KALBE SAPLANAN OK

By ebrununhikayeleri

16.4M 637K 1.3M

Bitmiş nefesi, biraz kırılgan sesi, Mavilikleri buz tutmuş, Elleri nasırlı, Gözleri gözlerime kenetli; "İyi k... More

Giriş
1. Zehirli Yalan.
2. Kesik Nefes.
3. Nelik Acılar.
4. Kurtarıcı.
5. Yüzyıllık Parçalanmış Gözler.
6. Kirli Akıbet.
7. Eylül Ayı Sevilmez.
8. Düşman.
9. Artıyı Götüren Eksi.
10. Adil Olmayan Fidye
11. Beyaz.
12. Gözleri Gözlerine Çevrili.
13. İki Kelime, Dört Yangın, Bir Masum.
14. Azalan Mesafeler
15. İlk Büyük Hamle.
Özel Bölüm- Tren Sahnesi
17. Eğik Eksen.
18. Düş ve Düşes.
19. Örtük Kasvet.
20. Yıkım ( I. Kitap finali. )
21. Unutma Beni Çiçeği.
22. Suya Yazılmış Şiirler.
23. Tutku
24. Kuşanan Kılıçlar.
25. Yalana Bulanmış Sözler.
26. Serter'in Gecesi.
Özel Bölüm- Nehir& Cesur
27. Yaralar Kabuk Bağlamaz.
28. Günaşırı.
29. Mavi Gözler.
30. Yakıcı Dudaklar.
31. Yüzleşme.
32. Bir İstanbul Beyefendisi.
33. Çınar.
Özel Bölüm- Nehir& Cesur.
34. Cenazesi Kılınmış Ölü Duygular.
35. Denk Düşmüş Aşklar.
36. Fırtına.
37. Ne fark eder.
Özel bölüm -Nehir& Cesur
38. Bıçak Darbeleri.
KİTAP OLUYORUZZZ.
39. Unutulmuş Bazı Anılar.
40. Hep Beraber.
41. Bir Tren İstasyonu.
42. Onu Hissetmek.
43. Gözler Yalan Söylemez.
44. Onun Dudakları Ve Benim Kalbim.
45. Kayıp.
46. Serter Güçlü.
47. Kırılmış Kalpler.
duyuru
Özel Bölüm / Bekir&Naz
48. Seni Seviyorum.
49. Bir, iki, üç... Süre bitti.
50. Dostluk.
51. Sıcak göğsü.
52. Güzel Karım.
53. Dudakları İlaç.
KALBE SAPLANAN OK KAPAK

16. Kurşun.

521K 15.8K 48.5K
By ebrununhikayeleri

Medya: Eylül.

|Teoman- Kupa kızı ve Sinek Valesi. |

Lütfen bölüme başlamadan önce yıldıza basabilir misiniz? Yorumlarınız ve yıldızlarınız en büyük motivasyon kaynağım.

Sizi seviyorum.!

Küçük bir kalp bırakır mısınız? :*)

İnsan neydi?

Eskiden güneşi temsil eden gökyüzünde biçare bulutları izlerdim. Bu bulutların arasında kalmış yaşanmışlıklara inat orada durmaya devam ederdim. Bulutlar belki de rüyalarımı temsil ediyordum ama rüyalarım bazen kabuslarımı gölgeliyordu ve ben yaşadığımı hissediyordum.

Şimdi hayatımdaki kabuslarımı da sıralamaktaydı sıra.

Eylül.

Onunla farklı bir abla-kardeş ilişkimiz olmuştu. Aramızdaki yaş farkından ötürü onu her zaman baskıcı olarak görmüştüm. Benim iyiliğim için bana yardım ettiğini düşünürdüm. Parmaklarım kanasa, kanayan yerden toplardı. Saçlarım dağılsa, dağınık saçlarımı düzeltir ve saçımı dağıtan rüzgara karşı; dimdik dururdu. Onun iyi bir insan olduğunu sanırdım. Öyle de sanmaya devam etmiştim. O güne kadar...

Bir sabah uyandığımda, bir şeyler hatırlıyordum. Yaş yirmi bir: O gün katil olmadığımı öğrendim yirminci yaşımı unuttuğumu fark ederek.

Gürsel.

Kara gökyüzünde bile şeytanlar bir zamanlar melekti. O peki? O melek miydi? Hayır değildi. O bir melekten ziyade karaya çalmış şeytanın tekiydi.

İkisi hayatımı mahvetmeye yeminliydi. Eğer yağmur yağıyorsa bulutları değil, insanları suçlamamız gerekiyordu. Kim bilir ne acılar çekilmişti, kim bilir ne kabuslar görüldü de veyahut ne kötü manzaralara şahit oldu bu yağmur? Kim bilir, kar neden mevsiminde yağmadı? Kim bilir, kar da annesini kaybedenler ne şartlarda kaybetti?

Bazıları yağmuru suçluyor; onlara söylemek isterim ki suç sen de değil. Suç senin olmak istediğin insanda. Suç seni bugüne getirende. Bazıları kar yüzünden yanağında bir iz bırakıyor ve yıllarca öyle yaşamaya devam ediyordu. Onlara söylemek istiyordum: Kara gözlerini bir kenara bırak, bugün böyleysen dünün yaratmış olduğu kabuslardan ötürü.

''Gece.''

Arabadaydık.

Serter ile o yerden ayrıldıktan sonra arabaya binmiştik. Bana planlarından bahsetmişti ve şimdi de sakin kafayla aracını sürüyordu.

''Ömer'e mesaj attın mı?'' Diye sordu.

Yarım saat önce, Ömer'e nerede olduğunu sormuştum. Cevap olarak konum atmıştı. Bulunduğumuz yere yarım saat uzaklıktaki yere gidiyorduk. Serter, onunla konuşmam gerektiğini söylemişti. Böylece aram düzelecekti. İlk adımı atacak, şartları kabul ettiğimi söyleyecektim.

Asla aklıma yatmayan düşüncelerin varlığı henüz kafamdan gitmemesine rağmen, Serter'i dinlemeye karar vermiştim.

''Konum attı.'' Dedim dümdüz bir ses tonuyla.

''Güzel.'' Burun ucuna dokundu, araba kırmızı ışıkta durduğunda. ''Ömer ve Eylül ile aranı düzeltmelisin, böylece ikisi karşı karşıya geldiğinde seni yem olarak kullanmasın. Her şeyi yavaş yavaş işleyeceğiz.''

''Serter.'' Duraksadım. ''Eylül ile bir zamanlar arkadaş olduğun halde, neden kanıtlar sakladın?''

''Bunu sana ileride anlatacağım.'' Anlatacağını biliyordum fakat şimdi öğrenmek istiyordum.

Yine de onun üstüne gitmek istemedim. Şu an anlatmıyorsa bir sebebi vardı. Eğer kayıtları saklamışsa da ortada daha büyük bir olayın döndüğünü düşünüyordum. Anlatılmayan bazı şeyler vardı, bunlar keskin bir bıçak gibi kesebilirdi insanı.

''Attığı konumu göstereyim mi?''

Telefondan, konuma baktığında sürmeye devam etti. Yolun bitmesini bekledim. Bitmek bilmeyen yollar yapmışlardı. Az sonra araçtan indiğimde, Serter'in parmakları bileğimi bulmuştu. Dikkatlice yüzüme eğildi.

''Ben buradayım, oyalanma tamam mı?''

''Tamamdır, Büyükelçi.''

''Bak.''

''Anladım, oyalanmayacağım.'' Bileğimi çektiğimde, gülümsedim. ''Böyle hep benim için endişelenirsen sana platonik olacağım haberin olsun.''

Cevap vermedi çünkü erkenden arabadan indim.

Garip bir yerde durmuştuk. Eski taşralı bir evin bahçesine ilerlediğimde, Ömer'in burada olacağını düşünerek adımlarımı sıklaştırdım.

Ayaktaydı. Bir ateş başında, elinde tuttuğu ince dikenli odunla ateşi karıştırıyordu. Pembe pembe mektuplar, kırılmış zarflar, renkleri dökülen toprakların yaratmış olduğu gölgeler misali mektupları tek tek açıyor, onları ateşin içine atıyordu. Gözleri dökük İstanbul şehrini hatırlatıyordu. Ak saçlarına kırmızılıklar bulaşıyordu.

Kırmızı hiç olmadığı kadar kırmızıydı bugün.

Ateşi yakarken ellerini ateşe tutuyordu çünkü bilirdi ki gerçekten yanan insanlar, ateşte alev alamazdı. Onun ruhu yanmıştı, mektupları da ortadan kaldırdığına göre derin yarası konusunda acı çektiği ve sahici olduğu belliydi.

Mektubu yüzüne doğru tuttu. Mektubu aydınlatan şey, eski bir kayıkçı feneri değil veyahut evimizde köşemizde bulunan o garip küçük fenerler de değil. Son model telefonların yaratmış olduğu ışığın gölgesi de değildi fener. Fener; onun ateşiydi.

Varilin içinde yanan ateşin çıkarmış olduğu aydınlık herkesi aydınlatmıştı, basit bir mektubu, basit insanları, basit ağaç gölgeliğini ama bir Ömer'i aydınlatamamıştı. Ömer aydınlık tarafta değildi. O karanlıktaydı.

''Unutamıyorum.'' Yarı yanmış mektubun ucuna öylece baktı. ''Unutamamak mıydı tüm mesele? Yoksa unuttuklarımızı silememek miydi?''

Sesinde tuhaf bir tonlama mevcuttu. Kayıp, çiçekleri ezilmiş bahçeyi değil; gül gölgesine sığınılmış tren facialarını dillendiriyordu ses tonu.

''Ömer.'' Kuru dudaklarımı ıslattım, belki de tırnaklarımı bu kadar avucuma batırmamalıydım çünkü insanı ancak kendisi yaralardı.

''23 Eylül...En uzun gece.'' Gökyüzüne baktı, küçük bir ateş parçası iki odunun arasında kaldı, odunlardan birisi parçalandı ve varilden çıkarak yerle buluştu. Yanık odun parçası, soğuk çamurlu yerle temas edince, ateş söndü yavaş yavaş.

''En uzun gece.'' Onun cümlesini tekrar ettim.

''23 Eylül.'' Tekrarladı. ''Şükran'ın öldüğü gece, Şükran'ın gittiği gece, Şükran'ı kaybettiğim gece.''

Şükran, Şükran, Şükran...

Neler yapmıştı bu adama? Ne yapmıştı da bu adam bu kadar çaresiz bir duruma düşmüştü. Akıl sağlığını yitirecek kadar ne yaşamıştı? Aldatmak mıydı mevzu? Hayır daha farklı şeyler olmuştu.

Bir zamanlar bir dizi izlemiştim. Kadın ölüyordu, adam deliriyordu. Ömer'i o dizideki adama benzettim. Kadın ölmüştü, adam günün sonunda delirmişti. Ömer artık akıl sağlığını yitirmişti. Bundandı saçmalaması fakat delirmesine rağmen hâlâ Şükran'ın ismini dilinden düşürmüyordu. Zor geliyordu ona muhtemelen. Onu unutmak zor geliyordu.

''Vefat ettiğinde kaç yaşındaydı?''

Cevap vermedi.

Derin bir nefes aldım, avucuma batırdığım tırnaklarımı geri çektim. ''Onu neden rahat bırakmıyorsun ki? Mektuplarını saklıyorsun.'' Dip dibe sararıyordu şiirler, tıpkı ses tonum gibi. ''Onu bırakmazsan özgür olamazsın ki?''

Ateşin içine bir mektup daha koymadan önce, beyaz zarfın içinden sarı renkte bir kağıt çıkardı. Kağıtları yavaş yavaş açtı. Gözleri kağıda değdi.

''Şükran.'' Dedi kağıdı okurken. ''Bugün ayazdayım, İstanbul'a dönüyorum. Sana sevdiğin nergislerden alacağım ama yollar buz, trenler kaza yapmış. Binersem bir trene kaza olacak diye korkuyorum. Elimde sana ait bir parfüm kokulu kutu, onu göğsümde saklıyorum. Tuşlu telefondan arama yapacağım ama kontörüm bitmiş, sana mektuplar yoluyla ulaşmak istiyorum. Mektubum benden önce sana gelecek.''

Gözlerine bir yaş dindi, yaşların ardında anılar gizliydi.

''Şükran ah Şükran, hani diyorsun ya beni gerçekten seviyor musun diye? Seni seviyorum, seni sevmeseydim eğer bitik bir haldeyken bile elim kalem tutmaz, dolu gözlerim kağıda bakmazdı. Eski siyah beyaz fotoğraflarımıza bakıyorum. Küçük televizyonun önünde çekildiğin fotoğraf, elin belinde gülüyorsun. Gülmek sana yakışıyor diyorum sen ise ben sana bakarken gülüyorum zaten diyorsun fakat fark etmiyorum. O an halime güldüğünü anlayamıyorum. Her şey bir yana, tüm alayların gizlediği gerçekleri bir kenara koyuyorum ve yine sana geliyorum, Şükran.''

Mektubu okurken tüm duygularını yıllar önce bu mektuba yazması, eski bir rüzgarı hatırlattı bana.

Ömer sevmişti, Şükran hiç sevmemişti.

Duygularını yazdığı mektubu da varilin içine atıyor. Kağıtlar ateşi, ateşler odunları buluyor ama koca dünyada seven sevdiğine kavuşamıyor.

''Ömer.'' Dedim.

''Ömer.'' İsmini söyledi.

''Ben buraya...''

Sözümü kesti, dördüncü mektubu açarken ve onu da okudu, son demine kadar okudu. ''Yıllar var diyorsun, eski bir teknenin orasında balık ekmek yerken yıllardan bahsediyorsun. Bilmez misin yıllar neyi temsil ediyor? Nedir bu kaçarı tavırların? Neşelerim mi yetmiyor, anlamıyorum Şükran? Bana neşemden bahset diyorum, sen başkalarından söz ediyorsun? Seni mutlu da mı edemiyorum?''

Mektubu parmaklarına sararak en alt satıra geçti. ''Sözlerin dürüst olması gerektiğinden konu açılıyor, sen yine kaçıyorsun. Bana yalancısın diyorsun, dün ise saçlarımı okşar mısın dedin? Bu çelişkide mi yanmayı göze alamadım diye kızıyorsun bana? Saçlarını okşadım Galata Kulesinde, İstanbul'a bakarken. Saçlarını okşadım teknenin üzerinde, saçlarını okşadım, sobanın dibinde eski patik örülü ayaklarıma sararken, saçlarını okşadım iki demli siyah bir çay içerken...''

''Acı verici.'' Diye mırıldandım.

''Acı verici.'' Dedi.

''Ömer.''

''Bugün beni rahat bırak, Gece.'' Mektupların tamamını yakamadı, onları eski kutusuna koydu. ''Bugün beni rahat bırak çünkü bugün sadece karımı değil, çocuğumu da kaybettiğim yaştayım. Şükran vefat etmeden önce hamileydi, beni rahat bırak.''

İlk kez ona yardım etmek istedim. Onun yanında olup tüm düşmanca tavırları bir kenara bırakarak yardım etmek istedim. Elimi uzatsam, izin verir miydi ki? İzin vereceğini sanmıyordum, sanırım yalnızlığı istiyordu, bu gece.

''Yarın ben sana gelirim ama bu gece beni rahat bırak.'' Dedi.

Bir şey diyemedim.

Ömer'in Şükran'ı ölmüştü ve Ömer bir fırtınadaydı.

&&

Masallara inanmayı ne zaman bıraktık?

Büyüdükten sonra masallara mı inanmayı bırakmıştık yoksa? Düşünüp durdum bu gergin karanlığın içindeki taşları ezerken. Hâlâ yolumu bulamamanın vermiş olduğu hüznü taşıyordum.

Onu izliyordum, mutfaktaydı ve papatya çayını yudumluyordu. Kucağında Çam vardı. Çam'ın yanağını öpüyor bir yandan da uzun kıskıvrak yakaladığı fincanın kulpunu tutuyordu. Yüzünde eskimeyen bir neşe mevcuttu. Neşesine asılı kaldı bakışlarım ve neşemi oradan alamadım, daha çok izledim bırakmamak için savaşırken.

''Günaydın.'' Elim duvarı bulduğunda, göz göze geldik.

Çam'ı son kez öpüp bana baktığında gülümsüyordu. Zaten hep gülümserdi. O hep gülümsüyordu beni mutsuz etmek için uğraşan insanlara rağmen. Gülümseyişini bozmuyordu. Her an her dakika birbirimize böylece bakıyorduk.

''Günaydın.'' Boğuk çıktı ses tonu.

''Ne yapıyorsunuz bakayım?'' Çatık kaşlarını görünce açıklama gereğinde bulundum. ''Bugün pazartesi biliyorum ama dersim yok.''

Tek kaşını havaya kaldırdı. ''Umarım dersini ihmal etmiyorsundur.''

''Etmiyorum.'' İçeriye girdiğimde, masadaki yerinde hafif kıpırdandı. ''Neden edeyim? Ayrıca, senin derslerimle derdin ne?''

Masanın üzerinde bulunan mama kutusundan bir kısım mama alıp avucuna koydu ve Çam'ın ağzına tuttu. Sevgili nankör köpeğim, kocama benden daha çok alıştığı için Serter abisini üzmeden mamasını afiyetle yemeye başladı. Çam'a bundan sonra artık Çam değil, nankör diyecektim.

Nankör.

''Bir derdim yok.''

Kafasında şapka vardı, oldukça yakışıklı görünüyordu. Muhtemelen sabah koşuya çıkmıştı. Genelde de sporuna dikkat eden bir adamdı. Böylece sağlıklı bir görünüme kavuşuyordu.

''Çam gel bana.'' Kollarımı açtım.

Çam kuyruğunu salladı ve mamasını yemeye devam etti.

Serter'in dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. ''Oğlum, anne ne istiyor senden?''

Oğlum mu?

Nankör Çam, Nankör Serter.

Sandalyeye çekip oturduğumda, ayaklarımın bir kısmını öne uzatmıştım. Saçlarım biraz dalgalıydı. Saçlarımı arkaya attım. Pembe pijamalarımla her ne kadar cezbedici durmasam da saçlarım sayesinde yüzümün açığa çıktığını bilmek beni huzurlu ediyordu.

''Çam çok değiştin.'' Sesli bir nefes verdim.

Serter tüm mamaları köpeğime yedirdikten sonra, siyah kapşonlu ceketinden bir adet ıslak mendil çıkardı. Islak mendili paketinden çıkardıktan sonra, parmak aralarına da değecek şekilde tüm elini temizledi. Titiz bir adam olduğu aşikârdı. Bunu her durumda da göstermekten çekinmiyordu.

''Neden öyle düşünüyorsun?''

Çam, Serter'in kucağından indikten sonra Serter'in yanında boş duran sandalyeye oturmak için masadan destek alarak ayağa kalktım. Sandalyeye oturduğumda, Serter anlaşılmaz gözlerle bana bakıyordu. Muhtemelen bir anda yanına oturduğum için bu durumu garipsemişti.

''Ne oldu?'' Diye sordu.

''Hiç.'' Omuz silktim.

''Niye yanıma oturdun?''

Serter gerçekten de değişken bir adamdı.

Elimi kaldırdım ve dizinin üzerine bıraktım. Ellerim dizini bulduğunda, vücudumu bir sıcaklık sarmıştı fakat şu an sıcaklığa değil; ona odaklanmalıydım.

''Serter.'' Çatık kaşlarımı düzeltmeye halim yoktu. ''Yanına oturuyorum. Neden oturduğumu mu sorguluyorsun? Aşk olsun.''

Dudakları dümdüz oldu. ''Bir şey isteyeceksin değil mi? Ne istiyorsun? Hadi söyle.''

''Film izleyelim.'' Sadece şaka yapıyordum.

Boğazını temizlemeden önce aniden terleyen alnıyla birlikte, elini boynuna götürdü. Boynunu yavaşça ovaladı. Tekrar tekrar bana baktı. O maviliklerinde hangi düşünceler yatıyordu; bilmiyordum.

''Ne?''

''Şaka.'' Dedim.

Yüzünü buruşturdu. Şakayı yapmamam gereken zamanda yapmıştım. ''Hiç komik değil.'' Çayından bir yudum aldı.

Büyükelçi acaba papatya çayını sakinleşmek için mi içiyordu?

Kuru dudaklarımı ıslattığımda, gözlerim papatyayı tutan eline çevrildi. Sol parmağında yüzüğümüz parlıyordu. Oraya bakmak, oraya dokunmak, orayı hissetmek istiyordum. Parmaklarına bile şiir yazabilirdim, sözler ekleyebilir; cümleleri baş tacı edebilirdim.

''Hadi ne istiyorsun, söyle. Çıkmam gerekiyor, vaktim yok.'' Dedi tok ses tonuyla.

''Nereye gideceksin ki?'' Dudaklarımı öne büzdüm.

Derin bir nefes aldığında, gözlerimiz tekrar denk düştü. ''Semih'i aldırdım şoföre, onu oyun parkına götüreceğim.''

Semih'e karşı böyle hassas olması güzel bir şeydi. Onu yalnız bırakmasını elbette istemezdim. Beni geren Berrak ile olan samimi iletişimiydi. İkimizde birbirimize karşı sözler vermiştik ve bunu tutmalıydık. O, Berrak konusunda sert tutumumu gördükten sonra bir daha görmeyeceğini söylemiş; ben ise sadık olacağımın sözünü vermiştim.

''Akşam?''

İşaret parmağını burnuma dokundurdu. ''Akşam, Kadir Abinin evine davetliyiz. Sana sormadım ama yemeğe gideceğiz.''

''Neden sormadın ki belki müsait olmayacağım.'' Müsait olurdum fakat Sevcan denen küçük yılanı görmek istemiyordum.

Dizinin üzerinde duran parmaklarımı elleriyle sardığında, dikkatle onu izledim. ''Akşam bir planın mı vardı?''

''Hayır yoktu.''

''O günkü akşam yemeğinden ötürü moralin bozulmuştu ve durumları düzeltmek istiyorum. Oraya omzun dik bir biçimde elimi tutarak geleceksin.'' Parmaklarımı sıkıca sardı, tüm ruhum o anda örselendi. ''İnsanlar ilişkimize baktığında, seni basite almamalı, buna müsaade etmem.''

''Biliyorum ama...''

Sözümü kesti. ''Kadir Abi benim uzun zamandır tanıdığım bir abi. Onu sık sık göreceğiz. En azından yaşanan yemekteki tavırlardan sonra bazı şeyleri düzeltelim. Bu akşam yemeğe gidelim. Güzel bir yemek sonrası sohbet, sonra evimize geçeriz tamam mı?''

''Gelmek istemiyorum, tek başına git.'' Dedim.

O kadın beni rahatsız etmişti. Berrak'ın teyzesi olan bir insan, beni her durumda yermeye çalışırdı. Okuduğum bölüme kadar laf etmişti. Söz hakkına sahip olduğunu düşünüp laf atması da saçmalığın bambaşka bir boyutuydu.

''Gece.''

''Serter, bak gelmek istemiyorum. O senin tanıdığın olabilir fakat dediğim gibi senin tanıdığın. Benim tanıdığım değil.'' Ellerimi parmaklarından çektim. ''Sen görmek zorundasın, seninle evli olduğum için adamın eşini görmek zorunda değilim.''

''Gelmeyeceksin yani?'' Diye sordu sakince.

Kafamı yana salladım. ''Bu akşam ders çalışmak istiyorum, gelmeyeceğim.''

''Gece.'' İsmimi bir kez daha tekrarlamıştı.

''Eylül ile de ilgilenmem gerekiyor. Onunla yapay bir şekilde aramı düzelteceğim. Bu akşam biraz kendi hayatıma odaklanmak istiyorum.'' Sandalyeden kalkmaya çalıştığımda, masadan destek almıştım. ''Kahve içer misin?''

''Kahve sevmiyorum, unuttun mu?''

''Peki.''

Kavanozu sertçe açtığımda, kapağı lavabonun içine fırlattım. Biraz sinirlenmiştim, neye sinirlendiğimi de bilmiyordum. Beni öfkelendiren şey; belki de Berrak'ın varlığını ilim ilim omuzlarımda hissetmekti.

''Bitki çayı?'' Diye sordum.

Ona bakmaya korkuyordum.

''Papatya içiyorum.''

Arkama dönerek yüzüne baktığımda, göz göze geldik. Çenesi hafif kasılmıştı. Kendini tutuyordu besbelli, onu reddedeceğimi düşünmediği için şaşkındı da aynı zamanda. Hak da veriyordum. Normal zamanlar ne istese yapardım ama zaman normal değildi. Ayrıca söylediği şey saçma gelmişti.

Ne demek, Sevcan ile tekrar karşılaşacağım? Ne gerek vardı?

''Su?''

İç yanağını ısırıyordu. ''Gerçekten gelmeyecek misin yemeğe? Evliyim ben, evli bir adamın eşi olmadan dışarıya çıktığı ne zaman görüldü?''

''Boşanırız.'' Latife ediyordum.

''Bak ya, başladık yine.''

''Başlarız.'' Kavanozun içinden bir tatlı kaşığı Türk kahvesi çıkarıp cezveye bıraktım.

''Başlamayalım.''

''Yok yok başlayalım.'' Kahveyi ocağa bıraktığımda, sırtımı dolaba yasladım. ''Serter ben, senin için basketbol maçına geldim. Senin için Pusat veyahut Cesurla bile anlaşmaya çalıştım ama ben o yemeğe gitmek istemiyorum. Senin beni götürmen de saçma, yanlış anlama fakat karını küçük gören bir kadının birkaç gün içinde değiştiğini varsayarak nasıl götürebiliyorsun?''

Sözümü kesmesine müsaade etmeden konuşmaya devam ettim. ''Bana haber bile vermiyorsun. Müsait misin diye soramaz mısın?''

''Tartışacak mıyız? Bak eğer, tartışmak istiyorsan yanlış kişiyle konuşuyorsun.''

''Ne alaka?''

''Ben, seninle tartışmam. Ben, seni kırmam. Ben, sana sesimi de yükseltmem.'' Duraksadı. ''Kavga da etmem ve lütfen konuyu kapat. Sadece seni düşündüğüm için bu yemeği kabul ettim. Ben de gitmem olur; biter.''

''Tamam bunu biliyorum ama beni üzüyorsun.'' Kahve taşmaya başlayacağı sırada acele ile arkama döndüğümde, elim sıcak ocağı buldu.

Ağzımdan küçük bir çığlık çıktı.

''Gece.'' Serter telaşla kalktığında, hemen belimden yakalayıp bileğimi tuttu ve yanmış olan parmağımı avucuna aldı. ''Neden dikkat etmiyorsun? Çok mu acıyor? Cevap versene, Gece?'' Yanmış parmağımı dudaklarına doğru götürdüğünde, diliyle emdi.

''İyiyim, biraz abarttım.''

Bu anı da yaşamıştık.

Parmağımı emmeye devam ederken, gözlerine baktım. Parmaklarımı ağzından çıkardı. ''Ocak yanarken bir daha ani hareketlerde bulunma, geçen sefer de elini kesmiştin. Sürekli sakar mısın sen acaba?''

''Serter.''

''Efendim.'' Parmaklarımı bırakıp suyu açtı. ''Hadi tut şuraya.''

''Abarttım, iyiyim. Aniden yanınca öleceğimi sandım.'' Dudaklarım gülümsüyordu. ''Beni çok ciddiye alma, tırnakları kırılınca ağlayan kızlardanım ben. Her şeye ağlarım.''

''Sen tanıdığım en güçlü kadınsın.'' Dedi melodiden farksız ses tonuyla.

Parmaklarımı suya tuttuğumda, Serter Güçlü henüz arkamdaydı ve orada durmaya devam ediyordu. Parmaklarımı kurulamak için peçete uzattı. Peçeteyi elinden aldım. Peçeteyle parmaklarımı kurutmaya çalıştığımda, yine o derin düşüncelere aldım.

Ben galiba, Serter'i üzmüştüm.

Yemeğe gitmeyeceğim diyerek üzmüştüm. O ise, sırf parmağım yandı diye telaşlanmıştı. Beni böylesine sıkı duyguyla düşünüyor olması; benim ise böylesine savruk cümleler kullanmam...Hata ediyordum ama oraya da gitmek istemiyordum. Orta bir yol bulacaktım. İkimizi de üzmemeliydim.

''Hallettin mi?'' Diye sordu.

''Evet, kurudu.''

''Bir daha böyle yapma?''

''Dikkatli olurum artık.''

Bakışlarımız birbirine değdi. Yanmış olan parmağımı umursamadan kollarımı boynuna dolamak için parmak ucumda yükseldim. Kollarımı boynuna doladığımda, belimden tutmayacağını düşünüyordum fakat belimi tuttu. Belim, onun parmaklarının sıcaklığıyla şenlendi. Daha ne isterdim ki?

Kokusunu içime çektim. Güzel kokuyordu.

''Ben iyiyim, Büyükelçi.'' Dudaklarımı boynuna bastırmalıydım; biraz cesaretim olsaydı eğer. ''Çok düşünceli bir adamsın.''

O ise korkak tavrımın karşısında cesaretli bir duruş sergileyerek dudaklarını boynuma bastırdı. Kokumu içine çekti, dudaklarıyla boynumu öptü. Öptüğü yerde çiçekler açıldı. Kazalar bitti, dünya güzelleşti, kış yerini bahara bıraktı. Trenlerdeki acı duraklar, birbirini selamlardı. Onun öptüğü yerde her şey değişti.

''Krem sürelim mi?'' Geri çekildiğinde, şaşkın suratıma doğrulttu mavilerini. ''Öptüğüm için mi kızardın sen?''

''Yok.''

''Niye kızardın?''

''Hiç, sebep yok.''

Yüzüne baktığımda renkler birbirini buluyordu. Onun yanında yaşadığımı hissediyordum. Bana yaşadığını hissettiğini söyleyen adama; duygularımız karşılıklı demem gerekiyordu. Ancak öyle tekdüze yaşamdan sıyrılabilirdim ve mutluluğu baş köşeme koyabilirdim.

''Bana baksana sen bir.'' Dedi, muhtemelen ona bakmam için zorlayacaktı.

Kafamı başka yöne çevireceğim sırada, belimden yakaladı. ''Bana bak, neden öyle kızarıyorsun? Bir mi oldu? Bak söylemezsen kızarım.''

Kızarım mı? Beş yaşındaki çocuklarını azarlayan babalar gibi duruyordu. Bu haline gülmemek için zor tuttum kendimi. Hoşuma gidiyordu açıkçası, beni azarlaması da değildi mesele; mesele bambaşka bir olaya dayalıydı.

''Kızsana.'' Dedim.

''Kızarım.''

Belimdeki elleri sıklaştı ve beni göğsüne doğru çekti. Kafam göğsünü bulduğunda, yüzüm gülümsüyordu. Daha nasıl mutlu olurdum, bilmiyordum. Demek ki insan mutlu olmak için geç kaldığını düşünmemeliydi. İnsan bazen geç de olsa mutlu olabilirdi. Zaman önemli değildi.

''Hadi, şimdi şu parmağını saralım.'' Dedi ve çekmeceden çıkarmış olduğu peçeteyi parmaklarıma tuttu. ''Birazdan çıkacağım, Semih beni beklemesin.''

Derin derin yutkundum. ''İstersen yemeğe gelebiliriz.'' İtiraz etmesini beklemeden konuşmamı sürdürdüm. ''Ben seni üzmek asla istemem. Benim için her şeye katlanıyorsun. Benim için anlaşmalı bir evlilik yaptın, yetmedi arkadaşını karşına aldın. Yemeğe gidelim.''

''Ben sadece arkadaş çevremle daha da iç içe olmanı istiyorum çünkü...'' Dalgın dalgın tavana çevirdi gözlerini. ''Çünkü ben mutlu oluyorum. Sen hayatımın her zerresine karıştıkça ben daha çok mutlu oluyorum.''

Hayır sus ne olur sus, bağlanıyorum. Böyle konuşma. Şiirleri suçlayacağım zamanlarda nankör diye nitelendirdiğim kör yaşamda yaşadığımı hissetmemeliyim. Hayır Serter, böyle konuşma. İnsan insana tutunursa eğer savaş çıkardı ortaya ve bilirsin savaşın ortasında çiçekler açmazdı.

''Sonsuza kadar bu evliliğin devam etmesini istiyorum.'' İç çekti, iç çekerken gözleri hâlâ tavana değiyordu. ''Yaşamak istiyorum Gece? Anlamıyor musun? Gerçekten yaşamak istiyorum. Derin bir uykudayım uzun zamandır. Şimdi sen karşımdasın, karımsın. Bunun benim için nasıl önem teşkil ettiğini bilemezsin.''

''Biliyorum.''

Sakin ol Gece, yıllardır bir silah taşıyarak uyuduğun odanda; bu sefer çiçeklerle uyuyorsun. Sakin ol, alt tarafı iyi bir insan. Peki bu neden anormal geliyordu?

''Her zerreme karış istiyorum, her zerremde seni barındırmak istiyorum. İleride kardeşimle de tanıştırırım. Kılıç benim için çok önemli. Onunla da tanışırsın. Birlikte vakit geçiririz, bir şeyler yaparız. Ne bileyim belki ileride seninle dünyayı gezeriz. İstediğin her şeyi yaparız. Özgür oluruz.''

Özgür oluruz.

Özgürlük neydi?

''Peki sonra?'' Diye sordum.

''Sonra mı?'' Yere eğildi ve dizinin üzerine çömeldi. ''Ben, baba da olmak istiyorum. Bu da sana saçma gelecek ama bağlanmaktan nefret ettiğim halde bir çocuğa bağlanmak istiyorum. Sonuçta ikimizde bu evliliği gerçek bir evliliğe dönüştürmemiz gerektiğini söylemiştik.''

Her şey...Her şey iyi gidiyordu. Kötü şeyler hissediyordum. Bu kadar iyi gitmesi normal değildi. Serter bana baba olmak istediğini söylemişti. Günlüğüme dudaklarımdan bir şarkı çaldı yazmak yerine, kalbimden bir şiir kopardı yazmam gerekiyormuş. Ancak öyle yaşadığımı hissedebilirmişim çünkü Serter baba olmak istiyordu.

Onun önüne eğildiğimde, parmaklarını sardım tenime. ''Serter.''

''Şimdilik bir şey söyleme.'' Gözlerimin içine anlamlı anlamlı baktı. ''Her şey düzeldiğinde, bunları bir kez daha konuşacağız. Acele karar vermeni istemiyorum. Tamamen bir aile olmak istiyorsak; sakin kafa ile düşünmeliyiz ama şunu bil. Ben düşüncelerimi değiştirmem, sabit fikirliyimdir.''

''Biz, zaten boşanmayacağımızı söylemiştik ki.''

''Gece.'' Ayağa kalktığında, benim de elimi tutarak kaldırmıştı tüm vücudumu. ''Boşanmayacağımızı söyledik fakat bunu sakin bir zamanda söylememiştin. Belki ileride fikrini değiştirecek bir adam karşına çıkar?''

''Hayır saçmalama, ben kimseyi tanımak istemiyorum.'' Gerçekten de tanımak istemiyordum. Tanımak isteseydim fakülteden birisini bulurdum muhakkak.

''Ben de istemiyorum.'' Dedi.

''O zaman neden fikrimi değiştireceğimi düşünüyorsun?'' Diye sordum.

Nefesini dışarıya verdiğinde parmaklarını geri çekmişti. ''Çünkü, duygusal bir boşluktasın ve bu duygusal boşlukta yanında olan tek kişi benim. Yanındayım, yardım ediyorum. Bu da seni derin olmayan kararlara sürükleyebilir. Bu yüzden ileride bana gerçekten istediğin kararı bildir.''

''Ama...''

''Tekrar birisine güvendikten sonra hayal kırıklığı yaşamak istemiyorum. Güvenmek benim için oldukça zor, lütfen güvenimi sarsma.''

''Serter, ben gerçekten seninle boşanmak istemiyorum.'' Kafamdaki cümleleri, dışarıya nasıl aktaracaktım? Onu ikna etmeliydim. ''Ben duygusal bir boşlukta değilim. Ayrıca yanımda olan tek kişi sen değilsin. Barış var, Naz var.''

''Biliyorum.''

''Madem ileride bildir diyorsun, için rahat etsin.'' Omzumu dik tuttum. ''İleride de düşüncelerimin değişmeyeceğini göreceksin. Ben, seninle bu evliliğe sonsuza kadar varım. Hatta düğün de istiyorum.''

''İmam nikahı?''

Gülümsedim. ''Evet.''

''Yarın yapalım o zaman şu imam nikahını.'' Dediğinde, kafamı sallayarak onaylamıştım.

Serter'i mutlu edecek her şeye vardım. Onun mutlu olması her şeyden daha önemliydi. Ben de mutluydum. Evet acılarım vardı fakat onları onun sayesinde örtebilirdim. Belki de bana iyi gelecek tek şey onun gözleriydi, onun varlığıydı. Hisleriydi, birçok olguyu barındıran cümleleriydi.

Yaşamak bu muydu?

''Şimdi çıkmam lazım, akşam fikrini değiştirmezsen yemeğe gidelim?''

Gülümsedim. ''Gidelim.'' Omzuna dokundu parmaklarım, alev aldı bazı ten yangınları. ''Gidelim çünkü seni orada yalnız bırakmak istemiyorum. Belki de yavaş yavaş çevrene alışmam lazım.''

''Teşekkür ederim.''

Omzumdaki elimi çektiğimde, bir adım uzaklaşarak mutfaktan çıktı. Arkasından öylece bakmak yerine cama doğru çevirdim elalarımı. Bugün yağmur yoktu, yapay bir güneş vurmuştu her yeri. Sanki Ilıcalı bir sonbahar akşamında, yağmur kaybolmuştu.

Yürüyüş yapmak istediğimi fark ettim. Bugün güzel bir yürüyüş yapabilirdim. Üstelik hava da soğuk değildi.

Odama doğru yürüdüğümde, Serter'in çoktan çıktığını fark etmiştim. Arkasında parfüm kokusu dışında hiçbir şey bırakmamıştı. Bir tek yatağın üzerinde kırışık gömleği duruyordu. Muhtemelen bu akşam için giyecekti ve onu Aslı'ya ütületecekti.

Üzerime basit bir hırka alıp evden çıktığımda, yağmurun yağmamasını fırsat bilerek adımlarımı dışarıya yönelttim. Korumalar ve hâlâ aynı yerde duruyordu. Serter'in mesleğinden ötürü koruma sayısı fazlasıyla mevcuttu. Serter her türlü önlemi almak zorunda hissediyordu kendisini, onu anlayabiliyordum.

Sol tarafa dönerek yürümeye başladığımda, bir silüet fark ettim. Gördüğüm kişi ile hafif bir şaşkınlık yaşadım. Yolda koşuyordu, üzerinde siyah deri bir ceket vardı. Beyaz pantolonu, siyah deri ceketi, sarı atkısıyla; aklıma Naz'ı getirmişti. Modayı yakından takip etmediğini düşündüğüm Ömer Amcamın neden böyle giyindiğine anlam veremedim.

''Günaydın, günaydın.'' Elinde beyaz bir poşet vardı. ''Ben de sana geliyordum. Bir kahvaltı ederiz diye düşündüm.''

Ben neden bu adama tahammül ediyordum ki? Ben bu adama tahammül etmek zorunda değildim. Sırf, ailemin katillerinin yalanlarını ortaya çıkarmak için Ömer'e tahammül ediyordum. Ölsem daha mantıklıydı.

''Gün aymadı.'' Kaşlarımı çattım ve yolun kenarında durup elimi dizime götürdüm. O sırada eğilmiştim çünkü öfkeden ötürü nefes nefeseydim. ''Ya bak Ömer Dede...''

''Özledim seni, özledim seni. Bir nefes gibi, özledim seni. Sen benim canımsın, sen benim balımsın.'' Gözlerini gökyüzüne bakarak kapattı. ''Bir tanecik can neşemsin, sen benim canımsın, sen benim balımsın. Bir tanecik gülümün kızısın.''

Ne?

Şarkı mırıldanıyordu.

''Bu ne?'' Dizimdeki ellerimi çekip belime bıraktım. ''Gerçekten şarkı mı söylüyorsun? Ömer Amca yanlış anlamazsan acaba Bakırköy'e yatmayı düşündün mü? Ya da Manisa'daki sarı binaya?''

Ak sakallı yüzsüz, gözleri toprağa benzeyen dedem kahkaha attı. ''Aşk olsun, gülümün kızı. Dün akşam beni ziyarete gelip derdimi dinledikten sonra böyle konuşman...Beni kırıyorsun gülümün kızı.''

Derin derin nefes aldım. O bir hayaldi. Evet onu görmüyordum. O sadece Allah tarafından bana gönderilmiş bir cezaydı. Sonuçta karşımdaki bunak, normal bunaklardan değildi. O bir deliydi. Evet evet o deliydi. Kendimi öyle teskin etmeye çalıştım. Ömer'i ciddiye almayacaktım. Biraz nefes aldıktan sonra bulut olup uçacaktı.

Ama uçmuyordu.

Uçmuyordu.

''Dün akşam, insan gibi gelip konuşmak istedim. Kayıtlar konusunda iş birliğinde bulunacaktım fakat sen mal geldin mal gidiyorsun...'' Hakaret ağzımdan bir anda kaçmıştı. Toparlanmaya çalıştım. ''Neyse, Ömer lütfen beni rahat bırak. Tam yumuşuyorum, yine öfkeleniyorum.''

Kahkaha attı, kahkahalarını sayamıyordum. ''Bir dakika? Sen benimle iş birliği yapmayı kabul ediyor musun? Hangi köyde horoza şey şey yaptılar.''

''Anlamadım?''

''Ne derler bilirsin; horozu öttür, köyü boşalt.'' Sarı dişleri ortaya çıktı. ''Benim özlü sözlerim meşhurdur. Arada böyle özlü sözler söylerim.''

Acaba Ömer'i burada öldürsem daha mantıklı değil miydi? Serter ne yaşadığımı bilmiyordu. Bilseydi, sanırım benden iyilik meleği rolünü oynamamı beklemezdi ve bunu da istemezdi. Ben burada mağdur oluyordum, ayrıca kafam da şişiyordu. Beyin hücrelerim kayboluyordu, Ömer'in yanında normal davranmak neredeyse imkansıza yakın bir şeydi.

''Ömer.'' Bıkkın bir nefes verdim.

''Sana otlu peynir getirdim, diğer konuyu sonra konuşuruz.'' Dudaklarını yaladı poşeti gösterirken.

Kaşımla poşeti işaret ettim. ''O ne?''

''Ya biliyorsun ben Vanlıyım, bizim Gelibolulu Hüseyin'den memleketten Van peyniri getirmesini istedim. Gelibolulu Hüseyin'de Van peynirini çok sever Vanlıların hepsi sever. Ben de işte peynir istedim. Getirdiler.''

Gelibolu'nun Van'la alakasını çözememiştim. Daha da içler acısı olan durum; bu adamın birkaç gün önce Karslıyım demesiydi.

''Sen, Karslı değil miydin?'' Diye sordum.

Gözlerim şüpheyle kısıldı.

Ömer oralı olmayarak poşeti açtı. ''Bilet sitesinde hangi memleket ucuzsa oralı oluyorum. Bu hafta, Van'ın bileti ucuz.''

''Yani, bu hafta Vanlısın öyle mi?''

''Yes I dou.'' Dedi.

''Ömer.''

Güldü. ''Gülümün kızı bak konuyu değiştirip durma. Şimdi bana iş birliğini ciddiye alıp almadığını anlat. Benimle bir işe başlamak hemen kolay olmaz. Gerçekten yanımda olacaksan söyle. Eğer aklında bir hinlik varsa da bedelini ödetirim.''

Bedelini ödeyeceksin kanka...

Alnımın ortasında derin bir çukur oluştuğunu düşünüyordum çünkü öfkeliydim. ''Benim herhangi bir planım yok. Seninle seve seve de iş birliği yapmak istemiyorum, tam aksine midem bulanıyor fakat ortada bir hedefim varken şu an duygularımı düşünecek durumda değilim.''

Bir adım attı bana doğru, o an işte alevler gözlerini esir aldı. Az önce şaka yapan, saçma sapan özlü söyleyen Ömer ortadan kaybolmuştu. Geriye alevden hallice olan gözler kalmıştı.

''Büyükelçi konusunda sana şantaj yaptığım günü hatırlıyor musun?'' Poşet elinden düştü ve yerle temas etti. ''O gün, iki seçenek sundum. Sen kocanı seçtin. Kaydı da kaybettin. Şimdi sana kaydı vereceğimi düşündüren şey ne merak ediyorum?''

''Bana vermek zorundasın.''

''Öyle mi?''

Kollarımı birbirine sardım. ''Bana vermek zorundasın, benimle iş birliği de yapmak zorundasın. Yapmazsan eğer, Gürsel konusunda yaptığım tehdidi eyleme dökerim ve sen burada nefes dahi alamazsın Ömer.'' Kaşlarım çatıldı, o an işte her şey durdu. ''Az önce güldük eğlendik. Şimdi benimle iş birliği yapacaksın çünkü yemin ederim sana nefes aldırmam. Sana daha önce de söylemiştim. Benim Gürsel'den korkum yok. Her şeyi öğrenirler ama seni öğrendikleri andan itibaren sana karşı güçlerini kullanırlar.'' İşaret parmağımı omzuna dokundurup onu hafif ittim. ''Bu işin sonunda yanmak istemiyorsan, benimle iş birliği yapacaksın.''

''Biliyor musun?''

''Neyi?''

''Sen, Şükran'ın kızısın. Bak DNA falan gerek yok. Sen onu yansıtıyorsun. O da böyle öfkelendiğinde aniden tehditlere başlardı. Umarım sonun annene benzemez.''

''O benim annem değil.''

''Ne derler biliyorsun? Kızlar annenin kaderini yaşar.'' Güldü.

Ellerim yana düştüğünde yumruk oldu. Tüm öfkem açığa çıktı. Onu dinlemek istemedim. Olayı her seferinde aileme getiriyor olması, kanıma bıçak saplamasına sebep oluyordu. Şükran benim annem değildi. İnsan annesini tanımaz mıydı? Buna inanmak istemiyordum. Günün sonunda DNA testi yapacağımı biliyordum ama şimdi değil...

Şimdi değil.

Ondan uzaklaşmaya başladığımda, doğruca eve yürüdüm. Tüm yürüyüş mahvolmuştu.

Bir duvar köşesini bulduğumda, sırtımı duvara yasladım ve telefondan Serter'in adını bulmaya çalıştım.

Şükran benim annem değildi, Şükran benim annem değildi. Hayır şu an bunu duyamazdım. Kulaklarım bunlara teslim olamazdı. Daha ödeyecek kaç ruhum vardı? Haddi hesabı olmayan, bitmek tükenmeyen yolların örtesinde kalan yalanların kalbimi almasına izin veremezdim. Hayır Şükran benim annem değildi.

''Alo.'' Diye açtı telefonu Serter Güçlü.

Motor sesi geliyordu.

''Bir şey soracağım.'' Nefes nefeseydim. ''Mezarlığın açılması için savcılık ne zaman harekete geçecek? DNA testi yapmak istiyorum. O yüzden soruyorum.''

''Sen iyi misin? Sesin kötü geliyor.'' O tonlanmasına giren endişe kırıntılarını hissettiğim andan itibaren gözlerimi yumdum. ''Birkaç güne mezarı açtırıp içine bakarlar. Gerekli sonuçlar neticesinde, ailenin orada olup olmadığı öğrenilir ama senin sesin kötü geliyor...Gece.''

''Biraz moralim bozuldu.'' Gözlerimi açtım. ''Ömer ile karşılaştım.''

''Ne diyor?''

''Önce şarkı söyledi, sonra otlu peynir verdi, sonra Şükran'dan bahsetti. Güya karısı, annemmiş. Kapanışı yapıp canımı sıktı.''

''Otlu peynir?''

''Serter, konumuz bu mu?'' Sesimi yükselttiğimi fark ederek, sessizliğe gömüldüm ama hemen sonra dudaklarım aralandı. ''Ben, DNA testi yaptıracağım. Bu adam bunu yüz kez söyledi. Besbelli ortada bazı şeyler dönüyor. Henüz açıklayamıyorum fakat ciddi gibi.''

''Tamam halledeceğim. Senden alınan kemik dokusuyla, ailenin kemik dokusunun eşleşip eşleşmediğine baktıracağım. Yarın hallederim tamam mı?''

''Tamam.''

''Yüzü astığını farkındayım. Kendini üzmeyeceksin. Sadece yarım saat orada olmuyorum ve olaylar oluyor. İstersen geleyim yanına?''

''Gerek yok, sen Semih ile ilgilen. Şimdi eve geçer, biraz uyurum. Sen gelene kadar vaktim geçer.''

Semih çocuktu, birisine ihtiyacı vardı. Annesinin ruh hastası olduğunu öğrenmiştim. Serter'den de çocuğu bırakıp yanıma gelmesini bekleyemezdim. O çocuğun değişikliğe ihtiyacı vardı. Bunu ona sağlayacak kişi de Serter'di.

''Geliyorum.'' Dedi.

''Serter, hayır.'' Diretmeye çalıştım. ''Lütfen, Semih ile ilgilen lütfen. Ben iyiyim, biraz kahve içer uyurum.''

Telefonu üzerime kapattı.

Serter yanımda olmaya çalışıyordu. Hata ediyordu, onunda bir hayatı vardı. Hayatıyla ilgilenmeliydi. Hayatına bakmalıydı. Benimle sürekli ilgilenemezdi. Bunu ona söyleyecektim. Yaptığı belki şık bir hareketti fakat korkularım varken şimdi de Serter'e yük olacağımı düşünüyor olmak: beni derinden parçalıyordu.

Adımlarımı eve yönelttim.

Telefonumu arka cebime koyduğumda, korumaların kapıyı açmasıyla içeriye girdim. Bahçeye girdiğimde, ön tarafın biraz ıslak olduğunu fark ettim.

''Gece Hanım.''

Serter'in şoförü de buradaydı.

''Merhaba, bu soğukta kahve içmiyor musunuz? Size kahve yapabilirim.'' Dedim.

''Gerek yok, teşekkür ederiz.''

Yine de onları dinlemedim. Onlar bu soğukta çalışıyorlardı. Hem kahve her zaman iyi gelirdi. Sıcak kahve insanın ısınmasını sağlardı. Her ne kadar kahvesini soğutanlardan olsam da sıcak kahveyi de bazı zamanlarda sevmiyor değildim.

Aslı kapıyı açtığında, salondan gelen kalabalık seslerle kaşlarımı çattım. Bir misafirimiz olduğunu bilmiyordum. Kim bu saatte gelmiş olabilirdi ki?

''Aslı Hanım.'' Kapşonlu ceketimi çıkarıp ona uzattım. ''Sıcak bir kahve yapacağım da elimizde yeterli süt var değil mi?''

''Var Efendim.''

Kahkaha sesleri daha da netleşmeye başlamıştı. Hayır bu kahkaha sesi değildi, üstelik salondan değil mutfaktan geliyordu. Mutfağın gümüş renkteki kapı kolunu sola çevirdiğimde, bir adım atarak mutfağa girdim. Pencerelerin açık olması, temiz temiz güzel kokular; cama vuran rüzgar sesi...Mutfak huzuru barındırıyordu.

Kafamı sağa çevirdiğimde, duvar kenarının orasında oturan iki insanla karşılaştım.

Naz ve Pusat.

Naz ve Pusat mı?

Dudaklarım dümdüz bir ifadeye büründüğü sırada, kapıyı arkamızdan kapatmak yerine aralıklı bırakmayı tercih etmiştim.

''Siz?'' Çatık kaşlarım bir an olsun düzelmedi, kahkaha seslerini duyduğumdan beri çatık kaşlıydım. Bir bakıma kahkaha seslerini kavga sesiyle karıştırmış olsam da. ''Ne yapıyorsunuz bir arada?''

''Seni ziyarete geldim.'' Naz önünde duran çikolatalı pastasından bir dilim alıp ağzına attı. ''Sonra, Pusat'ın burada olduğunu gördüm.''

Kahve makinesinin başına geçtiğimde, bu kahve makinesinin onlarca bardak kahve çıkarmayacağını düşünüyordum. Bunun yerine, büyük bir tencere çıkarıp içine süt koymayı amaçladım. Ayrıca insanlar bazen tamamen modern olmak zorunda değildi. Bazen bir tencere gayet iyi süt kaynatabilirdi.

Tencere güzel bir tencereye benziyordu.

Buzdolabından süt çıkardığımda, arkam onlara dönüktü. ''Bana geleceğini söyleseydin, Naz.''

''Ne var, arkadaşımı ziyaret ediyorum.'' Kahkaha attığında, gözlerimi devirdim. ''Hem, Pusat bana birkaç istiarede bulundu.''

Başa döndük. Hoş geldin 1960.

Sütleri tencereye boşalttığımda, onları ocağın üzerine bırakmıştım. Süt kaynaya kadar kahveyi bitirmeyi amaçlıyordum. Tüm granül kahveyi kağıt bardaklara doldurdum. ÜÇ tatlı kaşığı yetiyordu, miktarın az gelmesi durumunda biraz daha koymayı hedeflemiştim.

Sırtımı tezgaha yaslayıp elalarımı Naz'a çevirdim. ''Ne ara bu kadar yakın oldunuz ki? Ayrıca, bir de Pusat ile?''

Pusat'ın gözleri kocaman açıldı. ''Benimle mi? Pardon ama benim neyim varmış? Fazlam bile var?''

''Ne?''

''Fazlam var.'' Naz'ı koluyla dürttü. ''En az 56 santim.''

Naz, ''Çok şakacı çocuk.'' Elini ağzının kenarına götürüp kapattı ve fısıldamaya başladı. ''En azından zengin kanka, salak erkeklerin bile zengin olanı çekilir.''

Pusat bacak bacak üstüne atıp sandalyesini biraz daha Naz'a doğru çevirmeye çalıştı. ''Dişi bir kaplan, her zaman avına yaklaşmadan önce sırt sırta geldiği kobrayı ortadan ikiye ayırır ve o kobrayı ağzına alıp dişi aslanına kendisini göstermeye çalışır.'' Sol kolunu kaldırıp kasını işaret etti.

Naz'ın dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. ''Çok şakacı bu ya sevdim.''

Pusat tekrar kolunu Naz'a değdirdi. ''Harikasın.''

''Müthişim.'' Dedi Naz.

''Güzelsin.''

''Güzelim.'' Dedi Naz.

''Reklamlardan fırlamış azize bir kadın gibisin, saf güzelliğin var.'' Dedi Pusat.

''Ayol burnum estetik, dudaklarım dolgu ne safı.'' Naz kahkaha atmadan önce elini ağzına götürdü ve kahkahayı kopardı.

''Çok enerjiksin, bu enerjini neye borçluyuz?'' Pusat'ın yanmaya meyilli olan gözleri avında durdu. ''Benim yanımda asla yaşlanmazsın, ben zaten kolay kolay yaşlanmam. Eşimi, azizemi her zaman üstümde, başımda, her yerimde taşırım.''

''Benim masraflarım da fazladır, ödersin değil mi?'' Diye sordu Naz.

Ve o anda süt taştı.

İkisinin arasında geçen tuhaf diyaloğu es geçerek tencereden aldığım sütü, ardından bardakların yere düşmesiyle beraber garip bir hüzünle taçlanarak etrafı toparlamaya çalıştım. Sakar birisi miydim? Artık sakar birisi olduğumu net anlamıştım. Bir süte sahip çıkamıyordum. Nasıl düşürebilirdim ki?

''Sakar yengem.'' Dedi Pusat.

Naz, ''Elin yanmadı değil mi?''

Her yer kahve olmuştu. Bugün ikinci kez parmağıma zarar veriyordum. Neden böyle oluyordu ki? Besbelli dalgınlığım mutfağa yansımıştı. Mutfağı toplamak için harekete geçtiğimde, dış kapının sesiyle hafif irkildim. Oralı olmamaya çalışarak tencereyi elime aldım. Sütün yarısı gitmişti.

''Serter geldi.'' Dedi Pusat.

''Serter kimdi?'' Diye sordu Naz.

''Kocam.'' Dedim.

Naz bence bilerek yapıyordu. Safa yatıyordu.

Mutfağın kapısı açıldığında, kahvenin her bulaşması beni korkutmaya başladı çünkü Serter mutfağı gördükten sonra sakar olduğumu düşünecekti.

''Pusat Abi.'' Semih bir anda, Pusat'ın kollarına koştuğunda, Pusat'ta karşılık vererek küçücük çocuğu kucağına aldı. Pusat'ın çocukların yanında insana benzemesi pek manidardı.

Serter'i gördüm.

Elinde birkaç tane poşet vardı. Dalgın dalgın içeriye girdi. Beni, henüz fark etmemişti. Ona bakan gözlerim hüzün dalgasıyla buluştu. Gözlerine bakamadım bakarsam eğer felaketim olurdu. Bilirsiniz, en derin dalgalar en durgun denizlerde başlardı. Onun gözlerinde durgun dalgaların izi yatıyordu, biraz da inci taneleri ve inci taneleri boşalır dururdu gökyüzünde.

Durmazdı öylesine.

Felaket olarak adlandırdığım gözlerinde, inci tanesi aradım. Hemen oracıkta buldum. Oysa, bulmak istenen kaybolmak isterdi. Ben kaybolmak isterdim, incilerin tanelerinde.

Derin derin dalgalar, durgun durgun denizler, biraz Serter, biraz alışmışlık, biraz koparılmışlık, biraz da gitmemişlik. Sıcak bir şarap şişesinde, aldanmışlık. Ona baktığımda, duygularımın türevi ortaya çıkıyordu. Belli ki evliliği gerçeğe dönüştürmek istememin de sebebi bu yüzdendi. Görüyordum, hissediyordum; arşa çıkarıyordum duygularımI ve biraz daha onu görmek istiyordum. Yoksa hangi kayalık dalgalı bir deniz isterdi? Bilmezler miydi kayalıklar en çok dalgalı denizde soyulurdu?

''Gece.'' Poşetleri masanın üzerine bırakmak yerine, yere bıraktığında bana doğru gelerek tezgahın, tezgahın altından damlayan sütün, yerle buluşan granülün...Hepsine baktı, hepsine bakarak çatık bir kaşla yanmış elime de bakmayı ihmal etmedi.

''Biraz yandım.'' Çokça yandım ama sütten değildi.

Parmaklarım parmaklarını bulduğunda, endişeli gözleri yanık parmağımı bakarken acı çeker gibi yüzünü buruşturdu. Dişlerini sıktığını fark ettim. Serter Güçlü'nün her daim bana bir şey olacak korkusuyla harekete geçmesi, ona bağlanmamı sağlıyordu.

''Karın biraz beceriksiz.'' Dedi Pusat.

Serter, ''Gel odamıza geçelim.'' Belimi tuttuğunda, alttan alttan Pusat'a bakmayı da ihmal etmedi. ''Seninle sonra görüşeceğiz.''

Odaya doğru yürüdüğümüzde, kaza yapmışçasına bitkin düşkünmüşüm gibi Serter'in kollarına asıldım. Daha doğrusu o buna sebebiyet veriyordu. Sanki parmağım yanmamıştı. Daha fazla üstüme düşmemesi gerekirken o yine üstüme düşüyordu. Bu kadar çok endişeli olması; beni korkutmuyor değildi.

''Mutfağı mahvettim.'' Diye mırıldandım.

Kapıyı açtığında, belimi bırakıp dolaba ilerledi. Her zaman, her odada muhakkak bir ilk yardım kutusu bulunuyordu. Serter Güçlü'nün en çok dikkat ettiği şey buydu.

''Sorun değil.'' Kutuyu açtığında, yatağın üzerini işaret etti. ''Bugün ikinci kez parmağına zarar verdin. Sen hep böyle mi yapacaksın bakalım?'' Kutunun içinden çıkarmış olduğu kremi kucağına bırakmıştı.

Yanına oturdum. ''Hayır.'' Gergindim.

''Bak.''

''Bana kızacak mısın?''

Gözlerimin içine bakarak elimi avuçları arasına aldı. ''Hayır ama dikkatli olmanı istiyorum. O sıcak süt yüzüne de gelebilirdi. Dikkatli davran biraz.'' Babaların çocuklarını azarlaması gibi azarlıyordu beni. ''Benim güzel karım, böyle dikkatsiz davranmaya devam ederse onunla kavga etmeye başlarım.''

Benim güzel karım.

Derin bir şekilde yutkundum. ''Dalgındım.''

''Farkındayım.''

''İnsan dalgın olunca ne düşündüğünü veyahut neyi düşündüğünü bilemez.''

Kremin kapağını açtı. Beyaz kremi önce bir nohut büyüklükte çıkarıp peçeteyle temizledi. Peçete her daim her yerde vardı. Bu kutuda da bulunmayacağını düşünmek biraz saçmalıktı. Onun temizliğe karşı garip bir takıntısı mevcuttu, daima elinde bir peçete taşırdı. Ceplerine sıkıştırırdı.

''Neden dalgın olduğunu biliyorum.'' Kremin birazını baş parmağıma sürdü. ''Yine de kendini düşüneceksin. Her zaman, her koşulda kendini düşüneceksin. Saçının teline bile zarar vermeye çalışmayacaksın. Her şey gelip geçici ama sen kalıcısın, Gece.''

Sözlerine devam etti büyük bir dikkatle. ''Canını mı yakıyorlar? Canını yakmayacaksın. Canın her şeyden daha değerli, bunu bilip buna göre davranmalısın; anlıyor musun?''

Anlıyordum.

Anlamak da istemiyordum. Ben bunu anlamamalıydım. Keşke, anlamasaydım. Keşke, böyle acılar yaşayan insanları dinlediğimde, sadece empati yaparak duvarın dibine geçmeseydim. Sorun da anlamamdı; anlıyordum çünkü bu acıları yaşıyordum. Yaşamasaydım eğer anlamaz, anlamak zorunda da bırakılmazdım.

''Evet.'' Kafamı salladım. ''Parmağım çok yanmadı ki, acımıyor bile.''

Alnının ortasında derin bir çukur oluştu. ''Gece.''

''Başladık yine.'' Başka yöne bakmaya çalıştım.

Kremin kapağını tekrar açtığında, için çıkarmış olduğu kremi parmağıyla alıp burnumun ucuna bıraktı.

''Başladık mı? Gerçekten mi?''

''Burnuma niye krem sürdün?''

İkinci kremi de yanağıma sürdü, bundan zevk alıyordu belli ki. ''Bana bak sen bir, böyle sürekli olumsuz düşünürsen her yerine krem sürerim.''

''Tehdit etme.''

Peçeteyi kutudan çıkarıp burnumu, yanağımı ve elime bulaşan kremi sildim. Krem biraz tuhaf kokuyordu. Yanık kremleri genelde böyle olurdu. Dikkate almamaya çalıştım ama kokusundan rahatsız da olmuştum. Üstelik parmaklarımda kremin kalacağını bilmek, biraz da huzursuz ediyordu beni.

''Etmiyorum yapacağımı söylüyorum.''

''Serter.''

Elini tekrar belime attı. Belimden yakaladığı gibi beni kucağına aldığında, o an dünyalar benim olmuştu. Kollarımı boynuna doladım. Parmağımdaki bir kısım krem ise onun boynuna bulaşmıştı. Bunu umursamamaya çalışarak yüzüne eğildiğimde, dudaklarımı yanağına bastırdım.

Onu öpmek istemiştim ve bu evrene karşı aldığım en güzel yenilgiydi.

''Çok teşekkür ederim, iyi ki varsın.'' Dedim.

Öpmemi beklemiyormuş gibi bir hali vardı. ''Rica ederim.'' Boğazını temizledi. ''Rica ediyorum ne ya? İyice odun oldum.''

Güldüm. ''Biraz.''

''Karıcığım.'' İmalıydı ses tonu.

Serter'in en sevdiğim yönü buydu. Gerektiği yerde, gerekmediği her durumda; şakalaşıyor olmasıydı. Ciddi kalması gereken bir durumda bile benimle çocuklaşabiliyordu. O buz gibi yüzünün altında yatan samimiyeti görmek bana farklı duygular hissettiriyordu. Başkası olsaydı bana böyle hissettiremezdi.

Belimi sararken dudaklarını boynuma bastırmayı ihmal etmedi. Dudaklarını boynuma bastırdı, kokumu içine çekti. ''Karıcığım mı?'' Dedim neşeli bir sesle.

''Karıcığım ama biraz sakar olanından.''

İki eliyle yanağımı tuttu ve dudaklarıma bakarken iç çekti. Rüzgarlar araya girdi, evren bambaşka bir yere ışınlandı. Toprak, havayı yuttu. Oksijenimi kaybettim olur olmazlık savaşların içinde. Nefesim daraldı, dudaklarıma bakıyordu ve benim nefesim daralıyordu. Böyle bakmaya devam ederse eğer nefesim hiçbir zaman düzene girmeyecekti.

''Sakar mıyım?'' Diye sordum.

Sakar mıydım bilmiyorum ama artık gözünün önündeki adamı fark etmeye başlamıştım. Sakar değildim, fark ediyordum.

''Değil misin?'' Burnumun ucuna burnunu dokundurarak belimdeki elini kalçama kadar geldi.

Büyükelçi kalçamı tutuyordu. Hayır sapık Büyükelçi kalçamı tutuyordu.

''Değilim.'' Dedim.

''Sen hep böyle mutfakta savaş mı çıkaracaksın?'' Gözleri koyulaştı, koyu renkli gözlerinde, buz mavisi tonlar yerini laciverte bırakmıştı. ''Sen böyle savaş çıkarmaya devam edersen, seninle kavga ederim.''

''Öyle mi?''

Bir şişelik şarap devrildi, bir bardak kahveye yerini verdi.

''Öyle.'' Dedi boğuk ses tonuyla.

''Serter.'' Baş parmağımı çenesinin altına getirdim. ''Ben, böyle olmayı seviyorum. Yani mutfakta savaş çıkarmayı.''

''Parmağın acıyacak.''

Oysa parmağımdaki tüm krem bitmişti. O hâlâ parmağımın acıyacağını düşünüyordu fakat benim parmağım acımıyordu ki. Sadece gereksiz yere endişe göstermişti. Aslında gereksiz yere diye tabir etmekte yanlıştı. Serter Güçlü'nün karısıydım, her şeyden önce benimle benim için evlenmişti. Dolayısıyla bana bir şey olmasından her zaman korkuyordu.

Büyükelçi, karısı için korkuyordu.

''Acımıyor.''

Dudakları gülümsedi, güneşi kıskandıracak bir gülümseme dudaklarına kondu. ''Bazen, beni çıldırtıyorsun ama sanırım bu haline alışmam gerekiyor.'' Yanağıma gelen bir tutam saçı kulağımın arkasına bıraktığında parmağının kemiği yanağıma değmiş ve gözlerimi kapatmama sebep olmuştu.

''Alış, unuttun mu ben karınım.''

''Evet, karımsın.'' Duraksadı. ''Benim karımsın.'' Dudakları kulağımı bulduğunda, fısıltısı her yeri yaktı. ''Yalnızca, benim karımsın. Başkasının değil, benimsin.''

''Sen de benim kocam oluyorsun değil mi?'' Diye sordum boynumu geriye atarken.

''Evet.'' Elini boğazıma getirdi. Boğazımın alt tarafını büyük bir dikkatle okşadı. ''Ben, her zaman senin kocanım. Hiçbir zamanda seni bırakmayacak olanım.''

Hissediyordum.

Demek ki yaşamak buydu. Yaşamak, sabah beşte kalktığınızda martılara simit atmak değildi. Yaşamak, yürümek veyahut gezmek de değildi. Ayaklarınız yoruluncaya kadar müzeleri gezmek, gözleriniz acıyana kadar film izlemek, saç dipleriniz ağrıncaya kadar duş almak değildi.

Yaşamak oydu, ona ait bir şeydi. Onu hissetmekti, duymaktı, görmekti. Kararmış bir gökyüzünün altında en maviyi bulmaktı. En mavi rengini bulduğunuzda görülebilmekti. Görüyordum. Onun sayesinde yaşadığımı görüyordum.

''Hm.'' Mırıldandım. ''Alışıyorum, Büyükelçi.''

''Alış.'' Fısıldadı. ''Hep alış, hep.''

Daha fazla bir söze gerek yoktu. Onun bunu demesi yeterliydi. Bana alış diyordu, ben de alışmak için çaba gösterecek ve onun yanında olmaya devam edecektim. Hem biz birbirimize sözler vermiştik, vaatlerde bulunmuştuk. Vaatler tehlikeli olandı eğer tutulmazsa. Benim vaatlerim tutulacaktı.

Sırtım dimdik, gözlerim pek, saçlarım gür, yüzüm kalkık...Onun yanında her zaman böyle olacaktım.

''Şimdi kalkalım.'' Belimdeki elini çektiğinde kucağından indim. ''Semih geldi, canının sıkkın olduğunu duyunca onunla burada vakit geçirmeyi düşündüm. Hem sen de onunla vakit geçirirsin.'' Elini alnına götürdü. ''Çocukları seversin değil mi?''

''Çok severim.''

Rahatlamıştı. ''İşte benim karım.''

Yardım kutusunu alıp komodinin üzerine bıraktığımda, korumalara yapacağım kahvenin çöp olması yüzünden onlara yine kahve yapmaya karar verdim.

''Akşam yemeğe gideceğiz değil mi?'' Kollarına girdiğimde, amacım ona temasta bulunmaktı. Büyükelçi'ye dokunmak her koşulda güzeldi.

''Hayır.''

''Neden?''

''Çünkü bugün moralin bozuk ve tüm günümü karıma ayırmayı planlıyorum.'' Dedi.

Kapıyı bize açtığında, gülümsüyordu. Serter Güçlü beni nasıl gafil avlayacağını iyi biliyordu. Serter rüzgarlarımı görmezden gelerek, canımdan yani kalbimden vuruyordu. Ona kızmalıydım ama işte...İşte olmuyordu. Kızmak hemen öyle kolay yapılan bir eylem değildi. Yalnızca tadını çıkarmayı amaçladım.

''Karın yorgun.'' Dedim ince ses tonuyla.

Serter'in yanında yine sesimi inceltiyordum. Kibar konuşmak zorundaydım çünkü ona kendimi beğendirmek istiyordum.

''Karım ders çalıştı mı?''

Alt kata indiğimizde, salonun kapısını açarak içeriye girmem için işaret etti. Ona çevirdim yüzümü kapının eşiğindeyken. ''Hayır.''

''Akşam çalışacağız.''

''Biz mi?''

''Evet, birlikte ders çalışacağız.''

Serter Güçlü her yerde otoriterdi. Bunu kullanmasını da biliyordu. Ders çalışmam gerektiğini söylüyordu fakat son bir ayda oluşan geleceğe karşı umudumun bittiğini göremiyordu. Oysa binbir zorluklarla Hukuk Fakültesini kazanmıştım. Gizli gizli yatak altında ders çalıştığım zamanları bilirdim.

Eylül hiçbir zaman aydınlanmamı istemezdi. O istediği üniversiteye gitmemi istiyordu çünkü eğer adalet, hak, hukuk gibi kavramların öğretildiği Hukuk Fakültesini kazanırsam aydınlanırdım. Bu onun için bir silahtı. Benim elimde ceza kanunu gibi büyük kanunlar vardı. Kanunlar, Eylül'ün silahıydı. Tıpkı yöneticilerin, halkı zayıf ve eğitimsiz istemesi gibi. Bilirsiniz, en diktatör kişiler, en hukuktan ayrı kişilerdi.

Salona geçtiğimizde, Naz ile Pusat'ın ayrı koltuklarda oturduğunu gördüm. Bir misafirimiz daha vardı.

Cesur'da gelmişti.

Her zamanki mesafesini koruyarak salonun diğer ucunda duran koltukta oturarak gazete okuyordu. Önünde, yarısı bitmiş bir kahve duruyordu. Kahvesini yudumluyor, aynı anda da gazeteden haber başlıklarını takip ediyordu.

Acaba Serter'de gazete okur muydu? Serter sanki biraz daha dijital dünyaya ayak uydurmuş gibiydi.

''Nihayet geldin, on dakikadır seni bekliyorum.'' Cesur'un sesinde hafif serzeniş vardı.

Naz'ın yanına oturduğumda, Serter Güçlü'de arkadaşının yanında bulunan sandalyeye geçmişti. Dev cüssesi tüm alanı kaplamıştı. Zavallı kocam deve gibi bir boya, danalar gibi kiloya sahip olduğu için bulunduğu alanı kaplıyordu. Gerçi dana demek biraz kaba bir tabirdi.

''Gece ile ilgileniyordum.'' Serter'in kaşları bir anda çatıldı. ''Sen bu kadar erken gelmezdin, ne oldu?''

''Kumru'nun mezarındaydım, çıkışta da buraya gelmek istedim.'' Dedi.

''Kumru kim?'' Meraktan sordum.

Üstelik Cesur ile ilgili herhangi bir şey bilmiyordum. Sadece, Serter'in yakın arkadaşı olduğunu biliyordum. Soğuk bakışları dışında, başka bir görüntü sunmamıştı bana.

''Eski karım.'' Dedi Cesur.

''Başın sağ olsun.''

Zor olmalıydı.

Kaybetmek zordu.

Serter araya girerek ceketinin düğmesini açtı. ''Kumru ile tanışmanı isterdim, Gece. Harika bir kadındı. İkimizin de üniversiteden arkadaşı.'' Ceketini çıkarıp koltuğun üzerine astığında, Cesur'un gözlerinde bir dalgalanma fark ettim.

Ailemi kaybettiğim zamanlar gözlerimde oluşan dalgalanma onun gözlerinde de oluşmuştu. Ne acı, insanlar birini kaybediyordu ve onları geri getiremiyordu. Soğuk mezarlar dışında, sahip olamıyorduk çoğu zaman. Onları getirmek oldukça zor oluyordu. Yaşam enerjimizi kaybediyorduk. İnsan birini kaybetmemeliydi üstü toprak kokmaması için.

''Yanlış anlamazsan nasıl vefat etti?'' Diye sordu Naz.

Cesur derin bir nefes aldı. ''Trafik kazası.'' Hüzün gözlerinde perdelenmeye devam etti. ''İnsan sevdiğini kaybedince nefes alamaz, öyle bir durumdayım şimdi.''

Gözlerim hemen Serter'i buldu çünkü onu kaybetmek istemeyeceğimi bir kez daha fark etmiştim. İnsan birini kaybetmemeliydi, işte o an nefes alamazdı.

''Başın sağ olsun.'' Dedi Naz.

Telefonum çalmaya başladığında, tüm dikkatimi telefonuma vermeye çalışarak ekrandaki ismi okumaya çalıştım. Farklı bir numara vardı. Daha önce hiç bilmediğim numara beni arıyordu. Ekranın üzerini dikkatlice inceledim.

Kimdi bu?''

''Açsana kız, kim arıyor öyle zır zır.'' Dedi Naz.

Serter ile göz göze geldiğimde, maviliklerin odak noktasının telefonum olduğunu fark ettim.

''Bilinmeyen bir numara.'' Ayağa kalkmaya çalıştım. ''Hemen geleceğim, belki okulla alakalı olabilir. Bazen not istemek için sınıf grubundan numaramı buluyorlar.'' Serter'in bakışlarını omzumda hissettim. ''Geleceğim.''

Kapının solunu sağa çevirdiğimde, koridordan gelen esintiyi duymamaya çalışarak hole geçtim. Çam'da hemen beni görür görmez koşarak yanıma geldi. Canım köpeğim, nankörlüğü bırakmış olmalıydı.

''Anneciğim dur.'' Telefondaki arama durdu. ''Biriyle konuşacağım, durur musun oğlum?''

Çam dilini çıkarıp boynuma atlamayı denedi.

''Hey ama bak...'' Dediğimde, Aslı'nın varlığıyla arkama dönerek; ''Buyurun Aslı Hanım.''

''Mutfağı temizledim Efendim.''

''Aslı.'' Ekrandaki numara bir kez daha belirdi. Tuhaf köpeğimin ani sırnaşması sonucu aramayı tamamen unutmuştum. ''Korumalar için kahve hazırlar mısınız? Ben onlar için hazırlamıştım fakat sütü döktüm.''

''Hemen Efendim.'' Dedi gülümseye bir yüz ifadesiyle.

Aslı uzaklaşır uzaklaşmaz, Çam'a son kez sarılıp telefondaki numarayı açtım. Nihayet açabilmiştim.

''Gece.'' Bir nefes sesi duydum, acı çekiyordu adeta. ''Ben, Nehir.''

''Nehir?''

''Çok konuşamıyorum, sana atacağım adrese gel lütfen.'' Hıçkırık sesi nefes sesine karıştı. ''Ne olur gel, Atakan bana saldırdı. İyi değilim. Telefonu kullanmama izin vermiyor...Öldürecek beni, öldürecek.''

''Nehir, adresi at.''

''Atacağım ama ne olur gel...Bana saldırdı, yapma dedim ama yapmaya devam etti.''

Boştaki elim yumruk oldu. ''Neredesiniz?'' Diye sorduğumda, cevap olarak; ''Geçen yaz birlikte kayağa gitmiştik. Orada, ahşaptan yapılan evler vardı, oradayım...'' Telefon tamamen üzerime kapanınca nefes alışlarım yükselmeye başladı.

''Gece Abla.'' Semih'in sesiyle birlikte toparlanmak istedim.

''Efendim.''

''Boyama yapabilir miyiz? Ben yemeğimi yedim. Aslı abla, bana mutfakta yemek verdi, artık oyun oynamak istiyorum.'' Küçücük boyuyla yalvarıyordu.

''Semih çok özür dilerim...'' Salonun kapısı açılınca, kafamı otomatik olarak kapıya çevirdim. Serter'in vücudunu gördüğümde heyecana kapılarak Serter'in karşısına geçtim. ''Serter.'' Dediğimde; ''Serter Amca, oyun oynayalım.'' Diyerek araya girdi Semih.

''Bir saniye Semih.'' Serter Güçlü'nün eli bileğimi buldu. Beni duvar köşesine doğru çektiğinde, çatık bir kaşla kulağıma eğildi. ''Sorun ne? Bu yüzünün rengi ne?''

''Arkadaşım, erkek arkadaşı tarafından darp edilmiş. Onu almaya gidebilir miyiz? Bana bir adres verdi.''

Aynı anda, Cesur'da salondan çıktı.

''Tamam da sana nasıl haber verdi? Tuzak olmasın mı?'' Diye sordu.

Telefonu ona uzattığımda, arama kısmına bastı. Arkadaşımın beni aradığı numarayı aradığında, telefon kulağını buldu. ''Ulaşılmıyor.'' Gerilmişti, Serter gerilmişti.

''Ne oluyor, olay ne?'' Diye sordu Cesur.

Titreyen elimi alnıma götürdüğümde, şu an oyun düşünüp düşünmemek umurumda değildi. ''Nehir öyle bir kız değil, tuzakla işi olmaz. Daha önce de şiddet gördüğü konusunda birkaç duyum almıştım. Ne olur, onu almaya gidelim.''

Serter, ''Nerede?''

''Atakan tarafından zorla tutuluyor, yani erkek arkadaşı tarafından.'' Dedim.

Cesur, ''Yalnız eğer dediği gibi zorla tutuluyorsa, boş durmam ben. Kadına şiddet benim için kırmızı çizgi, boş durmayız.''

Kapı bir kez daha açıldığında, bu sefer gelen Naz'dı. Ağzında pembe sakızıyla bize doğru geldi. ''Gece?''

''Nehir, Atakan tarafından dayak yemiş. Beni aradı, zorla tutuluyor.'' Dedim.

Naz'ın ağzı kocaman açıldı. ''Ciddi misin? Bak, amına kodumun çocuğun böyle bir şey yaptığını biliyordum. Şerefsiz pezevenk. Biliyordum lan.''

Cesur'un gözleri Naz'a hayretle değdi.

Naz yine olur olmadık bir zamanda küfür etmişti.

''Siz burada kalın. Biz gideriz.'' Serter hafif boynunu kütletti. O ne zaman bu hareketi yapsa tehlike çanları çalıyordu. ''Bir kadına yaptığı hareketin sonucu göstereceğim. Ayrıca, bunu şiddetle değil; hukukla çözeceğim.'' Alnı kırıştı.

''Ben de geliyorum.'' Dedi Naz.

''Saçmalama.'' Onun gitmesi demek ortalığın karışması demekti.

''O kıza vurmuş piç herif, ben de ona vuracağım ama biliyordum. İğrenç şerefsiz, kızın kolunda morluk vardı. Yok kapı çarpmış. O kapıyı bir yerine montelerim.'' Dediğinde, Serter'in tepkisi Semih'in kulaklarını kapatmak olmuştu.

İnsanlardan nefret ediyordum.

Kadına şiddet gösteren insanlardan nefret ediyordum. Kadınlardan biraz daha ağır, biraz daha fiziksel olarak güçlü oldukları için her şeyi yapabileceklerini düşünüyorlardı. İnsanları dövüyorlardı, kadınlara vuruyorlardı. Atakan bugün yaptıkları için cezalandırılsa bile diğerleri ne olacaktı peki?

Diğer kadınların kimsesi var mıydı? Hayır yoktu.

Nefret ediyordum. Bozuk düzenin dünyasında oluşan hukuksal kavramlarından nefret ediyordum çünkü eğer bir ülkede hâlâ kadınlar dayak yiyorsa orada hukuk yoktu.

''Biz şimdi çıkalım, sen yol üzerinde bana adresi konum olarak at tamam mı güzel karım?'' İki elini yanağıma götürdüğünde yanaklarımı sıkıca tuttu koruyucu kahramanım. ''Sakın üzülme, arkadaşını getireceğim. O çocuk da ceza alacak, sana söz veriyorum ve yemin ederim o çocuğa bundan sonra bu ülkede huzur vermeyeceğim.''

''Teşekkür ederim, gerçekten teşekkür ederim.'' Sadece bana değil, arkadaşlarıma da koşuyorsun.

''Ben de geliyorum.'' Dedi Naz.

''Naz, sen burada dur.'' Gözlerimi, Serter Güçlü'ye çevirdim. ''Senden iyi haberler bekliyorum, çabuk gel olur mu?''

''Tamam güzel karım.''

Serter ile Cesur çıktıktan sonra Naz'ın bakışlarını üzerimde hissettim. Ona bakmamaya çalışarak mutfağa ilerlediğimde, bedenimi sandalyeye attım. Semih'te bizi takip ederek içeriye girdiğinde, Naz karşıma, Semih ise kucağıma oturmaya çalışmıştı.

''Bugün yağmur çok güzel yağıyor.'' Dedi Semih.

Çocuğa bir şeyler belli etmemek için çaba sarf etmeliydim. O daha küçücük çocuktu. Görmemeliydi kötülüğü, duymamalıydı yaşanmış acıları...

''Öfkem diri.'' Dedi Naz.

Kaşımla Semih'i işaret ettim. Naz'ın susması gerekiyordu.

''Yağmur'u sever misin?'' Tatlı tatlı gülümsedim.

''Çok severim, küçükken hep yağmur altında kamyonet oyunu oynardım.'' Dedi, oysa hâlâ küçük bir çocuktu.

''Çok tatlısın sen, en sevdiğin oyuncak ne bakayım?'' Siyah gözlerine baktım. ''Doğum günün ne zamansa sana o oyuncağı alacağım.''

''Benim doğum günüm...'' Parmak hesabı yapmaya çalıştı. ''Üç gün sonra.''

Eylül ayı...

Hayır hayır, hayır Eylül ayı. Beni yine gafil avlama. Tüm tanıdıklarımı sana kurban veremezdim, eylül ayı. Her senin ayında doğamazdı. Serter'de bu ayda doğmuştu. Semih'te...Annemi ve babamı kaybettiğim ay da bu aydı. Eylül Yalçın'da ismini eylül ayından alıyordu. Sanırım karanlık beni her halükarda hapsediyordu.

''Doğum gününü kutlarız ve sana...'' Boğazıma kesik bıçaklar saplandı çünkü Nehir'de kalmıştı aklım. ''Sana sevdiğin bir oyuncak alırım.''

''Benim büyük arabalara ihtiyacım var, Gece Abla.'' Semih burnunu çekti. ''Kimse bana hiç oyuncak büyük arabalardan almadı. Mavi renk istedim ama annem almıyor.''

''Annesi kim?'' Diye sordu Naz.

Naz'a Berrak'ı anlatmak için yüzde yüz bir enerjiye sahip olmam lazımdı. Burcu hemen anlatılacak birisi değildi.

''Annen nerede bu arada?'' Gözlerimi kıstım.

Semih iç çekti. ''Gece gelmiyor eve, geceleri hep yalnızım.''

Küçücük çocuğu yalnız bırakıyordu. Herkes anne olmamalıydı.

Nefes almaya çalıştım. Serter'e konumu attıktan sonra saatlerin geçmesini bekledim. Güzel bir haber bekliyordum.

''Ben yukarıya çıkacağım.'' Semih'i kucağımdan indirip dudaklarımı çocuğun alnına bastırdım. ''Saat geç olmadan uyu tamam mı?''

''Tamam Gece Abla.''

Naz, ''Nereye?''

''Biraz yalnız kalmaya ihtiyacım var.''

Uzanmak istiyordum, ancak öyle karanlığı unutabilirdim. Uzanırsam eğer karanlığı görmezden gelebilirdim. Acı ekseninde yer alan karanlık güneşleri yutmamın tek bir sebebi var; o da şiirleri görmezden gelecek olan yağmur damlalarıydı. Bu akşam satırlarım ıslak, gözyaşlarım pek diriydi.

Kitabın sayfalarını çevirecek gücüm yoktu.

Odama geçtiğim. Yatağın üzerine uzandığımda, Serter'in her zaman kullanmış olduğu yastığı karnıma doğru çekerek sıkıca sarıldım. Nehir'i düşündüm. O acı dolu sesi aklıma geldi. Neler duymuştum böyle? Ölmek istemiyorum demişti, ölmemeliydi. Serter'in erkenden yetişmesi için dualar etmeye başladım.

Saatlerin geçmesini bekledim.

Telefonum çaldı.

Serter değil, Eylül arıyordu.

''Efendim.'' Dedim.

Onunla aramı düzeltmemi söylemişti Serter, bu yüzden telefonu açmıştım.

''Seni aramayacaktım ama merak ettim, dün akşam rüyamda seni gördüm ve acı çekiyordun. Yağmurun altında ağlıyordun.''

Gözlerim doldu. ''İyiyim ben, uyumaya çalışıyorum.''

''Gece, yıldızlar çok sever. Hatırlar mısın, yıldızları sevdiğimi söylemiştim. Benim yerime bu akşam parlayan yıldızları izle.''

'Gece, biliyor musun ben yıldızları çok severim. Çiçekleri de severim. Saatlerce papatya toplasam bıkmam, sen de benim için yıldızları sev.' Dedi Eylül.

Eylül yıldızları severdi.

Eylül çiçekleri de severdi.

Ve o küçük Gece adındaki zavallı kız, ablası yıldızları seviyor diye ömrü boyunca yıldızlara düşman olmuştu. İşte benim de yıldızlara nefretim buradan geliyordu. Çiçekler, yıldızlar...Onlar Eylül'e aitti ve ben onlardan nefret ediyordum.

Aynı değildik ikimiz. Bitmişti işte, hatıralar öylece yakılmıştı. Her şey bitiyordu bu da bitmişti. Neyin söylemiydi bu? Hangi satırın altı boş diye doldurulurdu ki? Bitiyordu, bitiyordu, bitiyordu. Geriye parçalanan kırık kalp dışında hiçbir şey kalmıyordu.

''Seni...'' Konuşamıyordum. O katil, o katil Gece! O senin ailenin katili. ''Abla.'' Dedim ama demeseydim, keşke demeseydim. Parmaklarım yastığı sardı ve sıktım. Yastığı sonuna kadar sıktım.

''Efendim.''

Özür dilerim anneciğim, yemin ederim ki bu bir yenilgi değil.

''Seni...''

''Gece?''

'Gece hiç sevilmedi biliyor musun? Annemiz ona çok kızardı. Gece sevilmediği için eksikliğini ben kapattım.' Dedi birileri birilerine ortalığın acıyla boyanacağını bilmeden.

''Nasılsın?''

Hayır ona seni özledim demeyecektim. Benim cümlelerim kan kokamazdı. Cesaret edip özledim diyemezdim. Hem nasıl diyebilirdim? Ben her şeyi unutmamıştım ki? Unutmadım işte. Söylemeyecektim. O özledim lafı ancak kan kusarsam çıkabilirdi.

''İyiyim ama seni görürsem daha mutlu olacağım.'' Yalan kokuyordu.

Ne demişti bir zamanlar acı çeken bir kadının kitabı: Yalanla yıkanan dudakların kirliliğine gülümseme.

Gülümseme Gece.

''En kısa zamanda buluşalım.'' Tavana baktım, gözlerimi dikip oraya baktım yalnızca. ''Buluşuruz ve şimdi kapatacağım çünkü uykum var.''

''Teşekkür ederim.''

Kapattım.

Ona özledim dememiştim. Yalan söylememiştim ama aramı düzeltmek için gerekli çabayı göstermiştim. Daha herhangi bir söze gerek yoktu. Cümleler bazen yeterli gelmezdi. Ona karşı cümlelerim yoktu, saf duygularım da bitikti. Bir şeyler bitmişken filizlendirmeye gerek yoktu. Ruhumu ortadan ikiye bölmüştü, daha ne denirdi ki?

''Gece.''

Naz'ın odaya geldiğini fark edince hafif toparlanarak doğrulmaya çalıştım. ''Efendim.'' Elimde Serter'in yastığı vardı. Kocamın yastığını her daim taşıyordum.

''Onlar ne zaman gelir?''

Sertçe yutkunduğumda, bakışlarım derinleşmişti. ''Bilmiyorum. Ne denir bilmiyorum ama çok üzüldüm Naz. Keşke böyle bir şey yaşanmasaydı. Yani, yirmi iki yaşında bir genç kızın bu denli şiddete maruz kalması...''

Pencerenin önünde duran sandalyeyi alıp karşıma bıraktı. Sandalyeye oturduğunda, Naz'ın yüzünün düştüğünü anladım.

''İğrenç insan ama ben hissetmiştim. Atakan tuhaf bir insana dönüşmüştü son zamanlarda, bak gördün. İlk anda attı zehirli okunu.''

''Barış bu olanları duyduktan sonra, Atakan'ı mahvedecek.''

Barış'ın bilmesini istemiyordum çünkü Barış'ı tanıyordum. Son zamanlarda, Atakan'a karşı bir soğuması mevcuttu ve o sinirlenince onu durduramazdık. Atakan'a karşı ölesiye bir öfkesi varken; bir de şiddet mevzusunu duyarsa muhtemelen Atakan'ın yüzü gözü, mosmor olacaktı.

''Atakan normal birisi değil ki ceza alsın.'' Dedi.

Sinirden gülmek üzereydim. Hangi erkek, şiddetten ötürü ceza almıştı ki?

Serter'in yastığından yayılan kokuyu duyan burnum şahlandı. Burnumu yastığa bastırdığımda, son durumu merak etmeye başlamıştım. Sanki zaman geçmiyordu, zaman geçmek için herhangi bir uğraşta bulunmuyordu. Zaman neden geçmiyordu?

Derin nefes aldım. ''Okula bile gelmemesi gerekiyor, bir şey yapacağım.''

''Ne yapacaksın?''

''Hocalarla konuşacağım, linç ettireceğim ama o çocuk orada eğitim görmeyecek.''

Tam bir şey söyleyeceği sırada, aşağıdaki kapının çaldığını belirten o yüksek zil sesini duydum. Yastığı bırakarak hemen yataktan çıktım. Benimle birlikte, Naz'da aşağıya indi. Elimin tırabzanı, gözlerimin kapıyı nasıl gördüğünü bilmiyordum. Dehşet bir heyecana kapılmıştım.

Serter'in tek başına geldiğini görünce hafif bir hüzünlendim.

''Serter?''

Aslı, ''Hoş geldiniz.''

''Son durum ne?''

Serter'in kaşları yüz ifademi görünce çatıldı. Alnının ortasında derin bir çukur oluştu. Sanırım bu halimi böylesine hüzünlü görmek hoşuna gitmemişti. Arabasının anahtarını, Aslı'ya uzattı. ''Şoföre teslim edin lütfen ve bir bardak süt hazırlar mısınız?''

''Serter.'' İsmini tekrar yinelediğimde, Serter Güçlü yanıma geçerek kolumu sardı tüm eşsiz parmaklarıyla. ''Lütfen bana bir şey söyler misin? İkimiz bekliyoruz.''

''Güzel karım sakinleşir misin?'' Boynundaki atkıyı çıkardı ve eline alarak bizimle birlikte merdivenleri çıktı. Çalışma odasının kapısını açtığında, odaya önce Naz ardından ben girdim. Atkıyı yavaşça masanın üzerine bırakıp masanın kenarına kalçasını yasladı ve gözleri beni buldu.

''Eve gittin mi?'' Diye sordu Naz.

Kafasını salladı. ''Gittim.'' Elleriyle yüzünü ovaladığında gergin görünüyordu. ''Nehir'in yüzü vesaire...Kötü bir durumdaydı.'' Konuşurken zorlanıyordu. ''Onu, bir otele yerleştirmeden önce şikayette bulunması için Yıldırım'ın görev yaptığı karakola götürdüm. Şikayetler yapıldı.''

''Atakan?''

''Şu an gözaltında.'' Dedi.

Boğazıma bir yumru oturdu adeta. ''Peki ne olacak?''

Serter'e yaklaştığımda, ellerimi tutmasına izin verdim. Sanrılı rüyaların bitik durumundaki gökyüzünden nefes almak oldukça zorken Serter'den destek almaya çalıştım. Tüm parmaklarımı sardığında gözlerimin içine bakarak; ''Halledeceğim.''

''Keşke onu buraya getirseydin.'' Dedim.

''Gelmesini söyledim ama ailesini de aradı. Sabah özel araçla memleketine yani ailesinin yanına gönderilecek.'' Parmaklarımı hafif sıktığında, bakışları yumuşamıştı. ''Gelmek istemedi, ailesinin yanına dönmek istedi. Muhtemelen öğlene doğru memleketinde olur. O zamana kadar Atakan ile bizzat ilgileneceğim.''

''O zaman bu iş halledildiğine göre ben eve kaçar.'' Dedi Naz.

Serter'in göğsüne sırtımı yaslar bir biçimde gözlerimi arkadaşıma çevirdim. ''Bu akşam burada kal, lütfen. Saat çok geç oldu. Sabah birlikte kahvaltı vesaire ederiz.''

''Yok olmaz, ailem merak eder.''

''Naz, lütfen.''

''Olmaz ayol, başka zaman.''

Onaylamak dışında başka bir çarem yoktu. Naz her zaman kafasının dikine giderdi. Onu ikna etmek zordu. Sessizce onayladığımda, onu aşağıya kadar geçirmeye çalıştım. Bir gün daha biterken yavaşça odama gidip uyumak oldukça zor görünüyordu.

''Hadi görüşürüz.'' Dedi Naz.

''Görüşürüz.''

Dış kapıyı kapattığımızda, Serter ile odamıza doğru gittik. Kapıyı bana açtığında, yüzünde ciddiyet barındıran bir ifade vardı. İçeriye girdiğimizde, bana sorma gereğinde bulunmadan yatağımızın üzerindeki yastığı alıp koltuğa bıraktı.

''Yarın daha detaylı konuşuruz, çok yorgunum.'' Dedi.

''Teşekkür ederim.''

Cevap vermedi.

Koltuğun üzerine uzandığında, belinin ağrıyacağını düşünüyordum. Onun böyle bu şekilde yatmasını zaten başından beri doğru bulmuyordum. En azından koltuk takımını değiştirmek lazımdı. Orası sert bir zemine sahipti. Siyah koltuk tamamen deriden oluşuyordu. Altı pamuktan oluşan, minderleri yumuşak olan bir koltuğa ihtiyaç duyuyordum.

Serter'e koltuk alacaktım.

Öylece yatmayı denedim.

&&

Oturuyordum.

Yatağımın üzerinde oturuyordum. Bir günlük almıştım yine, bu sefer ki daha güzel bir kağıda sahipti. Önceki yazdıklarımı ayrı bir kenara bırakarak buraya bir şeyler yazmayı planlıyordum. Bu aralar yazmak her zamankinden daha iyi geliyordu. Hep yazmayı düşünüyordum. Elimde olsa kağıda isim verir, gökyüzünden bir parıltı çalar, geceyi tümden ay ile donatırdım. Yazmak benim için sonsuz bir evrendi.

24.09.2022:

Bana iyi geliyor o.

Yazamıyordum.

Tekrar defteri karaladım. Üzerini çizdim cümlelerin ve bir daha yazmayı denedim. Neden yazamıyordum ki? Ne olmuştu bana böyle? Yazmak hakikaten zor işti, bunu anlamıştım. Kafam olduğundan ötürü yazmak zor geliyordu.

24.09.2022

Onun aklı başkasına ait çünkü trendeki kızı düşünüyor, belki de unutmak istiyor bilemiyorum...

Hayır hayır yazamıyordum. Defterin kapağını kapattım. Tarihi öylece bıraktım. Yataktan çıktığımda, acıktığımı hissetmiştim. Nihayet reglim bittiği için ve sabah güzel bir duş aldığım için temiz hissediyordum kendimi, aynı zamanda aç.

Bitkin bir şekilde aşağıya indiğimde, Serter Güçlü'yü mutfakta gördüm. Onu izlemek istedim. Sanırım gördüğüm en güzel manzaraydı. Saatlerce izleyebilirdim. Hiç bıkmadan izlemekti doğan güneş, var olan ay, solmayan çiçekler..

Büyükelçi.

İspanya Büyükelçisi.

Trendeki kız peki? Onu hangi hikayeye yerleştirecektim. Günün sonunda, trendeki kızı bulmaya çalışmayacak mıydım? Bu beni yaralıyordu çünkü ona alışmıştım ama bir yandan da o kızın yıllar veyahut günler sonra Serter'in karşısına çıkıp onun kafasını karıştırma gibi bir ihtimali de vardı.

İşte şimdi savaşın ortasında çiçek açmasını bekleyecek kadar zavallıydım.

''Günaydın.'' Tavayı ocağın üzerinden çektikten sonra altına biraz peçete bırakıp tavayı peçetenin üzerine koydu. ''Neden sessiz sessiz geliyorsun?''

Sabah Nehir'i aramıştım. Memleketine dönüş yaptığını söylemiş ve bana teşekkür etmişti. Sonra, Avukat Esra ile görüşmüştüm görüntülü arama yaparak. Ona maddi açıdan açacağımız davayı bir süre ileriye atmamız gerektiğini söylemiştim. Gürsel ve Eylül denen yılanla aramı düzeltmem için bunlar şarttı.

Her şeyi halletmiştim fakat bir şeyi halledememiştim.

O da karşımda duruyordu.

Sonum ya da başlangıcım. Serter Güçlü ileride bir karar verecekti. O kız mıydı tüm mesele? Yoksa bana olan bakışları mıydı ayı parlatan şey?

''Sessiz gelmiyorum ki.'' Dedim.

Bugün mutlu görünüyordu. ''Güzel karım.'' Sofrayı eliyle işaret ettiğinde mutluluğu bir nebze olsun bile azalmamıştı. ''Hadi gel.''

''Semih nerede?'' Diye sordum.

''Annesine teslim edildi.''

Sandalyeyi çekip oturduğumda ayaklarımı öne uzatarak Serter'in oturacağı sandalyenin tahta kısmına değdirdim.

''Burcu'da orada mıydı?''

Serter Güçlü Beyefendisi cevap vermek yerine tabağıma bir adet peynir, bir adet zeytin, bir adet de yumurta parçası koydu. Ne yapmaya çalıştığını anlamak için yakından incelemek üzere kafamı eğdiğimde, tabağa bir şeyler yaptığını gördüm.

Birkaç zeytin daha ekleyip tabağın üzerinde bir şeyler yaptı ama ne yaptığını bilmiyordum. Art arda zeytin koydu. Ardından domates sosunun bulunduğu küçük çukur tabağın içindeki sosu zeytinin ortasına döktü.

Kalp çizmişti. Tabağa kalp çizmişti.

''Orada değildi.'' Tabağı önüme bıraktığında gülümsüyordu.

''Bana kalp yapmışsın.'' Otuz iki diş sırıttım. ''Bana kalp yapmışsın Serter, bana kalp...'' Sanırım küçük bir çocuk gibi ağlamak üzereydim.

Zeytinlerden kenar, ortasına da domates koyarak kırmızıya boyamıştı. Kalbim çok güzel duruyordu. Baktıkça bakasım geliyordu. Saatlerce kalbe bakabilirdim. Kenarına koymuş olduğu yumurtayı çatalla alıp ağzıma attığımda onunla göz göze geldim.

''Öyle mi karıcığım?'' İki elini çenesinin altına bıraktı.

''Niye öyle bakıyorsun?''

Omuz silkti. ''Hiç.''

Şimdi eski bir şarkı çalacaktı. O geçecekti her yerden, gözlerimizden, bakışlarımızdan, varlığımızdan. Bir şeyler tutacaktı parçaları, öylesine kaybolmayacaktık. Kaybolursam şarkı söyle demeyecektim, şarkıları mesken belleyecektik. Mesken olacaklardı, gül olacaklardı, ay olacaklardı.

''Hey, söyler misin?''

Fırtınam bitiyor muydu artık? Oysaki ben kasırgalar beklemiştim. Beni kasırgalar yıkar demiştim. Yoksa, hayatım yeniden mi düzeliyordu? İnanabilir miydim bu kör yaşama?

''Çok güzel olduğunu biliyor musun?'' Sesi tatlı geliyordu.

Güzel miydim?

Güzeli miydim gerçekten? O beni böyle mi görüyordu? Bir şeyler daha söylemeliydi, söylemeliydi ki söyleyeceği her cümleyi defterime yazmalıydım. Az önce defterime yazacak bir şey bulamamıştım fakat şimdi yazabilirdim.

''Utanıyorsun.'' Kızaran yanaklarıma baktı. ''Kızarma, kızarma çünkü çok güzelsin.'' Çenesinin altındaki elini geri çekti. ''Ama bu güzellik herkesçe kabul edilen bir güzellik değil, bence kabul edilen bir güzellik.''

Bence...

Ölüyordum, eriyordum, bitiyordum.

Toparlanmam lazımdı. Serter güzel olduğumu vurgulamıştı ve ben dünkü çocuklar gibi davranıyordum.

''Bana aşık olduğunu anladım Büyükelçi.'' Şakaya vuruyordum.

Tek kaşı havaya kalktı. ''Senin için ölüyorum, bunu daha öncede söylemiştim.''

''Gerçekten mi?''

''Essah.'' Dalga geçiyordu.

Bu haline güldüm. Hoşuma gidiyordu. ''Bizim bir oyunumuz vardı. Karşılıklı bir hediyemiz olacaktı.'' Dudaklarım yukarıya doğru kıvrıldı, besbelli dudaklarımda sinsi bir sırıtış oluşmuştu. ''Bana şimdi benimle ilgili bir şey itiraf et ama bak bu kesinlikle dalga geçmelik bir şey olmasın.''

''Ben dalga geçmem ki?'' Dedi.

''Az önce.''

Kaşlarını çattı ama bu yapay bir şekilde kaş çatmaktı. ''Ben az önce gerçekten dalga geçmedim, tüm samimiyetimle söyledim her şeyi.''

Boynum kızarıyordu?

Heyecandan ölüp bayılacaktım. Burada düşüp bayılsam ne olurdu ki? Ellerime kadar kızarmıştım. Sanırım heyecanlanmak böyle bir şeydi. İşte mesele şiir okumak değildi ki; o şiirleri hissedebilmek önemliydi.

''Tamam, hadi itiraf et. Çok konuşuyorsun Büyükelçi.'' Yine şaka yapıyordum.

''Kaba kadın.''

''Otlak Elçi.''

''Başladık yine ya.'' Eğleniyordu.

''Serter.'' Duraksadım. ''Güçlü Serter, Serter Güçlü, Büyükelçi, Serter, Gece'nin karısı Serter...'' Ne diyordum ben?

''Gece'nin karısı Serter mi? Bir kadın olmadığım kalmıştı.'' Güldü.

Dudaklarımı ısırdım, ben bir salaktım. Bu artık tescillenmişti. ''Bana benimle ilgili bir şey itiraf eder misin?''

''Hayır.'' Dedi.

''Gıcık adamsın.'' Yüzümü buruşturdum. ''İlan açıp koca arayacağım.'' Ayağa kalktım. ''Seninle bitti, bay.''

''Ergen.''

''Yaşlı adam.''

Mutfağı terk ettiğimde, tek amacım trip atmaktı. Aslında tripte değildi bu. Sadece Serter ile şakalaşmayı seviyordum.

Odamın kapısını açtım. Serter Güçlü Beyefendisinin, yatağına geçtiğimde, artık ona İstanbul Beyefendisi dememeye karar vermiştim. O bunu hak ediyordu. O artık İstanbul Beyefendisi değil, İstanbul kahvehanesiydi gözümde. Bir tesbihi eksikti.

''Kaba Serter.'' Diye mırıldandım.

Komodinin üzerinde duran telefonumdaki mesaj bildirim sesini duyunca, yana eğilerek telefonu elime aldım.

Ömer denilen şahsiyetsiz bana mesaj atmıştı. Bu sefer sesli bir mesaj değildi. Kulaklarıma duyduğu saygıyı tebrik ederek mesajı açtım. Üstelik profilindeki kedi fotoğrafı da pek manidardı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu?

05****

Kısmetse olur, 47. bölüm: 34.57 dakikasını izle lütfen. Şükran'ı Gürsel ile gördükten sonra böyle bu hale geldim ben.

Ne diyordu bu? Bunun tımarhaneye yatırılması gerekiyordu. Ne saçmalıyordu ki? Onu artık anlayamıyordum, anlama yeteneğimi kaybetmiştim.

Arama motoruna söylediği sahneyi yazıp çıkarıp, ardından dakikasını bulduğumda; ne demek istediğini anlamıştım.

05***

Benim başım eğilmedi Şükran, benim başım koptu.

Üç noktaya tıkladım. Üzerine basıp engelle kısmıyla birlikte onu tamamen engelledim. Ömer denilen psikopat adam şimdi de kafayı bana takmıştı. Onun deli olduğunu artık anlamıştım fakat bu adamdan nasıl kurtulacağımı bilmiyordum. Ömer'den nefret ediyordum. Komik de gelmiyordu.

Bu komik bir şey miydi?

Kısmetse olur izliyordu. Delirmek üzereydim.

Nevresimi açıp yatağın içine bedenimi soktuğumda tek amacım biraz uyumaktı. Telefonumdan bir video açtım ve gözlerimi kapattım. Gece boyu, Nehir'i düşünmekten ötürü uyuyamamıştım. İşte şimdi rahat bir uyku çekebilirdim.

Saatler geçti.

Odamın kapısı açıldığında, Serter'in adım seslerini duydum. Telefonla konuşuyordu, mırıldanıyordu bir şeyler. Acaba Burcu ile mi konuşuyordu? Burcu ile neden konuşuyordu ki? Yoksa Burcu hamile miydi? Bedriye hemen hamile mi kalmıştı?

Serter.

Ona öfkelendim.

Telefonunu kapatıp komodinin üzerine bıraktığında şaşkın gözlerle bana baktı. Ben de ona baktım.

''Kimle konuşuyordun?'' Karısıydım, hesap sorardım.

''Bu saatte uyuyor musun?''

''Evet.''

''Neyin var, hasta mısın?'' Yatağın üzerine oturduğunda, gözlerimin içine bakarak elini alnıma bıraktı. ''Gece, ateşler içinde yanıyorsun?''

''Yanmıyorum.''

''Yanıyorsun?''

Tövbe...Büyükelçi bazen niyeti bozuyordu. Bu ne biçim konuşma üslubuydu.

Yataktan çıktığımda, ona trip olduğumu belirterek terliği yüksek sesle giyip yine aynı sert sesle zemine bastım. Altımdaki parkeler halime ağlıyordu. ''Yanmıyorum Serter, ayrıca sen niye geldin ve sen Burcu ile mi konuştuğun için vicdan azabı yaparak buraya kadar geldin?''

Serter derin bir nefes aldı. ''Taktık ya.''

''Takmadım.''

''Gereksiz takıyorsun.'' Yatağın üzerinde duran defteri fark ettiğinde, defteri eline alıp üst tarafına baktı. ''Bu nedir?''

''Hiç, hiçbir şey.'' Defteri elinden aldığımda, ani bir heyecanla arkama sakladım. ''Günlük gibi bir şey, sakın okuma tamam mı?''

''Tamam karıcığım.''

Dolaba ilerlediğinde, çekmeceden bir adet parfüm çıkarıp boynuna sıktı. Parfümü sıktıktan sonra ellerine ve boynuna krem sürmeyi de ihmal etmemişti. Ondaki bu krem aşkına hayrandım. Aslında birçok yönden hayran olduğum kısımlar vardı. Güzel gülüyordu, güzel gülüşüne hayrandım.

Gözlerine...

Şiirler diziye bileceğim gözlerine.

Şiirler bazen yetersiz kalırdı bazı şarkıların derin anlamlarında yatan sözleri gördükten itibaren şiirler yetersiz kalmaya devam ederdi her durumda. Şiirlerim yetersiz mi kalıyordu yoksa? Neredeyse birkaç hafta önce küçük bir bene bile şiirler yazıyordum. Ne değişmişti böyle? Değişimdi sanrılaşan aşklar rüzgarı sanırım?

''Defteri güzel bir yere koy, yatak üzerinde gezinmesin.'' Dedi.

''Peki.''

Gitmek istemiyor gibi bir hali vardı. ''Gece.''

''Efendim.''

''Neyin var? Bak hareketlerin hiç normal değil.'' Komodine kalçasını yasladı ve beni işaret etti. ''Bir şeyler olmuş, ne olduysa söyle lütfen. Daha fazla tartışacak gücüm yok.'' Dudakları dümdüz oldu. Anlamıştı, bir şeylere öfkelendiğimi anlamıştı. ''Hadi, söyle.''

''Trendeki kız.''

Daha fazla saklayamayacaktım. Daha fazla saklamak istemiyordum. Komodinin yanında bulunan yatağın kenarına oturduğumda, hafif ruhum tarafından sarsılmıştı. Ruhum zaten her zaman sarsılacak zamanlarda baş gösterirdi. Buna şaşırmamam gerekiyordu.

Bir soluk ötemde duran adama karşı cesaretimi göstererek omuzlarımı dimdik tuttum. ''O...O ileride karşına geçse, onu ister misin?''

Bunu sormak biraz büyük bir meseleydi. Sormamak ise can yakardı. Sorup gitmiştim işte, sormuştum. Yine de basite indirgeyemiyordum. Sanki kanımda alevler vardı ve bu alevler her yerime ulaşıyordu. Ne söylenirdi bilmiyordum ama söylenecek sözleri tüketmek istemiyordum; özellikle Büyükelçi'ye karşı.

''Bak.''

Elimi havaya kaldırdım. ''Serter, bir şey söyle. Bana boşanmayacağını söyledin ama o kızı bulsan ya da o kız seni bulsa ister misin?''

Elini boynuna götürdü. Boynunu ovaladığında dalgınlaştı gözleri. ''Bu konu hakkında konuşmak istemiyorum, çok gereksiz bir soru.''

Hayır değildi. Onun gereksiz gördüğü sorular benim hayatımı etkiliyordu. Birinin göğsüne sırtımı yaslayacaktım ve o kişi o sorulardan kaçıyordu. Bu doğru değildi ki? Sorulardan kaçamazdı. Cevap vermek zorundaydı, en azından ruh sağlığım için.

''Gereksiz mi? Gereksiz mi geliyor?'' Etime, tenime, bedenime...Batıyordu dikenler bir bir. Toparlanamıyordum.

''Evet gereksiz çünkü durduk yere kafanda bir şey kuruyorsun. Trendeki kız ne alaka? Burcu bitti sıra onda mı?''

''Berrak.'' Diye düzelttim.

Simülasyon hata veriyordu.

Diliyle dudaklarını ıslattığında, elini bu sefer alnına götürdü. ''Gece.'' Kelimeleri toparlamaya çalışıyordu. ''Bak açıklayamadığım birçok şey var ama gerçekten şu an gereksiz tartışıyoruz.'' İç çekti. ''O kız...O kız senin umursayacağın bir insan bile değil ki.''

''Doğum günün için hediye olarak, o kızı bulmaya çalışacaktım. Gerçi bulacağımı düşünmüyordum ama en azından deneyecektim.''

''Ne?'' Şaşırmıştı.

Omuzlarım düştü. ''O senin bu hayatta istediğin tek kişi, bence.''

Kafasını yana salladı. ''Bu hayatta istediğim tek bir kadın var ve o da karşımda duruyor.'' Kelimeleri seçmeye çalışırken toparlamak görevi de ona düşmüştü. ''Lütfen böyle gereksiz olayları kafana takma. Evliyim ben, nokta.''

''Sana güvenmek istiyorum.'' Diye mırıldandım.

''Güzel karım.''

''Efendim.''

Nefesini dışarıya verdi. ''Benim hayatımda başka birisi yok. Bu evliliğin hangi şartlarda başlamış olması da önemli değil. Ben evliyim, benim güzel bir karım var. İşlerimi de tamamen düzelttikten sonra her şeyimi sana adayacağım.''

''Teşekkür ederim, özür dilerim arada böyle oluyor.''

Yatağın yanına oturmadan önce telefonunu cebine koyup elimi tuttu ve elimi dudaklarına götürdü. Oraya sıcak bir öpücük bıraktı. ''Bazen insan güven tazelemek ister. Arada tabii ki de sorgula, bana tamamen güvenmeni zaten bekleyemem. Sadece sözlerimin, eylemlerimle bir olduğunu bil, ona göre üzülme tamam mı?''

''Tamam.''

Onun yanındayken ona duyduğum çekim çok başkaydı.

''Tamamına tamam.'' Dedi.

Yanından uzaklaşıp terli avuçlarımı gizlemek üzere arkama aldığımda defterim de benim birlikte düşmüştü. Ayağımla deftere vurup yatağın altına soktuğumda hızlıca bir bornoz almayı deneyerek Serter Güçlü'den uzaklaştım. Amacım neydi, bilmiyordum.

''Duş alacağım, ben duş alacağım. Duş almam lazım, alırsam duşu gelirim kendime. Gerçi niye geliyorum kendime, ben zaten kendimdeyim, bak kendimim yani.'' Devrik cümle kuruyordum, gereksiz panik yapmıştım.

Şu an odanın içinde bir çukur açılmalı ve oraya gömülmeliydim, başka türlü bu utancı saklayamazdım. Bana ne oluyordu böyle? Kendime gelmeliydim, kendime gerçekten gelmeliydim. Sakin olacaktım.

Sakin ol Gece.

''Duş mu?'' Serter'in dudaklarında bir sırıtış belirdi. ''Birlikte girelim, hem su israfı olmaz.''

Elimi ikinci kez havaya kaldırdım, yaşadığım panik gittikçe artıyordu. ''Ne? Çok ayıp Büyükelçi, gerçekten sen sapık mısın?''

''Sapık mıyım acaba?'' Kollarını birbirine sardığında, gülmeye devam ediyordu.

Hayır o sapıktı, o gerçekten sapıktı.

''Ne demek duşa birlikte girelim? Asla olmaz.'' Terleyen alnımı sildiğimde, bornozumu da alarak banyoya doğru yürüdüm. ''Bak, sakın arkamdan gelme; sapık ya.''

''Ben su israfı olmasın diye demiştim.'' Dedi.

Omzumun üzerinden kısa bir bakış attım. ''Ben namusluyum, öptün diye bir şeyler yapmayız, gitsene ya.''

''Ne yapmayız?''

''Sus.''

''Söyle söyle.''

''Sus artık.'' Avuçlarım ter için de kaldı. ''Bak, git ya ben temizim tamam mı? Olmaz yani, onu aklından çıkar. Öpüşmek ayrı o şey ayrı. Aynı kefeye koyup sakın yani...'' Konuşamıyordum, konuşma yetimi tamamen kaybetmiştim.

''Tacizi değilim.''

Onu dinlemedim ve direkt duşun bulunduğu yere girdim. Kapıyı da kapatıp üzerimi hızlıca çıkardım. Serter Güçlü'nün kötü emellerine maruz kalmamıştım. Sabah duş aldığım halde duşu bahane etmiştim. Hem olmazdı, yani olmazdı. Olmazdı değil mi?

Ben ve o yatakta...Düşünmek bile istemiyordum.

Serter beni ezerdi.

''Sapık.'' Saçlarımı tamamen tel tel ayırdım. ''Sapık adam.'' Dişimi fırçalamaya başladım. En çok zevk aldığım şey duştan önce diş fırçalamaktı. ''Sapık koca.'' Ağzımda köpük varken konuşmak biraz imkansızdı. ''Benden resmen yatak arkadaşı olmamı istedi.'' Biraz abarttığımı fark ederek kendi kendimle konuşmayı bıraktım.

Delirmiştim.

Dişimi tamamen yıkadıktan sonra, kocamın şampuanını alıp küvetin içine girmek yerine diğer banyoyu tercih ederek duş başlığını düzelttim. Sıcak kısma getirdiğimde artık yıkanmaya hazırdım.

Serter'in tüm şampuanını kafama döktüm. Kutuyu tamamen boşalttım. Onun gibi kokmak istiyordum.

Kafamı yıkadığımda, dakikalar geçmek bitmiyordu. Tamamen hazır olduğumu anladığımda, bornozumu üzerime geçirdim. Ayağımda da terlikler vardı, ıslak olduğu için ses çıkarıyordu.

Aynanın karşısına geçip kendime bakmaya başladığımda, içerideki kapının açıldığını fark ettim. Soluma doğru döndüğümde, Serter Güçlü'yü gördüm. Siyah bir eşofman, beyaz bir tişört, kararmış gözler...Ne oluyordu ki?


'

'Gece.'' Dedi.

''Neden kapıyı çalmıyorsun ki?''

Kendi eşyammış gibi Serter'in yüz kremini kollarıma sürdüm. Mis gibi kokmak istiyordum. Koku hastalığım vardı. Her an her dakika kokuları yüzüme bulaştırabilirdim. Favori kokum ise dalindi fakat burada dalin yoktu. En kısa zamanda dalin alacaktım.

''Gel buraya.'' Nefes nefeseydi.

''Anlamadım.''

Arkama geçtiğinde, eli belimi buldu. Evet evet eli belimi bulmuştu. İzin almadan tüm parmaklarıyla belimi sardığında bornozun kumaşına rağmen parmaklarından geçen ısıyı hissediyordum.

''Lütfen.'' Nefesi sıklaştı. ''Uzun zamandır, seni gördüğüm günden beri aklımdan çıkmıyorsun.'' Gözlerimin içine baktı, gözlerinin içine bakmaktan korktum. ''Lütfen.''

''Neye lütfen?'' Gözlerinin içine ilk defa baktığımda, kuru dudaklarımı ıslatarak davetkar bir biçimde sırıttım. ''Serter.''

''Sen çok güzelsin.'' Islak saçlarıma doğru yaklaştığında, ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştım. ''Çok güzelsin, çok.'' En son ki kelimeyi fısıldamıştı. ''Sana baktığımda, daha önce hiç hissetmediğim duyguları hissetmeye başlıyorum. Bir kadını arzuluyorum, düşüncesi bile korkunç geliyordu eskiden.''

''Lütfen, yapma.''

Hayır şimdi olmazdı.

Bunun elbette olacağını biliyordum ama şu anda olmaması gerekiyordu. Eğer olursa aramızdaki o büyü tamamen silinirdi. Birbirimizde bazı şeyleri hak görmeye başlardık. Korkuyordum, bunun olmasından korkuyordum.

''Neyi?'' Islak saçlarımı kulağımın arkasına aldığında nefes alışları asla düzelmemişti, tam aksine gittikçe sıklaşıyordu.

Nefesimi dışarıya verdim. ''Olmaz.''

''Neden olmaz? Korkuyor musun sen?'' Dudaklarını kulağıma yaklaştırdığında, tüylerim diken diken olmuştu. ''Sana zarar vermeyeceğim ki? Senden büyük bir beklentim de olmayacak gelecek yönünden, sadece seni öpmek isteyeceğim. Hepsi bu. Daha önce de yapmıştık.''

Daha önce, bornozla karşısında durmamıştım. Nasıl bir arzu esir almışsa bedenini; böyle bir arzuyla taçlanmıştı gözleri. O arzu sayesinde, duşta olup olmamam umurunda olmamıştı. Tamamen beni esir almak istiyordu.

Bedenen, ruhen...

''Senin onayını almadan yapmak istemiyorum.'' Dedi.

Cevap vermedim.

Belimde duran ellerini geri çektiğinde, ısrarcı tavrından vazgeçmişti. Sanırım gözlerinde biraz da hayal kırıklığı vardı. Onu reddettiğim içindi belki de.

Sırtımı duvara tamamen yasladığımda, onu kolundan tuttum. Yapacak başka bir şey yoktu. Belli ki ikimizde istiyorduk. Bazı değerleri arka plana almanın zamanı gelmişti. İnsan, anı yaşamalıydı; anı yaşamayan insan insan olamazdı. Duygularımız, düşüncelerimiz; bunların hepsi önemliydi fakat bazı anlar, duyguların yaratmış olduğu değerleri tamamen yıkabiliyordu.

Anı yaşamak istedim.

''Korkuyorum.'' Diye fısıldadım.

Diliyle dudağını yaladığında, belimi tuttu ve yüzüme eğildi. ''Korkma.'' Dudaklarını yanağıma yaklaştırdı ve orayı öptü. ''Uzun zamandır ikimizin istediği şey bu. İkimizde bir öpücükle durmayacağımızı biliyorduk.''

''Evet.''

''Güzel karım.'' Derin bir nefes aldığında, dudaklarını boynuma yaklaştırmıştı. ''Sen gördüğüm en güzel kadınsın.''

''Bir saniye.'' Elimi omzuna bırakarak parmak ucumda yükseldim. ''Az önceki pozisyon beni zorladı.'' Açıklama yapmak istemiştim.

Dudaklarını dudaklarıma doğru getirdiğinde, kan akışım hızlandı. Bana ne oluyordu böyle? Anlam veremiyordum. Alt tarafı öpecekti, onun için bile elim titremeye başlıyordu. Bu çok farklı bir histi. Daha fazlasına ihtiyacım varken kaçan kalbime rağmen bu hissi her an her dakika yaşayabilirdim.

Demek ki heyecan böyle bir şeydi.

Alt dudağıma tüy yumuşaklığında küçük bir öpücük bıraktı. ''Çok güzelsin.'' Dedi.

Bu cümleyi bugün kaçıncı kez tekrarlamıştı? Beni gerçekten güzel buluyor muydu? Bence güzellik demişti. Onun gözünde eşi benzeri bulunmayan bir taş mıydım? Onun gözünde değerli bir taş olmak isterdim. Her bakımdan, farklı olmak isterdim çünkü farklılık her zaman en özel olandı.

Üst dudağıma da aynı öpücüğü bıraktı. Sanırım önce küçük dokunuşlarda bulunacaktı.

''Sen...'' Boğuk çıkıyordu sesi. ''Sen gerçek misin?''

Omzunu okşadığımda, bir kez daha öpmesi için ona doğru kendimi bastırdım. ''Gerçeğim.''

''Güzel bir gerçek.''

Derin derin yutkunduğunda, bornozumun kuşağını tuttu ve düğüm olan yeri açmaya başladı. Büyükelçi tehlikeli bir yere gidiyordu. Ne yapıyordu böyle? Onu yaptıktan sonra işin geri dönüşü olmazdı. Tehlikeli sularda yüzmesine rağmen oldukça rahat ve profesyoneldi.

''Beyaz bornoz yakışmış. Güzel bir bornoz, güzel bir vücut...''

''Saçmalıyorsun şu an.'' Dedim tatlı tatlı.

''Aklımı başımdan aldın, tüm beynimle oynadın; Gece Hanım.''

Gece Hanım.

Üst dudağımı tekrar öptüğünde kendimi ona teslim ettim. Belimi sarmasına izin verdim, dudaklarımı öpmesine...Bu müthiş bir şeydi. O dudaklarını dudaklarıma bastırdığında oluşan enerji çok başkaydı. Önceleri yavaş öperdi, şimdi hızlanmaya geçmişti çünkü sabırsızlaşmıştı.

Beni istiyordu.

''Kokun çok güzel.'' Dedi fısıldayarak.

Ve o an hayatımda yaşadığım en güzel anlardan birisiydi kollarına teslim olduğum sırada.

&&

Kollarının arasındaydım. Sırtımı göğsüne yaslamıştım. Üzerimi değişmiş, eşofmanımı giymiş onun göğsünde nefes almaya çalışıyordum. Bunu başarmak istiyordum çünkü göğsü çok güzeldi. Geniş omuzlarında farklı bir şey vardı. Hissetmek böyle bir şeydi anlaşılan. İnsan var olduğunu hissediyordu onun yanında.

''Bana.'' Derin bir yutkunma gerçekleşti boğazımda. ''Bana en sevdiğin şarkıyı söylemedin?''

''Neden merak ediyorsun ki?''

''Çünkü meraklandırdın dedim.''

Yanağımı öptüğünde, karnımdaki elleri belirginleşti ve tüm karnımı sardı. ''Saçların birer rüzgar.'' Duraksadı. ''Ölümü hissediyorum ve bir o kadar yakınlaşıyorum.'' Parmakları saç tellerimin arasını sardı tek tek. ''Hisler bulvarında caddeler boyu yürüyorum. Henüz en sevdiğim şarkıyı söylemiyorum çünkü seni tanıdıkça, sana benzeyen şarkılar en sevdiğim şarkı olmaya başlıyor.''

''Sen mükemmel bir adamsın.'' Dedim.

Belimdeki ellerini çekip yataktan çıktığında göz göze geldik. ''Şimdi, duyduğuna göre sana pasta almanın zamanı geldi. Şu ileride güzel bir pastane açıldı. Çikolatalı pasta alacağım.''

''Zahmet etme.''

''Kahve de alırım.''

''Şımartıyorsun beni.'' Gözlerimden kalpler çıkmak üzereydi.

Alnıma eğildi, çenemin altına parmağını bırakarak alnımı öptü. ''Şımar, seni sadece ben şımartayım.''

Odadan çıktığında tek başıma kalmıştım. Biraz yağmuru izlemek için cama doğru yanaştım. Camdan dışarıya baktım. Yağmur damlaları cama çarpıyordu. Dakikalar geçmek bilmedi. Saate baktım. Yarım saattir Serter yoktu.

Üzerime beyaz bir hırka geçirdim. Saçlarımı da topladıktan sonra aşağıya inmeye çalıştığımda, garip bir koku aldım evden.

''Aslı?'' Elimle duvardan destek aldım. ''Bu koku ne?''

Çığlık...Kadın çığlığı.

Aşağıdaki odadan bir ses geliyordu. Tahta sesinin duvarla buluştuğundaki çıkarmış olduğu sesi duyuyordum. Kanımdaki akış hızlandı. Ortada anormal bir durum vardı. Hemen adımlarımı odama yönelttim. Giyinme odasına girdiğimde, geldiğimde ilk işim siyah bir çanta bırakıp dolabın en üstüne bırakmak olmuştu. Siyah çantayı aldım ve silahı çıkardım titreyen ellerimle.

Odadan çıktığımda, silahı düz tutmaya çalışarak merdivenlerden aşağıya indim.

''Aslı?''

Çığlık sesi kesilmişti.

Ne oluyordu böyle?

''Aslı?'' Tekrar bağırdım.

Dış kapıya doğru tam adım atacağım sırada, maskeli bir adam gördüm karşımda. Silahını belinden çıkardı ve hiç acımadan tetiğe bastı. Kurşun karnıma geldi, gözlerim karardı. Elimdeki silah düştü.

Sırtım yerle buluştuğunda, gözlerim o ana kadar açık kalmıştı.

Continue Reading

You'll Also Like

3.1M 108K 95
The story of the girl behind it all.
999K 34.6K 42
Rose was able to find a pack that wouldn't force her into marriage, The Red Wind pack, but it all went downhill one unfaithful day. The Luna of The R...
134K 8.4K 55
laundry boy, my first friend. and i didn't even know his name. - it's more than just laundry. - ✎ oc x jw ✎ angst? ✎ loss ✎ slowburn? start: 022222 e...
17.4K 321 22
A girl from north western Ireland, moves to England. And of course, life takes off from there. Meeting life long friends, and life long partners. DIS...