. Bu yüzden, bu hallerim. Sanki birileri senden haberdar olursa gidecekmişsin gibi. Bir an da kaybolacakmışsın gibi. Tarık olarak bilseler de seni, Tarık'ım olarak bilmemeleri gerekiyor. Sanki bilseler her şeyin büyüsü bozulacak gibi."

Evet Tarık olsaydı şimdi yıkılır, duygulanır, belki de sıkıca sarılırdı.
Ben ise kendime bildiğim küfürleri saymakta, hatta yeni küfürler üretmekteydim. Çok öncelerden de söylediğim gibi, bu hiçbir işe yaramıyordu. Beni yüceltmediği gibi kuyunun dibine çekiyordu. Yine birkaç cümle söylemem gerektiğini hatırlayarak konuşmaya başladım.

"Bende seni hayallerimde yaşattım hep. Tam ümidimi kaybetmek üzereyken karşıma çıkman, asla ümidimi kaybetmememi öğretti bana. Ben gerçeğim. Sen benim, ben seninim. Kimse bunu değiştiremeyecek. Hiç kimse. Bu yüzden korkma. Ama yine de sen bilirsin. Benim için sadece sen önemlisin."

Böyle cümleler kadınların hoşuna gittiği kadar, erkekleri de heyecanlandırırdı. Fakat sanki dünyalı değilmişim gibi duygusuz ya da tıpkı bir robot gibi basit yahut gözünün önündeki metni okuyan haber spikeri gibi ezbereydim. Hiç mi içinde bir şeyler kıpırdamaz? Kıpırdamıyordu işte.
Mısra ile tanıştığımdan beri pişmanlık, ona zarar verme korkusu, sahtekar olduğumu anlayacak heyecanı gibi duygular yaşarken, bunlardan başkası mümkün gelmiyordu. İstesem de istemesem de şefin dediği gibi, kızına aşık olamıyordum. Mısra da kız kardeşimi hatırlatıyordu, kabul.

"Biliyor musun, beni çok şaşırtıyorsun." diye masumca gülümsedi.
Endişelenmeme neden olmuştu. "Ne yapıyorum? " diye sordum.

"Şaşırtıyorsun. Yani tabi ki zaman insanı değiştirir. Ama sen hem fiziki hem de karakter olarak çok değişmişsin."

"Ne gibi?" diye sordum bu sefer.

"Sen değerlerine sahip çıkan bir çocuktun. Sahilde bana sarılman, sarılmaların... Elimi tutman, gözlerime bu kadar uzun süre bakman bile ve bunca güzel cümle kurman... Belki yılların hasretinden böylesindir. Bunlar benim için özel ve çok güzel şeyler olsa da seni bu kadar farklı görmek beni korkutuyor. Aileni kaybetmek, yetimhanede kalmak... Çok zor günler geçirmişsindir. Bunu düşündükçe canım yanıyor. Ama sormadan da edemeyeceğim. Bunca zorluk için de değerlerinden vazgeçmiş olamazsın değil mi?"

Gözleri iki gözümde gidip gelirken söylediklerini tartıp biçiyordum.
Ne demek istediği hakkında hiçbir fikrim yoktu. Anlamaya çalışırken kaşlarımı çatmış olmalıyım ki, telaşla bir şeyler söyledi.

"Seni kızdırmak istemedim, sadece beni çok şaşırttığını dile getirdim. Yoksa bana bu kadar ilgi göstermen ayaklarımı yerden kesiyor." diye beceriksizce güldü. Onu korkuttuğum için üzgündüm ama hala ne diyeceğimi bilmiyordum.

Toparlanarak aklımda birkaç cümle hazırladım. İşte dökülüyorlardı. "Zannettiğin gibi bir şey yok, sadece seni çok özledim. Bu yüzden bu hallerim." Beceriksiz bir gülüş de benden gelsin o halde. Kabul et ki, ne söyleyeceğini bilmeyen bir insan olarak iyi toparlamıştım. Ve hala bahsettiği değerler hakkında hiçbir fikrim yoktu.

"Buna çok sevindim." diyerek samimi bir gülücük gönderdi. Bende karşılık vererek mırıldandım. "Artık gitmem gerekiyor."
Gülümsemesi silinip üzgün halde bakarken bir an da aklına bir şey gelmiş gibi durdu. "Seni işinden alıkoydum değil mi? Af edersin."
Hiç düşünmeden konuştum. "Beni alıkoyacağın bir işim yok." Bir de yalan cümlesi eklemeliydim sanırım. "Yetimhaneden sonra birkaç yerde çalıştım ama olmadı."

"Sıkma canını. Sana uygun bir iş bulursun inşaallah." Gülümseyerek karşılık verdim.

Sonra tekrar konuştu.
"Masanın üzerinde telefonum var, numaranı kaydeder misin?"
Başımı ile onay verip masanın yanına gittim. Telefonu elime alıp numaramı yazdım ve kendimi ne olarak kaydetmem gerektiğini düşündüm. "Düzenbaz, oyuncu, sahtekar, yalancı, adi herif..." seçenek boldu fakat Mısra'nın hoşuna gideceği tek bir şey geliyordu aklıma: Tarık'ım.

Kaydedip telefonu yerine koydum ve tekrar yanına gittim. Elimi alnına götürerek saçlarını hafiften geriye ittim ve alnını öpüp geri çekildim.
"Akşam üzeri tekrar geleceğim."
"Lütfen..." diye fısıldadığı an da daha fazla dayanamayacağımı düşünerek hızla odadan çıktım.

Tuğra'nın odasına gittiğimde şef de oradaydı. Anlaşılan Selay denilen kız gitmişti. Onlara Mısra ile yalanlar, korumalar, hayal görme gibi konuşmalarımızı kabataslak anlatıp, şefe yapmam gerekeni sordum.
Ve şu değer meselesini...

"Tarık'ı tam tanımıyoruz. Kızımın ne demek istediğini bende anlamadım. Neyse sanırım bir daha açılmaz o konu. Çok iyi gidiyorsun Stef."

Bu ne kadar istemediğim şeyse de Tuğra'nın yanında övülmek hoşuma gitmedi değildi. "Akşam yine geleceğim şef. Yani öyle söyledim."
Doktorun lafa karışmasına moralim bozulmuştu. "Çok yoruldu, bugünlük yeterli." Moralim bozukken de onu bozabilirdim. "Söz verdim. Gelmemi bekleyecektir."
"Tamam ikiz. Ben birazdan şirkete geçeceğim. Haberleşiriz."

Tokalaşıp ayağa kalktım. Tuğra'ya da başımla selam verip odadan çıktım. Artık temiz hava almak istiyordum.

Hastaneden çıkıp etrafa bakındığım sırada "Tarık!" diye bir ses ulaştı kulağıma. Birkan'ı görünce sevinmiştim. Eliyle gel işareti yaparak yürüdü. Peşinden gittiğimde arabaya bindi ve bende peşinden yolcu koltuğuna geçtim.
Motoru çalıştırmadı, sadece oturduk.
Bir türkü doldururken kulaklarımızı hala bir şey konuşmadığımıza şaşırıyordum. Sanki adam uzaktan içimi okumuş, gel biraz türkü ile kafanı dinle diyordu. Türkünün sözleri de cabasıydı.

"Ben yoruldum hayat, gelme üstüme..."

Türkünün sonlarına doğru bana dönmeden konuştu. "Karşına çıkan musibetleri boş görme, hepsi seni büyütür."

Başım arkaya yaslanırken konuştum. "Büyümek için musibet mi gerek sadece? Düz yolda yürüyemez mi insan?"

Cevap gecikmemişti. "Yürür elbet ama... Çamura batmadıkça insan, ne düz yolun kıymeti bilinir ne de çamura batmış ayağının."

"O halde musibet büyütmez insanı, kıymet bildirir."

"Kıymet bildirir. " diye tekrarladı beni.

"Musibetin dibine vursam da kıymet bilecek bir hayatım yok." diye söylendim.

"Musibetin her dibine vurdukça bir üstün kıymeti daha da artacaktır."

"Yani?" diye başımı ona çevirdim.

"Yani, musibet büyütmez insanı, musibetten alınan ders büyütür." diye cevapladı.

"Kendinle çelişkiye düştün ahbap." diye gülümsedim.

"Hayır, bu cümleyi ilk başta söyleseydim, hangi dersten bahsediyorsun diyeceğini bilecek kadar, seni tanıdım."

Başımı önüme çevirdim. "İyi tanımışsın."

"Bu kadar türkü dinlediğin yeter, hadi şimdi biraz da kafanı dinle."

Gülümseyerek omzuna vurdum. "Sağ ol."
O da aynı şekilde gülümsedi. Böyleleri hep sağ olmalıydı.

Ardından arabadan inip ellerim cebimde yürüdüm. Yol nereye, ayak oraya...
Yürüdüm, düşündüm. Düşündüm, yürüdüm. Beynimi susturdum, insanları konuşturdum. İnsanları susturdum, beynimi konuşturdum. Yapmam gerekenleri, unutmam gerekenleri, hatırlamam gerekenleri... Hepsi, hepsini bu dar sokaklara sığdırmış, gözlerimi sokak lambalarıyla adeta açmıştım. Epey saat geçmişti, hiç farkında olmadan. Ayaklarım hakkında konuşmak hiç istemiyordum. Karışık aklın cezasını çekiyorlardı işte.

Taksi çevirip, evi tarif ettim. Eve geldiğimde üzerimi değiştirmek için yukarı kata çıktım. Karınca kardeşlerin odasının kapısı açıktı. Bilmiyorum daha önce de açık mıydı. Nedense dikkatimi şimdi çekiyordu. Ya da evet, şu an daha çok ihtiyacım vardı onlara. Korkarım ki karınca kardeşler, bağımlılık yapıyordu. Spor kıyafetlerinden kurtulup lacivert gömlek ile rahat bir pantolon geçirdim üstüme. Bir şeyler atıştırdım sonra. Bir süre televizyon ile meşgul olurken önceden çağırdığım taksinin kornasını duydum. Kapattığım televizyon ile siyah ekranda yansımamı gördüm.
"Rolünü en iyi şekilde yap, Stef!" diye tekrar ve tekrar uyardım kendimi.
O ara dağınık saçımı elim ile karıştırıp dışarı çıktım ve taksiye bindim.
Hastanenin adını söyleyip, gecenin çökmüş olduğu sokakları izledim. Kafamdaki bin bir soruyu kaldırımın kenarına teker teker bırakmak istedim, mümkün değildi. Arabanın hızıyla birlikte koşuşan yıldızları seyrettim sonra. Yine kafamdaki bin bir soruyu bin bir yıldıza tek tek asmak istedim. Mümkün değildi. Sonra şoföre "Geri dön, bir daha gitmeyeceğim oraya!" demek istedim. Mümkün değildi. Bunca şey mümkün değilken, tek mümkün olan vardı. O da pişmanlık. Meğer ölüm her şeyden kurtuluşmuş. Seni kötü olarak anlamaları yerine, şerefinle ölecekmişsin aslında.
Aaıh! Başa sarma Stef, başa sarma! Sen hepsini atlatacak, mutlu bir hayat yaşayacaksın unutma! Güzel günler seni bekliyor, yeter ki rolünü iyi yap!

"Geldik abi."
"Ne kadar?"

(...)

Odanın kapısını tıklayıp içeri girdim.
"Tarık! " diye bir çocuğun heyecanı ile oturduğu minderden kalktı Mısra.
"Çok beklettim mi?" diye gülümsedim.
"Hemde çok! Bir an gelmeyeceksin sandım."
Bir an bende öyle sandım, ne yalan söyleyeyim. Gerçekten ne yalan söyleyeceğim? Bu kız böyle masum bakarken, kardeşimin "Abi!" diye bağırışını kulağıma doldururken ben daha ne kadar yalan söyleyebilecektim.

Elimden tutup kalktığı yere doğru gitti. Bende peşinden tabi. Minderin üstüne otururken yanına oturmuştum. Elini elimden ayırıp yanındaki kitabı tuttu. Beni görünce kitabı bırakmıştı. Şimdi de nerede kaldığını bulamamış olacak ki "Hay Allah!" diye mırıldandı. Kitabı okumuştum. Gülümseyerek onu izliyordum. Bir türlü bulamıyordu. Belki de hastalığından dolayı hafızası bu gibi durumlarda onu zorluyordu. "Nerede kaldın? " diye sordum. Başını kaldırıp beni inceledi. Gülümsemem hoşuna gitmiş olmalı ki aynı samimiyetle karşılık verdi. "Söylesem ne fark edecek?" diye gülmesini genişletti. Pek samimiyetle değilmiş sanırım. Neyse "Sen söyle de, orasını düşünürüz." diye güldüm. Tutmasam kendimi kahkaha atabilirdim hatta. Şu an fazlasıyla hoşuma giden bir andı.
"Genç kıza, şiir ile ilgili bir şeyler anlatıyordu öğretmeni. Ama bulamıyorum. "diye sayfaları çevirdi.
"Başlarda olması gerek, 70-90 arası."
Şaşkınlıkla yüzüme bakıp tekrar kitaba çevirdi gözlerini. Sırayla baktı sayfalara, 74. sayfada kaldığına emin olunca tekrar bana baktı. Başını iki yana sallayıp gülümsedi. "Gerçekten beni şaşırtıyorsun." Bağdaş kurduğum bacağıma sağ dirseğimi koyup başımı sağ avucuma yasladım.
"Yoksa Tarık kitap okumayı sevmez miydi?" diye sorduğum da pot kırdığımı fark edip başımı avcumdan çektim ve aceleyle konuştum. "Yani geçmişteki Tarık."

Gülümsemesi devam ederken cevapladı.
"Kendine bile yabancı düşmüş gibisin."

Onayladım bende. Kendime bile yabancı düştüm ben. Sahi, Stef-Tarık olayım derken yok olacaktım ben.

"Çok kitap okumazdın." diye devam etti.

"Okumak için vaktim yoktu. Ama sonra bolca oldu." diye tebessüm ettim.

Başını yavaşça omzuma koydu ve konuşmaya başladı. "Her anında yanında olmak isterdim. Her acını yüklenmek, her derdinle dertlenmek isterdim."

"Geçti her şey..." diye mırıldandım.

Başını kaldırdı. Bir tebessüm gönderdi en samimi haliyle. Emindim bu sefer. Sırtımızı duvara yaslayıp ayaklarımızı uzattık. Yarın tedaviye başlayacaktı. Biraz onun hakkında konuştuk. Biraz geçmiş, biraz gelecek, biraz da hala karşılaşma şokunu atlatamama gibi cümleler kurup birkaç da kitaptaki şiirleri okuduk. Her geçen dakika, bir yanım rahatlarken diğer yanım daha da suçlu hissediyordu kendini. Yine de kabul etmeliyim ki uzun zamandan sonra huzurluydum. Onca muhabbetin arasında "Babama senin bir işinin olmadığını söyledim. Ve lise de aynı sınıfta olduğumuzu." dedi Mısra. "Sonra?" diye sorduğum da "Babam, sana bir iş teklifinde bulunmak istediğini, bu teklifi bana yardımcı olmandan dolayı teşekkür niyetine kabul etmeni rica etti." diye cevap verdi. Şefin beni arayıp bildirmesi gerekirdi fakat nedense böyle bir şey söylememişti. Mısra'nın ısrarlarından sonra teklifi kabul etmiştim. Yani sanırım bir şeyler normale gidiyordu. Ya da sanırım bir şeyler bataklığa daha da batıyordu.

Neyse en son şu an ki huzurumdan bahsediyordum.
Gökyüzü ve yeryüzünü bir arada görebildiğim bu oda da huzur veriyordu bana. Soluduğum hava da... Her ne kadar hastane odasında olsam bile.
Gözlerimi manzaradan alıp Mısra'nın sözlerine kulak verdim.

"Senin dediklerini yapamadım. Hastalığı bahane ettim, sensizliği bahane ettim, şeytanı, nefsimi bahane ettim ve yapmadım. Tarık olsa dünyayı değil, dünyayı yaratanı, Allah'ı hatırla, derdi dedim ama yine de yapmadım. Bunun için çok üzgünüm."

Kafam allak bullak olmuştu. Ne diyordu bu kız. Yaratan mı! Nereye düşmüştüm ben ya! Tarık bir yaratıcıya inanıyor olabilirdi, fakat bu beni hiç ilgilendirmezdi. Ulan şef! Bunu bana daha önceden söylemeliydin! Bende şu an ne diyeceğim diye beynimi yormazdım. Bu iki oldu.

Sanki zorlandığımı anlamış gibi konuştu Mısra. "Değerlerinden vazgeçmediğine emin misin?"
Büyük bir korkuyla soruyordu. Bu halinin şaşkınlığını üzerimden çabucak atarken demem gerekeni tekrar düşündüm. Evet, kesinlikle doğruyu söylemeliydim. En azından bu dahi doğru olmalıydı.

"Benim Allah'a inanmadığımı bil..."
Bilmelisin Mısra... diyecektim lakin cümlemi tamamlamama izin vermedi.

"Allah'a inanmıyor musun Tarık! Gerçekten sen..." dolan gözlere daha çok şaşırarak bakıyordum. Ağladı ağlayacak durumdaydı. Zorla konuştu. "Ben senin Allah'a inancını sevdim, babanın imam olmasına imrendim hep. Baban kim bilir ne kadar üzülüyordur." Hızla düşen damlaya baktım. Aıh! Çıldırmak üzereydim. Ne saçmalıyordu bu kız! Son cümlemi hatırlayınca konuşmaya başladım. Bakalım bu sefer nasıl toparlayacaktım. Ya da toparlayabilecek miydim?

"Benim Allah'a inanmadığımı bile aklından geçirme, böyle bir şeyi nasıl söylersin, diyecektim Mısra. Cümlemi devam ettirmeme bile izin vermedin."

Elimle göz yaşını sildim. Neler diyordum ben böyle!

Zorla gülümsedi.
"Ben çok korktum Tarık. Ondan böyle oldu. Sen bir an da öyle dediğin için..." diye kekeleyerek konuştu.

"Neden korktun?" diye sordum.

"Seni kaybetmekten..."

"Neden beni kaybedesin?" diye naif çıkan sesimle birlikte elini tuttum. Az önceki cümleler ve kurduğum cümleyi değiştirdiğim için başka zaman kafa yoracaktım. Evet, kesinlikle şimdi değildi. Yoksa her şeyi berbat edecektim!

"Sen zorluklar yüzünden o kadar değer verdiğin inancından vazgeçerken tedavinin dahi işe yarayıp yaramayacağı belli olmayan, böyle aciz bir kızdan neden vazgeçmeyesin?

Ne diyeceğimi doğru düzgün bilmiyordum. Bu ne saçma bir şeydi böyle. "Tamam öyle bir şey yok ve olmayacak." diye eline baktım. Farkında olmadan elini sıkmıştım. Durumun ciddiyetinden olsa gerek o da fark etmemişti. Gülümseyerek kollarını boynuma doladı. Sarıldığı sırada kesik çıkan sesini duydum.

"Beraber namaz kılmadan ne inancını bırak ne de beni Tarık. Sana ve bana Allah'ı hatırlatmana çok ihtiyacım var."

Tamam, artık emin olmuştum. Bu bir kamera şakasıydı. Ooff! Neden kamera şakası falan değildi lan! Neden?

Uykulu hali vardı. Uyuyacaktı ve bu iş burada bitecekti. Oyunsa oyun! Böyle gereksiz şeylerle vaktimi harcayamazdım hatta ve hatta namlunun ucunu tercih ederdim!

Sesi gelmiyordu. Uyumuştu sanırım. Kendimi geri çekip yüzüne baktım. Uyumuştu. Bu kadar çabuk dalması çok şaşırtıcıydı. Yavaşça kucağıma alıp yatağına yatırdım. Üzerini örterken tekrar mırıldandı.

"Onun huzuruna çıkmaktan korkuyorum Tarık." Cümlesini anlamaya çalışırken devam etti.
"Beni bırakma, çünkü ben öleceğim."

Selamun aleykum sevgili okuyucular:)
Dua eder dua beklerim. Vesselam.

Continue Reading

You'll Also Like

135K 8.9K 80
"Muhammet abi..." Arkamı döndüğümde kız kardeşlerimin can dostu Rumeysa'yı gördüm. Gözlerini kaçırıp tekrar bana baktığında sesini duydum. Rahatsız o...
164K 11.5K 44
Hayatım tam olarak Azerbaycan'lı annemin tatil için geldiği Türkiye de bin de bir olan ihtimal ile babama aşık olup evlenmesi ile başlamıştı. Sonra b...
171K 12.8K 48
Birbirine zıt iki kalp, birbiri için atabilir mi? Yaşadığı hayattan sıkılan bir kız... İnançlarına sadık bir adam... Yolları ne kadar sıradan bir şek...
307K 20.2K 27
"...Sen bana abi diyen kıza, yüreğimin çektiği hasretliği nasıl bileceksin?!" dedi Abdullah. ~ Kocaman bir apartman düşünün, birbirine can olmuş Alla...