Işıkları Söndürseler Bile | A...

By civcivindunyasi

10.9K 801 166

"Ben senden vazgeçmem, ışıkları söndürseler bile." 08/03/2023 More

Giriş
Bir
Duyuru

İki

2.1K 250 61
By civcivindunyasi

iyi okumalar ^^

"küçüğüm, daha çok..."

**

Küçükken, yaşadığım hayatın normal olduğunu sanırdım. Olması gereken buymuş gibi gelirdi.

Ama sonra, zaman geçtikçe, anlamıştım ki benim hayatım aslında olması gerekenin çok dışındaymış.

Mesela; anne babaları varmış insanların, kardeşleri varmış.

Sevginin karşılığı varmış.

İnsanlar seviliyormuş.

Bunun farkına varmak, yüreğime tarifsiz bir acı ekmişti ve zaman geçtikçe acı; filizlenerek koca bir ıstırabı doğurmuştu.

Herkesin anne babası vardı okulda, bir benim yoktu. Üstelik ben; bu kelimelerin tanımını bilmiyordum bile.

Birinci sınıftaydım. Arkadaşımla konuşurken, bana babasının ona aldığı oyuncak bebekten bahsetmişti. Babasının ona her gece masal okuduğunu, saçlarını taradığını anlatmıştı.

Onu öyle kıskanmıştım ki, o gün ezkaza "baba" deyivermiştim Agah'a. Ve o gün, kıyametim olmuştu.

Ona baba dediğimde, gözlerinde oluşan o ifadeyi hiç unutamazdım. Koca elleriyle saçlarımı kökünden kavrayışını da öyle. Kendini kaybetmişti sanki, öyle bağırmıştı ki bana korkudan altıma bile kaçırmıştım.

Oysa, yaptığım tek şey ona baba demekti.

Üstelik sadece yedi yaşındaydım.

"Ne babası lan? Ne babası? Keserim senin o dilini!"

Şimdi yıllar sonra, ilk defa; özgürce, korkmadan birine baba diyebilecektim belki de.

Karşımdaydı, kapıda.

Neden gelmişti? Nasıl gelmişti? Beni, nasıl bulmuştu?

Hiçbirini bilmiyordum. Öylece, ona bakıyordum. Donup kalmıştım.

Ben, yirmi birinci yılına merdiven dayadığım ömrüm boyunca ilk kez canlı kanlı görüyordum onu. Babamı.

Uzun boyluydu, yapılı bir bedeni vardı. Saçları tıpkı benimkiler gibi koyu kahveydi. Ve gözlerimiz, tıpatıp aynıydı. Mavi.

O da, beni inceliyordu. Oysa ben berbat haldeydim ve beni ilk kez görüşü, bu şekilde olsun istemezdim.

Üzerimde bana iki beden büyük gelen siyah bir kazak, altımda ise gri bir eşofman altı vardı. Dağınık bir topuz haline getirdiğim saçlarımdan fırlayan tutamlar yüzüme dökülüyordu.

Gözlerimin altının mosmor olduğuna emindim.

Rahatsızca yerimde kıpırdandım ve boğazımı temizledim hafifçe. Konuşmak için dudaklarımı araladım, ama diyecek hiçbir şey bulamadım.

Ne denirdi?

Ne demeliydim ona?

Anladı. Ya da bu süregelen sessizlikten sıkıldı.

"İçeri girebilir miyim?" dedi en sonunda.

Sesini ilk kez duydum. Gözlerim, hemen dolacak gibi oldular ama tuttum kendimi.

Başımı sallayarak onayladım onu.

"Tabi, tabi," dedim yarım yamalak, kapıyı da geçmesi için iyice aralarken.

Ayakkabılarını çıkardı, içeri girdi. Bedeni şimdi daha da yakındı bana ve kokusu burnuma doluyordu.

Ben artık babamın nasıl koktuğunu biliyordum.

Elimle koridorun sonundaki salonu işaret ettim. "Şöyle geç lütfen... Geçin, geçin yani."

Aptaldım. Ben gerçekten aptaldım.

Bu aptallığıma hafifçe tebessüm etti, sonra sildi hemen gülüşünü ve gösterdiğim yere doğru ilerledi.

Biraz arkasından baktım.

Bu an, gerçekti. Buradaydı.

Peşinden ilerledim. O çoktan koltuklardan birine oturmuştu. Ben de çaprazına geçtim, terleyen avuç içlerimi dizlerime sürttüm birkaç kez.

Sakin ol İpar, sakin ol.

"Neden burada olduğumu biliyorsun, öyle değil mi?"

Kalın, tok bir sesi vardı. Birbirini hiç tanımayan ama aslında aynı candan olan iki yabancıydık biz. Buna rağmen, ses tonunu yumuşatmaya çalıştığını görebiliyordum.

Başımı salladım.

"Biliyorum." Küçük bir nefes aldım. "Siz, nasıl öğrendiniz?"

Ceketinin iç cebine uzandı, katlanmış bir kağıt çıkardı ve açarak bana uzattı. Uzanıp aldığımda, bunun bir DNA testi raporu olduğunu gördüm.

Demir Kolcuoğlu'ndan alınan saç teli DNA örneği ile İpar Aksoy'dan alınan saç teli DNA örneği %99.99 uyuşmaktadır.

Gözlerim, yirmi yılımın yalan olduğunu ispatlayan o satırları bulduğunda, daha fazla tutamadım kendimi. Gözyaşlarım, gözpınarlarıma kadar geldi ve birer ikişer firar ederek ellerimin arasında duran kağıda aktı.

"İki gün önce, Soner Karahan karşıma geçip her şeyi açıkça anlattı. Neler yaptığını, neden yaptığını. Bu test, nasıl yapıldı bilmiyorum ama çok da zor olmasa gerek."

Sustu sonra, göz göze geldik. Bakışları ıslanan yüzümde gezindi. Hiç bilmediğim, tatmadığım duygular barındırıyordu.

"Ağlama."

Kağıt parçası ellerimin arasından kayıp yeri boyladı. Birkaç hıçkırık kopup geldi boğazımdan.

"Neden ki?" diye sordum acı acı. "Niye? Ben ne yaptım ona? Siz, ne yaptınız? Ben yirmi yıl boyunca neden bir yalanı yaşadım?"

"Ağlama," dedi tekrar.

"Ne olacak şimdi? Ben ne yapacağım?"

"İpar," dedi bu kez. Adımı onun sesinden ilk kez duymak, bir nebze de olsa sardı ruhumu. Mavilerine diktim gözlerimi.

"Konuşmamız gereken çok şey var. Biliyorum, birbirimizin isimleri dışında hiçbir şey bilmiyoruz belki de. Ama artık ben varım, tamam mı? Ve ben seni yanımda istiyorum."

Ben seni yanımda istiyorum.

"Ne olacağını zaman gösterir. Gerçekleşebilecek bir sürü ihtimal var. Ama bundan sonra, hele ki o herif hala dışarıdayken ve Soner Karahan beni açıkça tehdit etmişken, senin yerin benim yanım."

Belki beni sevmeyecekti, hiçbir zaman kızı olarak da kabullenemeyecekti ve aramızdaki bağ, yerdeki o kağıt parçasından ibaret olacaktı. Gerçekleşebilecek ihtimallerden kastı buydu.

Ama ben; belki acizce, belki de aptalca bir istekle gitmek istiyordum.

Çocuk yanım sızlıyordu. Ruhum acıyordu. Ruhum, kanıyordu.

Ben onları görmek istiyordum. Ben onları yaşamak istiyordum.

Dinen gözyaşlarımın arkasından ona bakarken bir kez daha araladı dudaklarını, "Almak istediğin herhangi bir eşyan varsa yanına al. Gidelim."

Ona, Soner Karahan'ın onu neyle tehdit ettiğini sormadım. Nereye gideceğimizi de öyle.

"Tamam," dedim kırık bir kabullenişle.

Bu sırada kapı çaldı.

"Müge teyze gelmiştir," dedim istemsize ve ayağa kalkıp kapıyı açmak için oradan ayrıldım.

Tahmin ettiğim gibi, gelen bu kez Müge teyzeydi. Bakışları hemencecik yüzümü bulduğunda, gülümseyen yüzü soldu ve kaşları çatıldı.

"Bu ne hal İpar? Yine mi ağladın sen?"

Sonra, kapıdaki diğer ayakkabılara kaydı gözü sanki yeni fark ediyormuş gibi.

"Bunlar kimin? Asaf amcan mı geldi?"

"O, geldi."

Anlamazca baktı yüzüme. "Kim?"

"Babam."

Bu kez şaşkınlık kapladı yüzünü, elindeki poşetleri kenara bırakarak içeri girdi. "Neden gelmiş? Nasıl gelmiş?"

"Müge teyze," dedim yorgunca. "Sormasan..."

Anlatacak gücüm yoktu.

"Onunla gitmemi istiyor."

Başını olumsuzca iki yana salladı. "O ne demekmiş öyle? Hayatta olmaz. Tanımıyoruz etmiyoruz."

Salonda, koltukta oturan kişi benim öz babamdı. Ama, biz onu tanımıyorduk.

Buruk bir tebessümle yüzüne baktığımda, ne dediğini yeni fark ediyormuş gibi bir endişe kapladı yüzünü.

"İpar'ım, öyle demek istemedim. Ama anla beni, bırakamayız biz seni."

Yaklaştım, ellerini kavradım, öptüm teker teker avuç içlerini. Bu ellerle çok kez saçımı okşamıştı. Çok kez yemek pişirmişti bana.

"Gitmek istiyorum Müge teyze. Nasıl olur aniden, nasıl ilerler bilmiyorum ama ben denemek istiyorum. Görmek istiyorum onları. Annemi, bilmek istiyorum."

"İpar..."

Sözlerini kestim. "Ben, biraz daha boşa yaşamış olmak istemiyorum bu hayatı. Olmazsa da olmaz ama, istiyorum işte."

Gözlerim doldu, gözleri doldu.

"Yavrum benim. Küçücüktün daha, dizimin dibinde ağlardın. Bilmiyor muyum ben çektiğin acıları? Ama şimdi, böyle aniden... Asaf amcan, Ömer, bırakmazlar ki seni."

"Bu yüzden onlar gelmeden gideceğim. Ben sonra keşke demek istemiyorum Müge teyze."

Kollarının arasına çekti beni, sımsıkı sarıldı. Saçlarımı öptü, okşadı hep yaptığı gibi. "Burası senin evin, hep de öyle olacak. Orada gözünden tek damla yaş akarsa tutar getiririm seni buraya, tamam mı?"

"Tamam," dedim tebessüm ederek.

Ayrıldığımızda birlikte salona doğru ilerledik. Babam, Demir Kolcuoğlu bizi gördüğünde ayağa kalktı.

"Hoş geldiniz Demir bey," dedi Müge teyze onu zaten tanıdığını belli ederek.

"Hoş buldum."

İkisi karşılıklı oturduğunda, ben hala ayaktaydım. Ortamda elle tutulur bir gerginlik vardı. Bu sebeple, "Ben eşyalarımı toplayayım," diyerek hızlıca kaldığım odaya ilerledim.

Biraz soluklandım ve derin derin nefesler alarak son yarım saatte olanları hazmetmeye çalıştım.

Babam gelmişti.

Beni götürüyordu.

Korkuyordum, heyecanlıydım, karmaşıktım. Ama hepsinin de ötesinde umutluydum.

Eşyalarımı buraya Ömer getirmişti. Ben, o eve bir daha girememiştim. Sanki girdiğimde, Gülru'nun gidişi bir kez daha çarpacaktı yüzüme.

Hem orası soğuktu, Gülru yokken buz gibiydi. Üşürdüm.

İki bavulum vardı, ikisini de boşaltmamıştım henüz. Bu yüzden saçılan birkaç parçayı da sıkıştırıp kapattım fermuarlarını.

Açıkta duran birkaç kişisel eşyayı da sırt çantama koyduğumda hazırdım. Oldukça kısa sürmüştü.

Derince iç çekerek kenarda rastgele duran şişme montuma ilerledim, üzerime geçirip önünü kapattım.

Çantamı tek koluma takıp bavulların kulplarını kavrarken, son kez dönüp kaldığım odaya baktım.

Daha önceleri de çok kez burada kaldığım olmuştu ama şimdi başkaydı. Bir haftadır her anıma şahitti burası. Acıma, üzüntüme, kederime, gözyaşlarıma, yasıma.

Her şeyime.

Buruk bir gülümsemeyle odadan ayrıldım. Bavulları dış kapının kenarına bıraktım ve tekrar salona ilerledim.

"Ben hazırım," dedim kapı ağzında dururken.

Müge teyze konuşuyordu ve o da, dinliyordu. Beni fark ettiklerinde susmuşlardı.

Ayağa kalktı. Müge teyzeye döndü. "Teşekkür ederim," dedi. Neyin teşekkürü olduğunu kavrayamamıştım, Müge teyze tekrar konuşana kadar.

"Teşekkürlük bir durum yok ortada. Ben İpar'ı öz çocuğumdan ayırmam, benim kızım o. Bu evin kızı, tek kızı. Ben kızımı artık mutsuz görmek istemiyorum, umarım dediklerimi anlamışsınızdır Demir bey."

Başını salladı fakat artık konuşmadı.

Salondan ayrıldık, dış kapının önüne geldiğimizde bavullarımı kavrayıp dışarı indirdi ve ayakkabılarını giydi.

Müge teyzeye döndüm. Tekrar, sıkıca sarıldım ona. "İyi olacağım," dedim kulağına fısıltıyla.

"İyi ol," dedi beni sıkıca sarmalarken. Ayrıldığımızda gözleri yaşlıydı.

Ağlamamak için ona bakmadım, hızlıca ayakkabılarımı giydim ve kapıdan çıktım. Bu sırada o, çoktan bahçeyi aşıp bavullarımı arabasına yerleştirmişti bile.

Son kez el salladım Müge teyzeye ve günlerimi geçirdiğim evi arkamda bırakarak, yeni başlangıcıma doğru ilerledim.

**

Yolculuğun tamamı sessiz geçmişti. O, düz bakışlarını yoldan ayırmamış ve bir kez olsun dönüp bana bakmamıştı.

Bense ara ara kaçamak bakışlarımı ona çevirsem de, yol boyu cama vuran yansımasını izlemiştim.

Yirmi yıl sonra yan yanaydık. Aynı arabada. Bu, hala rüya gibi geliyordu bana.

Yol neredeyse bir saat sürdü.

Kocaman bir malikanenin önünde durduk. O kadar büyüktü ki, bir şatoyu andırıyordu ve önündeki koca duvarlar bile ihtişamını gizlemeye yetmiyordu.

Birkaç kez kornaya bastı, saniyeler içinde büyük demir kapı açıldı ve bahçeye girdiğimizde arabadan indik.

Bakışlarım elimde olmadan etrafı taradı. Onlarca koruma vardı koca bahçenin içinde.

Burası gerçekten çok büyüktü. Bahçenin çevresi yeşilliklerle donatılmıştı ve en ortada bir fıskiye havuzu vardı.

Ne yapacağımı bilemez bir halde durduğumu fark ettiğimde, çekingen adımlarla ona doğru adımladım. Bu sırada talimat verdiği adamları arabadan bavullarımı indiriyordu.

Göz ucuyla bana baktı. "Gel hadi," dedi yumuşakça ve kapıya doğru ilerledi. Onu takip ettim, kapının önünde durduğumuzda daha çalmadan açıldı.

Ve, onlardan birini gördüm. Abilerimden birini.

Gediz Kolcuoğlu. Ortanca abim.

Bizi gördü, bana baktı uzun uzun. Yüzümü inceledi, saniyeler boyu. Ben de onu.

Tıpkı bizimkiler gibi mavi gözleri vardı, saçları altın sarısıydı. Annemden mi almıştı acaba? Uzun boyluydu, yapılıydı. Bakışlarından akan bir şeyler vardı. Ne olduğunu çözememiştim. Yabancısıydım.

"Hoş geldiniz," dedi en sonunda.

İçeri adımladı, yine onu takip ettim. Üzerindeki uzun paltoyu çıkarıp kenarda duran ve muhtemelen evin yardımcısı olan kadına uzatırken bakışları Gediz'in üzerindeydi.

"Burada değil mi herkes?"

"Burada baba." Bana döndü tekrar, küçük bir tebessüm sundu bana. "Çantanı ve montunu ver istersen."

Gerginlikten titreyen ellerimi görmezden gelmelerini umarak, "Olur," diye mırıldandım ve önce kolumda asılı duran çantayı, sonra da saniyeler içinde çıkardığım montumu o kadına uzattım.

"Salona geçelim."

Gediz başını sallayarak babasını onayladı ve ikisi önde, ben arkalarında salona ilerledik. Daha salonun girişinde, onları görmüştüm.

Yavuz Mir Kolcuoğlu ve Tunahan Kolcuoğlu.

En büyük ve en küçük abilerim.

Fakat yalnız değillerdi. Biri daha vardı. Bir adam. İsmini bile bilmediğim. Sert bakışları olan.

Önemsemedim o an.

Bizi gördüklerinde ayağa kalktılar. Gerginliğim tırmandı, zirveye ulaştı.

"Hoş geldiniz," dedi Tunahan.

"Hoş bulduk, oğlum." Bana da bir gün, kızım der miydi?

Varlığımı hatırladı sonra, arkasını döndü. "Şöyle geç."

Üzerimde bakışlar eşliğinde derhal dediğini yaptım. İşaret ettiği yere oturdum. Gediz de yanıma oturdu.

Yavuz Mir ve tanımadığım o adam çaprazımızda, yan yanaydı ve herkes gibi yabancının bakışları da benim üzerimdeydi.

Tunahan ve Demir Kolcuoğlu da tekli koltuklara yerleştiklerinde, bakışlarımı dizlerimin üzerinde birleştirdiğim ellerime sabitledim.

Küçük, fakat bana oldukça uzun gelen bir sessizlik oldu.

"Konuşmayacak mıyız artık?" dedi sonra bir ses. Yavuz Mir, abim.

"Nereden başlayacağımı kestiremiyorum sadece." Bakışlarını üzerimde hissettiğimde, kafamı kaldırıp ona baktım.

Bu adam benim babamdı, öyleyse şimdi bana neden bu kadar yabancıydı?

"En baştan," dedim içimdeki merak tohumları bir bir filizlenirken. "Her şeyi, en başından anlatın."

Reddetmedi. Başını salladı ağır ağır, gözlerini gözlerimden çekip rastgele bir noktaya sabitledi.

"Leyla ve ben," yutkundu, "Yani, annenle ikimiz tanıştığımızda ben on dokuz yaşındaydım, annen on altı. Birbirimizi gördüğümüz ilk anda aşık olduk. Babası, Soner Karahan hastalıklı bir adamdı. Annene olan sevgisi, hastalıklıydı. Sevgi denmezdi. Bazen, onu sadece kızı olarak gördüğünden bile şüphe duyardım. İlişkimizi hiç istemedi, hep karşı çıktı."

Burukça gülümsedi, "Üç yıl geçti, hiç ayrılmadık. Sonra evlenmek istedik, o adam yine istemedi. Anneni benden ayırmak için buradan taşınmaya karar verdi, başka bir ülkeye. Sevdiğim kadını bırakamazdım, bırakmadım da. Kaçtık, evlendik. Soner Karahan delirdi. Bütün öfkesi, siniri sadece banaydı bu yüzden umursamadım. Zaman geçtikçe, annenle görüşmeye devam edebilmek için kabullenmiş gibi yaptı."

Gözlerini gözlerimle buluşturdu ama bu çok, çok kısa bir andı.

"Annenin yanında her şey mükemmelmiş gibi yapıyordu, sadece annen varken. Gerçek yüzü annen yokken ortaya çıkıyordu. Leyla, çok mutluydu. Evlenmiştik, ailesiyle arası düzelmişti. Bu mutluluğu elinden almak istemedim, sustum. Sonra hamile olduğunu öğrendik, zaman geçtikçe ailemiz büyüdü. O adam benim kanımı taşıyan hiç kimseyi sevmedi, sevmiş gibi yaptı sadece."

Mavilerinin dolduğunu gördüm ama sonra, ustalıkla gizledi bunu. "Her şeye rağmen, o herife rağmen mutluyduk. Ama, bir eksik vardı. Bakışlarını, gülüşünü, güzelliğini Leyla'mdan alan bir kız çocuğu..."

Alt dudağını dişlerinin arasına aldı.

"O da istiyordu. Sana kız babası olmak çok yakışır, diyordu hep. Çok geçmeden sana hamile olduğunu öğrendik. Doktor, riskli bir gebelik olduğunu söyledi ama annen, vazgeçmedi. Diretti. Sonra..."

Sonra ben doğdum.

Sonra annem öldü.

Ve ben, gözlerimi dünyaya annemin katili olarak açtım.

Bir insan daha ne kadar acıyabilirdi ruhundan? Aldığım her nefes, zehir olup akıyordu sanki boğazımdan aşağıya.

Odadakilerde gezdirdim yaşlı gözlerimi. Baktım tek tek, abilerime. Anneleri, benim yüzümden ölmüştü. Böyle birini neden kabul etsinlerdi ki?

Oturduğum o koltukta can çekiştim. Kimse beni görmedi.

"Sonra," Öylesine başını salladı. "Sonrasını biliyorsun."

Anlatamıyordu. Bana, sen anneni öldürdün, diyemiyordu.

"Soner Karahan bebekleri değiştirmiş."

Ve yirmi yıllık esaretim böylece başlamış.

"Ben, kendimi kaybettim. Bana, karın öldü, dediler. O kadar şoktaydım ve o kadar berbat haldeydim ki, seni görmek, sana bakmak aklıma bile gelmedi."

Seni görmek, sana bakmak aklıma bile gelmedi.

"Özür dilerim."

Gözlerime baktı. Sadece sözleriyle değil, bakışlarıyla da özür diledi.

"Ben belki o kadar güçsüz bir adam olmasaydım, tüm bunlar hiç yaşanmayacaktı."

Hiçbir şey demedim ona. Dinlemeye devam ettim sadece. Zaten, suçlayamazdım ben onu. Sevdiği kadını ben öldürmüş sayılırdım neticede. Haklıydı. Beni görmek istememesi, en doğal hakkıydı.

"Zaman geçti. O kız, yani Nil, büyüdü. Büyüdükçe bize olan tavırları değişti. Bizden nefret etmeye başladı sanki. Yaptıkları, sözleri... Korkunç birine dönüştü."

Onu seviyor muydunuz, diye sormak için inanılmaz bir istek doğdu içime.

Ama o üç kelime, bir türlü çıkmadı dudaklarımın arasından çünkü korktum. Alacağım cevaptan, ölesiye ve belki biraz da bencilce, çok korktum.

"Bir hafta önce, Soner Karahan geldi. Her şeyi anlattı, yaptıklarını. Ona inanmadım. İnanmak istemedim. Ama sonra, karşıma bir DNA testiyle geldi ve beni tehdit etti."

"Neyle?" dedim kısıkça, dakikalar sonra ilk kez konuşarak. "Sizi neyle tehdit etti?"

Hiç beklemedi. "Seninle, sana zarar vermekle."

Sustu sonra.

Anlatacakları bu kadardı sanırım.

Herkes sessizdi.

Sindirilmesi gereken şeyler vardı. Kabullenilmesi gereken şeyler.

"Şimdi ne olacak?" dedi Tunahan. Ben de en az onun kadar merak ediyordum bunu.

"Hiçbir şey," diye yanıtladı oğlunu. "Artık herkes olması gereken yerde. Hayatlarımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz."

Bana çevirdi sonra gözlerini tekrar. "Sana, o evde yaşarken neler olduğunu sormayacağım. Hiçbirimiz sormayacak. Sen ne zaman istersen, ne zaman hazır hissedersen o zaman anlatacaksın. Baskı altında hissetme kendini."

Avuç içimle yüzümde biriken yaşları temizledim. Başımı sallayarak onayladım onu.

Bu iyiydi. Çünkü şimdi, her şey bu kadar üst üsteyken bir de geçmişimi konuşmak beni daha çok kanatırdı. Minnetle baktım ona.

"Sadece, bir süre dikkatli hareket etmemiz gerekecek. Ben her şeyi çözene kadar, o adamın işini bitirene kadar. Bu yüzden, lütfen bir yere gitmek istediğinde bana haber ver olur mu?"

"Olur."

Sonra, birinin bakışlarını üzerimde hissettim. Gözlerimi o'ndan çektim, üzerimdeki bakışların sahibine çevirdim.

Adını henüz bilmiyordum. Kim olduğunu ve hangi vasıfla burada olduğunu da öyle.

Gözlerimiz buluştuğunda utanmadı. Beni incelemeye devam etti. Rahatsız edici bakışları yoktu. Aksine, insanı rahatlatıyordu.

"Biraz dinlenmek ister misin?"

Gediz'in sorusuyla bakışlarımı yabancıdan çektim. "Çok iyi olur."

Gülümsedi, hemen ayaklandı. "Gel hadi sana kalacağın odayı göstereyim."

Ayağa kalktım. Kimseye bakmamaya çalışarak onunla birlikte salonun çıkışına yöneldim. Bir üst kata çıktığımızda, uzun koridordaki kapılardan birini araladı.

"Burası misafir odası. Şimdilik burada kalacaksın. Kendi zevkine göre dekore edersin diye odanı henüz hazırlamadık."

İçeriye adımladığımızda, ferah, insanı boğmayan bir oda olduğunu fark ettim.

Gri ve beyaz tonlarında döşenmişti. Küçük bir balkonu vardı. Büyük bir yatak, genişçe bir gardırop, yatağın her iki yanında duran komodinler ve yatağın hemen karşısında duran koltuk dışında başka bir şey yoktu.

Fazla kalabalık görüntüleri sevmezdim. Bu yüzden bu oda iyi hissettirmişti.

"Başka odaya gerek yok. Burada kalmaya devam edebilirim."

Üstelik, bu evde ne kadar kalacağım belli bile değildi. Belki birbirimize hiç alışamayacaktık ve ben, gidecektim.

Gediz anladı sanki kafamdan geçen düşünceleri.

"Ne düşünüyorsun bilmiyorum ama sen bizim kardeşimizsin, İpar. Henüz hepimiz için çok yeni bile olsa, gerçek bu. Hayatın bu evde geçecek, burası senin de evin. Elbette kendine ait bir odaya, kendi alanına ihtiyacın var."

Yaklaştı bana çekine çekine. "Ben yıllardır yapamadığım abiliği yapmak istiyorum sana. Lütfen kendini bizden geri çekme. Bir şeye ihtiyaç duyduğunda, ya da konuşmaya; ben her zaman yanında olacağım."

Bir adam vardı karşımda.

Öz abim.

Yirmi yılımı ayrı geçirdiğim bir yabancı ama benimle aynı candan.

Ne diyeceğimi bilemedim. O, belki nasıl abi olunur biliyordu ama ben kimsenin kardeşi olmamıştım. Kardeş nasıl olunur, bilmiyordum.

Gülümsedim içtenlikle. Gözlerim dolu doluydu, ağlamak istiyordum ama yine de, ona gülümsemek geldi içimden.

"Teşekkür ederim."

"Etme, hiçbir şey için teşekkür etme." Çekinen parmakları saçlarıma uzandı, birkaç saniye sevdi tutamlarımı ama sonra geri çekildi hemen.

Oysa bu, beni hiç rahatsız etmemişti.

"Ben gideyim şimdi, sen de dinlen güzelce."

Başımı salladığımda saniyeler içinde odadan ayrıldı ve ben kendimle kaldım.

Birkaç adımda yatağa ulaştım, kenarına oturdum ve odanın içinde gezdirdim bakışlarımı.

Bir evdeydim ben; babamın, abilerimin ve bir zamanların annemin yaşadığı bir evde. Bir ben yoktum.

Yabancıydım.

Belki burada olmam bile hataydı. Hak etmiyordum belki de. En nihayetinde, annesinin ölümüne sebep olmuş biriydim ben.

Eşofmanımın cebine sıkıştırdığım telefonum dakikalardır titriyordu. Arayanı tahmin etmek zor değildi.

Ömer, eve gidip beni göremediğinde delirmiş olmalıydı. Ama o kadar yorgundum ki, ona açıklama yapmaya bile mecalim yoktu.

Ayakkabılarımı çıkardım, uzanır pozisyona geçtim ve dizlerimi karnıma çektim. Bir damla gözyaşı yastığımı ıslatırken, huzursuz bir uykuya daldım.

**

Gözlerimi, kulağıma doluşan karmaşık seslerle araladım.

Hava kararmaya başlamış ve bunun yarattığı kasvet, odaya çökmüştü. Yattığım yerden yavaşça doğruldum, uyku açıldıkça sesler de netleşmeye başlamıştı.

Ellerimle gözlerimi ovuşturdum, birkaç saniye algılarımın açılmasını bekledim.

"İpar nerede diyorum size? Bir şey mi yaptınız ona? İpar! İpar neredesin?"

Ömer.

Ömer'in sesiydi bu.

Panikle ayağa fırladım. Odadan çıkıp merdivenleri aştığımda ve dış kapıya ulaştığımda yalnızca saniyeler geçmişti.

Bütün ev halkı kapının önündeydi.

Ve Ömer.

"Sana, o sesini kısmanı söyledim. Bir daha tekrarlamayacağım. Ya adam gibi içeri geç ya da siktir git."

Yavuz Mir öfkeyle konuştuğunda, daha fazla izin vermedim bu saçma tartışmanın büyümesine.

"Ömer," dedim bir yandan da onlara doğru yürürken. Sesimi duyduklarında, hepsinin bakışları bana döndü.

"Neler oluyor burada?"

Umursamadı sorumu.

"Şükürler olsun," dedi öne atılıp beni kollarının arasına çekerken. "İyisin... İyi misin? Aklım çıktı. Aklım çıktı İpar."

Sırtına doladım kollarımı, sarılışına karşılık verdim.

"İyiyim. Özür dilerim, uyuyordum."

Geri çekildi. Bakışları, ikna olmak istermiş gibi yüzümü ve bedenimi turladı.

"O telefon neden açılmıyor? Delirtmek mi istiyorsun sen beni? Haber vermeden gittiğin yetmezmiş gibi bir de telefonlarıma çıkmayınca nasıl korktum haberin var mı?"

Sert sesine karşın, "Özür dilerim," diye mırıldandım bir kez daha.

"Eşyaların nerede? Hadi, gidiyoruz buradan."

"Ömer,"

Sözüm kesti.

"Ne Ömer, ne? Gidiyoruz dedim İpar." Koluma uzandı, bileğimi kavradı. Tutuşu nazik ama bir o kadar da sıkıydı.

"Sen kimi, nereden götürüyorsun lan?"

Yavuz Mir, hızlıca önüme geçti ve bileğimi ondan çekerek beni arkasına aldı.

"İpar'ı, evine götürüyorum. Bir itirazın mı var?"

"Var," dedi Mir hiç beklemeden. "Kimsin, karşımıza geçip bu şekilde davranacak haddi nereden buluyorsun bilmiyorum ama sen bu evden değil İpar'ı, İpar'ın tek bir eşyasını bile alamazsın."

Alayla gülümsedi Ömer.

"Kimim ben biliyor musun?" Bir adım attı öne doğu. "Bugüne dek yanında olanım. İyi gününde de, kötü gününde de. Ağladığında da, güldüğünde de. Ailesiyim, her şeyiyim. Siz yokken hayatında olanım."

İşaret parmağını, Yavuz Mir'e doğru salladı. "Sen benim kim olduğumu sorgulayamazsın. Asıl sen kimsin? Kimsin ki, onu bu evde tutabileceğini sanıyorsun?"

"Yeter," dedim dayanamayarak. "Kesin şunu. Ömer, lütfen."

"Lütfen ne İpar?" dedi öfke dolu bakışlarını bana yönelterek. "Nasıl iki günlük heriflere güvenip de gelirsin buraya? Kafayı mı yedin kızım sen? Aptal mısın? Al montunu gidiyoruz."

Bağırıyordu.

Ömer, bana bağırıyordu.

Adımlarım istemsizce geriye aktığında, gözlerim doldu. O bana hiç bağırmazdı. Bilirdi çünkü, yüksek sesten korktuğumu. 

O bana hiç aptal da demezdi. Bilirdi çünkü.

Bu, son damlaydı. Yavuz Mir onun üzerine atlarken ve diğerleri onu tutmaya çalışırken ben titriyordum.

Gözyaşlarım görüş açımı bulanıklaştırıyordu.

"Aptal mısın sen? Gerçi, soru mu bu? Tabi ki aptalsın," diyerek yüzüme ders kitabımı fırlatıyordu Agah.

"Aptal kız!"

"Bu gece sana yemek yok, aptallığının bedelini ödeyeceksin."

Elleri, boğazımı sarıyordu sımsıkı. "Aptalsın sen, aptal!"

Etraftaki sesler kulağıma uğultu gibi gelirken zihnimde yankılanan tek bir ses vardı. Buradaydı sanki, dibimde.

Aşağılayan bakışları gözlerimin önündeydi. İğrenç bakışları.

Nefes alamıyordum.

Elim, benden bağımsız olarak boynuma gitti. Orada hala o nasırlı eller vardı, hissediyordum.

Başım dönmeye başladığında, geriye doğru yalpaladım. Düşeceğimi sandım.

Sonra, keskin bir koku hissettim ve belimi kavrayan eller. Birisi, düşmeme izin vermedi.

"Nefes al," dedi sonra tok sesiyle. 

"Amca, kesin şunu!"

Bağırışıyla irkildim. Göğsüne sindim istemsizce.

Fark etti. "Özür dilerim," dedi hemen, beni yatıştırmak istermiş gibi. "Özür dilerim."

Kesik kesik aldığım nefesler bana yetmezken, gittikçe uyuştuğumu hissediyordum. Gözlerim ara ara kararıyordu.

Bedenim havalandı önce, sonra aralık bakışlarımın arasından onun gözlerini gördüm.

"Nefes al," dedi bana bir kez daha. "Kapatma gözlerini, İpar."

Adım, yabancının dudaklarından ilk kez döküldü. Bu o'ydu, salondaki o tuhaf bakışların sahibi.

Ve şimdi yine aynı bakışlar üzerimdeydi.

"Siktir! Baba, İpar!"

"İpar!"

Etraf bulanıklaştı, sesler sustu. Ben, yüksek bir boşluktan aşağı düşerken sadece onun bakışlarını hissettim.

Bilemezdim, şimdi yabancısı olduğum o bakışların gelecekte her şey olacağını.

**

giderayak spoi de verdim dostlar hadi iyisiniz hahahahahsgsgs

bölüm hakkındaki düşünceleriniz neler?

sizce ömer haklı mı?

yabancı, nasıl bir ilk izlenim bıraktı sizde?

ve şey, sizi üzmek istemem ama; karısına benzeyen bir kızı olsun isteyen demir kolcuoğlu, karısını kızının doğumunda kaybetti.

bir ömür ağlarım ben buna...

önümüzdeki hafta finallerim başlıyor ve iki hafta sürecek, sonrasında eğer (inşallah) bütlere kalmazsam bir aylık tatil sürecimde aktif bir şekilde bölümler atmak istiyorum.

şimdilik bu kadar, yeni bölümde görüşmek üzere^^

oy vermeyi ve yorum yapmayı unutmayın 🥹

Continue Reading

You'll Also Like

3.1M 197K 53
Bu sefer doğum sırasında karışan bir bebek yok. Bir kızın ailesini kaybettikten sonra kurduğu yeni ailesini okuyacaksınız. Duru 18 yaşında ailesini k...
1M 71.9K 55
Çilek Alança Yıldırım mı demeliyim yoksa sen mi gerçek ismini açıklamak istersin Çilek Alança Saruhan? 17 yaşında tam bir neşe patlaması olan Çilek...
254K 16.3K 21
17 Yıl sonra gerçekleri öğrenen Bade, yıllardır onu arayan abilerine giderse. Azıcık dram. Bolca eğlence. Bolca aksiyon. Bir tutam da kaos. Daha...
917K 52.6K 34
Kuru öksürükleri durmadı bir süre. Boğazının acısını ben hissetmiş gibi yüzümü buruşturdum. Hastalığı benden kaptığı için kendimi iki kat kötü hissed...